26 Ocak 2024 Cuma

Sevgili uğruna kurban olan kim?

Ateş gibi gönülleri saran, gül yüzlülerin benizlerini solduran, hayat dolu bakışları yaş ile dolduran, sevgiliye gönüllü olarak esir eden ve bir ömrü uğruna seve seve feda ettiren aşk. Söyle. Zalim bir hükümdar mısın yoksa şefkatli bir hükümdar mısın?

Kitabı okuyunca aklıma ilk bu soru geldi ve çok düşündüm. Sonra dedim ki iki türlü aşk vardır. Bunlardan biri insanı dermanı olmayan bir derde düçar eder. Öteki nice gönül kapılarını aralar, Âlâ-yı illiyyîne yüceltir. Peki, nedir bu aradaki perde diyecek olursanız bunu şöyle açıklayabiliriz: Biri beşeri aşk diğeri ilahi aşk yani aşkın ta kendisi Rabbimize duyduğumuz aşk.

Biz ise ilk önce beşeri aşktan başlayalım: Beşeri aşk maddeye duyulan aşktır. Öyle ki bu aşkta nice sevinçler, zevkler vardır. Fakat bunların yanı sıra hicranlar, isyanlar, hırslar, kıskançlıklar ve gözyaşları vardır. Zira misal olarak zehirli bir bala benzer ki sonunda insanı ifrat derecesine getirerek ya kendini kaybettirir ya da ölüme doğru sürükler.

Ancak beşeri aşkın bir diğer yansıması da vardır ki bu yansımada kişi yine sever fakat sevdiğini Allah için sever. Gönlünde putlaştırmadan sever. Zira bilir ki sevgili yalnızca bir perdedir ve onu hakiki sevgiliye ulaştıracak bir köprüdür. İşte bu nedenle gönlündeki aşk hastalık değil şifadır. Dert değil nimettir.

Bir de ilahi aşk vardır ki o da Allah’a ve Peygamber’e duyulan aşktır. Aşkların en yücesi en kıymetli olanıdır. Nitekim insan daha ete kemiğe bürünmeden ruhlar âleminde Rabbinin yanındaydı fakat dünyaya gelince onu annesinden daha çok seven ve şefkat gösteren Rabbini unuttu. Sevgiyi, aşkı ölümlü bedenlerde, mal ve mülkte, mevkide bulmaya çalıştı ancak bu arayış ona yalnızca hüsran getirdi. Fakat bir de unutmayanlar vardı ki onlar ilahi aşkı gerek şiirleriyle gerek yazılarıyla ömürleri boyunca bizlere anlatmaya ve ulaştırmaya çalıştı...

Bu bağlamda Yunus Emre’nin çok sevdiğim bir şiirini sizlerle paylaşmak isterim.

İşidin ey yarenler aşk bir güneşe benzer
Aşık olmayan gönül misal-i taşa benzer
Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer
Aşk erinin gül yüzü yumşanır muma döner
Taş gönüller kararmış şol yavuz kışa benzer
Ol sultan kapısında ol Hazret tapusunda
Âşıkların yıldızı her dem çavuşa benzer


İskender Pala'nın Aşk Hikâyesi kitabına gelecek olursam roman bizi dönemin padişahı I. Ahmet zamanında yaşanmış hüzünlü bir aşk hikayesine götürüyor. Nitekim olaylar yirmi yıl önce başlarken, padişah Ayasofya’nın karşısında kendi adına görkemli bir cami yaptırmak ister. Bahşı’ya ise bu konuda önemli bir görev düşer...

Nitekim Atmeydanı’nda cami için ilk kazık vurulacağı gün, Bahşı uzaklardan kendisine bakan bir çift göz görür. Bu gözler yirmi yıl önce kaybettiği sevgilisine benzer ki bundan sonra okur geçmişe döner...

Müslüman dülger Bahşı, Hristiyan papazın kızı Kaknusia’ya aşıktır ve onunla evlenip, mutlu bir yuva kurmak ister. Ancak farklı inançlara sahip olmalarından dolayı bu evliliğe izin verilmez. Çareyi kaçmakta bulurlar ve kısa zamanda evlenirler. Fakat çok geçmeden papaz kızının bulunup getirilmesi için peşlerine eşkıyalar salar. Bir vakitten sonra da Kaknusia’yı bulurlar. Babasına teslim etmek yerine esir toplayıcılarına satarlar. Bu sırada Bahşı karısını bulmak için yollara düşer ve Kaknusia’nın esirlerle birlikte gemide olduğunu öğrenir. Gelgelim iki sevgili kavuşamadan gemi şiddetli fırtınaya yakalanır ve batar. Kaknusia ise kayıp olur. Bundan sonra Bahşı’nın araması devam eder. Fakat Gunala’nın ona âşık olması olayların seyrini biraz daha değiştirir. Zira öte tarafta Kaknusia ve İshak vardır ki onların hali de içler acısıdır. Özellikle Kaknusia’nın imtihanı çok ağırdır...

Kitabın sonunda ise okura bir soru yöneltilir: “Sevgili uğruna kurban olan kim? Hangimiz hakikatli âşık?” diye. Benim buna cevabım, Bahşı ve Kaknusia oldu. Çünkü iki sevgilinin başına ne kötülükler ne zorluklar gelse de asla birbirlerinden vazgeçmediler. Üstelik Gunala ve İshak’a karşıda çok iyimser oldular.

Öyle ki Gunala “Ben Bahşı Bey’in esiriyim!” derken nefsinin esiri oldu. Aşkı hastalığa döndü. İshak ise kendisine ait olmayanları bir türlü azad edemedi. Üstelik Mahmut Dede'nin “kafesteki kuşu azad et!” ikazına rağmen... Ezcümle: aşka dair çok sarsıcı, öğretici ve hüzün verici bir romandı. Sizlere de mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

Kitaptan sevdiğim alıntılar:

"Kalplerin sahibi Allah’tır kızım. Aşk, O’na giden bir yoldur."

"İnsanın sevdiğine gösterdiği özen kadar sevenine de özen göstermesi bir erdem sayılırdı."

"Âlemde sürüp giden zevk ü sefa da yoktur, bitmeyen mutluluk da. Doğan gün akşama, yaşayan kişi toprağa elbette kavuşacaktır. Gayrı Allah’ın dediği olacak!"

"Düşün bakalım; eğer yarın uyanmazsan, eğer bugün dünyadaki son günün olacaksa hayatta yaptıklarınla gurur duyar mıydın? Hele sor bunu kendine!"

"Hayat devam eder, zaman geçer, insanlar gider, bazen geri gelmezler, hatıralar kalır..."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

23 Ocak 2024 Salı

Homo Sapiens, Hakîm Adam

Safiye Erol, hocası Ken’an Rifâî’yi anlattığı ve 20. Asrın Işığında Müslümanlık kitabına yazmış olduğu, Homo Mysticus, Homo Sapiens ve Mürşid-i Âgâh olarak üçe ayırdığı etüdünde Homo Sophiens yani Hakîm Adamı anlatırken aynı zamanda nasıl bu hale gelinebileceğinin de ipuçlarını vermiştir.

Homo Sapiens, sözlük anlamı olarak bilen insan, bilge insan gibi anlamlara gelmektedir. Tasavvufi bağlamda bu anlam üzerinde düşünecek olursak, biliyor olması bakımından bir marifet insanı olarak da ifade edebiliriz. Bu insanları Erol aynı zamanda sır bulucular olarak da nitelendirmiştir. Ancak bunu sadece mistikler için değil, sanatçılar, edebiyatçılar, bilim adamları, kısacası aşkın olan ile yaptıkları aracılığıyla irtibata geçebilen ve eser ortaya koyan herkes için söylemiştir. Bu insanlar yaptıkları her işte değeri ve mânâyı muhafaza ederek tüm topluma örnek olmuşlardır. Bu pasif bir hali ifade etmez, bilakis son derece aktif bir sürekli kendini yeniliyor olma halini ifade eder.

Erol’un bu kişileri sır bulucular olarak tanımlamasının en önemli sebebi meçhulün peşinde olmalarıdır. Meçhulden anlamamız gereken bu varlık mertebesinin de ötesindeki mutlak varlığa doğru hamle etmiş olmalarıdır. Mutlak varlık, hiçbir şekilde sınırlı insan aklıyla idrak edilemez, ancak hissedilebilir. Bu varlık alanını tam olarak anlamak, kavramak mümkün olmasa da sır bulucular bu varlık alanını hissedebilmeye, cüzi olarak da olsa kavrayabilmeye adeta baş koymuşlardır. Baş koymak doğru bir kelimedir çünkü bu yol aynı zamanda tehlikeli bir yoldur da. Bu uğurda baş vermiş Hallac-ı Mansûr gibi nicesi, şehitler duvarına isimlerini kendi kanlarıyla yazdırmışlardır.

Hakîm Adam, meçhulü görüp hissetmek, açığa çıkartmak ve bunun da ötesinde tüm insanlıkla paylaşmak ister. Fakat bu mertebeye gelebilmek için önemli bir bedel ödemiş olmak gerekir. Bu bedel, Erol’un deyimiyle “viviseksiyon”, yani canlı canlı parçalanmaktır. Bu biraz da tüyler ürperten metafor, Hakîm Adamların zorlu hayat hikayeleri incelendiğinde tam da yerli yerine oturmaktadır. Erol bunun izlerini Yunan mitolojisinde de bulmuş ve üç isim üzerinden analizini yapmıştır. Bu kişiler Dionisos, Ödip ve Prometeus’dur.

Dionisos ecstase yani vecd tanrısıydı. Önce daha henüz annesinin karnındayken ölümle yüzleşmiş, annesi Semele Zeus’un tanrısal görüntüsünü görmek isteyip de yanınca, Zeus tarafından kurtarılarak babasından doğmuştur. İkinci ölümünü ise parça parça edilmesi ve hala canlı olan kalbinin yine babası Zeus tarafından tekrar hayata getirilmesi hikayesidir. Buradaki parça parça edilmesi, ancak parçalarının hala canlı olması ve tekrar bir form bularak dünyaya gelmesi metaforu konumuz bakımından ilgi çekicidir. Bir vecd tanrısı olarak başına gelenler bize, az önce de değindiğimiz Hallac örneğini hatırlatmaktadır.

İkinci örneğimiz Ödip, biraz daha hazmetmesi zor bir örnektir. Burada Erol’un Ödip’i seçmiş olmasının sebebi kanımızca hakîm adamın, o güne kadar gelmiş sosyal normları ve düzeni parça parça ederek değiştirebilecek güce sahip olmasını ifade eden bir metafor olarak kullanmıştır.

Üçüncü ve son örnek olarak ise insanlara ateşi getirmiş olan Prometheus anlatılmıştır. İnsanlığa ateşi getirmiş olmasından dolayı Zeus tarafından bir kayaya bağlanır ve her gün bir kartal tarafından yenilerek parçalanan ciğeri bir sonraki gün tekrar oluşarak, her gün ölür ve dirilir. Burada en dikkat çekici olan şey, ateşin, yani hakikat bilgisinin elde edilmesinin, nasıl bir bedel gerektirdiğidir.

Bu acılar, çileler, canlı canlı paralanma örnekleri bir sembol haline gelecek olan Hakîm Adam için olmazsa olmaz yol duraklarından birisidir. Erol, “Ölüm sır vermez, hayat da sır vermez, sırrı olsa olsa diri diri paralanan bir canlı, hayatla ölümün vuslatı deminde söyler” derken bunu kasteder.

Bu kavram tasavvufta da ölmeden önce ölme sırrı ile ifadesini bulmuştur. Kişi eskiye ölüp, daha iyiye yönelmek ve yöneltmek için içinde alan açmadan, Homo Sapiens, bilge adam, Hakîm Adam haline gelemez. Bu yeniden doğuş, öncekinden çok daha kâmil bir formda tekrar ortaya çıkıştır. İşte hissettiklerini diğerlerine de göstermek aşaması, ancak bu yok-var oluş sayesinde mümkün olacaktır. Çünkü ne tek başına hayat, ne de tek başına ölüm bizim aradığımız hakikatin bulunmasını bize mümkün kılar. Bu aşkın alanda bulunan hakikati sezebilmenin tek yolu, ölüm ve yaşam arasında gidip gelmek, ölmeden önce ölebilmek ve bu bilgiyle tekrar doğabilmektedir.

Bu halde aramıza geri dönen Homo Sapiens, Hakîm Adam, kendisiyle, başkalarıyla ve aşkın olan ile ilişkileriyle ortaya bir anlam koyar. Bu anlamı idrak edebilen yekdiğerleri de yine bu anlam üzerinden önce şahsiyetlerini, daha sonra da tüm bir medeniyeti inşa sürecini başlatabilirler.

Alper Tanca
alper@tanca.net

Bir şiir tercümesinin uzun hikâyesi

Türkçe tercümesi bir Rus olan Madam Gülnar (Olga de Lebedev) tarafından yapılan ve son okumasıyla birlikte takdimi edebiyatımızın efendi babası Ahmet Mithat Efendi tarafından gerçekleştirilen İblis kitabını tanıtmak arzusundayım.

Lermontov, Türk okurların yakından tanıdığı biri isim. Zamanımızın (Bir) Kahramanı başlıklı romanı ondan fazla yayınevinin klasikler serisi içerisinde yayınlanıyor. Halbuki Lermontov, romanından ziyade Rus ve dünya edebiyatında şiirleriyle (Özgürlüğün Son Oğlu - Poemalar, YKY, 2014) tanınan, romantik akımın en önemli temsilcilerinden. Yazımıza konu edindiğimiz İblis romanı da haddizatında Lermontov tarafından manzûme olarak yazılmış. Ancak bu manzûmenin ilk Türkçe tercümesini yapan Madam Gülnar, metni roman tarzında aktarmayı seçmiş. İblis, Cennet’ten kovulan Şeytan’ın yeryüzündeki avare dolaşmaları esnasında Kafkas dağlarında karşısına çıkan bir Gürcü güzeline âşık olmasını ve onu elde edebilmek için insanların hayatına sabırla ve ısrarla nasıl müdahale ettiğini anlatıyor.

Tam da burada, Büyüyen Ay Yayınları’ndan çıkan metni bizim için önemli kılan hususa değinmemiz gerekiyor: Mütercime. Manzûmenin mütercimi Madam Gülnar; Türkçe dâhil 8-9 dil bilen, Fransız eşiyle birlikte Kazan’da yaşayan bir Rus olmasına rağmen, Türk kültürüne duyduğu muhabbet ve İstanbul’da edindiği seçkin dostları sayesinde Rusçadan Türkçeye ve Türkçeden Rusçaya tercümeler yapan ilginç bir kişilik. Madam Gülnar’ı her iki dile tercümeler yapmaya teşvik eden ise edebiyatımızın yazı makinası Ahmed Mithat Efendi.

Sultan II. Abdülhamid tarafından Stockholm’de düzenlenecek VIII. Milletlerarası Müsteşrikler Kongresi’ne Devlet-i Aliye’yi temsilen gönderilen Ahmed Mithat Efendi, Madam Gülnar ile trende tanışır ve hem Türkçeye hem de Türk kültürüne hâkim bu kadına hayranlık duyar. Kongre münasebetiyle başlayan yol arkadaşlığı tam dört hafta sürecek bir Avrupa seyahatine dönüşür. Ahmed Mithat Efendi, ilk kez çıktığı Avrupa yolunda kendisine mihmandarlık yapabilecek emin bir yol arkadaşı edinmenin rahatlığı içinde Avrupa sathında görmesi gereken en önemli yerleri ziyaret eder.

Madam Gülnar, bu seyahatten bir yıl sonra 13 Ekim 1890 tarihinde İstanbul’a gelir ve kendisini geniş bir hayran kitlesinin içinde bulur. Zira Ahmed Mithat Efendi, Avrupa dönüşünde intibalarını Avrupa’da Bir Cevelan (Dergâh Yay., 2015) başlığıyla yayımlamış ve Madam Gülnar’dan o kadar çok bahsetmiştir ki bazı araştırmacılar metni adeta bir “Gülnarnâme” olarak değerlendirmişlerdir. Ahmed Mithat Efendi, manevî kızı olarak gördüğü ve çok sevdiği Fatma Aliye Hanım’la (Ahmed Cevdet Paşa’nın kızı) tanıştırdığı Madam Gülnar’a “Tercüman-ı Hakikat” gazetesinin sayfalarını açar. Madam Gülnar, önce Rus şiirinin en büyük ismi Puşkin’den tercümeler yapar ve dünya edebiyatıyla Fransızca metinler üzerinden buluşan Türk okuru Rus edebiyatıyla tanıştırır. Bu sırada, Türkçeden de Rus diline tercümeler yapmayı ihmal etmez.

Ahmed Müthat Efendi’nin Hayal ve Hakikat, Beliyat-ı Mudhike ve Cellat kitaplarını Dergâh Yayınları için hazırlayan Semih Doğan, Madam Gülnar’ın önce 1891 yılının Mart ve Nisan aylarında Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayınladığı ve aynı yıl kitap olarak da basılan İblis tercümesini bugünkü okurların rahatlıkla anlayabileceği bir şekilde hazırlamış.

Kadir Yılmaz
twitter.com/_KadirYilmaz_84

22 Ocak 2024 Pazartesi

Eski Bursa’ya, çocukluğa, geçmişe Susuzluk

Nerelisin?” sorusu hayatımda hiçbir zaman makul bir zemine oturmadı. Ne takside, ne iş görüşmesinde, ne arkadaş ortamında bu sorunun muhatabı olmak istemedim ama oldum. İnsanımız seviyordu hitap ettiği kişinin nereli olduğunu bilmeyi. Elbette herkesin kendince bir planı vardı alacağı cevapla ilgili. Konyalıya başka, Edirneliye başka, İzmirliye ya da Karslıya başka cevaplar verilebiliyordu. Bir yakınlık kurulacaksa, burçlardan değil memleketlerden başlamayı seviyordu insanımız.

Çocukluğum boyunca Bursa’ya sık sık gittim. Hem akrabalarımın bir kısmının orada olması hem de daha sonra kuracağım ünsiyet nedeniyle Bursa, içimde giderek büyüyen bir mekanı ve zamanı temsil etti. Özellikle de babamın beni Yenişehir’de doğduğu evin önüne götürmesiyle. Zaten yazları, Kumsaz’da, dedemin yazlığında zaman geçiriyordum. Deniziyle, havasıyla, ahşap evleriyle, esnafıyla, insanıyla, Bursa bir hatıralar yumağıydı içimde. Babamın doğduğu evi görmemle beraber Bursa bağdaş kurarak oturdu göğsüme. Zaman zaman gitmek, bir süre kalmak, üzerine okumak ve düşünüp yazmak istediğim bir memlekete dönüştü. Bendeniz yine birçok akrabam gibi doğma büyüme Fatih, Kocamustafapaşalı’ydım. Babam, her ne kadar Bursa’da doğmuş olsa da kökenimizin Edirne’ye, oradan da Balkanlara uzandığını, Bursa’ya çok takılıp kalmamam gerektiğini söylüyordu. Ama o işler pek öyle olmuyor bildiğiniz gibi. Bir şehir, sizde karşılık bulduğu her şeyiyle “memleketiniz” olabiliyor. İlginçtir, yıllar sonra Turgut Cansever’den okumuştum Bursa’yla Kocamustafapaşa’nın birbirine ne kadar benzer yerler olduğunu. Okumuştum ama hissetmemiş miydim? Hem de nasıl. Kocamustafapaşa’nın sokaklarıyla Bursa’nın sokakları, insanları, avluları, türbeleri, çeşmeleri arasında müthiş benzerlikler vardı. Bana da bunları doya doya yaşamak, bunlardan coşkuyla beslenmek kalıyordu. Hakkını vermeye çalışıyorum, hem de büyük bir zevkle.

Halil Ziya Doğruöz’un Müzmin Susuzluk kitabını almam için iki sebep yetti: Biri, kitabın çok güzel olan adı. İkincisi de XIX. Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Ödülü’nü kazanmış olması. Güzel kitap isimlerine vurgun, Tanpınar’a tutkun biri olarak bu incecik romandan neler alabileceğim konusunda heyecanla biyografi kısmına geçtim. Yazarın Bursalı olduğunu görünce “tamam” dedim, hemen çayı demledim, önümde takribi bir saatte okunabilecek keyifli bir kitap olduğunu anlamıştım zira. Sona bırakmadan şimdiden söyleyeyim, çok lezzetli bir okuma sundu Müzmin Susuzluk. Okur, “Keşke biraz daha uzun olsaydı” der ama tadı damakta bırakmak da yazar için farklı bir büyüdür. Böylece okur, o yazarın adını zihnine kazır. Diğer kitaplarının çıkmasını bekler. Tek handikap: ilk okuduğu kitabın lezzetini arar hep, hiçbir zaman o lezzeti yakalayamayacağını bilse de.

Müzmin Susuzluk’da anlatıcı, bizi geçmişle şimdinin arasındaki hatıralar yumağına davet ediyor. Hiç sıkıştırmadan, çok fazla şehir nostaljisi yapmadan ama güzel zamanları ve güzel insanları yâd ederek, yani güzelin hakkını arayarak yapıyor bunu. Çocukluk yıllarımızda babaannelerimizden ve dedelerimizden duyduğumuz adab-ı muaşeret kaideleri, şehrin kendine has ve başka bir şehirde rastlanmayan özellikleri, insanlarının birbirleriyle kurdukları muhabbette neleri gözetip hangi noktalarda hassasiyet gösterdikleri, metnin içine süzülmüş. Birkaç misal:

Eski Bursa beyzadelerinin dışarı şapkasız çıktıkları görülmüş şey değilmiş. Bunu söylemeyi asla ihmal etmez. ‘Muhitinin adamı ol’ der. Eski Bursa’dan kim kalmış, hepi topu bir avuç insanmışız. Babaannemden bir cümleyi tekrarlayıp durdu başımda. ‘Giyinmek, adabımuaşeretin bir parçasıdır.’ Durup bir süre seyre dalar beni. Artık nereden duyduysa, kıyafetlerimizle karşılanıp şahsiyetlerimizle uğurlandığımızı söyler son olarak.

Bizim ‘eski Bursa’ dediğimiz muhitler, Emirsultan, Yeşil, Setbaşı, Heykel ve çevresi, Kayhan, İpekçilik, Maksem, Şehreküstü, Altıparmak, Çarşamba, Çekirge, Tophane, Muradiye ve Alacahırka semtlerinden ibaret. Tüm bu semtlerin ortak noktası, yani eski Bursa’nın ortak noktası yokuşları: Tırman tırman bitmeyen yokuşları.

Telefonum çaldı. Su arıtma cihazı satan bir kız böldü hikâyemizi… Yarım saat kadar tuttum pazarlamacı kızı telefonda. Alacağımdan değil, bir daha aramasın diye yaptım bunu. Kapatırken de ‘Bursa’da su çeşmeden içilir,’ dedim.

Ortak geçmiş nedeniyle, yazarın okurla arasındaki yaş yakınlığı da önem kazanıyor. Halil Ziya Doğruöz, benden 7 yaş küçük. Böylece özlediğim ve sevdiğim Bursa’nın zihnimde, kalbimde kalan parçalarını tamamlamak, hiç değilse birbirine yaklaştırmak için bir imkân doğuyor. Mesela 99 depreminden sonra akrabalarımızdan işittiğimiz ve şahitleri de olan bir ‘menkıbe’ güm diye çıkıveriyor karşıma bunca yıl aradan sonra:

99 depreminde Emir Sultan Hazretleri’nin sandukasını kaldırıp kabrinden çıktığını ve Emir Sultan Camii’nin şadırvanında abdest alıp Bursa’nın yıkılmaması için dua ettiğini gören bir adamdan söz edilir. Kimine göre kalp krizinden ölmüştür bu adam, kimine göreyse dili tutulmuş ve o gün bugündür tek kelime edememektedir.

Bursa’nın bazı muhitlerinde hayat tam ortadan ikiye ayrılır. Yani en azından eskiden öyleydi. Tophane çok başkaydı, Çekirge veya Heykel çok başka. Keza Altıparmak Caddesi çok başkaydı, Emirsultan bambaşka. Elbette konumları itibariyle birbirlerinden ayrılıyordu bu semtler. İçlerindeki saklı duran ve ancak meraklısına açılan manevi iklimi, insanlara da sirayet etmişti. Bursalılar, dünyaya belki aynı evin içinden bakıyorlardı ama pencereleri, balkonları farklıydı. Bu farklılığı anlamak için Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Erenlerin Bağından kitabına, Süheyl Ünver’in Bursa Defterleri’ne ve elbette Tanpınar’ın Beş Şehir’ine bakmak kafidir. Bu ‘yaşayan’ ve her okunduğunda insanı hâlden hâlde geçiren, mazinin tozlu sayfalarını yeniden pirüpak eden kitaplar, bir şehri nasıl yaşamamız, hatırlamamız gerektiğine dair de benzersiz rehberler hiç şüphesiz. Süheyl Ünver’in 1962 tarihli “Fatih’in Annesi, Muradiye, Bursa” resmine bakarken Yakup Kadri’nin şu satırlarını okumak, insana benzersiz bir idrak kazandırıyor: “Uhrevi sukunetin ve uhrevi rahatın ne olduğunu bilmek isteyenler Bursa’da Muradiye Türbesi’ne gitsinler! Ölüm yalnız burada korkunç değildir. Mukaddes kitapların vaat ettiği cennet bize yalnız burada mümkün görünüyor. Burada her dakika bir meleğin kanadı gibidir. Başımızın üstünden hayatın bütün hümmalarını, gusselerini, şüphe ve endişelerini silen yumuşak ve nem-nak bir tüy temasıyle geçer. Ey bi-karar(kararsız) gönül, dakikalara ‘dur!’ diyebileceğimiz yer burasıdır. Zira buranın eşiğini aştıktan sonra bize saatlerin, bize günlerin, bize yarının, bize öbür günün lüzumu kalmıyor. Bu dakikaların her birinde ebediyetin derin ve lâyetegayyer çeşnisini tadıyoruz. Artık hiçbir zevkin daha fazlasını istemiyoruz, burada zevklerin en cavedanisine eriyoruz.

Hazır yolumuz Muradiye’ye varmışken, yazarın tüm çevresi ve tarihiyle hatırladığı Muradiye’yi de nakletmemiz gerekiyor burada:

Gerçi o ıssızlıktan, o mahzunluktan da geriye pek bir şey kalmadı. Külliye restore edildi çünkü. Hep o Muhteşem Yüzyıl dizisi yüzünden. Kimsenin bilip uğramadığı yer ziyaretçi akınına uğradı. Mustafa’nın hikâyesini öğrendi insanlar. Ama Cem Sultan ve burada yatan daha nice mağlubun hikâyesini bilmezler hâlen. Bir mağluplar kabristanıdır Muradiye Türbesi. Tanpınar’ın ‘Sabrın acı meyvesi,’ Yakup Kadri’nin ‘Dakikalarca dur diyebileceğimiz yer burasıdır,’ dediği yerdir…

Buraya kadar kitabın büyüsünü acaba olduğu gibi aktardım mı diye endişeye kapıldım. Zira bu 72 sayfalık romanı bir solukta okuyacağınız için her detayını anlatmak, hem yazarın emeğine hem de Bursa’ya, bilhassa ‘Eski Bursa’ya saygısızlık olur. Müzmin Susuzluk’un sayfalarının çevirirken size Tanpınar da eşlik edecek. Bazen bir şiiriyle, bazen Bursa’ya dair anlattıklarıyla, bazen de roman kahramanlarıyla. Kendinizi bir süre yalnız hissetmeyeceksiniz. Kitap bittiğinde yeniden yalnızlığınızla baş başa kaldığınızda Bursa’yı, çocukluğunuzu, geçmişi yâd edişin o tatlı hüznü çökecek yüreğinize. Kah tebessüm edeceksiniz zamanın acımasızlığı karşısında, kah gözleriniz dolacak dünya hayatını tamamlayan yakınlarınızı hatırladığınızda. Ama gülecek, neşelenecek ve safa da bulacaksınız bu üslubu, ahengi, iklimi güzel kitapla.

Müzmin Susuzluk, Tanpınar’ın “Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor?” sorusuna bir cevap olarak da okunabilir aslında. Niçin mi? Çünkü geçmişi yaşıyoruz ve bir kenarda bırakmıyoruz. Geleceğe de o tecrübeyle, o hatıralarla, o yaralarla ve neşelerle bakıyoruz, bakmaya çalışıyoruz. Kitaplar, yazarlar, karakterler, resimler ve müzikler bu yüzden bizim yoldaşlarımız. Bilhassa geriye kalan fazla yakınımız, gidecek fazla evimiz kalmadıysa…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Ocak 2024 Pazar

Ağacın öğüdünü en iyi alan elbette ki şairlerdir

Bir ağaç kadar bile bu dünyaya ait değiliz. Ağaç durur, insan yürür. Ağaç göğe doğru, insan yere doğru büyür. Ağaç büyüdükçe olgunlaşır, bilgeleşir; insan büyüdükçe yaşlanır, küçülür ve yokluğa doğru yaklaşır. Bir ağaçtan alacağımız şeyler sadece meyvesi ya da gölgesi değil elbet, ağacın öğüdünü de iyi dinleyip iyi almak icap eder. Ağacın dilini en iyi çözüp öğüdünü en iyi alan elbette ki şairlerdir. Ağaçla konuştukları zaman Pir Sultan Abdal gibi konuşurlar:

Öt benim sarı tamburam/ Senin aslın ağaçtandır/ Ağaç dersem gönüllenme/ Kırmızı gül ağaçtandır.” “Ağaçtır Kâbe eşiği/ Cihanı tuttu ışığı/ Hasan Hüseyin Beşiği/ O da yine ağaçtandır.

Şairin ağaçta gördüğünü ağaç da şairde görüyordur zahir. Ne vakit ormanlarda dolaşsam ağacın balta yemiş bir tarafından gözler açıldığına görüp susarım. O ağaçta o gözü benim tahayyül ve tasavvurumun nazik fırçası açmış olamaz. Çünkü ne vakit gitsem o göz orada kapanmaksızın durmaktadır. Hayalin göz kapakları kapanır, fakat bir ağacınki kapanmaz. İsmail Karakurt ağacın göğe doğru uzanan izini süren şairlerden. Birçok kere ağaçlarla arasındaki sohbete kulak kesilmişimdir. “Cağaloğlu’nda Tek Mimoza” şiirinin doğuşu böyledir. Bu mimoza ağacını kim kesmişse kesmiş tekliğine halel getirmişti. Kaç kez nöbetini tutmuştu kim bilir İsmail bu ağacın. Sonunda dayanamayıp şöyle demişti:

eski yokuşta söze durmuş bir Karacaoğlan düşü/ ağzımızdan yutuyorken biz sevinçlerin geçmişini/çiçek açmışsın yine hazdan kıyamet cengi/ herkes uçarak gidiyor ölüme yanı başından.

İsmail Karakurt şiiri kenardan seyredilerek anlaşılabilecek bir şiir değil. Kapalılığı ona yaklaşma biçimine göre değişiyor. Pek çok dizede kendine özgü somutlamalara rastlamamız hiç şaşırtıcı değil. Aceleci okur onun şiirini soyut ve kapalı zanneder. Hâlbuki soyut olanı somuta tahvil ederken meydana gelen ışıltıyı farklı yorumlamaktan kaynaklı bir yaklaşımdır bu. Mesela “koskoca yılları çözmüşsün rüzgâra” derken de “sevgilim/sarı öğlenim” diye sevgi sözcüklerini fısıldarken de hep görünmeyeni görünür, dokunulmayanı dokunulur kılmaktır maksudu. “Sarı Öğlen” de şairin zaman ayarıyla ilgili bir imgedir. Aynı şiirsel dokunuşu şairin Mustafa Ruhi Şirin Bey’e ithaf ettiği “Zeytin Ağaçlarının Şarkısı” şiirinde de görüyoruz. Hacıosman Atatürk Kent Ormanı’nda İspanya’dan Türkiye’ye sanki yürüyerek gelmiş gibi yorgun ama vakur, ziyaretçilerini ayakta karşılayan bin yıllık zeytin ağacıdır bu. Birçok şair gibi İsmail Karakurt da bu zeytin ağacının altında şiirler okumuştur. Bu ağacın köklerinde okunan şiirin ölümsüzlük suyu varmış gibidir. Bakın şair bin yıllık zeytin ağacının gölgesine yaslanıp ne söylüyor?

pencerenin evvelindeyken/konuşuyor benimle/ gökyüzünün yeşiliyle/tanrı.

Çoğumuz pastoral şiiri ya Faruk Nafiz Çamlıbel ile ya da Kemalettin Kamu ile tanımışızdır. Sosyal gerçeklik denilen cereyan edebiyatı tesir altına almadan evvel çiçeğin de böceğin de bir edebiyatının olabilmesi kadar doğal bir şey yoktu. Doğa ne kadar doğalsa o da o kadar doğaldı. Necip Fazıl bile pastoral olanın hecesinden geçse de doğasını yok saymamıştır. Takvimdeki Deniz, Şehirlerin Dışından gibi şiirlerde bunu yakından görmek mümkündür. Faruk Nafiz Çamlıbel “Çoban Çeşmesi”, “Han Duvarları” gibi şiirleriyle pastoral şiiri taşra eksenli, kır kökenli anlatmakta son derece başarılı olmuştur. Necip Fazıl bu pastoral edayı hem muhteva hem de şekil olarak kentleştirmiştir. Ahmet Muhip Dıranas, Kar ve Ağrı şiirleriyle daha birçok şiirinde bu şekil ve forma uygun değişime eşlik etmiştir. İsmail Karakurt’un tabiat eksenli yazdığı şiir pastoral şiirdeki şekil ve öz değişiminin son evresi sayılabilir. Modern Pastoral diye bir tabir bunu karşılamaya yeter mi bilmiyorum. Şu dizelerden cesaret alarak moderni pastoralin üstüne yasladığımı söylemeliyim:

belki de en çok kadındır yazlar/ sigarasını içen bir adamı dumanından ölürken/ öpendir/ kaplan zambağı toplar gibi öper öyle kadınlar/erkekleri.” (Yazlar Boyunca Sen-s. 51-52)

Bir de şu dizeler var altını incitmeden çizdiğim: “gün ışığı artık çiçeği çuhadan/ pili bitmiş radyolar cızırdıyor/ toprağın yüzü çizik yollarda” (Güzleri Eğiriyorum-s. 68) “her şey demirle başladı/demirle bitiyor” (Ben Sessiz Olacağım-s. 71)

Bu şiirler tabiattan kopuk ağaçlar arasına gizlenmiş insanlık hallerine dair çok şeyler anlatıyor. Bu anlatış kadim bir anlatının devamı gibi. Farkında olmadan geçip giden yıllar, ömürler değil sadece ağaçlar, çiçekler ve dallara konan kuşlar da öyle. Bunu çok sonra fark ediyor insan. Eşya ve nesnelerin hakimiyet ve tahakkümünden kurtulduktan sonra anlıyor. İsmail Karakurt gibi nesneyle savaşıp onu yorduktan sonra tabiatın asli yüzü kendini gösteriyor. Demek ki çok şey varmış yaşarken yaşamadığımız, yürürken yürümediğimiz ve anlarken anlamadığımız. Öyleyse bırakalım konuşsun şair:

demek Üsküdar deniz kokuyor
martılar zambak taklası atıyor havada
demek sokağın kedileri şen
serçelerin ne işi var dallarda

demek oğlanların kalbi lodosa yakalanmış
demek babasız kızlar çirkin
affın ve pişmanlığın içinden
eve geç gelenlerin adı lili

(Demek Koşuğu-s. 76)

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Padişahların ölümü, tahta çıkışları ve cenaze törenleri

Osmanlı tarihi üzerine çalışmalarıyla tanınan Fransa’nın önde gelen Osmanlı tarihçileri Nicolas Vatin ve Gilles Veinstein’in kaleme aldığı 2003 yılında Fransa’nın meşhur yayınevi Fayard tarafından Le Sérail ébranlé adıyla yayımlanan eser yirmi yıl sonra nihayet Türk okurlarıyla buluştu.

Kitapta Osmanlı sultanlarının ölümleri, tahta çıkışları ve hal’ edilmelerine dair gelenek ve uygulamalar özellikle devrin kronikleri tetkik edilerek titizlikle inceleniyor. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin vefatından, reformlar çağını başlatan II. Mahmud’un 1808’de tahta çıkışına kadarki yaklaşık beş asır boyunca hüküm süren 32 padişahın vefatları, tahttan indirilmeleri ve cüluslarını eserde ele alıyor.

Aslında Osmanlı sultanlarının ölümleri, cenaze ve cülus merasimleri bugünkü Türkçe okurların ilk defa karşılaştıkları konular değil. Bu hususta akla gelen ilk akademik araştırma Zeynep Tarım Ertuğ’un doktora tezidir. Ertuğ’un bu çalışması, XVI. Yüzyıl Osmanlı Devleti’nde Cülus ve Cenaze Törenleri (1999) adıyla Kültür Bakanlığı tarafından kitap olarak da yayımlanmıştı. Ayrıca Ali Akyıldız’ın Kral Öldü Yaşasın Kral: Osmanlı’da Cülus, Veraset ve Meşruiyet (Timaş, 2021) isimli eseri ise özellikle arşiv belgelerinden hareketle hazırlanan ve yakın zamanda neşredilen konu ile ilgili önemli kitaplardan olduğu hatırlanacaktır.

Bununla birlikte, Fransız Türkologlar tarafından kaleme alınan Sarsılan Saray her şeyden önce dışarıdan bir gözle padişahların ölüm ve tahta çıkış merasimlerine yoğunlaşması bakımından farklı bir konumda durmaktadır. Osmanlı kronikleri üzerinden yapılan bu ayrıntılı çalışma, bir kez daha bu kaynakların tarihçilere ne kadar önemli bilgiler sunabileceğini ortaya koymaktadır.

Osmanlı tarihinde bir hükümdardan diğer hükümdara geçişin çeşitli aşamalarını teşkil eden hükümdarın ölümü, şehzadenin tahta çıkışı ya da tahttan indirilişi, siyasi ve ailevi kriz, cülus, biat ve cenaze merasimleri her zaman önemli hadiseler olmuştur. Osmanlı kronikleri, seyahatnameler ve arşiv belgeleri saltanat değişimlerinin ortaya çıkardığı krizleri tasvir eden bilgilerle doludur.

Nicolas Vatin ve Gilles Veinstein hadiseleri kronolojik olarak ele almaktansa kendi içerisinde tutarlı bölümlere ayrılarak daha çok kronik ve seyahatnamelerden hareketle olayları incelemektedir. Kitapta incelenen dönem genel olarak ikiye ayrılıyor: İlk dönem, XIV. ve XVI. yüzyıllar arasındaki gelişmelere yoğunlaşırken ikinci dönem XVII. yüzyıl ile XIX. yüzyılın başındaki uygulamaları kapsıyor.

Yazarlar Sarsılan Saray’ı anlatırken inceledikleri Aşıkpaşazade, Enverî, Naimâ, Neşrî, Peçevî, Selanikî, Silahtar Fındıklılı Mehmed Ağa, Es’ad Efendi gibi devrin önde gelen Osmanlı vakanüvislerinin kaleme aldıkları kroniklere müracaat ederek buralarda geçen; sultanların ölümü, cülus ve tahttan çekilmelerine dair pek çok bahsi kitapta okuyucuya aynen aktarılıyor.

Padişah tahttan indirildikten sonra artık büyük bir önem teşkil etmediğinden vakanüvisler ölümü üzerinde pek de durmazlardı. Buna karşılık tahtta öldüğü takdirde bu nizam-ı alemi ilgilendiren bir mesele olduğundan günlerce süren cenaze merasimi etraflıca anlatılırdı. Savaş meydanında şehit edilen ilk ve tek Osmanlı padişahı Sultan I. Murad’ın vefatı (1389) bu ölümler arasında istisnai bir yere sahipti. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1566’da Zigetvar Seferi sırasında ölmesi üzerine, vefat haberinin saklanma çabaları, başkent İstanbul’a kadar günlerce süren dönüş yolcuğu ve burada gerçekleştirilen görkemli cenaze merasimi Selaniki Tarihi’nde uzun uzun anlatılmıştır.

Kitapta padişahların ölümleri ve hemen akabinde yaşananlar hakkında yeterli miktarda örnek incelenmektedir. Söz konusu esere konu olan otuz iki Osmanlı padişahından yirmisi tahtta iken vefat etmiş ve ölüm hadisesi vakanüvisler tarafından etraflı bir şekilde betimlenmiş olduğunu ifade edersek konuyla ilgili ne kadar çok kaynak/malzeme birikmiş olabileceğini tahmin etmek kolaylaşacaktır.

Öte yandan, Osmanlı’da saltanat değişimi padişahın vefatıyla olduğu gibi tahttan feragati ya da tahttan indirilmesiyle de vuku bulmuştur. Bu durumda vakanüvislerin sabık padişah hakkında kayda geçirmeye değer görecekleri pek bir şey kalmamakta, zaman zaman öldüklerine dair kısa notlar aktarmakla yetinmektedir.

Eserin sonunda Osmanlı hükümdarlarının kronolojik listesi, çalışmada istifade edilen kronikler ve müellifleri hakkında kısa bilgiler içeren dizin, Osmanlı padişahlarının kronolojik listesi ve soy ağacı, kitabın okunmasını kolaylaştırmak adına bazı Osmanlı terimlerinin açıklamasını içeren bir sözlük, İstanbul’un ve Topkapı Sarayı’nın planı yer alıyor.

Osmanlı padişahlarının ölümü, tahta çıkışları ve cenaze törenleri üzerinde edebi bir ustalıkla duran kitap, aynı zamanda konu hakkında etraflı bir bakış sunan anlatımı ve tahlilleriyle hem tarihçilere hem de konuya meraklı genel okuyucuya hitap etmesiyle dikkat çekiyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

15 Ocak 2024 Pazartesi

Mutlu olmaya çalışmak bizi mutlu etmez

Elizabeth Farrelly’nin yakın zamanda YKY’den yeni baskısı çıkan kitabını okuyorum: Mutluluğun Sakıncaları. İlk olarak Şubat 2015’te yayımlanmış ve her nasılsa gözden kaçırmışım.

Ankara’nın Kızılay meydanında, Sıhhıye tarafındaki yaya geçidinde hiç bitmeyecekmiş gibi uzayan kırmızı ışıklarda beklerken çoğu kez yaptığım gibi beklemektense yanı başındaki YKY kitap satış yerine girip yeni gelenlere göz atmalarım yeterli gelmemiş demek ki (Buradan Kızılay meydanındaki yayalar için zaten dünyanın en uzun kırmızı ışık bekleme sürelerinin uzatılması gibi bir anlam çıkmaz umarım, çok şey borçlu olsak da!)

Hele ki bu başlıkta ve kırmızı kapaklı bir kitabı nasıl atlamışım hiç bilemiyorum (Uzun süre kırmızı ışığa bakmaktan dolayı renge karşıt bir tutum oluşturmamın bir sonucudur belki de!) Oysa bu tür başlıklar her zaman ilgimi çeker çünkü bana, öylesine kabul edip düşünmeksizin yaşadığımız hayatlarımıza dair kuvvetli bir eleştiri getireceğini vadeder. Sık sık dışımıza çıkıp kendimize bakma ihtiyacı duyuyorum.

Başka hiçbir şey için değil, sadece yaşamak için yaşamanın kaçınılmaz olarak getirdiği yorgunluğu mutlu olmaya çalışarak atmak gibi bir açmazın içinde bocalayan sayısız insan tanıyorum ve bu gibi kitapları biraz da hep birlikte bu büyük boşluktan çıkış için okuyorum.

Ve çoğu kez yaptığım gibi kitabın başlığı söylemek istediklerimi yeterince anlatıyorsa ayrıca bir başlık koymuyorum ama eğer okurken kitabın başlığının önüne geçen ve üzerinde uzun uzun düşünmeme neden olan ifadelere rastlarsam onu başlığa taşımayı tercih ediyorum. Bu kitabı okumaya başladığımda başlığı değiştirmemeyi baştan kafama koymuştum ama okudukça kararımdan vazgeçmemek için epeyce çaba harcamak zorunda kaldım. Ne çok başlık var kitapta, ne çok düşünülmesi ve hayatlarımızı sigaya çekme fırsatı vermesi gereken konu…; “Hayata katılma korkusu” gibi, “zırvalamanın manası” gibi, “insan sanatını giydirme sanatı olarak mimari” gibi her biri ayrı bir yazı konusu başlıklar not ettim şimdilik.

Kitap, içine düştüğümüz konfor bataklığından, teknolojiye fazlaca abanmaktan ve hakikiliğini yitirdikçe paraya tahvil edilebilir hale gelen yaşamlardaki hakikat yokluğunun yerini anlan yapay anlamlardan söz ediyor. Böyle bakınca sayısız benzer kitaptan biri gibi gelebilir ama öyle değil çünkü ele aldığı konular aynı olsa da söyledikleri yeniden düşünülmüşlük hissini hiç kaybetmiyor. Akıcı dil fark etmeden derinleştiriyor.

Büyük amaçlardan uzaklaşmakla ağırlıklarından belli ölçüde kurtulan ve özgürleşen insanların bu kez amaçsızlıktan anlam çıkarmaya çalışmak gibi bir boşlukta özgürlükleriyle savrulmamaya çalışma çabalarından bahsediyor. Yoksunlukla değer arasındaki ilişkiyi kurmamızı sağlıyor. Varlığın yokluktan daha büyük bir yoksunluk yaratabileceğini anlamamızı sağlıyor; “Bir zamanlar, umarsızca ihtiyaç duyulan bir hasat ya da başarılı bir av, tam da az bulunur olması nedeniyle, derin bir anlam (aynı zamanda, minnet dolu bir tevazu) ifade ediyorken, bugün ifrata alışmış olmamız bizi çaresizce eksikliğini duyduğumuz anlamdan yoksun bırakıyor.” (s.13).

Kitap, hayatımızı daha basit ama daha anlamlı; daha ucuz ama daha hakiki yaşayabilecemizi düşündürüyor. Hakikiliğin içinde, zevkin ve tatmin olmanın çok az yer tuttuğuna işaret ediyor ki bu bana son derece önemli geliyor. “Çok keyifli bir hayat yaşamak” zannedildiği kadar keyifli olmayabiliri düşünüyorsunuz: “Arzu her zaman tatmin edilmeye gerek duymaz. Tatmin çoğu kez bize umduğumuzdan daha az ve daha kısa süreli bir haz verir. Haz ise, elde edildiğinde bile, mutluluk getirmez. Çoğu zaman haz, olsa olsa mutsuzluğa karşı bir avuntudur sadece; en kötü ihtimalle de sefaletimizi pekiştirmekten başka bir işe yaramaz.” (s.19).

Günümüz insanı arzularını tatmin etmenin ötesini istiyor. Diğer bir deyişle, arzudan muaf olmak gibi bir tanrısallığın peşinde gibi gözüküyor ve tam da bu yüzden bu çağın belirleyici özelliği olarak narsisizm öne çıkıyor. Farrelly’nin atıf yaptığı (s.21), Christopher Lasch’nin, The Culture of Narcissism adlı kitabında, modern çağın belirleyici özelliğinin narsisizm ve onun da aslında bir tür “istekten muaf olma isteği” olduğunu belirtmesi boşuna değil. Çünkü, “Bu durumda, arzularımızı tatmin etmekle yetinmeyip, doyum noktasının ötesinde bile bu arzuları sürdürmekteki ısrarlı tutumumuz, arzudan muaf olma yönündeki narsisistik itkiyle açıklanabilir mi?” (s.21).

Elbette açıklanabilir. Bu imkânsız istek giderek daha doyumsuz bir insan doğuruyor. Amaca yaklaştıkça uzaklaşıyoruz; “Bizi mutlu edeceğini düşündüğümüz şeyler mutluluk vermiyor; buna rağmen, genç bir aşık gibi, sırf bu yüzden bu şeyleri daha da fazla istiyoruz.” (s.35). Çok gerilerde bıraktığımız bir zamanların geleneksel yaşamının her yerine gizlenmiş halde bizi saran nihai anlamı aramaktansa onu arama ihtiyacımızı ortadan kaldırmak gibi insan-üstü bir işe soyunmuş vaziyetteyiz. Tam da bu yüzden, arzu etmemek üzerine kurulu bir hayatı yaşarken en küçük hazlarımızdan bile taviz veremiyor, her şeyden zevk almaya çalışırken hiçbir şeyden keyif almıyoruz. Bir süre sonra bu imkânsız amaca varamayacağımızı badireli de olsa anladığımızda geriye acı bir çaresizlik ve boşuna yaşanmışlık hissi kalıyor. Aralardaki bütün boşlukları ise gündelik alışkanlıklarımız ve konfor kaynaklarımız dolduruyor.

Bu andan itibaren konfor için başvurduğumuz kaynaklar kolayca bir tarafa bırakabileceğimiz araçlar olmaktan çıkarak onsuz yapamayacağımız, bağımlı bir amaca dönüşüyor. Hayat bizim için değil biz hayat için varmışız hissiyle, yaşanmaya değer olup olmadığından çok yeterince yaşayıp yaşamadığımız sorusunu sorar hale geliyoruz.

İnsanlar bize imrensin, bizim yerimizde olmak istesinler istiyoruz. Çünkü aksi halde kendimizin ve hayatımızın değerinden emin olamıyoruz. Ve ne kadar çok insan bizim yerimizde olmak istiyorsa o kadar mutlu oluyoruz. Ancak bu sayede mutlu olduğumuzu hissedebiliyoruz. Mutluluğumuz diğer insanların sahip olamadıklarından beslenen bir maraz olarak iç dünyamızı yok ediyor ve bizi garip bir çelişkiyle bizim yerimizde olmak isteyen insanlara bağımlı kılıyor; onları görmek ve bir arada olmak istemiyoruz ama onlarsız da yapamıyoruz. Hep etrafta ve bizim yerimizde olmak istesinler ama asla bizimle olmasınlar istiyoruz. Kendimizi buna mecbur hissediyoruz, gözlerden uzak kalmak için duyduğumuz yakıcı arzunun derinlerde tam tersini içerdiğini biliyoruz. Haz kaçınılmaz bir zorunluluk oluyor ve onu duymak kendiliğinden olmaktan çıkarak yorucu bir hayat uğraşına dönüşüyor.

Özel hayatımızla kamusal hayatımız keskin bir biçimde birbirinden ayrılsın istiyoruz. Her türlü kirli işi dışarıda bırakıp steril evlerimize dönebiliyoruz. Bir zamanlar iç içe yaşanan ne varsa ayırmayı ve kopuk halde yaşamayı özlüyoruz. Ölümle yaşam, sanatla hayat, özelle kamusalı ayırıyoruz. Eskiden “hakikati dile getirmek amacıyla söylenen bir yalan olan” (s.94) sanat şimdilerde yalanı hakiki hale getirmek gibi bir işlev üstleniyor bu yüzden. Dürüstlük giderek görüntü tek geçerlilik haline geliyor. Dürüst görünmek dürüst olmaktan önemli addediliyor. İçsellik ile dışsallık arasında hiç olmadığı kadar geniş bir mesafe oluşuyor ve modern insan bu bölünmenin ortasında, arada kalmışlığın sancısıyla yaşamak zorunluluğundan hazlarına tutunarak çıkmaya çalışıyor. Pek tabii ki böylesi bir hayat hazlarla dolu bir acılık taşıyor.

Özetle, mutlu olmaya çalışmak bizi mutlu etmediği gibi mutsuzluklarımızı açığa çıkardığından, eskisinden de kötü yapıyor. Nihai anlamı bulamama gündelik hayatın küçük amaçlarından devşirdiğimiz küçük anlamları da yok ederek her şeyi bize indirgiyor ve hayat bizden ibaret hale geldikçe elimizden kayıp gidiyor. Kırmızı ışıkta uzun beklemekten başlamak üzere mutlu olmanın sakıncaları saymakla bitmiyor!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca