9 Ağustos 2023 Çarşamba

Savaş sonrası tükenmiş bir neslin portresi

Çağdaş İngiliz Edebiyatı’nın yaşayan en önemli yazarlarından Julian Barnes, Bir Son Duygusu, Flaubert’in Papağanı, Metroland, Benimle Tanışmadan Önce, Bir Çift Söz ve Seni Sevmiyorum gibi romanların yazarı fakat hepsi bu kadarla bitmiyor, Dan Kavanagh ve Edward Pygge mahlaslarıyla yazdığı polisiye romanlarıyla da okurların gözbebeği. Man Booker ödülüne üç kez aday olduktan sonra 2011’de Bir Son Duygusu romanıyla ödülü almaya hak kazanan Barnes’ın tüm kitaplarını yayımlayan Ayrıntı Yayınları, en son romanı Biricik Hikâye’yi Serdar Rifat Kırkoğlu çevirisiyle okurlarına kavuşturdu.

Daha çok sevip daha çok ıstırap çekmeyi mi yeğlersiniz; yoksa daha az sevip daha az ıstırap çekmeyi mi? Sanıyorum sonuçta tek gerçek soru bu” diye başlıyor roman ve hemen ardından böyle bir soru sorma şansımızın olmadığını, bu durumda sorunun da olmadığını çünkü hiçbirimizin ne kadar sevdiğini kontrol edemediğini söylüyor. “Eğer kontrol edebiliyorsanız, o zaman aşk değildir o. Bunun yerine başka ne diyeceğimizi bilmiyorum ama aşk değil,” diyor anlatıcı. “Sayısız hikâyeye dönüştürdüğümüz sayısız olay vardır. Ama önemi olan, sonuçta anlatmaya değer olan tek bir hikâye vardır. Bu benim hikâyem.

Bu roman, baş kahramanı ve anlatıcısı Paul Roberts’ın biricik hikâyesi. Paul Roberts, on dokuz yaşındayken tanıştığı, kırk sekiz yaşındaki evli ve iki çocuklu Susan Maclead’le yaşamış olduğu derin aşk ilişkisini ileri bir yaşındayken hatırlayıp okura aktarıyor. Bu hikâyeyi okura aktarırken Paul’ün tek dayanağı ise belleği. Paul bize bazı detayları hatırlamadığını, önemsemediğini, aktaramayacağını da söylemeyi ihmal etmiyor lakin bu kurmaca dahilinde okurun Paul’ün belleğine güvenmek, inanmaktan başka çaresi de yok. Yer yer tekliyor, anlatı duraksıyor, unuttuğu bir yeri başka bir hikâyeyle yamalıyor. Bunu yaparken de birinci, ikinci ve üçüncü tekil anlatımları birbirine harman yapıyor, yaptıkça dil zenginleşiyor, kimi yerde duygu şöleni, kimi yerde dil ziyafeti kimi yerde de edebiyat harikaları yaratıyor Barnes.

Kitabın konusuna gelince; okulu yaz tatiline girince zamanını geçirmek üzere anne babasının yanına gelen Paul, kasabanın tenis kulübüne geçici üye olur, çiftler turnuvasında Susan’la eşleşen Paul, “kura da bir çeşit yazgıydı değil mi?” derken kaderci yönünü ortaya çıkarmaktadır. Susan’la önce tenis partneri, sonra arkadaş ve en nihayetinde sevgili olan Paul kendinden yaşça büyük bu kadının ekseninden senelerce kurtulamaz. Susan Maclead’ın kocası kaba saba bir taşra insanıdır, aralarında en ufak bir cinsel yakınlık olmadığını öğrendiğimiz karısı Susan’a fiziksel şiddet uygular, bağırır ve çoğu zaman da umursamaz. Görünmez olduğu, mutsuz bir evliliğin içinde hapis kalan Susan’ın Paul’e aşık olması kaçınılmaz olur. Susan’ın evliliğinde tek eksik cinsellik değildir, Susan’ın Paul’e aşık olmasının yegane sebebi de bu olamaz fakat tuhaftır ki Paul hiçbir hayali, amacı, emeli olmayan sıradan bir delikanlıdır. Susan’ın arkadaşı ona bir iş bulması ve para kazanması gerektiğini öğütler oysa Paul’ün hayata dair bir iş planı yoktur, politikadan anlamaz, hevesleri, heyecanları yoktur. Buna rağmen kendinden yaşça büyük ve olgun bir kadınla Londra’ya kaçmayı başarır. Bundan sonrasını okumanın ve satır aralarında dolaşmanın keyfini okura bırakalım.

Üç bölümden oluşan bu roman İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yani yüzyılın ikinci yarısında yaşayan ve sıkışmış olan bir neslin tükenmişliğini konu alır. Kadının ev içinde kıstırılmışlığına, cinsellik olmayan bir hayata mahkum edilişine değinirken birbirinden kopuk ve uzak yaşanan ilişkilerin, kalabalık yalnızlıkların ve aile içi sırların da fotoğrafını çekip okura yansıtır. Bir akşam yemeğinde sofra etrafında dönen önemsiz sohbetlerden, bir bulmaca karesine sığdırılmaya çalışan sözcüklere kadar derinlemesine inceleyebileceğiniz bir anlatıdır bu. Hafızamızın güvenilirliğini sorgulayacağımız, belleğin derinliklerine kazınmış anılarınızı hatırlayacağınız ve bunları yaparken size bir edebiyat şöleni yaşatacak bir roman. On dokuz yaşında bir delikanlı hiç farkında bile olmadan kendini içinde bulduğu ve topluma göre dengesiz görünen bu ilişki dinamiğinin içinde sıkışıp kalır hatta kendi deyimiyle “dosdoğru aşkın içine düşer”. Kendi delikanlılığını, aşka düşme hikâyesini, ailesiyle yüzleşmesini, işsizliğini, parasızlığını, yetersizliğini ve hatta kötü sevişmelerini anlatırken de dürüst ve dobradır. Bu bir pişmanlık anlatısı değil, daha ziyade iç travmalar ve dış sebepler sonucu vazgeçmesi gereken bir aşkın anatomik incelemesidir. İçinde yaşadığımızda bir türlü konduramadığımız, ne kadar büyük bir sevda yaşadığımızı anlamadığımı ve lakin kaybettiğimizde sevdamızın büyüklüğünü fark edebildiğimiz bir ilişkinin geniş açıdan bakılmış bir panoraması. Susan kendi nesli için “tükenmiş” derken bu tükenmişliğini gizli gizli içtiği alkolde ve bastırılmışlığı da yerini suyla doldurduğu viski şişesinde görürüz. Yeniyetme bir delikanlının heyecanlarını, bir kadının cesaretini, deneyimli olduğunu düşüneceğimiz iki çocuklu bir kadının deneyimsiz sevişmelerini görüyor, aşkın bir hayatı nasıl dönüştürebildiğini, sevginin her şeyi alt edebileceğine bir an olsun inanıyoruz. “Evden nefret ediyorum” diyen Paul’e, “O zaman neden ona ev diyorsun ki?” diyen Susan bu ontolojik mesele üzerine bizi düşündürüyor. “Hayatta en önemli şeylerden biri güvendir. Biz hepimiz güvenli bir yer arıyoruz. Eğer bu yeri bulamazsan, o zaman zamanı geçirmeyi öğrenmen gerekir” cümlesinde kendi güvenli yerimizi sorguluyoruz.

Kısacası Julian Barnes bu romanında savaş sonrası dönemde yaşayan tükenmiş bir neslin portresini çizerken, aşkı, kaderi, vazgeçmeyi, güvenmeyi, insan ilişkilerini, aidiyet duygusunu sorguluyor, sorgulatıyor. Susan’ın defterine yazdığı şu cümleyi de alıntılayarak bitirelim: “Hiç sevmemiş olmaktansa sevmiş olmak ve kaybetmek daha iyidir.” Sizlerin de kendi biricik hikâyenizi düşüneceğiniz, hayatınızı sorgulayacağınız bir okuma yolculuğu dilerim…

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

8 Ağustos 2023 Salı

Hayata birkaç adım geriden bakmak

Bir yanımız her zaman güçlü, sağlıklı, bilgili, zengin, doğru ve düzgün görünmek için pürüzsüz, kemiksiz, kılçıksız bir benlik inşa etmeye çalışanlarla dolu. Öyle oldukları için değil, öyle zannetmek istedikleri için. Bir yanılgıdan yaşam çıkarabilmek ve ona inanmak için böyle yapıyorlar. O yüzden de en iyi oldukları yerden vuruluyor kaleleri, oradan bir gedik açılıyor. Karşılarında düşman yok oysa, hayat var. Hayat onlara tam oradan gösteriyor gerçekleri. Öğretiyor demedim, gösteriyor dedim. Çünkü öğrenmek, yaşamdan ve kendinden kaçanların becerebileceği bir şey değil.

Diğer yanımızdaysa acılarını, hüzünlerini, yaralarını bedeninin her yanına bir dövme gibi kazımış -belki de bu yüzden dövmeye, süse, şatafata ihtiyaç duymamış-, düştüğü yerden kalkmayı, kalkamadığı yerde çökmeyi bilmiş, bazen zaaflarından bazen oyuklarından vurulmuş, vuruldukça hem kanamış hem büyümüş, büyüdükçe sessizleşmiş ve hudâyinâbit yetişmiş kimseler var. Onları dalgınlıklarından, gülüşlerinden, kelimelerinden tanıyoruz bazen. Ama en çok da yaşamın her yanını güzel sevip güzel kaybetmelerinden, güzel beklemelerinden, belki güzel ölmelerinden.

Gökhan Ergür, Yaşanmayacak Kadar Güzel’de acılarını saklamayanlara, yaralarını gizlemeyenlere, yürüdüğü yolda sık sık savrulanlara, yenilgilerinden tecrübeler inşa edenlere sesleniyor. Bunu yapmak için hayata birkaç adım geriden bakmak gerekiyor, o da öyle yapıyor. Bu geride durma eylemi, yaşamak denen savaştan kaçmak gibi anlaşılmasın; bazen cepheyi, muharebe sahasını teferruatlı görebilmek için hadiselerin merkezinden uzaklaşmak gerekiyor. Zamanın insanı koşar adım yaşamayı bir şey zannediyor, sonunda bir hiç elde edeceğini bile bile. Esas kaçış, sürekli bir şeylere yapışmakta olsa gerek. Sürekli yeni şeyler bulup onları put edinmekte, yeni alışkanlıklar ve hatta bağımlılıklar üretmekte. “Ismarlama bir hayatı bırakıyorum” diyordu İsmet Özel. Çünkü yaşamak, kendine sahiden yaşam kurabilen cesurların hakkı. Bunu ısrarla, samimiyetle dile getirenlerin ve şöyle yazabilenlerin: "Bilirsin ki herkes gitmeleriyle meşhurdur, bak işte yeniden baş başayız. Ben yeniden yazıyorum; yorgunluklarımı yazıyorum, yarınsızlığımı yazıyorum, kaybolan çılgın neşemizi, geç gelen farkındalığın acısını, pişmanlıklarımı yazıyorum; elimden başka da bir iş gelmez bunu en iyi sen biliyorsun."

Bazen hikâyenin sonunun acı biteceğini biliriz ama yine de o hikâyeyi okumak isteriz. Hayatta da böyledir. Bir hadise vuku bulur, içimizde bir şeyler canlanır, olacakları önceden kestirebiliriz ve bunun sonunda acı var, hem de çok acı var deriz. Ama yine de yaşamak isteriz. Üzerine gitmek, alacağımızı almak, vereceğimizi vermek, durmak, beklemek, koşmak, dövüşmek. Yakasına paçasına asılmak isteriz hadisenin. Tüm bunlar olurken, biraz işaretleri okumaya da meraklıysak eğer, içimiz cız eder sürekli. Can bulduğumuz yerde yeniden cansız kalacağımız gerçeği bir selam verir. Aleykümselam deriz, demeliyiz. Candan geçmeden hakikat ayan olur mu insana hiç, diye teselli ederiz kendimizi. Gökhan Ergür de teselli ediyor cümleleriyle. “Geçecek, merak etme” demiyor ama. “Yine gelecek” diyor. Bu giden, yeni gelenin habercisi. Acını da neşeni de kendine zevk edin diye oluyor her şey. Giderek, acıdan da neşeden de geçmek gerekecek bilesin. Çünkü toprağa gireceksin. Bedeninin şahit olduğu yaralarla ruhunun şahit olduğu yaralar başka, bambaşka. İkincisi seni insan eylediyse, artık iyisin.

Yorgunluğumuzu tanıyan ve anlayan birilerine muhtacız hepimiz. Hem de çok uzunca bir süredir.” diyor Gökhan. “Hiçbir şey umduğumuz gibi gitmedi. O adreslerde oturan kim varsa taşınmış, bizimle beraber yol yürümeye söz verenler ilk dönemeçte herkesten evvel kaçmış. ‘O bunu yapmaz,’ dediğimiz kim varsa bir güzel bizi şaşırtmış ve yorgunluğumuza yorgunluk katmış.” diyerek devam ediyor sonra. Bu hep böyle mi olacak? Evet, böyle olacak. Yazının başlığı “Peki şimdi ne olacak?” diye soruyor, yazarı da şöyle cevap veriyor: “Dünyada sınırlı vaktimiz kaldı ve hepimiz öleceğiz. Bu sınırlı vakitte hayatımızı kimin ve neyin peşinde geçireceğimizi yine biz belirleyeceğiz. Kendi payıma; güzel olanı sevmeye ve güzeli anlatmaya, yazmaya, şerefimle yaşamaya, Likya Yolu’nu tamamlamaya, Troya ve Artemea Yolları için plan yapmaya, eski üretim birkaç Mont Blanc bulmaya, gönlü kırıklara yalnız olmadıklarını hatırlatmaya, Şule Gürbüz okumaya, Eşbabiye Meseli’ne ve niçin dünyaya geldiğimizi hep hatırlayıp ona göre yaşamaya devam edeceğim. Rotanızı belirleyin. Zaman azalıyor.

Ölene kadar sürecek bir çarpışmadır hayat ve Fante’dir bunu söyleyen. Her karamsar cümlenin kendine mahsus bir gerçekçiliği vardır elbet ama biz işi Nimri Dede’ye getirelim ve hepimiz insan olmaya geldik, diyelim. Başka türlüsü kötümser olur ve kötümserlik, esas acziyetin yaraları saklamakta olduğunu bilenlerde sakil durur. Tıpkı hak edilmemiş bir hayatın, o hayatı sürdürenlerde pot yaptığı gibi. Nasıl da anlıyoruz onları değil mi? Instagram sağ olsun, biraz da Twitter. Nasıl da içlerindeki oyukları görmezden gelip yaşam satıyorlar. Nasıl da yüzlerindeki en az kırk maskeyi ayrı ayrı parlatıp her seferinde bize farklı şeyler sunuyorlar. Onları suçlamamalıyız. Çünkü biz bir şeylere hemen inanmaya müptela olduk artık. Her fikri bir kurtuluş reçetesi olarak kabul etmeye, içeriklerini ve yan etkilerini bilmediğimiz hapları yutmaya, sonra onları hazmetmeden yeni inanılacak şeyler, yeni reçeteler, yeni haplar bulmaya hazırız. Çok çiğ çağ: boynumuzdaki ipi de ayaklarımızın altındaki sandalyeyi de biz koyduk oraya, başkaları değil. Öylesine bir kul olduğumuzu hatırlamayı kendimize çok gördük. “Madara Olmadan” başlıklı yazısında şöyle diyor Ergür: “Hepimiz büyük davaların peşinden koşmak zorunda değiliz. Büyük sözler söylemek, büyük işler başarmak, dünyayı kökünden değiştirmek, hiç yapılmamışı yapmak zorunda da değiliz. Ailemize sahip çıkmak, komşumuza el uzatmak, temiz para kazanmak, yalan söylememek, dedikodu yapmamak, marketteyken evi aramak, çocuklarla uzun sohbetler etmek, kargo görevlisine hatır sormak, becerebiliyorsak tüm gücümüzle onu sevmek, Ergin Günçe şiirleri ezberlemek ve karınca yuvalarının etrafını taşla işaretlemek en büyük kahramanlıktır zaten.

Ergin Günçe bir şiirinde “Çılgınlığı unuttu bütün çocuklar / kapılar ardına dek kapanıverdi” diye yazmıştı. Gökhan Ergür’ün kitabı bana bu dizeyi hatırlattı. Yeni çılgınlıkların hayalini kurabilmeye, sonra onları yaşamak için hiç gidilmemiş kapıları çalmaya, hayatın bizden aldıklarını geri kazanmaya, unutulanları hatırlamaya, kayıpları onarmaya, yaşamın bin bir işaretinde tecelliyi yakalamaya, sıkıntıdan umut devşirebilmeye bir adım niyetine okudum Yaşanmayacak Kadar Güzel’i. Çok güzel olmuş, dedim sonra. Pürüzlü, kılçıklı, kemikli. Çünkü acılı, hüzünlü, yaralı. Neşenin ve mutluluğun geçiciliğini öğrenmiş, bu yüzden önce ve daima huzura güvenmiş münzevi bir ihtiyar gibi güzel.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

31 Temmuz 2023 Pazartesi

“En Güzel Kıssa” ile kendi kıssamızın ardına düşmek

Büyükannelerimiz ve büyükbabalarımıza çocukluklarından ne hatırladıklarını sorduğumuzda; değişmeyen bir tablo olarak kış akşamlarında, gaz lambası altında, sobanın etrafında toplanmış aile bireylerinin bir yandan çay içip kestane ya da közlenmiş patates yediğini diğer yandan da evin büyüğü tarafından anlatılan hikayeleri dinlediğini ve bu hikayelerin yıllar geçse bile akıllarından silinmediğini anlattıklarını görürüz. Özellikle din ve ahlak eğitiminde hikayelerin, kıssaların, menkıbelerin, muhatabın mesajı anlaması ve bu mesajın onun zihnindeki kalıcılığı açısından ne denli mühim olduğunu hepimiz biliriz.

Kur’an’ın eğitim metodunda da kıssaların önemli bir yeri vardır. Kur’an metninin yaklaşık üçte biri kıssalardan oluşur. Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. Musa ve diğer pek çok peygamberin hayatından kesitler Kur’an’da yer alır. Bu kıssalar içerisinde öyle bir tanesi var ki; Allah (c.c) o kıssayı “Ahsenü’l-Kasas” yani kıssaların en güzeli olarak adlandırmıştır. Bir surenin başından sonuna kadar süren, diğer Kur’an kıssalarından farklı olarak kronolojik sıranın gözetildiği ve Kur’an’da sadece bir yerde geçen bu kıssa Hz. Yusuf kıssasıdır. “En Güzel Kıssa” Rabbimizin isimlendirmesinden mülhem olarak Hz. Yusuf’u bizlere Yusuf suresi çerçevesinde anlatan bir eserdir.

En Güzel Kıssa, Kur’an ayetleri çerçevesinde yazılmıştır ama bir tefsir kitabı değildir; Hz. Yusuf’un hayatını anlatır ama bir tarih kitabı değildir. Yazar zaman zaman kıssada geçen karakterleri analiz eder ama bir psikoloji kitabı ya da hayali kişi ve olayların anlatıldığı bir hikaye de değildir. En Güzel Kıssa; her okuyanın kendine birçok hisse çıkaracağı, hayatın içinden, hayata ışık tutacak; her bir Müslümanın hayatının farklı dönemeçlerinde yeniden düşünmesi gereken ilkeleri içselleştirmesi için başvuracağı, tekrar tekrar okunası bir başucu kitabı mesabesindedir.

Emekli Üsküdar Başvaizi Fatma Bayram, otuz yıllık görev hayatında ve sonrasında adım adım Kur’an kıssalarının izini sürmüş ve Müslüman’ın şahsiyetinin oluşmasında kıssaların ne denli önem taşıdığını her vesileyle ifade etmiştir. “Kur’an, muhatabının şahsiyetini verdiği peygamber örnekleriyle inşa eder.” diyen Fatma Bayram, hem kendi hayatında kıssaların yol göstericiliğine başvurmuş, hem de içinde bir nehir gibi çağladığını ifade ettiği “paylaşmak” güdüsüyle yaşamının her döneminde farklı mecralarda onu dinleyen muhataplarının gönüllerine bir vesile ile dokunmuştur. En Güzel Kıssa da Fatma Bayram’ın bu alanda yıllardır edindiği ilmî ve tecrübî birikimin satırlara dökülmüş halidir.

Kitabı okurken Yusuf suresinin her bir ayetini derinlemesine düşünüyor, hem Hz. Yusuf’un hayatında Rabbimizin hikmet tecellilerini görüyor hem de yazarın açıklamaları vesilesiyle kıssanın günümüze yansımalarını arayarak, verilen mesajların her birimizin hayatında nereye tekabül ettiğini keşfetmeye çalışıyoruz. En Güzel Kıssa’yı okurken kendi içimizdeki Yusuf’la bir yolculuğa çıkıyoruz. Kendimizi zaman zaman Hz. Yusuf’un, Hz. Yakub’un, Yusuf’un kardeşlerinin, azizin ve azizin karısının, Mısırlı kadınların ya da zindandaki arkadaşların yerine koyuyoruz. Bazen kendi kuyularımızda yalnızlığımızı, bazen zindanda çaresizliğimizi, bazen de hazinelerin mesulü olarak Mısır sarayında sorumluluklarımızı düşünürken buluyoruz kendimizi. İnsanın hayatı boyunca karşılaşabileceği ve etkisinden kurtulmak için ömür boyu mücadele edeceği olaylar sanki Hz. Yusuf’un hayatında bir araya gelmiş ve biz de kıssayı okurken, pek çok açıdan kendi hikayemizi okur gibi hissediyoruz. Hz. Yusuf’un ilkeli duruşuna, sağlam karakterine, psikolojik gücüne, hayat enerjisine, her durumda ümitvâr oluşuna ve Rabbine duyduğu koşulsuz ve tam güvenine hayran oluyoruz.

En Güzel Kıssa, Fatma Bayram’ın 2008’den bu yana farklı mecralarda yaptığı Yusuf kıssası sohbetlerinin derlenip metinleştirilmesi neticesinde iki kapak arasına alınmıştır. Konuşma dilinin yazı diline aktarılması çok riskli ve zor bir süreçtir fakat kitabın editörü Yasemin Muş’un titiz çalışması bu sıkıntıyı ortadan kaldırmış olmalı ki, kitabı okurken karşımızda Fatma hoca konuşur gibi hissediyoruz fakat metinde bu üslup sakil durmuyor. En Güzel Kıssa, samimi, öğretici, yazarın deyişiyle “bir miktar retorik ve didaktik” aynı zamanda her seviyeden okurun istifade edeceği bir dile sahip, katman katman zengin içeriğiyle her evin kütüphanesinde yer alması gereken bir eserdir. Son olarak En Güzel Kıssa için, özellikle gençlerin elinin altında bulunduğunda onların bakış açılarını değiştirip, ufkunu genişletecek, içimizdeki Yusuf’lara kuyudan saraya yükselme yolculuğunda rehber olacak ve her birimizin kendi kıssamızın ardına düşmemizi sağlayacak bir kitaptır diyebiliriz.

Esra Çetiner

İbn Arabî'ye göre ilâhî aşk

İbn Arabî’ye göre ilahi sevgi, Allah’ın bizi, hem Kendisi hem de bizim için sevmesidir. O, bunu açıklarken Maide suresinin 54. ayetine işaret eder: “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.”. Allah yaratılmışlarda, Kendinden başkasını sevmez. Demek ki her âşığın, sevenin gözü içinde, her sevgide, her sevgilide O zahir olmaktadır. Bu da varoluş içinde tek bir seven olduğu sonucunu çıkarır; âlem hem sevendir, hem de sevilen.

Allah’ın bizim hiçbir amelimize, ibadetimize ihtiyacı yoktur. Bizi Kendisi için, bilinmek istediği için yaratmıştır. Bu da bize bilmeden sevmeye doğru giden bir yol olduğunu gösterir. İnsan bilerek, bilmeye çalışarak aynı zamanda muhabbetini, sevgisini artırır. Kitaplar ve sohbetler de bu anlamda önemlidir. İbn Arabî, özellikle “mürşid kitapların” ve Hakk dostlarının sohbetlerindeki nazarın, saliklerin nezdindeki önemine işaret eder.

İbn Arabî, Nûr suresinin 41. Ayetinde ise ilahi sevginin başka bir yönüne işaret eder. “Göklerde ve yeryüzünde bulunan kimselerle, saf saf uçan kuşların Allah’ı tespih ettiğini görmez misin? Her biri duasını ve tesbihini kesin olarak bilmektedir.” Burada “görmez misin?” sorusuna kadar olan bölüm tüm mahlukat için geçerlidir ancak “görmez misin?” sorusu doğrudan Hz. Peygamber’edir. O görmüştür. Biz ise bu bilgiye iman etmişizdir. Bu bilgiye iman edişimiz bizi bir sevgiye götürmekte ve çekmektedir.

İlahi sevgi bağlamında İbn Arabî, Hakk’ın bize pek çok kanıtlar sunduğunu gösteriyor. Rızıklar, nimetler, kazalar, belalar ve Kur’an-ı Kerim’de dünya ile ahiret için bize yarar sağlayan bilgiler vardır. Her birinde Hakk’ın sevgisi aşikardır. Allah bize daima kendisini hatırlatmaktadır. İnsanoğlunun aklı, Hakk’a şükretmekten ve yaşadıklarına sabretmekten aciz kalırken, Hakk daima sabredenlerle ve şükredenlerle beraber olduğunu söylemiştir. Bu durum mutasavvıfların “Görenedir görene, köre nedir köre ne?” sualini aklımıza getirir. Hayattaki bazı işaretleri ve bize sunulan bilgileri bir araya getirdiğimizde, “Hakk’tan ayan bir nesne yok, gözsüzlere pinhan imiş” gerçeğiyle karşılaşmamız çok doğaldır.

İbn Arabî, “Bilinmeyi istedim” buyruğunun her an tecelli ettiğini belirtiyor. Sevgi her an işliyor. Ona göre Kur’an bize uyarı mahiyetinde buyrulan ayetlerin sonunda ya da başında Hakk’ın Rahman ve Rahim olduğunun hatırlatılması dahi sevginin bir ispatı, işareti anlamına geliyor. “Allah bizim için neyi sakladığını göstermektedir” diyor İbn Arabî. O saklanan ise O’nun sonsuz rahmeti, merhameti.

Allah bütün acıları var edendir ve bütün acıları ortadan kaldırandır” diyor İbn Arabî. Acıların verilmesinin de acıların ortadan kaldırılması da, derdin ve dermanın sahibi olan Allah’ın sevgisinin bir tecellisi. Burada kullardan beklenen şikayet etmemek, sabretmek. İsyan etmemek, şükretmek. İbn Arabî, arınmış bir nefsin Rabbini razı edecek işlerin peşinde koşması gerektiğini hatırlatır. Zira Allah’tan başka bir ilah yoktur ve bu gayretle beraber kişiyle hakikat arasındaki perdeler yırtılır, hakikat giderek ışıldar.

Bizim Hakk’ı sevmemizin ilkesi görmek değil, duymaktır. İbn Arabî burada “Kün” emrine işaret eder. Biz önce o sesi duymuşuzdur ve bu dünyada da o sesi aramaktayız. İbn Arabî’nin “Âlem Hakk’ın nefesinden meydana gelmiştir. Biz Hakk’ın tükenmeyen kelimeleriyiz” sözünden de bu anlaşılmaktadır. Kün tecellisi her an yaşanmaktadır, dolayısıyla O’nun bilinmeyi, yani sevilmeyi ve dolayısıyla insanın sevmesi de her an çalışmakta, işlemektedir.

İbn Arabî’ye göre ilahi sevginin son basamağı, bu sevginin mahiyetini öğrenmektir. O da sürekli kavuşmak arzusuyla sevenin Sevilene doğru çekilmesidir. Burada çekim denilense muhabbetin şiddetli hâli olan aşktır. Gaye, bu şiddetli muhabbettir. Aşk, vuslat yolunda bir vesiledir. Vuslatta ise artık sen-ben yoktur. Vuslat, ilahi aşkta sevenin, Sevilende yok olmasıdır. Buradaki yokluk, kaybolma veya bitme manasında değildir. Fani olanın Baki olanla kavuşması, dolayısıyla sonsuzluğa ulaşmasıdır.

İbn Arabî, “Arzun sahih olsaydı sana çareler gösterilirdi” diyerek ilahi aşk yolcularını uyarır. Bu sevginin en önemli özelliği nefsani değil ruhani olmasıdır. Bir haz ya da geçici zevkler değil, daimi bir şevk ve iştiyak bu sevginin niteliğidir. İbn Arabî burada ilk dönemin büyük sufilerinden Zünnûn el-Mısrî’nin anlatımına atıfta bulunur: “Allah’ın kalplerini muhabbetinin saflığıyla doldurduğu kulları vardır. Onların ruhlarını Kendisini görmenin özlemiyle açmıştır. İlahi! Sen onlara Kendinden anlamanın tadını tattırdın. Bu, onların hayatlarındaki en güzel tattır. Onların kalplerine melekutunda dolaşma imkânı, hatta sevenlerin muhabbetinin unutturduğu şeyleri verdin. Özlem duyanların özlemi Sana bağlandı. Kalpleri yalnız Sana döndü. Sadıklar Seninle ünsiyet buldu. Korkanların korkusu Sana yöneldi. Rahatlık, onların bıkmasından umudunu kesti. Yorgunluk ve uykusuzluktan bıkmadılar.

İbn Arabî, ilahi aşka sahip insanların vasıflarını da açıklar: Hüzün, şevk ve özlem onların temel özelliğidir. Sık sık kendilerinden geçip vecd halini yaşarlar. Sık sık dünyadan uzaklaşma isteğiyle yalnız kalmak, uzlete çekilmek isterler. Ciddi kara sevdayla bazen neşe bazen kederle akıllarını devre dışı bırakır, sekr halini yaşarlar. Zaman zaman ağlayıp sızlayarak, of çekerek, inleyerek yanıp kavrulurlar. Tüm bu hallerin özünde ise Hz. Peygamber sevgisi ve O’nun sünnetine riayet vardır. Bu şekilde ilahi sevgileri daha da şiddetlenir. İbn Arabî ilahi aşka sahip insanların özelliklerini açıklarken daha da detaylandırır: “Onlar, üzerlerine hüzün bulutları yağanlardır. Korku ve üzüntüyü her an taşıyanlardır. Hakikat (ölüm ve yakîn) kadehlerinden içenlerdir. Bollukta, darlıkta, açıklıkta, gizlilikte, uykuda, uyanıklıkta daima Allah’la olanlardır. Tefekkürden ayrılmayanlardır. Eşyanın hakikatini kavrayıp onlardan ibret alanlardır. Gecenin bir bölümünü uyanık geçirip gözlerinden yaşlar akıtanlardır. Zayıf, nazik bedenleriyle, çatlamış dudaklarıyla, kurumuş gözyaşlarıyla, öldürücü derin iç çekişleriyle, Kur’an’ın gerçek dostlarıdır onlar. Hakk’ın özlemini duyanlar için gayelerin gayesidir Kur’an.

İbn Arabî, Kur’an’da Allah’ın hangi kulları sevdiğini özellikle vurgular. Bu aynı zamanda ilahi aşka talip kullar için rehber niteliğindedir. Bu özelliklerden birkaçı şöyledir: Allah, tövbe edenlere özel bir sevgi duyar. Allah et-Tevvab’dır. Kendi ismini ve niteliğini çok sever. Kulunda bunu gördüğünde sevgisi daha da artar. Burada İbn Arabî, “Hakk, kendisini O’ndan uzaklaştıran bütün hallerinde kuluna döner. Kul tövbe ederse ‘Her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir’ hakikati tecelli eder.” hatırlatmasını yapar. Yine burada mutasavvıfların kötülüğe iyilikle mukabele tavsiyesi de önemli bir çizgidir. Nefsi terbiye eden en önemli eylem, kötü bir davranışa maruz kalındığında tam tersi yönde hareket edilmesidir. Tüm bunlar, ilahi sevgi dairesinde işlenen hakikatlerdir.

İlahi aşk, yani Hakk’ın sevgisini, sevmesini kuvvetlendiren her nitelik ancak Hz. Peygamber’e uymakla mümkündür. Emirlere ve yasaklara dikkat etmek, güzel ahlak sahibi olmak, sünneti yaşatmak ve tüm bunları bir hayat nizamı haline getirmek, ilahi aşkın kaidelerindendir. Bu konuda son sözü yine Şeyhü’l-Ekber İbn Arabî’nin kendisine bırakmayı uygun buluyoruz: “Bil ki, sevgi makamı çok şerefli bir makâmdır. Gene bil ki, sevgi varoluşun aslıdır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

26 Temmuz 2023 Çarşamba

Fatih Sultan Mehmed’in entelektüel portresi

“Fatih tarihte imparatorluk kurucularının vasıflarını taşır, dünya hâkimiyetini amaç edinmiş kudretli bir asker ve geniş görüşlü bir kültür adamıdır. Fatih’in bütün hareketlerine, amansız önlemlerinde olduğu kadar ilmi ve sanatı himaye ve teşviklerinde şu esas fikir hâkimdir: Devletini her bakımdan dünyanın en üstün ve kudretli imparatorluğu haline getirmek.”
- Halil İnalcık (Kuruluş Dönemi Osmanlı Sultanları)

Sâmiha Ayverdi, 1953’te neşredilen “Edebî ve Mânevî Dünyâsı İçinde Fâtih” kitabında “Bütün ömrü tamamen zaferler ve muvaffakıyetlerle geçmiş olmasına rağmen, asla cihangirlik sarhoşluğu ile tütsülü ve gevşek bir ruh zafiyeti içinde görmediğimiz” bir portre çizer. Bu portreyi dikkatle incelediğimizde, fetih kelimesini tam manasıyla idrak etmiş bir padişahla karşı karşıya kalırız. O, 1453’te İstanbul’u fethedip dünya tarihine adını altın harflerle kazırken, İstanbul’u bir medeniyet, kültür, sanat şehri de yapmak istiyordu şüphesiz. Bunun arka planı muhakkak çok derindi ve oldukça ilgi çekiciydi. İsmail E. Erünsal hocanın Timaş Yayınları tarafından neşredilen Fatih’in Entelektüel Portresi adlı çalışması, işte bu arka plana hücum ediyor ve büyük padişahın meraklarını, kitaplarını, kütüphanelerini önümüze seriyor.

Bir kültür adamının doğuşuna tanıklık ediyoruz evvela. İlk yetişme çağlarından itibaren çok iyi bir eğitim aldığını görüyoruz. Doğu ve Batı kültürünü merak ediyor, bu iki kültürü bir araya getirme vazifesi üstleniyor, ulemayla ve şuarayla sık sık bir araya geliyor. Erünsal burada önemli bir konuya dikkat çekiyor: “Şunu belirtmek gerekir ki Fatih’in Batı medeniyetinin bilgi ve birikimi elde etmek için yaptığı faaliyetleri Saray’ın dört duvarının içine ve kendi özel hayatına münhasır olarak kalmıştır. Osmanlı tebaası ne resim ve madalyonla ne de Geç Antik Çağ’ın felsefesi, tarihi ve kültürüyle ilgilenmiştir. Fatih de bu konuda hiçbir çaba göstermemiş, Saray dışında İslâmî ilimlere, İslâm kültürüne, sanatına, şiir ve edebiyatına vâkıf bir İslâm halifesi gibi davranmıştır.

Buradan anlaşılıyor ki Fâtih, Doğu ve Batı kültüründen bir sentez elde etme gayretini bilhassa kendi şahsiyetinde gerçekleştirmiştir. “Bir defa Fatih Sultan Mehmed hadd-i zâtında âlim bir insandır: Müspet ilimlerle tıbba, aldığı ilk tahsil ve terbiye dolayısıyla meraklıdır.” diyor Süheyl Ünver. Peki kimdir gençliğinde ona bu ilim aşkını, merak etme istidadını aşılayanlar? Hocazâde Muslihuddin, Molla Gürânî, Molla İlyas, Sirâceddin Halebî, Molla Abdülkadir, Hasan Samsunî, Molla Hayreddin… Diğer yandan: “Fatih döneminde şiir meclisleri sadece sarayda değil, devlet adamlarının ve şehzadelerin konaklarında da düzenlenmekteydi. Sadrazam Mahmud Paşa’nın, Şehzade Bayezid’in, Şehzade Cem’in çevresinde dönemin birçok ünlü şairi toplanmıştı. Fatih, Divan sahibi bir şair olduğu gibi dönemindeki şairlerin de hamisiydi. Âşık Çelebi, onun herhangi bir devlet görevi dolayısıyla maaşı bulunmayan şairlere bin akçe aylık bağladığını söylemektedir.

Fâtih hangi eserlere ilgi duyuyordu? Bir kere onun Topkapı Sarayı’nda kurduğu kütüphanede İslâmî yazmalar dışında Grekçe, Latince, Ermenice, Süryanice, İtalyanca ve İbranice yazılmış yazma eserlerin de bulunduğunu belirtiyor Erünsal. Laeritius, Herodotus, Livy ve Quintus Curtius gibi tarihçilerin eserlerini okuyan Fâtih; Büyük İskender’in hayat hikâyesine ve eski Yunan tarihine büyük ilgi duyuyordu. Her gün Flavius Arrianus’un Anabasis of Alexander the Great adlı eserini okutturuyordu. Bunun yanında İlyada’lar, sipariş edilen haritalar da cabası.

İsmail E. Erünsal hoca, Fâtih’in şahsiyetini tarihî gerçekler noktasında ortaya koymanın zorluğunu da bizlere göstermiş oluyor aslında. Hükümdarlığının yanı sıra beynelmilel bir entelektüel olduğu gerçeği ise gün gibi ortada duruyor. Bizim en çok beslenmemiz gereken yönü de bu…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

25 Temmuz 2023 Salı

Aşırıya kaçan bir sevdanın getireceği felaketler

Tanzimat devrinin önde gelen yazarlarından biri olan Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul'un Tophane semtinde dünyaya gelmiştir. Yazı hayatına ise gazetecilikle başlamıştır. Amacı halkı eğitmek olmuştur. Bu sebeple yüz elliyi bulan eser kaleme almıştır. Dürdane Hanım romanı da Tercüman-ı Hakikat gazetesinde 1881 yılında tefrika edilmiş ve daha sonra kitap hâline getirilmiştir. Bu yıl ise Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından günümüz Türkçesine uyarlanarak okuyucuya takdim edilmiştir. Kitap, kahramanlarının adlarını taşıyan beş bölümden meydana gelir.

Roman ise Ulviye Hanım ile başlar. Ulviye, Mısır’dan gelen yirmi dokuz yaşında güzel bir kadındır. Edebiyata düşkün olmakla birlikte sıkı bir roman okurudur. Aynı zamanda meraklı ve güçlü bir karaktere sahiptir. Bir gün İstanbul’daki konağında yaşarken komşusu Dürdane Hanım'ın hayatını merak eder. Nitekim Dürdane Hanım henüz on sekiz, on dokuz yaşlarında genç bir kızdır. Küçük yaşta annesini kaybetmiş, babası ve Gülbeyaz Kalfa adındaki dadısıyla beraber yaşar.

Fakat bu durgun, sakin hayat Ulviye'nin gözünden kaçmaz. Mutlaka bu genç kızın hayatında başka şeyler de vardır diye düşünmeye başlar ve bir gün baba dostu olan İngiliz doktor konağa gelir. Sohbet sırasında telefondan bahseder. Ulviye’nin ise bu konu oldukça dikkatini çeker. Aklına şeytanca bir düşünce gelir ve telefonu kısa bir zaman içinde aldırarak odasına koydurur. Maksadı kuracağı bağlantı ile Dürdane Hanım’ı dinlemektir ki bu emeline zor da olsa ulaşır ve konuşmaları büyük bir zevkle dinlemeye başlar. Fakat çok geçmez duydukları onu şaşkına uğratır.

Zira Dürdane Hanım, nikâhı olmadan Mergup Bey’den hamile kalmıştır. Üstelik Mergup Bey’de çocuğu istemez. Bu durum Ulviye’yi çok öfkelendirirken, adamın alçaklığını asla kabul edemez ve aklına bir plan gelir. Olaylar da bu aşamadan sonra başlar.

Öyle ki Ulviye Hanım, Acem Ali Bey adında erkek kılığına girer. Galata meyhanelerinde Sohbet Bey ile arkadaş olur. Bu arkadaşlık ise onları gitgide birbirine bağlar ve bir vakitten sonra Dürdane Hanım’ın doğumu için Ayşe Ebe adında bir kadını kaçırırlar. Bebek doğunca Ulviye Hanım’ın konağına götürülür, orada bakılır. Ancak zaman geçince değil Mergup Bey, nikâhı kıymak, pişman olmak, çocuğuna dahi sahip çıkmak istemez. Bunun içindir ki Ulviye Hanım, Dürdane Hanım’ın müsaadesini alarak Mergup Bey’in icabına bakmak ister. Günler sonrada arkadaşı Sohbet ile birlikte Mergup Bey’i bulup Dürdane Hanım’ın konağına getirirler. Dürdane Hanım ise orada herkesi şaşırtacak bir konuşma yapar. Zira bu konuşmadan Mergup Bey’de etkilenir. Fakat ne çare ki olan olur ve Dürdane Hanım içtiği zehirden dolayı herkesin gözü önünde çırpınarak can verir. Nitekim amacı sevdiği adamın vicdan azabıyla yaşamasıdır ki, altı ay sonra bir kadınla evlenen Mergup Bey, karısının eski sevgilisi tarafından öldürülür. Böylece kitabın sonunda da ifade edildiği gibi “dava mahşere kalmaz.” Ulviye Hanım da hayat hikâyesini, çilesini bildiği yiğit bir adamla yani Sandalcı Sohbet Bey ile evlenir.

Açıkçası Ahmet Mithat Efendi’nin kitabını ilk kez okuduğum için hem bakış açısını hem de yazım tarzını oldukça farklı buldum. Zira dönemin diğer yazarlarından hayli başka. Örneğin; normalde romanları ilk okuduğumuzda karakterleri ve olayları yeni yeni öğrenirken bu romanda kitabın ortasından okumaya başlıyormuş gibi oluyor. Haliyle de kafa karışıklığına, önyargıya sebep oluyor. Bunu şu nedenle yazıyorum ki: Ulviye Hanım başta kadın olarak okuyucuya yansıtılmaz. Acem Ali Bey olarak yansıtılır. Sohbet Bey’le aralarındaki muhabbette farklı anlaşılmaya sebep olur fakat bu bir iki sayfa sonra toparlanır ve Acem Ali Bey’in esasında Ulviye Hanım olduğu açıklanır. Özetle, kitap ifrata yani aşırıya kaçmış bir aşkın sonunda insanın başına ne gibi felaketlerin geleceğini anlatır. Zira hayatta her şeyde olduğu gibi sevdada da ölçülü olmamız gerektiği öğütlenir.

Şu sözlerle de yazıyı sonlandıralım: “Sevmek, sevilmek dünyada ayıplanacak bir şey olmadığı gibi, adeta kutsanacak bir şeydir. Lakin bir şartla! O şart da dinen tâbi bulunduğumuz İslam’a ve medeniyete, tâbi olduğumuz adetlere ve genel ahlaka uygun olmasından ibarettir. Eğer sevda insanın gözlerini bürüyerek bu şartı görmezse o sevdanın kabul olması şöyle dursun, bilakis ondan nefret edilir ve iğrenilir olması gerekir.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Zira çehre yüreğin aynasıdır derler."

"İnsan bir şeyi çok istediği zaman zorluk denilen engel o kişiyi asla ümitsizliğe düşüremez."

"Sevdada ben ısrar ve inat etmiyorum. Sevda gönlümle inat ediyor da ben mağlup oluyorum."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

20 Temmuz 2023 Perşembe

İçsel huzur ve sakinlik için: yürümek

Yürümek üzerine yazılmış pek çok kitapta uzun uzun atıflar yapılan ama Türkçe’de olmadığı için pek çok okurun mahrum kaldığı Erling Kagge’nin Yürümek: Adım Adım kitabı nihayet yakın zamanda Kolektif kitap tarafından yayımlandı. Yürümek üzerine giderek bir küçük Türkçe külliyattan söz edebilir hale geliyoruz. Bu kitap da -pek çok benzeri gibi- yürümeye gerçek anlamda tutkuyla bağlı bir yazarın kaleminden tıpkı düşünmeksizin peş peşe adımlar atıyor gibi sıralanan basit ama fazlasıyla derinlikli cümlelerle, düşüncelerle dolu ince ama dolu bir kitap bu. Tıpkı yürümek gibi yalın fakat fazlasıyla tatmin edici bir okuma.

Kagge, içsel bir huzur ve sakinlik için yürümenin bir tercih değil zorunluluk olduğuna ikna ediyor. Her günkü küçük yürüyüşlerimizin büyük bir devrimle sonuçlanabileceğini anlamamızı sağlıyor. Dış dünyanın her türlü gürültüsünden uzaklaşıp kendimize dönmemiz için yapmamız gereken şeyin sadece peş peşe adımlar atmak olduğunu anlatıyor. Yürümenin bireysel bir devrim için vazgeçilmez olduğunu gösteriyor.

Gerçek devrimler hep sessizdir ve yürümenin içinde devrimci bir yan gizlidir. Yürümek, her koşulda ayakta kalmayı ve bilinmeyene doğru yol almayı içerir. İnsanın, iç dünyasındaki huzurlu yere ulaşmak için kullanabileceği yegâne vasıtadır. Huzur ve sessizlik arasındaki ilişki, yürüdüğümüzde açığa çıkar: “Bütün yürüyüşlerim birbirinden farklı olsa da dönüp baktığımda hepsinin ortak bir paydada buluştuğunu görüyorum: iç sessizlik. Yürümek ve sessizlik birbirini tamamlar.” (s.18).

İnsan yürüdüğünde hafifler, sakinleşir, dinginleşir ve daha hızlı ve daha güçlü olmak yerine daha yavaş ve mütevazıdır. Başka insanlarla yarışmayı bir süreliğine bırakmış, her türlü hasetten sıyrılmıştır. Kimseyle rekabet etmek istemediğimizde yürümek isteriz. Kimseyi görmek istemediğimizdeyse hareketsizizdir. Yürümek herkesi görmek istemektir, yeryüzündeki bütün insanlarla ilişki kurma isteği uyandırır ama bir o kadar da yalnızdır. İnsan yürümenin hem öznesi hem de nesnesidir: “Yürürken bir yandan kendi hayatımın merkezi haline geliyorum, bir yandan da kendimi tamamen unutuyorum.” (s.25).

Yürüyüş ilk başta bilinmezliklerle doludur, duygular tam olarak açığa çıkmamış, zihin berraklaşmamıştır. Ne düşünmek istediğimizden emin değilizdir. Yol aldıkça ne düşüneceğimiz kendiliğinden açığa çıkar ve kendisini düşünmek zorunda bıraktırır. Yürümek bir bakıma, gerçek gündemimizin ne olduğunu bulmak için yapmak zorunda olduğumuz bir etkinliktir. O nedenle, kendimizi bilemediğimizi en çok yürürken anlarız. Kendimize ne denli yabancılaştığımızı yürürken fark ederiz. En iyi fikirlerin yürürken aklımıza gelmesi gerçek anlamda kendimizle baş başa kalmamızla da ilgilidir. “Aklımda hızla akan düşünceler veya vücudumda hissettiğim kaygı verici duygular ben yürürken başkalaşıp berraklık kazanıyor. Yürüyüşün başlarında her şey kaos halindedir ama varmaya yakın her şey düzene girer.” (s.37).

Yürümenin bizi zihinsel olarak kuşatarak ne düşüneceğimizi söylemesini Kagge şöyle ifade eder: “Yürüdüğümüzde önemsiz düşünceler ve deneyimler önemli olanlarla birbirine dolanır. Komik bir şey ciddi bir şey kadar anlamlı olabilir.” (s.44). Gerçekten de hayatı daha hızlı ve kendi akışı içinde kapılarak yaşadıkça bir süre sonra neyin önemsiz neyin önemli olduğunu kaçırırız. Çoğu zaman fark ettirmeden önemliyle önemsiz yer değiştirir. Bu nedenle, yürümek nereye gidersek gidelim her defasında kendimize gelmekle sonuçlanır. Önemliyle önemsiz olan gerçek değerine kavuşur. Yürüdükçe kendimizden ne kadar uzaklaştığımızı anlarız. Genellikle bunu anlamak dudakta kimselerin göremediği bir gülümseme yaratır. Kendimize gülümsemekteyizdir ve bu yaşandığında yürümek tam manasıyla kendimize gelmekle ilişkili bir deneyim haline gelmiş demektir. En önemsizle en önemli arasındaki güçlü bağ kendini göstermiştir.

En ilginç ve canlı hayatlar bile çok geçmeden monotonlaşarak sıkıcı hale gelir. Umut, sevgi, sevinç gibi eşsiz duygular bile tekdüze hale gelebilir. Günlük rutinlerimiz yorucu birer yüke dönüşür. Tam bu noktada, yürümenin mucizevi etkisi ortaya çıkar. Yürürken hiçbir şey sıkıcı ve monoton değildir. Artık hissedemediğimiz duygular bir anda ilk günkü tazeliğiyle kendini hissettirir. Kendimize inanamayız. Bu defa, içimizde bastıramadığımız heyecanlarımızı dindirmek için yürümek zorundayızdır. Yürümenin açığa çıkardığı coşkuyu ancak yürüyerek bastırabiliriz. Yürümek şiirseldir bu yüzden. Sıradanın içindeki ölümsüzlüğü hissettirir.

Yürümek bir eylem olarak sonsuzlukla bağlantıya geçmektir aslına bakılırsa. Hiçbir zaman bitmeyecek ve sonu gelmeyecek bir şeydir. Ne kadar yürürsek bir daha yürümeyiz sorusunun cevabı yoktur. Sonsuzluğa ulaşmak için bu dünyayı hak etmek gerekir. Yürümek, bu hayatı her şeyiyle hak etmektir. Yürümek hiçbir zaman teorik değildir. Her koşulda somut ve pratik bir eylem olarak o esnada duyup düşündüklerimizi eksiksiz tecrübe etmemizi gerektirir.

Yürümek, geçmişe takılmayı ve geleceğe fazlaca bel bağlamayı siler, yaşadığımız anın en önemli zaman dilimi odluğunu hissettirerek aynı zamanda temel dayanağımızın kendimiz olduğunu hatırlatır her adımda. “Yürürken…başkalarına bağlı olarak yaşamıyorsunuz. Bir süreliğine dünyanın geri kalanını unutma imkânınız oluyor. Yürüdükçe geçmiş ve gelecek önemini yitiriyor.” (s.89).

Gerçek yolculuklar yürüyerek yapılır çünkü gerçek bir yolculuk hiçbir zaman sadece başka bir yere gitmekle ilgili değildir. O aynı zamanda başka biri olmakla ilgili olduğundan, yürümeden olmaz. Yürümek, bizi başkalaştırır ve bu sayede olmak istediğimiz kişiye kendimizi daha yakın hissederiz. Yürümek, her zaman için olduğumuzla olmak istediğimiz kişi arasındaki mesafede geçer. Soren Kierkegaard’ın dediği gibi “İnsanlar daima yol ayrımlarındadırlar” ve yürümek, yeni bir yola yönelmek için gerekli olan cesaretin gizli olduğu aktivitedir.

Yürümek, aynı zamanda çoğu kez yapmak zorunda olmadan yaptığımız bir etkinliktir. Evde oturabilecekken çıkıp yürümek neredeyse hiçbir zaman bir zorunluluk değildir. Fakat tam da bu nedenle, umulmadık bir sonla karşılık verir. Başka bir deyişle, hayatın gizi, zorunda olduğumuz eylemlerimizde değil zorunda olmadığımız halde yaptıklarımızda saklıdır. Bu esnada daha gerçeğizdir. Zorunda değilken yaptıklarımız bizi daha çok biçimlendirir ve hayatın karşılığı da o denli cömertçedir.

Aslına bakılırsa hayatta yapmak zorunda olduğumuz şeyler zannettiğimizden çok daha azdır. “Kimse Everest’e tırmanmak zorunda değil ama zaten yapmak zorunda olduğumuz şeyler bir elin parmağını geçmez herhalde. Yapsak iyi olacak veya yapabileceğimiz pek çok şey olsa da yapmak zorunda olduğumuz şeyler çok az. Uzun bir yürüyüşe çıkarsanız iyi hissedersiniz ama evde oturmanızda da hiçbir sorun yok. Bir şey kolayca elde edildiğinde verdiği haz çabucak kaybolur.” (s.109).

Yürümek, her şey için, en küçük bir nesne, yiyecek ya da ilişki için bile çaba sarf etmeyi, onu hak etmek için eyleme geçmeyi içerir. Hiçbir şeye kolay ulaşmamayı öğretir. Yürüdüğünüzde haz kaçınılmazdır. Baş dönmesi kaçınılmazdır. Çünkü haz, zorunda olmadığımızda açığa çıkar en çok. Haz almaya çalışmadığımızda bizden hiç gitmez. Haz, istenmediğinde gelir ve yürümek iyi bakıldığında en hazsız eylem olduğu için tam da içimizi nereden geldiğini anlayamadığımız bir hazla doldurur.

Yeterince uzun yürüdüğümüzde -günlerce belki!- bu bir baş dönmesi ve bütünleşme yaratır. Artık insanlığın ve doğanın gerçek anlamda bir parçası haline gelmiş, zorunda olmadığımız halde dünyayı hak etmişizdir. Kagge bu noktayı şöyle anlatır: “Zihnim başka bir hale bürünüyor o zaman. Saatin kaç olduğunu umursamıyorum, düşünceler kafamdan uçup gidiyor, otların, taşların, yosunların, çiçeklerin ve ufkun parçası oluyorum.” (s.115).

Adım adım yürüyerek ulaşılamayacak hiçbir şey yoktur kısacası. Hem başka bir yere hem de başka bir insana ulaşabiliriz bu sayede ve nereye gidersek gidelim hep kendimize geliriz.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca