9 Nisan 2020 Perşembe

Bir şairin nur tercümesi

Nasreddin Hoca'nın pekçoğumuzca malum bir fıkrası vardır. Hocamız ağaçtan düşer ve başına toplananlar hekim çağırmak isterler. Karşı çıkar hoca ve kendisine ağaçtan düşmüş birini bulmalarını ister. Nihayetinde ağaçtan düşenin halinden ağaçtan düşen anlar. Gelin görün ki kör bilim, her hastalığın hekim işi olduğunda ısrar eder de hekimler dahi pek çok derdin dermanını tıp da değil ruh da bilirler.

İki cihan serveri Hz. Muhammed (sav) Cenab-ı Hakk'ın davetini bildirmeye başladığında Mekkeli müşriklerce en çok şair olmakla ve şiir söylemekle suçlanmıştır ve bu suçlama yüce Kur'an'ın ne büyük bir mücize olduğunu ispat etmekle birlikte pekçok azılı düşmanın hidayete ermesine de vesile olmuştur. Kur'an öyle mücizevi bir lisana sahiptir ki dünyanın bütün şairleri bir araya gelse onun bir ayetinin dengini dahi yazamazlar. İşte böylesi mücizevi bir sanatı ancak bir şair hakkıyla anlatabilir. Öyle bir şair ki o kutlu nebinin aksiyonunu, ahlakını, belagatını ve nezaketini kendine şiar edinmiş olsun. Çöle İnen Nur, tasavvuf ahlakıyla ahlaklanmış, İslamı aksiyon ruhuyla benimsemiş bir şairin, son peygamber Hz. Muhammed (sav) Efendimizin mübarek hayatlarını ve nübüvvetlerini, levha levha, bir şiir estetiğiyle gözümüzün önüne serdiği bir eserdir.

Hz. Muhammed (sav) Efendimiz bir kral yahut komutan olsaydı hiç şüphesiz onun hayatını ve eserlerini bir tarihçiden okumak çok daha makul olurdu. Aynı şekilde bir düşünür, bir reformist ya da bir şair olsaydı onun hayatını bir felsefe tarihçisinden ya da bir edebiyatçıdan dinlerdik. Ancak o, bütün bu sıfatların çok ötesinde bir müjdeci, bir kurtarıcı ve bir yol göstericidir. Onu ve onun görevini idrak etmek salt akılla mümkün olacak bir iş değildir. Bu nedenle onu hakkıyla anlamak ve anlatmak için gönül gözüyle görebilen ve gönüllere seslenebilen bir şair gerekir ki Necip Fazıl kitabın daha başında; "Bu bir ilim değil sanat eseridir ve ilmin içini dışını tahkik selahiyetinde olmadığı mukaddes kapıya, ancak inanmış ve teslim olmuş sanat tavrıyla sokulmaktan başka çare yoktur." diyerek onu anlatmanın ilmi bir metoddan ziyade kalbi bir kabullenişle mümkün olduğunu belirtiyor. Pekçoğumuzca malum bir kıssa: Karınca, ağzında bir damla su ile giderken sorarlar kendisine: Nereyedir bu yolculuk? Cevap basittir: Hz. İbrahim'in ateşine su götürüyorum. Alaylı bir karşılık: Yahu senin bu suyun o ateşe ne fayda edecek, hem sen oraya varamadan ölürsün. En nihayetinde yanıt, bir ders niteliğinde: Hiç olmazsa yolunda ölürüm ya... Bir başka kıssa: Hz. Yusuf köle pazarında satılığa çıkarılır ve alıcılar isim yazdırmaya ve peşinat vermeye başlar. İhtiyar bir kadın da yaklaşır köle tacirinin yanına ve Yusuf'a kendisinin de talip olduğunu söyler ve isminin talipliler listesine yazılmasını ister. Peşinat olarak verebileceği hamallık için kullandığı urganından başka bir şeyi yoktur. "Neyine güvenerek Yusuf'a talip oluyorsun ve ahmak kadın!" diye, kendisiyle alay eden tüccara ders niteliğinde bir cevap: "Yarın, defter açıldığında Yusuf'un taliplileri arasında benim de ismim olsun"... Belki binlerce, milyonlarca hatta daha fazla anlatıldı, yazıldı o mübarek hayat ama her biri bir talip ve her talep Allah katında niyeti ölçüsünce makbul. Üstad da kendi diliyle; "İzin ver; onu bir kere de ben anlatayım! İzin ver; herkesin boyuna göre açıldığı bu ufuksuz denizde sana yaklaşabilmek değil, fakat kıyılardan, gerilerden yani kendimden uzaklaşabilmak manasına bir kere de ben gücümü deneyeyim! Öyle ki, sahili kaybetsem, artık gerilere dönemesem ve sende boğulsam, işte o zaman aradığım hayatın eşiğine ayak basmış olurum." diyerek niyetini ifade ediyor.

Onu anlamanın yolu, onun gelişini hazırlayan ve onun gelişine hazırlanan dünyayı anlamaktan geçiyor. İçine doğduğu coğrafyada meydana getirdiği ruhi dönüşüm, bir ömür boyu kendi hayatıyla tatbik ederek örneklendirdiği Kurani hayat ve asırlar sonrasına verdiği mesajlar ansiklopedik birer veriden çok öte ruhsal bir ürpermedir.

Kronolojik bir siyer olmanın çok ötesinde şiirsel bir levha. Peygamber Efendimizin mübarek hayatlarında, münafıkların hâlâ kurcalamaya devam ettiği hususlara tam bir teslimiyetle açıklık getirerek münafıkların kendi içlerinde düştükleri çelişkileri gözler önüne seriyor. Özellikle namaz esnasında kıblenin değşmesi, Hz. Aişe annemize atılan iftira ve Efendimizin kaybolan devesinin yerini bilememesi gibi durumlar münafıklarca kullanılmış olmasına rağmen bütün bu durumlarda idrak edebilen gönüller için Efendimizin nübüvvetinin mücizeleri gizlidir. Efendimiz her seferinde kendisinin gaybı bilemeyeceğini ancak Allah'ın bildirdiğini ve bildirdiği kadar bilebileceğini ifade etmişlerdir. Yine efendimiz, hükümlerinde kendi nefsini değil Allah'ın emirlerini esas almıştır. O, hayatı boyunca her türlü imtihana tabi tutularak ahalaki ve şer'i bir örnek olmuştur. Bu örnekliği de ancak şair ruhlu bir mümin idrak edebilirdi. Üstad, kitapta bunu başarıyla yapmış.

Kur'an-ı Kerim ve Hz. Muhammed bir bütün... Biri müjde, diğeri mucize... Hz. Muhammed, bir ömür Kur'an... Kur'an, kıyamete kadar kurtarıcı... Bu iki mücizeyi birbirinden ayırıp bunları kendi içinde anlamlandırmaya çalışmak biskleti ikiye bölüp tek tekerle kullanmaya çalışmak gibidir. Bu nedenle hadis ve sünnet bir tarafa bırakılarak yalnızca ayetler üzerinden bir İslam okuması yapmak ahmaklıktır.

Hz. Muhammed, yalnızca 23 yıllık nübüvvet dönemiyle değerlendirilirse büyük bir eksiklik ve haksızlık yapılmış olur. Hatta onu 63 yıllık bir insan ömrüne sıkıştırmak da haksızlıktır. Bizzat kendi ahlâkı ile terbiye ettiği ve sohbetleriyle eğittiği sahabileri, dört büyük halifesi ve ölümünün ardından uzun bir süre devam eden Asr-ı Saadet dönemi ve günümüze kadar gelen İslam medeniyeti onun ömrünü ve mücizesini daha da anlamlı kılıyor. Bu derin kavrayış da bir tarihçinin değil şairin bakışıyla mümkündür.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder