İletişim Yayınları'na gittiğimde Mehmet Eroğlu kitapları hep dikkatimi çekerdi. İsimleri "acaba bu kitaplar deneme mi yoksa roman mı?" diye düşünmeme sebep olurdu: Kıyıdan Uzakta, Belleğin Kış Uykusu, Yarım Kalan Yürüyüş, Zamanın Manzarası, Düş Kırgınları, Issızlığın Ortası ve daha birçok kitap. Daha doğrusu bir sürü roman... Maalesef bazen, yazma serüvenine bizim doğduğumuz yıllarda başlayan bir insanı çok geç okuyup tanıyabiliyoruz. Maalesef desem de güzel bir duygu bu, insanın hayret duygusunu tetikliyor.
İyi Adamın On Günü; intikam, cinayet, yüzleşme, ruhun bilinmezliği gibi meseleler eşliğinde geçen ve bir adamla dört kadının merkezde olduğu bir roman. İsminden de anlaşılabileceği gibi on günde geçiyor. Süre meselesi kimseyi heyecanlandırmasın. Yazar, romanın kahramanı Sadık'ın kolundan saati söküp almış. Dolayısıyla okur da bir geri sayım telaşına düşmüyor. Elbette neden saat kullanmadığı romanın içinde kendine yer buluyor... "İnsan ömrü boyunca çocukluğunu içinde taşırmış. Hele bu çocuk gerçeğin gerektiğinden fazlasını taşımaya mahkum edilmişse." diyor Sadık. Çünkü bütün huylarını çocukluğunda ve ergenliğinde geliştirmiş. Saate ihtiyaç duymaması da bundan. Bir şeye karar vermeden önce içinden sayıyor mesela, beşte kararını uyguluyor. Karşısındakine soru sorunca o cevap verene kadar sayıyor, böylece kendisiyle beraber kişilerin davranışlarını da iyi çözümleyebiliyor. Neyi ne zaman yaptığını, erdemlerini, zaaflarını. Peki bu bize hangi yazarı hatırlatıyor? Elbette Dostoyevski'yi.
Roman biter bitmez -elbette kurgunun da etkisiyle- hemen ne zamandır beklettiğim bir Dostoyevski biyografisine başladım. Aslında sadece biyografi demek doğru olmaz. Edward Hallett Carr eşine az rastlanır bir edebiyat incelemesi yapıyor. Bir yazarın peşinden giderken o kendine mahsus engin tarih bilgisini de kullanıyor ve insan denen meçhulün duygu dünyasını, ruhunu en esaslı biçimde edebiyatla öğrenebileceğimizi anlatıyor. Kitabı bitirince belki hakkında bir şeyler yazarız ama şurası önemli: Carr, Dostoyevski'nin ortaya çıkardığı karakterlerde fiziki hiçbir özelliğin akılda kalmadığını çünkü onun insanları ruhlarıyla, arkalarındaki hikâyelerle ortaya koymak istediğini hatırlatıyor. Ancak bu şekilde insanla 'arkadaki bilinmeyen karanlık gerçek' arasındaki ilişki aydınlanabiliyor zira. İşte Mehmet Eroğlu da bunu başarıyla yapıyor. Sadık, çevresindeki insanları sürekli Dostoyevski karakterlerine benzetiyor ya da kıyaslıyor: Zverkov, Alyoşa, Katerine İvanovna, Mişkin, Stavrogin ve diğerleri... Okuyucuyu yanıltmak istemem, bu benzetme ya da kıyaslama en fazla bir iki cümlelik, kurguyu yoracak hiçbir olumsuzluğu yok yani. Yeniden Dostoyevski okumak için yazar tetikleyici görevi üstlenmiş ve bunda en azından benim adıma başarıya ulaştığını söyleyebilirim.
"Dostoyevsk, bir dilenciyi ya da bir arkadaşı hiçbir zaman geri çeviremezdi. İş yaptırdığı insanların şikâyetçi olmayan bir kurbanıydı." diyor Carr. Sadık da öyle. Patronu Maide'nin, eski karısı Rezzan'ın, hem sessiz hem de tuhaf bir dostluğa sahip olduğu Meral'in ve sevgilisi Fatoş'un. Gerçi Fatoş iyi ki çıkmıştı onun karşısına. Bir Tanrı'ya inanmanın imkânlarına, öç almanın insandaki merhamet duygusunu geliştirdiğine, iyi bir insan olduğu için ona yakıştırılan 'enayi' ve 'saf' gibi etiketleri umursamadan kendi yolunda yürümeye onun sayesinde bir defa daha inanmıştı. Tüm bunlardan daha ilginç bir şey vardı ki o da Sadık, Fatoş'la birlikte uyuduğunda rüya görebiliyordu. O hep görmek istediği rüyayı tamamlamak için her seferinde 'Fatoş'un inandığı Tanrı'ya' hürmet gösteriyordu. Bir adada, güneşi kertenkele gibi tüm bedenine yedirerek yatabileceği günlerin rüyasına inanıyordu. Bu rüyayı tamamlamak ve hatta o adaya dair yazmak istiyordu. Komik gibi görünebilir belki onun bu dileği. Ancak tıpkı Sadık'ın dediği gibi: "Eninde sonunda her insan kalbi kırık bir palyaço değil midir?"
Birçok karakteri zincirlemiş bir muammayı çözme peşinde Sadık düğüm düğüm olan hayatını da çözüyor. Dolayısıyla kitap hem bir polisiye hem de bir arayış romanı olarak değerlendirilebilir. "Risk almadan, yaşamını ortaya sürmeden adalat elde edilmiyor" diyor Sadık adalet peşinde koşarken, dünyaya adil olmanın gücünü gösterirken, herkesin onu "iyi bir insansın" diyerek pohpohlarken bile şımarmadan, hatta umursamadan daima yolunda yürürken. Sevgiye inanıyordu, sevilmeye, değer ve merhamet görmeye. Çünkü dünyada eğer bu duygulara aç ve bu duyguları hiç tatmamış birileri varsa, bunun sebebi olarak anneleri görüyordu. Ne tür anneleri? Şöyle:
"Benim yoktu ama annelerin çocuklarına bakarken kör olduklarını, onlara hiç elde edemeyecekleri meslekler yakıştırdıklarını, kendileri cehennemde yaşadıklarından olacak, cennet hayalleri, süslü gelecekler tasarladıklarını biliyordum. Tanrı onların hazırladığı özgeçmişleri okusa hiçbir çocuğun canını almazdı."
Sartre'a inanıyor Sadık, seçim yapmaya. Ama rehberi Dostoyevski ve onun kahramanları. İnsanlara yakınlaşırken ve uzaklaşırken bundan ödün vermiyor. İnsan ruhunun bilinmezliğini ortaya döken yazarlar ve onların romanları böyledir işte. Başka romanlara, başka karakterlere rehber olurlar.
Okuduğum ilk Mehmet Eroğlu kitabı olan İyi Adamın On Günü'nden gayet memnun ayrıldım. Ve hemen Kötü Adamın On Günü'ne başlayacağım günü beklemeye koyuldum. Çünkü şu iç sıkan günlerde insan zihnini çok zorlamadan bazen hayallerin bazen de rüyaların peşinde koşturacak romanlara ihtiyacımız olduğuna inanıyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder