Erling Kagge etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erling Kagge etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Temmuz 2023 Perşembe

İçsel huzur ve sakinlik için: yürümek

Yürümek üzerine yazılmış pek çok kitapta uzun uzun atıflar yapılan ama Türkçe’de olmadığı için pek çok okurun mahrum kaldığı Erling Kagge’nin Yürümek: Adım Adım kitabı nihayet yakın zamanda Kolektif kitap tarafından yayımlandı. Yürümek üzerine giderek bir küçük Türkçe külliyattan söz edebilir hale geliyoruz. Bu kitap da -pek çok benzeri gibi- yürümeye gerçek anlamda tutkuyla bağlı bir yazarın kaleminden tıpkı düşünmeksizin peş peşe adımlar atıyor gibi sıralanan basit ama fazlasıyla derinlikli cümlelerle, düşüncelerle dolu ince ama dolu bir kitap bu. Tıpkı yürümek gibi yalın fakat fazlasıyla tatmin edici bir okuma.

Kagge, içsel bir huzur ve sakinlik için yürümenin bir tercih değil zorunluluk olduğuna ikna ediyor. Her günkü küçük yürüyüşlerimizin büyük bir devrimle sonuçlanabileceğini anlamamızı sağlıyor. Dış dünyanın her türlü gürültüsünden uzaklaşıp kendimize dönmemiz için yapmamız gereken şeyin sadece peş peşe adımlar atmak olduğunu anlatıyor. Yürümenin bireysel bir devrim için vazgeçilmez olduğunu gösteriyor.

Gerçek devrimler hep sessizdir ve yürümenin içinde devrimci bir yan gizlidir. Yürümek, her koşulda ayakta kalmayı ve bilinmeyene doğru yol almayı içerir. İnsanın, iç dünyasındaki huzurlu yere ulaşmak için kullanabileceği yegâne vasıtadır. Huzur ve sessizlik arasındaki ilişki, yürüdüğümüzde açığa çıkar: “Bütün yürüyüşlerim birbirinden farklı olsa da dönüp baktığımda hepsinin ortak bir paydada buluştuğunu görüyorum: iç sessizlik. Yürümek ve sessizlik birbirini tamamlar.” (s.18).

İnsan yürüdüğünde hafifler, sakinleşir, dinginleşir ve daha hızlı ve daha güçlü olmak yerine daha yavaş ve mütevazıdır. Başka insanlarla yarışmayı bir süreliğine bırakmış, her türlü hasetten sıyrılmıştır. Kimseyle rekabet etmek istemediğimizde yürümek isteriz. Kimseyi görmek istemediğimizdeyse hareketsizizdir. Yürümek herkesi görmek istemektir, yeryüzündeki bütün insanlarla ilişki kurma isteği uyandırır ama bir o kadar da yalnızdır. İnsan yürümenin hem öznesi hem de nesnesidir: “Yürürken bir yandan kendi hayatımın merkezi haline geliyorum, bir yandan da kendimi tamamen unutuyorum.” (s.25).

Yürüyüş ilk başta bilinmezliklerle doludur, duygular tam olarak açığa çıkmamış, zihin berraklaşmamıştır. Ne düşünmek istediğimizden emin değilizdir. Yol aldıkça ne düşüneceğimiz kendiliğinden açığa çıkar ve kendisini düşünmek zorunda bıraktırır. Yürümek bir bakıma, gerçek gündemimizin ne olduğunu bulmak için yapmak zorunda olduğumuz bir etkinliktir. O nedenle, kendimizi bilemediğimizi en çok yürürken anlarız. Kendimize ne denli yabancılaştığımızı yürürken fark ederiz. En iyi fikirlerin yürürken aklımıza gelmesi gerçek anlamda kendimizle baş başa kalmamızla da ilgilidir. “Aklımda hızla akan düşünceler veya vücudumda hissettiğim kaygı verici duygular ben yürürken başkalaşıp berraklık kazanıyor. Yürüyüşün başlarında her şey kaos halindedir ama varmaya yakın her şey düzene girer.” (s.37).

Yürümenin bizi zihinsel olarak kuşatarak ne düşüneceğimizi söylemesini Kagge şöyle ifade eder: “Yürüdüğümüzde önemsiz düşünceler ve deneyimler önemli olanlarla birbirine dolanır. Komik bir şey ciddi bir şey kadar anlamlı olabilir.” (s.44). Gerçekten de hayatı daha hızlı ve kendi akışı içinde kapılarak yaşadıkça bir süre sonra neyin önemsiz neyin önemli olduğunu kaçırırız. Çoğu zaman fark ettirmeden önemliyle önemsiz yer değiştirir. Bu nedenle, yürümek nereye gidersek gidelim her defasında kendimize gelmekle sonuçlanır. Önemliyle önemsiz olan gerçek değerine kavuşur. Yürüdükçe kendimizden ne kadar uzaklaştığımızı anlarız. Genellikle bunu anlamak dudakta kimselerin göremediği bir gülümseme yaratır. Kendimize gülümsemekteyizdir ve bu yaşandığında yürümek tam manasıyla kendimize gelmekle ilişkili bir deneyim haline gelmiş demektir. En önemsizle en önemli arasındaki güçlü bağ kendini göstermiştir.

En ilginç ve canlı hayatlar bile çok geçmeden monotonlaşarak sıkıcı hale gelir. Umut, sevgi, sevinç gibi eşsiz duygular bile tekdüze hale gelebilir. Günlük rutinlerimiz yorucu birer yüke dönüşür. Tam bu noktada, yürümenin mucizevi etkisi ortaya çıkar. Yürürken hiçbir şey sıkıcı ve monoton değildir. Artık hissedemediğimiz duygular bir anda ilk günkü tazeliğiyle kendini hissettirir. Kendimize inanamayız. Bu defa, içimizde bastıramadığımız heyecanlarımızı dindirmek için yürümek zorundayızdır. Yürümenin açığa çıkardığı coşkuyu ancak yürüyerek bastırabiliriz. Yürümek şiirseldir bu yüzden. Sıradanın içindeki ölümsüzlüğü hissettirir.

Yürümek bir eylem olarak sonsuzlukla bağlantıya geçmektir aslına bakılırsa. Hiçbir zaman bitmeyecek ve sonu gelmeyecek bir şeydir. Ne kadar yürürsek bir daha yürümeyiz sorusunun cevabı yoktur. Sonsuzluğa ulaşmak için bu dünyayı hak etmek gerekir. Yürümek, bu hayatı her şeyiyle hak etmektir. Yürümek hiçbir zaman teorik değildir. Her koşulda somut ve pratik bir eylem olarak o esnada duyup düşündüklerimizi eksiksiz tecrübe etmemizi gerektirir.

Yürümek, geçmişe takılmayı ve geleceğe fazlaca bel bağlamayı siler, yaşadığımız anın en önemli zaman dilimi odluğunu hissettirerek aynı zamanda temel dayanağımızın kendimiz olduğunu hatırlatır her adımda. “Yürürken…başkalarına bağlı olarak yaşamıyorsunuz. Bir süreliğine dünyanın geri kalanını unutma imkânınız oluyor. Yürüdükçe geçmiş ve gelecek önemini yitiriyor.” (s.89).

Gerçek yolculuklar yürüyerek yapılır çünkü gerçek bir yolculuk hiçbir zaman sadece başka bir yere gitmekle ilgili değildir. O aynı zamanda başka biri olmakla ilgili olduğundan, yürümeden olmaz. Yürümek, bizi başkalaştırır ve bu sayede olmak istediğimiz kişiye kendimizi daha yakın hissederiz. Yürümek, her zaman için olduğumuzla olmak istediğimiz kişi arasındaki mesafede geçer. Soren Kierkegaard’ın dediği gibi “İnsanlar daima yol ayrımlarındadırlar” ve yürümek, yeni bir yola yönelmek için gerekli olan cesaretin gizli olduğu aktivitedir.

Yürümek, aynı zamanda çoğu kez yapmak zorunda olmadan yaptığımız bir etkinliktir. Evde oturabilecekken çıkıp yürümek neredeyse hiçbir zaman bir zorunluluk değildir. Fakat tam da bu nedenle, umulmadık bir sonla karşılık verir. Başka bir deyişle, hayatın gizi, zorunda olduğumuz eylemlerimizde değil zorunda olmadığımız halde yaptıklarımızda saklıdır. Bu esnada daha gerçeğizdir. Zorunda değilken yaptıklarımız bizi daha çok biçimlendirir ve hayatın karşılığı da o denli cömertçedir.

Aslına bakılırsa hayatta yapmak zorunda olduğumuz şeyler zannettiğimizden çok daha azdır. “Kimse Everest’e tırmanmak zorunda değil ama zaten yapmak zorunda olduğumuz şeyler bir elin parmağını geçmez herhalde. Yapsak iyi olacak veya yapabileceğimiz pek çok şey olsa da yapmak zorunda olduğumuz şeyler çok az. Uzun bir yürüyüşe çıkarsanız iyi hissedersiniz ama evde oturmanızda da hiçbir sorun yok. Bir şey kolayca elde edildiğinde verdiği haz çabucak kaybolur.” (s.109).

Yürümek, her şey için, en küçük bir nesne, yiyecek ya da ilişki için bile çaba sarf etmeyi, onu hak etmek için eyleme geçmeyi içerir. Hiçbir şeye kolay ulaşmamayı öğretir. Yürüdüğünüzde haz kaçınılmazdır. Baş dönmesi kaçınılmazdır. Çünkü haz, zorunda olmadığımızda açığa çıkar en çok. Haz almaya çalışmadığımızda bizden hiç gitmez. Haz, istenmediğinde gelir ve yürümek iyi bakıldığında en hazsız eylem olduğu için tam da içimizi nereden geldiğini anlayamadığımız bir hazla doldurur.

Yeterince uzun yürüdüğümüzde -günlerce belki!- bu bir baş dönmesi ve bütünleşme yaratır. Artık insanlığın ve doğanın gerçek anlamda bir parçası haline gelmiş, zorunda olmadığımız halde dünyayı hak etmişizdir. Kagge bu noktayı şöyle anlatır: “Zihnim başka bir hale bürünüyor o zaman. Saatin kaç olduğunu umursamıyorum, düşünceler kafamdan uçup gidiyor, otların, taşların, yosunların, çiçeklerin ve ufkun parçası oluyorum.” (s.115).

Adım adım yürüyerek ulaşılamayacak hiçbir şey yoktur kısacası. Hem başka bir yere hem de başka bir insana ulaşabiliriz bu sayede ve nereye gidersek gidelim hep kendimize geliriz.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

29 Haziran 2020 Pazartesi

Sessizliği dinlemek ya da sessizlikte dinlenmek

"Gündüz, bir hiçim; gece, kendim olurum."
- Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı

Bu yazıya başlamadan kısa bir süre önce mutfakta vakit geçiriyordum. Yemeğimi yedim, etrafı topladım, bir sigara yaktım. Çayın demlenmesini beklerken de Instagram'da ilgiyle takip ettiğim hesapların neler paylaştığına bakıyordum. Tamamen doğal ve ücretsiz bir sessizlik hâli. Zaten mutfak, özellikle şu zamanlarda babaların evdeki yalnızlığına ilaç olan yerlerden biri. 'Evdeki yalnızlığı' demem tuhaf kaçmasın. Doğan Cüceloğlu hocanın bir okuru yazmış, içinizi ne kadar sızlatıyorsa o kadar doğrudur: "Baba, evin en yalnızıdır. Gücü azalır ya da biterse dışlanır. Bu ülkede baba olmak, yalnız ölmeyi göze almaktır."

Konumuz sessizlik. Çünkü her yanımızdan gürültü yağıyor. Gündüz-gece fark etmeden yalnızca sokaklar değil evlerin içi de çatırdıyor. Mesela herkes birbirine bağırıyor. Kimse kimseyle yan yana oturup gökyüzünü seyretmiyor. Birileriyle birlikte olmak bizler için gürültüyü paylaşmak hâline geliyor. Bir dedikodunun içine düşmek de öyle, maç seyretmek ve hatta bir konsere gitmek de. Kimse sessizliğin o büyüleyici genişliğinden yararlanmak istemiyor. İlla bir psikiyatrist, bir ilahiyatçı ya da bir pazarlamacı yazdığında mı dikkatleri çekiyor burnumuzun dibindeki, gözümüzün önündeki sessizlik? Maalesef öyle. Zaman, Zygmunt Bauman'ın söylediği gibi 'akışkan' ve dolayısıyla Jean Baudrillard'ın tanımladığı gibi koskoca bir 'simülasyon'un içinde yaşayıp gidiyoruz.

Norveçli yazar Erling Kagge, sıra dışı bir adam. Yazarlık belki de son işi. Onun öncesinde dağcı, sanat koleksiyoncusu, avukat, yayıncı. Güney kutbunu yalnız başına keşfe çıkan ilk insan. Ayrıca 3 Kutup Noktası'nı (Kuzey, Güney ve Everest Dağı zirvesi) geçen ilk kâşif. Nezihat Bakar-Langeland'ın çevirdiği Gürültü Çağında Sessizlik kitabında dünyayı dışarıda bırakmayı nasıl öğrendiğini ve bu keyfi nasıl yaşamında bir pratik hâline getirdiğini anlatıyor. Mevzuya da çok güzel bir yerden giriyor. Üç kızını da 'dünyanın tüm sırlarının sessizlikte saklı olduğuna' ikna etme çabalarından biri için akşam yemeği yerken sohbete girişiyorlar. Neydi sessizlik diye soruyor Kagge. Soru ne kadar önemliyse alacağı cevaplar da çok önemliydi onun için. "Sessizliğin insanın dostu olabileceğine ve bunun sahip olmayı arzu ettikleri Louis Vuitton çantalarından çok daha değerli, lüks bir şey olduğunu açıklama fırsatını yakalamadan çok önce, çoktan, sessizliğin ne olduğuna dair hükümlerini vermişlerdi" diyor. Nedir o hüküm? Sessizlik, insanın sadece üzgünken sığınabileceği bir şey. Bunun dışında hiçbir değeri yok. Kızları böyle düşünüyordu Kagge'nin, kitabın sonuna doğru işlerin biraz değiştiğini görebiliyoruz.

Kitap, hem yalın anlatımıyla hem de insanı öğütlerle sıkmayan bir tavır takınması sebebiyle keyifle okunuyor. Araya konan resimler ve fotoğraflar insanı mola verip düşünmeye sevk ediyor. Yine kitabı bitirmek üzere olduğum bir gün, Kemal Sayar hocanın bir tweet'iyle karşılaştım. "Sessizlik, gürültü çağında şifadır. Her gün yarım saatimizi 'sessizliğin sesi'ni dinlemeye ayıralım. O kadar sessiz olalım ki 'yağmurun sesindeki müziği', 'duvardaki taşların sesi'ni  duyalım." diyordu hoca. Kagge de şöyle söylüyor: "Sessizlik, yapmakta olduğun şeyin derinlerine inmeyle ilgili bir şeydir. Bırak, her anın yeterince büyük olsun. Diğerleri ve başka şeyler vasıtasıyla yaşama hayatı. Dünyayı dışarıda bırak."

Hint felsefesine meraklı bir öğrenci, öğretmenine Brahman'ın, yani dünyanın ruhunun ne olduğunu sorar. Öğretmen soruyu duyduktan sonra sessiz kalır. Öğrenci iki üç kez daha sorusunu yineler. En sonunda öğretmen der ki: "Ben bunu sana şu an öğretiyorum ama sen dinlemiyorsun.". Bu hikâyenin farklı bir formu da var. "Bana Brahma'yı anlat" diyen öğrenciye verilen "Brahma ol ki Brahma'yı bilesin" cevabı gibi. Diğer yandan, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye sorulan "Aşk nedir?" sorusuna hazretin verdiği "Ben ol da bil" cevabı da hatırlanıyor elbette. Tüm bunlarda, sessizliğin gerçek manada yaşandığında ne tür hikmetler açabileceğine dair bir anlatı var esasında. "Ya hayır söyleyin ya da susun" öğüdü de öyle değil mi? Hele ki şu çağda susmak, susabilmek, sessizlik içinde bir yolcu gibi yaşayabilmek ne büyük hüner. İşte Erling Kagge de "Herkesin sessizliği kendine özgüdür" diyerek anlatıyor dünyayı dışarıda bırakma çabalarını: "Bir sevgili olarak kimi zaman sessizliği özlerim. Konuşmaktan hoşlanırım ve de dinlemekten, ama benim tecrübelerime göre, gerçek bir yakınlık ancak bir süre konuşmadığımızda ortaya çıkar."

Mutfakla başladım mutfakla bitirmek isterim. Mutfakta tek başına bir şeylerle meşgul olmak kimilerine yeni yollar açabiliyor. "Birçok insan bana iyi tavsiyelerde bulundu. Ama bütün bunları düşünüp bir karara varma görevini, rahatsız edilmeden mutfakta yerine getirdim." diyor Kagge. Bulaşıkları yıkamak, tezgâhı düzenlemek, lavabo açmak yoğun bir sessizlik hâliyle beraber insanı rahatlatabiliyor: "Yaptığım sıradan olmayan tek şey, bulaşıkla meşgulken rahatsız edilmeksizin çok az sayıdaki kabul görmüş gerçekliğe soru işaretleri koymak olmuştur."

Ancak dışımızdaki sesleri kapatarak içimizdeki sesleri açabiliriz. Sessizliği iyi dinlemeliyiz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf