16 Ekim 2023 Pazartesi

Bir düzyazı ustasının yaşayan gözlemleri

Ferhan Şensoy, hocası Haldun Taner'den öğrendiklerini anlatıyor: Ben her gün yirmi sayfa yazarım oğlum. Sabah altıda kalkarım, daktiloyu balkona atarım, yirmi sayfa yazarım. Hocam yirmi sayfa çok ciddi, aklınıza bir şey gelmezse ne yaparsınız? Gördüğümü yazarım. Altı buçuk vapuru beş dakika geç geçti. Martılar uçtu. Manzarayı yazarım. Çocukları alacak okul minibüsü geldi. Bu yirmi sayfanın hepsini kullanmak zorunda değilsin. Belki bir gün bir işe yarar, içinden bir paragraf alırsın. Atabilirsin. Ama nasıl bir marangoz sabah dükkanını açıp çalışmaya başlıyorsa, sen de dükkanı açıp yazacaksın.

Birkaç günde peş peşe iki Haldun Taner kitabı bitirdim. Hatıralarını, hassasiyetlerini, tanıdıklarını, eski zamanları, İstanbul'u, İstanbul Türkçesini, insanı, eğitimi ne kadar sevdiğini gördüm. Ama en çok da dedim, bu adam her gün yazmış olmalı. Her detaya bu kadar güzel hakim olmak, üstelik mizahı elden bırakmamak, bunu yaparken çok kıymetli bilgiler aktarmak anca her gün idman yapmakla mümkün.

Tuncay Birkan’ın hazırladığı Tek İnsanın Değeri, Haldun Taner'in 1955-1986 yılları arasında yazdığı, çeşitli gazete ve dergilerde yer almış yazılarından oluşuyor. Kitabın adı, yazıların merkezinde ne olduğunu da söylüyor okuyucuya. Denemenin konusu sanat, siyaset ya da toplumsal hadiseler olsa bile merkezde daima insan var. Adil, hakkaniyetli, samimi bir yaşamın gerekleriyle birlikte, devletle insan arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair güncelliğini hiç kaybetmemiş yazılar bunlar. Zaten en şaşırtıcı olan taraf da bu. Haldun Taner, insanların birbirlerine selam vermemesinden, belediyenin bir türlü rayına oturtamadığı hizmetlerden, sokakların kirinden, entelektüel kapasitemizden, insanın bir türlü ortaya koyamadığı potansiyelinden, siyasetçilerin vaatlerinden ve hayal kırıklıklarından, Türkçenin giderek ortadan kayboluşundan bahsederken kendinizi geçmişte değil tam da bugünün ortasında buluyorsunuz. Taner, bir yazısından çocuk yetiştirmek ve çocuk psikolojisi üzerine döktürürken, bir başkasında intihar hakkındaki fikirlerini koyuyor ortaya:

"Yazmakta olduğum bir oyunun kahramanı karşısındakine, 'N'olur, bana beni düşündürme' diyor. 'İnsan kendine acımaya başladı mı, bu işin dibi yoktur.' İntihardan uzak olmanın en büyük panzehiri galiba bir oyalantısı olmaktır. Ama önemli, ama önemsiz... Mesele elindeki işe kendini verebilmektir. André Gide 'Yazmasam intihar ederdim' der. Bu herkes için geçerlidir. Bir işin peşinde olan insan kolayca hayatına kıymaz, zayıf bünyeli, hastalıklı Marcel Proust canını dişine takıp o koca romanını yazarken kendini hayata bağlamış, ölümden uzaklaştırmış oluyordu. Bitirdiği gün oda hizmetçisine, 'Artık ölebilirim' deyişi edebiyat değildir. Gerçekten de kısa bir süre sonra öldü. Jean-Jacques Rousseau'nun reçetesi de ilginçtir. İntihar etmeyi kafasına koyan bir gence 'Güzel bir hareket yap, sonra kendini öldür' demiş. Güzel hareketin verdiği doyum onu yeniden hayata bağlamış. Bacon, intiharı düşünene matematikle uğraşmayı öğutlüyor. Diderot ise, rizikolu, tehlikeli eylemleri salık veriyor."

Çok boyutlu, çok farklı bakış açılarına sahip ve tüm bunların dışında dili fevkalade kullanan bir usta var karşımızda. Aynı şaşırtıcılık ve güncellik 1971-1985 yıllarının gazete yazılarından oluşan Koyma Akıl Oyma Akıl'da da var. Ama her şeyden önce o şunları gözlemlemek çok etkileyiciydi: İnsanın sabırsızlığı, üzerimize dayatılan mutluluk problemi, insanın eşyayla ve en çok da parayla olan sınavı, sohbet etmenin ve dinlemenin önemi, bir erdem olarak çalışmak, geçmiş romantizminden uzak durmak ama mutlaka geçmişten yararlanmak, bugünü yarına bağlayacak hizmetlerde bulunmak, her şeyi okuldan beklememek, kişiliğin gelişimi için şahsi meziyetlerinden erken yaşta fark edilmesi ve sonra bunların üzerine gidilmesi, şanstan ziyade çabaya inanmak, bu topraklara hizmeti geçmiş insanları unutmamak, Türkçeye daimi önem, her zaman moralin yüksek ve meşgalenin aktif olması gerekliliği. Haliyle Haldun Taner'in düzyazılarını kültürden sanata, psikolojiden tarihe kadar birçok alandan yararlanıyor, okurun elde etmesi gereken doyumu tam yerinde yakalıyorsunuz.

Sizce de şu cümleler yaşamıyor mu hâlâ aramızda?

"Bir ayet, 'Selamlanıyorsanız siz daha candan karşılık verin' der. Eskiden tenhaca bir yolda karşılaşan iki din kardeşi 'selamün aleyküm, aleyküm selam' diye selamlaşırlardı. Selam, gergin yüzü gevşetir. Dudağı gülümsetir, göze parıltı, içe ferahlık verir. İnsanı afra tafradan uzaklaştırır, tevazua yöneltir. Otomatikleştiği için artık pek farkında değilizdir ama, vedalaşırken karşımızdakine 'Allahaısmarladık' diye en büyük sevgiyi, ilgiyi ve itibarı gösteririz. O da bizi dünyada başka hiçbir millette olmayan apaydınlık dört hece ile uğurlar: Güle güle."

Bu büyük insanları hatırlamak için onların yazdıklarını ve düşüncelerini iyi kavramamız lazım. Bu da önemli bir mesai istiyor. Haldun Taner'in şu sözüyle bitirmek isterim: "Kendisine büyük hizmeti dokunmuş insanları unutmak, bir toplumun yozlaştığını belgeler. Kadirbilirlik, uygarlığın şaşmaz koşullarından biri."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İlim ve irfan ehliyle karşılaşmalar

Ufuklardaki Ayetler, Michael Sugich tarafından yazılmış bir şahitlikler kitabı. "İlim ve İrfan Ehliyle Karşılaşmalar" alt başlığından da anlayacağımız üzere velilerin sözlerinin, menkıbelerinin canlı tanıklığı. Michael Sugich “Manayı kaybettik. Manaya yer bırakmayacak derecede bu dünyanın cümbüşüyle mest olmuş bir çağda, sun’i coşkunluklarla kaygılar arasında savrularak tüketiyoruz ömrü” diye başlıyor esere. Mana nedir? Mana, kişiyi Allah’a götüren hikmettir. Dünyanın rengine boyanmış beşer, insan olma mertebesine erişemez ve mana ona hep perdeli kalır. Perdeyi kaldırmanın yolu kalbi dünyadan ve nefsani arzulardan arındırmakla gerçekleşir. Bunu gerçekleştiremeyen kişiler beşer mertebesinde kalmaya mahkumdur. Onlar huzuru tatmazlar, yaşadıkları keyfi mutluluk zannederler oysa o keyif dünyevi olduğu için sun’idir. Yine onlar kalplerini dünya perdesiyle örttüklerinden asla mutlak manada tevekkül edemezler ve böylece kaygılar içinde tamamlarlar ömürlerini. Allah’a ulaşmamış bir ömür, beyhude geçmiştir. Onlar Allah’ın ayetinde belirttiği gibi bu dünyada kör yaşamışlar, ahirette de kör olacaklardır.

Şazeliyye yolunun pîri, Sidi Hasan eş-Şazeli Hazretleri’ne “Niçin hiç kitap yazmıyorsunuz?” diye sorduklarında, Hazreti Pir “Yolu birlikte yürüdüğüm ahbab u yârân benim kitaplarımdır” şeklinde cevap vermiş. Yolu birlikte yürümek sadece maddi anlamda birlikte olmak, onunla aynı zamanda ve aynı mekanda yaşamak değildir. Yolun takipçileri de yolu onunla birlikte yürürler. Çünkü o silsileye biat etmiş, tabi olmuşlardır.

İşte Sugich, bir Şazeli dervişi olarak o yolun takipçilerinden, ahbablarından tanıdığı, sohbetine katıldığı büyüklerin, ulu zatların sözlerini, yaşantılarını bize aktarıyor bu eserinde.

Arifler, Peygamber Efendimiz’in “Ölmeden önce ölünüz” hadis-i şerifinin sırrına ermiş kişilerdir. Onlar kalplerinden masivayı silmişler, böylece Allah’ın bir kudsi hadiste belirttiği “Yere göğe sığamadım, mümin kulumun kalbine sığdım” mertebesine nail olmuşlardır. Nefislerini tahakkümleri altına almışlar, Hakk ile Hakk olma şerefine ermişlerdir. O nedenle dinlemesini bilenler için onların sözleri ciltlerce kitapta bulunamayacak değerli hazineler, anahtarlar taşır. Onlar kendi heva ve heveslerinden konuşmazlar. Nasıl konuşabilirler ki onlar Hakk ile Hakk olmuşlar, mücahededen müşahede makamına vasıl olmuşlar, daim Hakk’ın suretlerini temaşa halinde yaşamışlardır. Örnek verecek olursak Sugich, Sidi Muhammed es-Sahravi’den şöyle bir söz işittiğini aktarıyor: “İnsan kalbinin hastalığı ‘acaba şimdi ne yapsam’ sorusudur.

Sözü biraz irdeleyelim. Acaba kelimesi, belirsizlik taşımaktadır. Belirsizlik beraberinde kaygıyı getirmektedir. Acaba ile başlaması kişinin ne yapacağına, ne yapmasına dair ya hiçbir fikrinin olmadığını ya da seçenekler arasında boacalamakta olduğunu göstermektedir. Bu davranış ise benlik sahibi kişilerin takınacağı bir tavırdır. Benlik sahibi kişi kendisinde kudret gördüğünden neyle karşılaşırsa karşılaşsın mutlak sonuca kendi çabası, zekası ve davranışıyla ulaşacağını düşünür/zanneder. Oysa arifler benlik sahibi olmadığı için her halükarda Allah’ın takdirinin gerçekleşeceğini bilir ve buna kayıtsız şartsız iman ederler. O yüzden onlar için belirsizlik yoktur, kaygı yoktur, uzun uzun kafa yorma yoktur. Onlar kaderin akışına teslim olmuşlardır. Onlar için gelen her tecelli hayır getirecektir.

Tevekkül, Allah’a şeksiz şüphesiz teslim olmanın adıdır. Tevekkül eden kişi için acaba diye bir durum yoktur. Hangi durum olursa olsun, başa gelen Allah’tan gelmiştir çünkü ve Allah’tan gelen de lütuftur. Zahirde kahur görülebilir veya kişi mertebesinin alçaklığı itibarıyla başına gelenin ardındaki hikmeti göremediğinden ve manaya vakıf olamadığından mevzuyu kahır olarak yorumlayabilir. Ancak arifler cemal ile celalin iç içe olduğunun idrakine ermişlerdir. Onlar gelen celal ise de içinde cemali taşıdığını bilir ve tevekkül gösterdikleri takdirde cemale kavuşacaklarından emindirler.

Ariflerin sözlerini anlamaya idrak, anlatmaya kelimeler yetmez. İşte delili. Ebû’l Abbâs el-Mursî diyor ki: “Bir Allah velisini bilip tanımak, Allah’ı tanımaktan zordur. Sonuçta Allah, Kemâli ve Cemâliyle tanınır. Buna karşın kendin gibi, senin yediğin gibi yiyen, içtiğin gibi içen bir yaratılmışı tanıman ne kadar sürer?

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

28 Eylül 2023 Perşembe

Akıl her kapıyı açmaz, ille de aşk lâzımdır

"Zâhid-i bî-hod ne bilsin zevkini aşk ehlinin
Bir aceb meydir muhabbet kim içen hüşyâr olur."

- Fuzûlî

Türkçemizin en güzel anlamlara sahip kelimelerindendir muhabbet. Kelimeye dair ilk düşüncelerimizde karşılıklı sohbet olsa da aslında muhabbet, kökü itibariyle sevgi, aşk ve sevda anlamlarına gelir öncelikle. Dostluk, bağlılık, sohbet ve yârenlik ise sonraki kıymetli anlamlarıdır. Birine muhabbet beslemek, aynı zamanda onu sevmek demektir. Muhabbet etmek, dostça konuşmak ve dolayısıyla dostluk etmektir.

Muhabbetullah vardır bir de, Allah sevgisi, Allah aşkı anlamına gelir. Sonra tabiatın içine gizlenmiş muhabbet çiçeği vardır, evlere neşe katan muhabbet kuşu vardır, aşk mektupları bir araya gelince muhabbetnâme olur, beslediği sevgi yüzünden eziyet ve sıkıntılara uğrayanlara muhabbet-zede denir. Velhasıl pek hoş bir kelimedir muhabbet.

Dil, kültür ve tarih araştırmacılarımız içinde hem muhabbetiyle hem de yazdığı eserleriyle Dursun Gürlek hoca çok ayrı bir yerde durur. Timaş Yayınları'ndan Eylül 2023 itibariyle çıkan Muhabbet Ateşi kitabı ilk sayfalarından itibaren lezzetli üslubu ve tarihin, kültürün her penceresinden bakan tavrıyla okurunu gönlünden yakalayan bir çalışma. Hocanın daha evvel yazıp meraklılara sunduğu Ayaklı Kütüphaneler'i, Çınaraltı'nda Kitap Sohbetleri'ni, Maziye Bir Bakıver'i, Kültür Dünyamızdan Manzaralar'ı, Karınca Huzura Varınca'yı, Tebessüm ve Tefekkür'ü okuyanlar, hiç değilse karıştıranlar gayet iyi bilirler ki Dursun Gürlek'in kitaplarındaki her konu başlığı bir belgesel, bir başka kitap gibidir. Okuyanına renk katar, iklimini değiştirir. Güncelin ve gündemin ağırlığını alır, dil zevkiyle yüreğini hafifletir, yeni bir bakış açısı ve görgü kazandırır. En çok da hayatta her müşkülün akılla çözülemeyeceğini, aklın yanına mutlaka irfanın da sokulması gerektiğini, bilhassa aşksız asla olmayacağını anlatır hoca. Çünkü: "İlâhî ve derûnî güzelliklerden nasibini almayan akıl, sâhibini kolayca gurûra, kibire sevk edebilir. İlmî enâniyet sâhibi kimselerin, aynı zamânda çok akıllı olduklarını, akıllarını bir nev'i putlaştırdıklarını unutmayalım. Şeytânî akıllarıyla herkese tepeden bakan, tekebbürlerinden dolayı yanlarına yaklaşılmayan bu adamlara iblisin rehberlik yaptığını bir kere daha hatırlayalım. Biliyorsunuz işte iblis Allah'a karşı, mantık yürütmekten bile çekinmedi. Cenâb-ı Hakk Âdem Aleyhisselâm'a secde etmeyişinin sebebini sorunca, 'Yâ Rabbi! Beni ateşten, Âdem'i ise topraktan yarattın. Ateş topraktan daha üstündür!' diye cevap verme küstahlığında bulundu. Bu cevap da onun şeytanlık derekesine inmesine sebep oldu. Demek ki kuru akıl, aynı zamânda dizginlenmemiş akıldır. Bakınız Fuzûlî ne güzel söylüyor: Ben aklımdan isterim delâlet / aklım bana gösterir dalâlet."

Gürlek hoca, çok mühim bir celvetî mürşidi olan müfessir ve şair İsmâil Hakkı Bursevî'den bir misal anlatıyor. Hazretin Ruhü'l-Mesnevî kitabının birinci cildinde nakledilen bir mesele var. Nâr, yani ateş, bir gün "Yâ Rabbi! Varsayalım ki sana itâat etmeseydim, benden daha şiddetli bir nesne ile azap eder miydin?" diye sorar. Âlemlerin Rabbi "Nâr-ı kübrâmı (büyük ateşimi) senin üzerine musallat ederdim." diye buyurur. Nâr bunun üzerine "Benden daha büyük ateş var mı?" diye tekrar sorar. Kâdir Mevlâ o zaman da şöyle buyurur: "Evet var. Bu, velîlerimin kalplerine yerleştirdiğim nâr-ı muhabbettir (muhabbet ateşidir)." Dursun Gürlek şu güzel yorumu ekliyor: "Bundan anlaşılıyor ki emânet-i kübrâ denilen büyük emânetin sırrı, işte bu aşk üzerine kuruludur. Onun için insandan başka hiç kimse ona tahammül edemedi. Zirâ en büyük azaptır. Yûnus'umuz aşk ateşinin özelliklerini şöyle dile getiriyor: Dağa düşer kül eyler, gönüllere yol eyler / sultanları kul eyler, hikmetli nesnedür aşk / denizleri kaynadur, mevce gelir oynadur / kayaları söyledür, kuvveetli nesnedür aşk."

Muhabbet Ateşi'nde okurları hangi muhabbetli konular bekliyor? Osmanlı zarâfeti, levhimahfuz, çınar kovuklarında yaşayanlar, zekâ küpü çocuklar, rüyâda tedâvi, yetmiş kitap ezberleyen Mihrî Hatun, padişahların gönlüne tâcı tahtı bırakıp bir tarike girme arzusu koyan mürşidler, sırlı ölümler, ruhlar âlemi, kürsü ve salon müdâvimleri, Erzincanlı Terzi Baba ve menkıbeleri, Beyazıt'taki anıt ağacın ölümü, Yeraltı Câmii imamı Üsküdarlı Ali Efendi, Fuzûlî hayranı papaz Kevork Terzibaşıyan, Safer Efendi'nin sohbetlerinden birer demet, Münevver Ayaşlı'nın işittikleri, gördükleri ve bildikleri, Tâhirü'l-Mevlevî ve Müslümanlıkta ibâdet târihi, İslâm Ansiklopedisi heyecanı, Selâmünaleyküm Baba, Süleyman Nazif ve "Şehidin Babası", köşe yazarlarından cehâlet örnekleri...

Kültür tarihimizin bugünlere ışık olabilecek ayrıntılarında gezinmek, yaşadığı döneme ve sonrasına derin tesirleri olmuş şahsiyetleri tanımak, kitapların ve hikâyelerin arasında nefeslenmek için Muhabbet Ateşi pek güzel bir imkân. Bereketli okumalar.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hayatla aramızdaki makas

Teyzeler ve Maymunlar, Fatma İçyer’in Dergâh Yayınları etiketiyle çıkan ilk kitabı. Ayşe Nur Biçer’in editörlüğünü yaptığı kitap, on dört öyküden müteşekkil. Bir ilk kitaba göre şaşırtıcı derecede olgun. Daha ilk kitabıyla sesini bulmuş, öyküde kendi gerçekliğini inşa etmiş bir kalemle karşı karşıyayız. Bana bu yazıyı yazdıran bu hayret duygusu zaten.

Fatma İçyer’in öyküye mesai harcadığı ve öyküye dair derinleştiği aşikâr. Ne yaptığını bilen, öykü tekniklerine hâkim bir yazardan bahsediyoruz. Döngü, Annemle Aramızdaki Karpuz Kabuğu, Kafam Dolu Koynum Boş, Teyzeler ve Maymunlar özellikle aklımda kalan ve dönüp dönüp okuyacağım öykülerden.

Fatma İçyer’in öyküleri ailenin dişlileri arasında ufalanan bireyleri hikâye ediyor. Ailesi tarafından sistemli bir şekilde duygusal istismara uğrayan farklı karakterlerin olup bitenler karşısında yaşadıklarını anlamlandırma çabalarına ve bu çabanın akamete uğramasıyla bir yabancılaşmaya evrilen hadiselere tanık oluyoruz. Duygusal istismara uğramış kişilerde görülen aileden uzaklaşma, bağımlı kişilik örüntüsü ve en çok da değersizlik duyguları yaşayan karakterler bir çıkış bulamıyor ve acıyla karşı karşıya kalıyor. Kitap da zaten Oğuz Atay’dan bir alıntı ile açılış yapıyor: “Bir de ne görsün, hayatta bilmediği acılar da varmış.

Yarası olan karakterlerin hikâyelerini okuyoruz kitap boyunca. Her okurun bir hikâyede kendini bulabileceği türden yaralardan bahsediyorum. Ve sanki o yaraları sağaltmak için yazıyor yazar. Hayatla arasındaki makas açıldıkça anlatarak iyileşmeye çalışan karakterlerin öyküsü. Bazen modern aileden dem vuruyor olsa da genellikle taşradaki geleneksel aile ile derdi var yazarın. Bazı hikâyeler Nuri Bilge Ceylan filmi gibi geldi mesela. Atmosfer olarak da öyleler. Kitaba ismini veren Teyzeler ve Maymunlar öyküsünde şöyle diyor: “Bir çift delici göz, kocaman bir yer sofrası, dokuz yaşındayım, kadınların eksikleri tamamlama çabası, içi kof bir aileyi bir araya getirmeye çalışan en büyük yenge, yeğenler, dayılar, teyzeler, anneler, babalar bu sofranın etrafında toplanmış. Üstüne on çeşit yemek koysan da içine doğru bükülen, tabaklardaki bütün yemekleri bir çırpıda yok eden, orduları doyuracak kadar yemek varken küçük bir aileyi bile doyurmayan bir sofra.

Fatma İçyer ender görülen bir şekliyle öyküde imge kullanıyor. Bir şair edasıyla mısralarla değil cümlelerle yapıyor bunu. 110 beden sutyen giyen bir maymun imgesiyle genç bir kızın yaşadığı travmayı anlatıyor. Bazen bir metafor karşılıyor bizi, bazen de ironi. Tüm bunlar çoğul okumalara imkân sağlıyor ve böylece yazarın kurmuş olduğu gerçeklik kendi sınırlarını zorluyor. Eksiltili anlatım yolunu seçerek boşlukları okurun doldurmasını da sağlıyor.

Babaanne, rüya, ev, aile, gurbet gibi motifler çokça tercih edilmiş. Özellikle rüya motifi ön plana çıkıyor. Rüya aracılığıyla yazar okuyucuya karakterin iç dünyasını, gizli arzularını ve duygularını göstermeye çalışmış. Ayrıca birden fazla öyküsünde denk geldiğimiz uzuv kaybını beden-benlik bütünlüğünü tehdit eden acı deneyiminin ruhsal dinamiklerine bağlamak mümkün.

Modern öyküde şahit olduğumuz yeni birçok tekniği barındıran öyküler karşılıyor bizi. Dilde belirli bir seviyeyi tutturmuş, dile eğilen, titizlenen bir üslubu var Fatma İçyer’in. Bu haliyle ne mutlu Türk Öyküsüne demek geliyor içimden.

Kenan Yusuf
twitter.com/knnysf

25 Eylül 2023 Pazartesi

Ülkesini bilen kendini bilir

Gandhi'yi Gandhi yapan şey, çokça tekrarlandığı için artık karine haline gelen “pasif direnişi”nden çok satyagraha diye adlandırdığı, her koşulda hakikatle olan bağını koruyabilme gücüdür. Satya, Sanskritçe hakikat anlamına gelmektedir, agraha ise sıkıca tutunmak ve ısrarcı olmak demektir. Gandhi’nin büyüklüğündeki asıl sır, hakikat bildiğini hiçbir şey için hiçbir zaman feda etmeyişinde ve ısrarla onu isteyişinde gizliydi.

Adaletsiz ve baskıcı bir sömürge düzenine karşı Hint halkının binlerce yıllık kültüründe yaşattığı değerlere sıkıca sarılır ve bu bağlanma her türlü korkuya galip gelir. Onun dehası hakikati kendinden daha çok sevebilmesindeydi belki de. Hakikat sevgisindeki gizli gücü siyasi bir harekete dönüştürürebilmesindeydi. Onun için din de hakikat sevgisi ve bu dünyanın hırslarına kapılıp kendinden vazgeçmeye karşı yeniden kendine gelme demekti. O ise hiç kendinden gitmedi. Kendi dışına hiç çıkmadı.

Diğer bir özelliği de kalbinin her zaman için küçük görülen, aşağılanan ve altta kalan insanlarla birlikte atıyor oluşuydu. Bunda büyük bir vecd duyuyordu bile denebilir çünkü hakikatin sesini duymak için benlik gururundan sıyrılmak ve kelimenin çifte manasıyla kendinden geçmek gerekir.

Aşağılan ve horlanan insanlar küçük ve “değersiz” görüldükleri için tam da hakikatin kıyısında yaşarlar. “Kendinden geçmek” ancak kendi gibi olmayan, kendinden olmayanlarla ilişki kurmakla mümkündür belki de ve Gandhi’nin öğretisinin özünü kısaca söylemek gerekirse, herkesin kendi gibi olmayanlarla bağ kurarak hakikate bağlanmasıdır, denebilir. Onun için din tam anlamıyla ötekidir; ötekiyle bir olabilmenin yol ve yöntemidir.

Gandhi, 40 yaşındayken yazdığı, yakın zamanda Dergâh Yayınları'nca Bengisu Karakurt çevirisiyle yayımlanan “Hind Swaraj: Gerçek Özgürlüğün Peşinde” adlı kitabında bütün bunları anlatır. Çevirmenin Sunuş’unda da belirttiği gibi Hind Swaraj, “hacim olarak küçük bir eser olsa da Gandhi’nin hayatının sonuna kadar koruduğu en temel düşüncelerini ihtiva eder.” (s.9).

Bu en temel düşünceleri arasında, ruhun isyanından doğan bir gücün her türlü baskıya ve zorbalığa galip gelebileceği, insanın ancak kendine hükmederek özgür olabileceği ve elbette bir insanın halkına olan bağlılığının aslında o halkın ruhsal derinliğinden süzülüp gelen bir hakikat bilgisine bağlılık olduğu sayılabilir. Hind Swaraj kitabı bütün bunların anlatıldığı ve bu sayede satyagraha’nın nasıl mümkün olabileceğinin sade ve anlaşılır bir biçimde ifade edilmesidir.

Satyagraha’ya ulaşabilmek için ilk başta, basit ve sade yaşamak, parlak ve süslü olan ne varsa terk etmek, makinenin bir hırs aleti, Batılı modern medeniyetin ise büyük bir aldanış olduğunu bilmek gerekir. Bu, ilkel yaşamak ya da insan aklının evrensel buluşlarından faydalanmayarak karanlıkta bir ömür geçirmek demek değildir.

Buradaki temel mesele, modern medeniyetin insanı kaçınılmaz olarak kendinden uzaklaştırması ve her türlü zenginliği ve gücü, “bedensel refahı” (s.64) ana amaç haline getirmesinin öldürücü sonuçlarını görebilmedir. Kendine hükmetmek ve kendinden vazgeçerek, görülmeyen, duyulmayan insanlara ulaşabilmek ancak ruhsal bir isyanla mümkündür ve Gandhi’nin ahlakı hiç şüphesiz bir isyan ahlakıdır; canlılığını sürdürmek için daimi bir isyan halinde olmak zorundadır.

Satyagraha, batılı modernleşmeyle sert bir hesaplaşma içerir ve son derece önemli bir biçimde kadim Hindistan ruhunun modernleşmeyle olan karşıtlığı onun için bir zorunluluk veya istenmeyen bir durum değil bilakis varoluşsal bir tercihtir. Hindistan’da daha çok kazanmaya dayalı bir ekonomi hiçbir zaman yaşamın ana amacı olmamıştır ve bu yüzden kendi ahlakının dışına çıkmamıştır. Hindistan makineleşmediyse ya da modernleşme süreçlerine geri durduysa bunun nedeni kendi ruhuna olan tutkulu bağlılığıdır: “Biz makine icat etmeyi bilmediğimizden değil, bizden önce gelenler böyle şeylere gönlümüzü kaptırırsak köleleşeceğimizi ve ahlaki yapımızı yitireceğimizi bildiği için böyle oldu. Gerektiği üzere tedbir alarak bizim yalnız ellerimizi ve ayaklarımızı kullanarak yapılabilen şeyleri yapmamıza karar verdiler. Gerçek mutluluk ve sağlığın el ve ayaklarımızın düzgün kullanılmasıyla sağlanabileceğini gördüler. Daha da ileri giderek büyük şehirlerin tuzaktan ve gereksiz sorumluluktan ibaret olduğunu ve insanların buralarda mutluluğa erişemeyeceğini…gördüler ki krallar ve kılıçları ahlakın kılıcından aşağıdadır.” (s.94).

Satyagraha, tıpkı tasavvuftaki gibi bir arınma ve riyazetle dünyadan uzak durarak kendini bulma içerir. Burada gücün ve mutluluğun bütün kaynağı kendiyle mücadele eden ve her türlü dünyevi hırsa galip gelen insan ruhunun ruhsal bir coşkuyla dolması ve her türlü haksızlığa içsel bir neşeyle karşı koymasıdır. Böyle bir insan için gerçek manada düşman kalmamıştır. Bu nedenle, “düşman”a düşman gibi davranmamak esastır. Düşmana düşman gibi davranmak sonuçta zafer kazanılsa bile kendini kaybetmektir.

Gandhi için hangi yüce amaç için olursa olsun başkalarını öldürmek korkakçadır. Esas kahramanlık kendini feda edebilmekle gelir. Hakikate duyulan güçlü bağ nedeniyle ölümü göze alabilmek yaşamın ana canlılık kaynağını oluşturur. Kaba kuvvete kaba kuvvetle karşılık verildiği zaman ulaşılan şey, kullanılan aracın zorunlu sonucudur ve şiddet hiçbir koşulda yapıcılık içermez, hep yıkıcı sonuçlar üretir: “Kaba kuvvet kullandıkları ve bizim de kullanmamızın mümkün olduğu tamamıyla doğrudur. Ne var ki aynı yolu kullanırsak onların elde ettiğinin aynısını kazanırız. Bunu istemediğimizi kabul edersiniz. Kullanılan araç ile amaç arasında bağlantı olmadığına dair inancınız büyük bir yanılgıdır…araçlar tohuma, amaç ağaca benzetilebilir; tohumla ağaç arasındaki bozulmaz bağın aynısı araçla amaç arasında mevcuttur.” (s.104).

Gandhi’ye göre gerçek güç yok edilemeyen ve yok olmayan güçtür. Yok olan hiçbir şey, gerçek manada güçlü olamaz. Dolayısıyla herhangi bir toplumsal direnişte esas güç, ölmeyecek olan hakikatlerden süzülüp gelir. Adalet gibi, eşitlik gibi, özgürlük gibi amaçlar bu nedenle aynı zamanda araçtırlar. Satyagraha’da araçla amaç birleşir ve tekleşir. İkisi aynileştiğinde, yapılan en küçük eylem bile çok büyük bir anlam ve sonuç doğurur. Benzer şekilde her küçük katkı çok büyük bir yaratıma ve ürüne neden olur. En alttaki insanla en üstteki eşitlenir. Her yol, aynı yere çıkar hale gelir.

İnsan, hakikati yeterince sevdiğinde kendisine karşı koyamaz ve kendinden geçme bununla başlar. Sonrasında ise diğer insanları ve en çok da kendisine en benzemeyenleri sevmekle olgunluğa erer. “Sevginin gücü, ruhun ve hakikatin gücüyle aynı”dır (s.110). İnsan yanlış bulduğunu yapmadığında onun sonuçlarına katlanmak için gerekli gücü kendi içinde bulamıyorsa hakikatle bağı yeterince güçlü değil demektir; “Dolayısıyla, yanlış bulduğunu yapmamalı ve netice neyse ona katlanmalıdır. Ruh gücünü kullanmanın kilit noktası budur.” (s.112). İnsanın, hakikati, şu ya da bu nedenle terk etmesinin yegâne nedeni, çok çeşitli biçimler alabilen korkularıdır: “İnsan hakikati terk ederse bunun sebebi bir tür korkudur.” (s.117).

Bütün bunlardan sonra şunu söyleyerek tamamlayabiliriz ki kitabın alt başlığında olduğu gibi gerçekten özgür olmak asla pasif kalarak mümkün değildir, tam aksine en küçük, en zayıf, en basit ve en alttakilerin sayısız küçük eylemiyle, insanın kendiyle olan mücadelesiyle ve yanlışlıklara hiçbir durumda boyun eğmeyişiyle mümkündür. Satyagraha, kendini bilmek için ülkesini bilmek gerektiğini ima eder.

Bunun tersi de doğrudur: yani, ülkesini bilen kendini bilir. O nedenle, bugünlerde çokça tekrarlanan "bu ülkeden bir şey olmaz" lafı, satyagraha’yla apaçık bir çelişkidir ve daha çok kişinin kendiyle ilgili bir sorunun dışavurumudur. Dahası, ülkesini bilmek, keyfe keder bir tercih değil gerçek özgürlük için geçilmesi gereken zorunlu bir aşamadır.

Aksi halde, satyagraha kitaplardaki ilginçliklerden ibaret olmaya devam edecek demektir!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

İmgesel olanla yalın olanın buluşması

Genç şair Zeynep Karaca‘nın ilk şiir kitabı Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek, Ketebe Yayınları tarafından 2022 Ağustos ayında yayımlandı. Kitap 32 şiirden müteşekkil.

Kitaptaki şiirlere genel olarak baktığımızda yazarın tema sınırlaması yapmadığını; yaşam, mutluluk, hüzün, geçmiş, bugün, gelecek, modern ve geleneksel olandan bahsedildiğini farkedebiliriz. En çok ta dijitalleşmeyle birlikte hayatımıza giren kavramlar ustalıkla kullanılmış. Söylediğimiz bu hususla ilgili “Google’daki Kesinti Üzerinden Vahyin Kesintisine Parodi” ve “Piksel Uzaklığı” şiirlerine bakılabilir. Aslında şiir adları üzerinden de ironi, hüzün, karamsarlık, sevinç gibi çok farklı duygusal durumları hissedebiliyoruz. Aynı zamanda edebiyatta klasik bir imge olan tren de bu kitaptaki şiirlerin içine girmiş.“Vagonların Taşıdığı Hüzün” adlı şiir örnek verilebilir.

Bir bardak kahve ateş alsın istiyorum / Mutlu anlar için ayrılmış bir kalbin içinde / Sıtma geçirecek gibi olurken vücut / Ayaklar daima ileri ve sana yürüsün…” mısralarının yer aldığı “Doğdun ve Yaşa” şiiri ilk bakışta göze çarpıyor. Şair bir kahve içimlik kısa ve özel anları doyasıya yaşamamız gerektiğini fısıldıyor bizlere. Kulağa hoş gelen bu mısralarda bilinçli-bilinçsiz “ulama” sanatından faydalanıldığını görebiliriz:

Mutlu ANLA-Ri-çi-nAY-RILMIŞ bir KALBİ-Ni-çinde

Bir erkek bir kadın bir de Jung / Karaköy’den aynı vapura bindiler / Kız suya bakıp çocukluğunu hatırladı / Erkek martılara bakıp babasını / Jung öylece durdu ikisinin arasında / Bir karar verilemedi deniz boyunca / Gemiler geçti uluslararası suya giden / İki kişi yerini beğenmemiş başka / Koltuğa geçti / Bir erkek bir kadın bir de Jung” bu mısralar Karaca’nın “Biri Sizinle Yolculuk Yapıyor” adlı şiirinden. Anlaşılan o ki Karaca psikolojiyle içli dışlı görünüyor. Psikoljik, psikanalitik teori ve önemli psikoloji ve psikiyatristlerden haberi olduğu anlaşılıyor. Bu şiirde Karaca, Analitik Psikolojinin kurucusu Jung‘a göndermede bulunarak bilinçaltı konularını da şiirine yansıtıyor. Tabii şiirde kararında kullanılan felsefe, o şiiri hem derinleştiriyor hem de zenginleştiriyor. Karaca da bunu hakkıyla yapıyor.

Zeynep Karaca, şiirlerinde geçmişle bugüne eleştirel bir gözle de bakabiliyor. “Babaannemin Ejderhası” adlı şiirinde, “tesbih”le “tweet atma” eylemi arasında, kullanılan materyallerin çağlarını yansıtması bakımından ironik bir şekilde senkronize bir bağ kuruyor. Buradan baktığımızda şair aslında çok cesur arayışlar içinde. Son dönemlerde çokça kullanılan sosyal medya sözlerini şiirinde kullanıyor.

Babaannem büyülü gerçeklik akımından çıkmış / Ejderhası var onun / Benim geleceğimi biliyor / Babaannemin mitleri var, sabır her kapıyı açıyor / Ben odada tweet atıyorum / Babaannem tespih çekiyor…” Bu şiirde kuşaklar arası değişim bütün açıklığıyla mısralara yansımış.

Karaca’nın şiirlerinde sade bir söyleyiş ve yalın bir dilin kullanıldığını da görebiliriz. Şiirlerde söz sanatları da es geçilmemiş. Kitaba adını veren “Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek” adlı şiirde:

Üzmüyor artık sınırlı şeyler / İçinden dışına bir sınır da öyle / Ülkelerin belki de bir kalbi var / Renklerle çevrili, renklerle atan / Sana bana dair olmuş olan ve olacak / Sıtma geçirmek gibi bir tren üşümesi…

Ülkelerin belki de bir kalbi var” ve “sıtma geçirmek gibi bir tren üşümesi” dizelerinde insana ait özelliklerin doğaya aktarılması yoluyla hem deyiş aktarması hem de kişileştirme sanatı yapılmıştır.

Serbest şiirler yazan şair, genellikle anlama bağlı kalarak dizelerinin bir kısmını uzun, bir kısmını da kısa tutuyor.

Zeynep Karaca şiiri istikbal vaat eden bir şiir. Şair; duygu düşünce, kavram ve nesneleri şiirinde olabildiğince ölçülü kullanıyor. Ne bütünüyle felsefeye yaslıyor şiirini ne arabeske kaçan sulu göz bir duygusallığa… Karaca imgesel olanla yalın olanı başarıyla buluşturuyor. Özgün imgeleri ve taze buluşlarıyla bize şimdiden, Türk şiirinde kalıcı olacağını hissettiriyor. Yolu açık olsun.

Muaz Ergü

12 Eylül 2023 Salı

Hep aynı olana maruz kalmak

Byung-Chul Han, Ötekini Kovmak’ta modern zamanların ürettiği sahte biriciklikten dem vuruyor. Chul Han, metinlerinde insanı merkeze alarak eleştirel bir düşünce üreten nadir çağımız yazarlarından. Belki de filozoflarından. Chul Han’ı önemli kılan ürettiği düşünceyi tek bir izlekte ele almaması, modern zamanlara dair neredeyse her olguyu birbirine bağlamakta ve bağlantı kurmaktaki ustalığı.

Modern zamanların öznesi olan insan, kendisini farklı kılmanın peşindedir Chul Han’a göre. Farklı kılma eylemini ise ötekiyi kovarak, kendisini her anlamda ötekinin varlığından soyutlayarak başarmak ister. Öteki ortadan kaldırıldığında ise kişi, yapay bir dünya kurmuş olur kendisine. Kendisini şekillendirdiği örneklemeler, modern zamanın ve kapitalizmin teknoloji vasıtasıyla ona dayattığı modellerdir çünkü. Böyle olunca da ortaya birbirinin aynısı, farklı kişiler çıkmaktadır. Herkes kendisini marjinal bulurken, aslında koca bir insanlık sürü konumuna düşmüştür.

Aynının terörü” diye tanımlar bu çıkmaz sokağı yazarımız. Dünya yapaydır çünkü sanal bir yaşam sürdürülmektedir. İnsanlar seyahat etmektedir ama hiçbir deneyim yaşamamaktadır. Takdir kendisini like’a bırakmıştır. Bilgi yığını vardır ama kavrayış yoktur. Ciltler dolusu kitaplardan bilgiye erişme çabası, çalışma yerini yüz kırk karakterlik tweetlerden ham bilgi almaya bırakmıştır. Bilge vardır ama onda olan aslında sadece kabuktur, hiçbir mevzuyu derinlemesine kavramamıştır o, sadece o mevzuya dair birkaç cümle söz söyleyebilmektedir. Tweet atmasına yetecek kadar. Gelen like’lar da kendisini tatmin etmesi için yeterlidir. Birçok takipçisi vardır ama tek bir dostu yoktur. Yeni bir kişiyle karşılaşmıyor, tanışmıyordur ama binlerce kişiyle etkileşim halindedir. Hal böyle olunca insanın yaşadığı dünya “sanal”, “yapay” bir dünyadır. Gerçekliğin olmadığı bir dünyada da kendine haslık kaybolmuş, her yeri “aynı”lar kaplamıştır.

Teknoloji bir oto-propaganda aygıtı olmuştur. Ötekine, farklılığa ihtiyacımız yoktur. Önümüze halihazırdaki profilimizden yola çıkarak ilgimizi çekecek şeyleri çıkarır. Sınırsız tercih özgürlüğünün olduğu bu sanal dünyada hoşumuza gideceğinden emin olduğumuz videoları izler, programları takip eder ve hesaplarla takipleşiriz. Hep aynıya maruz kalırız. Farklı biriyle karşılaşıp da tanışmaz, onun bize katacağından habersiz hep aynının içinde bir ilüzyona maruz şekilde yaşamımızı sürdürürüz. Dijital ağlar, etrafımızı kuşatmıştır. “Dijital ekran hayrete müsaade etmez.” Dünya bir reklam sahnesine dönmüştür, insanlar da dahil olmak üzere her canlı ve her eşya, her duygu ve her değer bir üründür, tanıtılmalıdır, beğeni toplamalıdır, ilgi çekmelidir. Beğeni toplamayan ürün, (insan da olsa!) kendisine sahnede yer bulamaz. Dolayısıyla kişiyi hayrete düşürecek bir ötekiye bu sahnede yer ayrılmamıştır. Öteki yoksa, hayret de yoktur. Hayret yoksa bir insanın kendine özel bir yolculuktan bahsedilemeyecektir. Ancak kendi yolculuğunu gerçekleştirebilen insanlar, biriciklik konumuna erebilir. Kendi yolculuğuna çıkamayıp ona sunulan yola girenler ise, yolun içindekilere de uyacak böylece taklit bir yaşama sahip olacaklardır.

Her şeyin ve herkesin aynılaşması, anlamı da ortadan kaldırır. Anlam ortadan kalktığında yaşam kadar ölüm de anlamsızlığa bürünür. Oysa yaşam kadar ölüm de insanın kendisine, kendisini gösterir. Kendilik, biriciklik kendine ait bir yolculuğu, bir yaşamı olanların sahip olduğu bir şeyse, ölüm de elbette kişinin kendisine aittir. Günümüz toplumu ise acıya, eksikliğe, olumsuzluğa karşı bir zırh kuşanmıştır. O daima pozitifliğin peşindedir. Oysa daimi pozitifliğin kendisi negatif bir sonuca gebedir. Salt pozitiflik, aslında aynı zamanda salt negatiflik demektir. Çünkü anlam, pozitiflik ile negatifliğin birlikte olmasından doğar. Pozitiflik kadar negatiflik de insanı geliştirir, diri tutar, olgunlaştırır. Modern insan önce ölümü çıkarmıştır hayatından, sonra da tüm negatiflikleri. Hastalık kötüdür, başarısızlık kötüdür, aksilik kötüdür. Ondan kaçmalıyız, daima mutlu ve neşeli olmalıyız. Bütün bunlar haksızlıktır. Bu düşünce de insanı daimi mutsuzluğa sürükler. Sadece kişi veya eylem değil, duyguda da öteki dışlanmıştır.

Chul-Han, Ötekini Kovmak’ta “öteki”nin içine giren tüm meseleleri tek tek ela alıyor. Derinlemesine inceliyor ve insan yaşamıyla bağdaştırarak eksikliklerini, bu eksikliğin açtığı gedikleri tespit ediyor. Böylece modern insanın düştüğü çıkmaz sokağı bir kez daha tüm çıplaklığıyla tarif ediyor. Çıkmaz sokak dememizin nedeni ise modern insanın bu sokağı kendi eliyle var etmesi. Yoksa sokağın bir çıkışı var. O da eserde.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_