7 Haziran 2017 Çarşamba

Yola yeniden ama daha esaslı başlamak

"Bizi insanlara bağlayan şey, bir gece öncesine ait hatıraların, ertesi sabaha ait beklentilerin oluşturduğu sayısız kök ve zincirdir, kopamadığımız alışkanlıkların kesintisiz örgüsüdür."
- Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde

Denizli kimileri için havasıyla, suyuyla, haritadaki mevkiiyle, horozuyla önemli olabilir. Ancak yazın hayatı söz konusu olduğundan sanki yarım kalmışlığın, arada kalmışlığın, "ege içre taşra" olmuşluğun kelimeleri tütüyor Denizlili yazarlardan. İlk aklıma gelen Hasan Ali Toptaş, ikincisi ise bu yazının konusunu teşkil eden kitabıyla Erdoğan Özmen. Toptaş'ın Çal doğumlu olduğunu biliyoruz, Özmen ise Güney doğumlu bir psikiyatr. Yazdıklarından görüldüğü kadarıyla bir "modern tıp" psikiyatrı değil. Kelimeleri ilaç, mucizeyi şifa bilenlerden. Bunların tam ortasında da hayret makamı var. Hayret et ki derman bulasın, der gibi.

Erdoğan Özmen'i uzun zamandır Birikim dergisindeki yazılarından takip ediyordum. Bir psikiyatrın günceli içine alan, dolayısıyla kronikleşmeye yüz tutmuş sorunları da irdelediği yazıları karşısında bunca sessiz kalamaz, muhakkak kitabını da almalıyım diye düşünmüştüm. Tam o esnada da (Mart 2017) yeni kitabı "Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan: Yas, Melankoli, Depresyon", İletişim Yayınları tarafından neşredildi. Özmen'in daha evvel yayımlanmış kitapları ise şöyle: Psikiyatri, Psikoloji, Politika (Zed Yayınları, 1995); Psikanalizin Serüveni ve Çağrısı (İletişim Yayınları, 2005); Şizofreni - Öteki Gerçeklik (Pedam Yayınları, 2007), Rüyada Uyanmak: Bilinçdışı ve Rüya (İletişim Yayınları, 2012).

Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan; politikanın, siyasetin, gündemin insan ruhundaki tüm kötücül egemenliğini irdeleyen bir kitap. Özellikle "Depresyon, politik bir şeydir" sözü gerçekçiliğiyle epey yer kapladı zihnimde. Öyle ki şehir düşüncesi üzerine yazdığım "Çok İyimser, Aşırı Klostrofobik: Kent Psikolojisi" başlıklı yazıma bu cümleyle başlamıştım. Tıpkı Birikim dergisinde olduğu gibi, her şeyi kapsayan konuları her şeyden bağımsız ve biricik insan üzerinde, bambaşka bir perspektifle, üslupla yorumluyor Özmen kitap boyunca. 263 sayfa, okuyucuyu kesmiyor.

Kayıp ve Yas Metinleri'yle başlıyor kitap. Bu metinlerde yasın ve yas tutmanın nasıl bir emek, dolayısıyla süreç olduğunu, sanatın bu süreçte nasıl bir fayda sağladığı, yasın bir kardeşlik imkânı sunabileceği ve nihayet insana sunulmuş en özel armağanlardan birinin yas olduğu anlatılıyor. Bilimsel bir dille değil, tam aksi istikamette, kalbî bir hassasiyetle: "Değişmeyen bir maddesi varsa eğer hayatlarımızın, bir “tözü”, kayıptır o. Kaybın yoğurduğu harçla yükselen bir hayattır bizimkisi; Kayıp Zamanın İzinde biriken bir hayat. En baştan itibaren hepimizi “dürten” temel saik olgulara/olaylara ve deneyimlerimize bir anlam kazandırma çabası değil midir? Ya da coşkuyla sürdürülen anlam arayışı... Her ne ise onu, ille de hakkıyla anlamaya çalışmak... Bildiğimizden daima daha fazlasını söylememiz bundan; tutkulu bir enerjiyle kayıp olanı bulma arzusundan ötürüdür. İnsanın ayırt edici ve üstün vasfı o arayışta, o arayışın ateşlediği umutlu oluştadır. Anlamdan boş bir zamanın, o derin biçim yokluğunun dehşetini kıyaslayabileceğimiz başka ne vardır ki hayatta?" (sf. 19)

Sürekli başarılı olması gereken bireyler yetiştirmeye ve daha sonra da bu bireyleri yarıştırmaya odaklı bir hayatı yaşıyoruz. Kontrolsüz bir güç, hepimizin üzerinde yalnız bedensel değil, belki de daha tehlikeli olarak ruhsal bir baskı kuruyor. Her gün yepyeni baskılar inşa ediyor: Kaybetmekten korkmak, hüsrana uğramaktansa çekip gitmeyi istemek, başarısız olmaktansa ölmeyi tercih etmek. Bir virüs gibi insandan insana yayılıyor bu korku virüsü. Ortaya korkunç bir 'depresyon zinciri' çıkıyor. Kendi kendini genişleten bir zincir: "Antidepresan ilaçların kullanımıyla (bu kullanımın yıllarca sürdüğünü de unutmayalım) birlikte ortaya çıkan duyarlılığın/duyumsama yetisinin azalmasının en çarpıcı sonucu belki de şudur: Tam da bazı şeylerin yolunda gitmediğini gösteren duyumsama kapasitesi baskılandığı ölçüde insanın anlam üretme etkinliği, anlamlı kılma çabası da zayıflamaktadır. Kısır bir döngüdür bu: Depresyonunu kendisi bir tür mahrumiyet ve ilgi/merak yokluğu, feragat ve geri çekiliş talep ettikçe, ortaya çıkan anlamsızlık, boşluk ve sıkıntı duygularını antidepresan ilaçların "vaat" ettiği anestezi (uyuşturma hali) ve, farkındalık ve duyumsama kapasitesinin kaybı telafi ediyor." [sf. 88]

Özmen'in kitaba adını veren yazısı, Birikim dergisinde 11 Mayıs 2013'te yayımlanmıştı. 1 Mayıs'ta evinin önünde kafasına 'denk gelen' gaz bombası ile ağır yaralanıp günlerce komada kalan fakat başarılı bir ameliyatla ayağa kalkan genç bir kıza ithaf edilmişti. Bu yazıda bir taraftan ülkemizdeki merhametsizliğin sicilinin ne kadar kabarık olduğunu diğer taraftan da sefilleşmeye yüz tutmuş bir kibrin, betonları dahi utandıracak katılığın neticelerini (mesela "özür diledik, daha ne tazminatı?" denmesini) daha iyi idrak edebilmek mümkün. Her şeye rağmen ve her şeyle birlikte, ayağa kalkan ve ayakta kalan yine insan, hep insan olmalı: "Yüce bir gayretle adeta yoktan var ederek adım adım inşa ederiz kendimizi. Yaşadığımız bütün ayrılıkların, kayıpların ve hüsranların yasını tutarak, onlardan ve bozulan her ilişkiden, sevdiklerimizi inciten ve acıtan her şeyden kendimizi de sorumlu sayarak insan oluruz. Hiç terk etmeden. Her kayıpta, kaybettiğimiz kişi ya da şeyle özdeşleşerek. Onların gölgesini üstümüze düşüre düşüre kurarız benliğimizi. Varlığımızın en içinde, her birimizi vefasızlıktan ve kadir-kıymet bilmezlikten esirgeyen güçlü bir çekirdeği muhafaza ederek." [sf. 129]

Her türlü acının dili, Erdoğan Özmen'in diliyle yeniden harmanlanıyor. Konu suçluluk olduğunda meselenin aslında nüfuz etmeye çalışıyor yazar. Psikiyatr kartvizitini yanına almadan, 'yeniden ve daha esaslı' başlamanın yolculuğu üzerine kuruyor metinlerini. Metinler, okuyanı (belki de şifasını arayanı) bir deri koltuğa uzanmaya değil de ahşap bir trenin yoksul kompartımanına çağırıyor gibi. Hani Haydar Ergülen, "tren ne doğuya, ne batıya gider, tren içimizdeki yolculuktur" diyor ya, Özmen de bu sesi doğruluyor. Bir yanda utanmaktan helak olanlar var diyor, diğer tarafta hiç utanmayanlar, istifini bozmayanlar. "Utanç son sığınaktır "aşağılanmış" bir varoluş için. Kendi bakışımızdan bile kurtulmak isteriz o daracık zamanda." diyor ve insanın nasıl ürünleştirildiğini hatırlatıyor: "Dünyanın sınırsız ve engelsiz bir piyasa, paranın ve metaların koşulsuz dolaşımı için devasa bir cangıl, her birimizi un ufak eden ve dışına atan bir sermaye tiranlığı olarak düzenlenmesidir asıl mesele. Pazarın kanunlarına bağlı olarak her şeyin birbirine denk sayıldığı, bir ticaret kalemi olarak kutsandığı ölçüde kayda geçirildiği, birbiriyle değiş tokuş edilebildiği bir mallar ve markalar ağılı. İnsanın bile ürün statüsüne indirgendiği bir bilimkurgu film sahnesi." [sf. 179]

John Berger, "Vakitlerden Gece" başlıklı yazısında (Express Dergisi, 19 Mart - 20 Nisan 2005, Sayı: 47) insana, içinden geçtiği hayatın neresinde olduğunu sorgulatıyordu. Bu tip sorgulamaları çok kıymetli buluyorum, çok faydalı. Coğrafi olarak değil, tarihî manada nerede olduğunu soran bir insan asla bireyleşmez, insan kalır. İnsan ancak nereye sürüklendiğini bilirse neler yitirdiğini de bilir. Böylece hayata, yeniden dirilecek bir bakış fırlatabilir. İşte Berger'in bu çağrısına Özmen de "asıl mesele, nerede bulunduğumuzu anlamaya, saptamaya çalışmak belki" diyor. Yola çağırıyor. Yol arayışının ne kadar yorucu olduğu bilerek, yolsuzluğun şiddetinden bahsediyor. Bu şiddete maruz kalanları arındırmanın yollarını öneriyor. Kamusal alanın yeniden inşası için insanî değerlerin daha içten, daha samimi yorumlanması gerektiğini söylüyor. Ancak bu şekilde hayatın anlamına vakıf olmanın, yaşamın doğallığına sadık kalmanın, güzelliği adaletle taçlandırmanın mümkün olduğunu altını çize çize, ısrarla anlatıyor. Kelime cambazlığı yapmadan, aşırı duygusallık kurmadan, popülist bir yaklaşım gütmeden, nostaljiden ve romantizmden uzak, doğal ve dolayısıyla asil, gerçekçi.

'Yüksüz bir başlangıç noktası'ndan bahsediyor Erdoğan Özmen. Unutkan ve hatırlamak istemeyen bir toplum olmanın bedelinin ağır olduğunu söylerken, bir an evvel bu yoksunluklardan bahsetmek şartıyla, bu acziyetleri bilerek ve onlardan söz ederek yola koyulmak gerektiğini söylüyor: "Şimdi her şey sürekli bir tehdit eşliğinde yaşamaya yazgılı sanki. Her şey inanılmaz bir hızla değişiyor. Biz fark etmeye yetişemiyor ve sağlığında hiçbir şeyle ödeşemiyoruz. Bizim hiçbir şey için zamanımız yok artık. Hasarlı gerginlikler kalıyor geride." [sf. 208]

Bir psikiyatrdan okumaya hiç alışık olmadığımız kadar gerçekçi ifadeler. Hüznün ve acının "olması gereken" dili. Melankolinin bir kayıp ya da ümitsizliği teşvik eden kışkırtıcı bir duygu oluşundan değil, 'patlayıcı derinliğinden' bahseden metinler. Tüm kitapta var olan bu sancıda bazen travma çözümlemeleri de yer buluyor, neoliberal kapitalizmin tipik ifadeleri de: "Piyasanın/pazarın en tipik ve doğrudan ifadesi olan AVM sayısındaki son dönemde gözlenen patlamayı da buraya yerleştirmeliyiz: Girişindeki ya da en temelindeki/ortasındaki hipermarket etrafına dizilmiş çeşitli markalara ait giyim-kuşam mağazalarıyla (tümü yine marka sahibi yeme-içme mekânlarını da atlamayalım) dolup dolup boşalan yeni tapınma mekânları değil midir AVM'ler? Orada sergilenen tüm o mallara ilişkin hikâye, efsane ve reklam metinlerini bir araya toplasak, bundan yeni bir "kutsal kitap" bile çıkabilir pekâlâ. Piyasanın/pazarın bütün ihtiyaçlarımızı karşılama kudretine sahip ve her yerde mevcut oluşunun (hâşa) en güçlü kanıtı gibidir, bir de her mahalleye dikilen tüm o AVM'ler. Tüm bunlar dindar-muhafazakâr bir hükümet zamanında oluyor. Ve orada burada görkemli camiler inşa etme ataklığının-telaşının-retoriğinin tümü, neoliberal mantığa tam olarak eklemlenmiş olmaktan, bunu biliyor olmaktan neşet eden bir suçluluğun semptomlarıdır, o kadar." [sf. 221-222]

Acıyı, sıkıntıyı, kaygıyı, hüznü ve daha nice asil duyguyu 'uygun' bulmuyor bu çağ. Çünkü bu duyguların bir imajı yok, dolayısıyla pazarlama stratejilerine konu olamıyor. Sermayenin acımasız atakları zehirli birer ok gibi giriyor milyonların kalbine. Hepsini kalplerinden vuruyor. Bazen âşık ediyor kendine, bazen de köle. Ölen ölüyor. Erdoğan Özmen'in dediği gibi kimsesizler 'iyice erken' ölüyor. Ve burada son sözü, son acı sözü, yine bu kuvvetli kitap söylüyor:

"Devasa çarklarıyla dönen çokuluslu şirketlerin ve paranın çağında kendini yetersiz, güçsüz, aşağılanmış hissetmek; hayatlarımızı sürekli bir belirsizlikle işaretleyen serbest piyasa cangılında uykularımızın bölünmesi, yemekten kesilmek, içimizin daralması, kalp çarpıntılarına düşmek mevzu bahis değil artık. Ya da, bitmiş bir ilişkinin ardından, bir yakınımızı kaybettiğimizde eve kapanmak, birden kendini ağlarken bulmak, hayatı anlamsız bulmak, içimizi çekilmiş hissetmek ve yine de bunları "tahammül edilesi" saymak yok: "Siz bir antidepresan kullanmalısınız." [sf. 233-234]

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder