17 Temmuz 2023 Pazartesi

Aradığımızı zannederiz oysa çağrılanız

Bilim, din ve felsefe tarihinin köklerine doğru gidildiğinde, pek çok kültür tarafından benimsenmiş bir isimle karşılaşıyoruz: Hermes Trismegistus. İşin içine edebiyat girince Hermes’in bazen mitolojik, bazen de yarı mitolojik özellikler taşıdığı da görülebiliyor. Özellikle dinler tarihinde müellifler tarafından Hermes mutlaka bir peygamberle özleştiriliyor.

Mûsevîlik’te Uhnuh, Budizm’de Buda, Zerdüştîlik’te Hôşeng, Eski Mısır dininde Thoth, İslâm’da İdrîs, Hermes’le bir olarak düşünülüyor. Uhnuh ile İdrîs’in aynı şahıs olduğunu söyleyenler arasında Taberî ve Fahreddin Râzî isimleri var.

El-Âsârü'l-Bâkıye
’de Bîrûnî, İdris’in Buda olabileceğini dile getirmiş. Mahmud Erol Kılıç, vaktiyle yüksek lisans tezi olarak çalıştığı Hermes motifine dair bütün kültürlerin ve medeniyetlerin asgarî şu üç ortak özellikte birleştiğini ifade ediyor: Hermes tufanla beraber anılıyor; seçkin, bilge, nebî veya velî olarak gösteriliyor; yüce bir makama çıktığı düşünülüyor.

Hermes’in kim olduğuna dair düşünceler ve tartışmalar elbette devam edecektir, zenginleşecektir. Ehli elbette konuyla ilgileniyor ancak kitaplara meraklı bir okurun kafasını kurcalayan Hermes’e dair ne okunması gerektiğine dair, elimizde ışıl ışıl parıldayan bir kitap var. Hermes’e nispet edilen Zümrüt Tabletler’in ya da Zümrüt Levha’nın izinden giden bu kitabı kaleme alan isim, son derece velut bir yazar olan M. Hakan Alşan. H Yayınları tarafından neşredilen çalışmanın adı ise Hermes Trismegistus’un Tasavvuf Risalesi ve Şerhi. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere, çalışmanın merkezinde Hermetik gelenekle tasavvuf bir arada bulunuyor. Şunu hemen ifade etmek isterim ki sadece kitabın önsözü, sıradan bir okuru birkaç yıl boyunca meşgul ve dolayısıyla bahtiyar edecek bir okuma-araştırma listesini ihtiva ediyor. Bu önsöz, bir yolcu için oldukça güvenli ve lezzetli güzergahlar sunarken aynı zamanda hem batıdan hem de doğudan bazı ‘öncü kuvvetler’i hatırla(t)mış oluyor.

Hermes Trismegistus’un Tasavvuf Risalesi ve Şerhi, daha önceleri tasavvufi okumalar yapmış bir okur için olduğu kadar halihazırda seyr u süluk gören talebelerin de bilhassa nefs ve tevhid meselelerine bakışını zenginleştirecek bir çalışma. Hakan Alşan’ın oldukça akıcı olan diliyle irfani dallar arasında gezinen zihni felsefe ile tasavvuf arasında mekik dokurken bize edebiyatın ve psikolojinin zenginliklerini de açıyor. Okur bir taraftan ehl-i irfanın şiirlerinden istifade ederken diğer taraftan Jung’un arketip, ego, gölge kavramları arasından sıyrılıp nefsini tanımaya gidecek yolda pek çok imkân bulabiliyor. Bu tip kitaplar şüphe yok ki yüksek bir gayretin ve merakın neticesi olarak ortaya çıkıyor. İnsan güzellerimizden Necmettin Şahinler’in Gece Yürüyüşü isimli bir kitabı vardır. Gece yürüyüşlerine aşkla ve muhabbetle inananlar o yürüyüşleri mutlaka bereketli kılarlar. Böylece hem kendilerini bereketlenirler hem de çevrelerini bereketlendirirler. Kitaplar da bu bereketlenme meselesinde en önemli vesilelerdendir. Özellikle pandemiyle birlikte başlayan “eve dönüş harekâtı” umulur ki nefse biliş anlamında da bizlere bir derinlik kazandırsın. Sabah işe gidip akşam eve dönenlerin de hayatında değişiklikler olduğu ortada. Artık “evden çalışma” düzeni giderek yerleşiyor. Elbette bunun olumlu yanları var, olumsuz yanları da var. Her şeyi bir yana koyarsak, kişi eğer İbn Arabî’nin işaret ettiği gibi “kendinden kendine” bir seyir tutturabilirse bundan çok kazançlı çıkacaktır, burası kesin. Pek çok gönül insanı, dünya hayatlarının sonlarına doğru yazdığı hatıralarında ya da sohbetlerinde şuna işaret etmişlerdir: İnsan için en zor mesele, kendini bilme, kendini tanıma meselesidir. Burada kendimizden maksat, nefsimizin oyunlarını çözmektir. O oyunları çözmeden hayatın düğümlerini açabilmek de pek mümkün değil. Bazen açtığımızı zannederiz ama yeterince tanımadığımız nefsimiz mutlaka bir oyun daha oynayıp bizi hayat karşısında yenik, güçsüz, mahzun bir şekilde bırakabilir. Yapmamız gereken şey emre uymaktır, mahzun olmamaktır. Hakan Alşan’ın Hermes ve Zümrüt Tabletler üzerinden inşa ettiği bu çalışmasının en can alıcı yeri de işte burasıdır: nefsi çözmeye çalış, daima çalış, yılmadan çalış ve “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 39) buyruğunu asla unutma. Yeri gelmişken kitaptan bir paragrafı da hemen buraya alıp birlikte okuyalım:

Ego, bize bir şekil ve sahte bir kimlik verir. Kendini tanıma yolundaki insan kalbinin sesine kulak vermedikçe, onu ön yargılardan oluşmuş kir ve pastan temizlemedikçe, içindeki Allah bilgisine ulaşamaz. Bunu sağlamak için nefsini arındırma çalışması içindeki arayıcı, zihnini ölü mevcudiyetinden yani birbiri üstüne yığılmış duygu ve düşünce katmanlarından kurtarmaya çalıştıkça, derinlerde hapsolup kalmış kızgınlık ve acıları gün yüzüne çıkmaya başlar. Aslında ortaya çıkan tetikte bekleyen gölgelerimizdir ve gölgelerimiz (evham ve vehimlerimiz) tıpkı ateş gibidir. Bir yerde söner gibi olurken başka bir yerde yeniden alevlenir.

Edebiyattan psikolojiye, felsefeden tasavvufa şöyle geçmişte bir yolculuğa çıktığımızda karşılaştığımız en hususi nokta şudur: insan daima özgür olmak ister ve insan daima özgün olmak ister. Bu özgürlük ve özgünlük için çoğu zaman zikzaklar çizilir, düşülür, kalkılır. Bunlar olacaktır ve hatta olmalıdır da. Ekmek Teknesi dizisindeki o sahneyi hatırlayalım hemen. Gamsız Celal, hem zahirde hem batında bataklığa düşmüştür. Sıkıntılar içindedir ve mecali kalmamıştır. Büyük utanç duymakta, kimseyi görmek istememektedir. Nusret Baba hadiseyi yüreğinde hissettiğinden çıkagelir. Gamsız Celal’i çamura batmış vaziyette bulur. Hemen yaklaşır ve tutar kolundan, “Kalk evladım!” der, ayağa kaldırmaya çalışır. Celal onu görür ve daha da fena olur. “Baba, köpeğinim! Çamura düştük, kirlendik baba!” diye feryâd eder. Nusret Baba’nın cevabı, ehl-i kalbin vazifesini de bizlere en can yakıcı şekilde hatırlatır: “Kalk evladım, kalk. Siz kirleneceksiniz, biz temizleyeceğiz. İşimiz ne? Yeter ki irtibatı koparmayalım.

İnsan, “olma” yolculuğu boyunca düşecektir. “Oldum” diyen insan, henüz yola bile çıkmamıştır. Zira insanı olduran, öldürendir. Yani ikinci doğumunu gerçekleştiren, “kendine bak” diyen, seven, merhamet eden, bazen kızan, sınavlara tabi tutan ve dolayısıyla geliştiren, daima geliştiren... Olduran, öldürmekle oldurur. Kişinin yaşarken ölmesi, nefsinin dizginlerini eline almasıdır. Sözü burada Halvetiyye tarikatının Şemsiyye kolunun kurucusu Şemseddin Sivâsî’ye bırakmalı: "Mûtû kable en temûtu sırrını fehm eyleyen / Haşr u neşri gördü bunda nefha-i sûr olmadan.

Hayatımız boyunca ruhumuzu, nefsimizi, kendimizi bilmek için ciddi bir arkeoloji çalışmasını disiplin hâline getirmemiz, tabiri caizse kendi arkeoloğumuz olmamız elzem. Bunu yaparken çok şey hissedeceğiz. Hakan Alşan, hissedilecekler içinde en çarpıcı olanı şu harikulade tespitle dile getiriyor, onunla bitirmek isterim: “Bizi arayan, bizi çağıran ve bizi isteyen O'dur. Her zaman arayanın biz olduğumuzu düşünürüz ama daha derinlerde gizem şudur ki: Biz çağrılmaktayız. Hakk'tan gelen inilti ya da yüreğimize konan O'ndan ayrılık acısı, kişisel uzamımızdan menzil(in)e giden en kestirme yoldur. Yani aşktır asıl olan. Bütün arayışlar aşka râcidir ve aşktan nâşidir. Başka deyişle, sûfilerin yoludur aşk...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

11 Temmuz 2023 Salı

İslâmî eser geleneğinde dönüşüm ve aktörler

Ahmed el-Shamsy, doktorasını yaptığı yıllarda Kahire’de bulunan Mısır Milli Kütüphanesi’ndeki Arapça el yazmalarını keşfetmeye gider. Burada bir sürprizle karşılaşır. Yakın zamanda yapılan akademik çalışmalarda kaybolduğuna hükmedilen Ebu Ya’kub el-Büveyti adlı bir Mısırlının 1200 yıl önce İslam hukukuna dair yazdığı kitaba rastlar. Eserin müstensihinin adı Kazanlı Abdurrauf’tur ve yazmanın kopyalandığı yıl da 1325’tir. Ahmed el-Shamsy, defterine bu notu yazarken kendi kendine “Neden hicri karşılığını not almadan sadece 1325’i kaydetmiştim?” diye düşünür ve cevabı ertesi gün bulur: 1325 miladi değil, hicri tarihtir. Dolayısıyla Büveyti’nin kitabı 1907 gibi yakın bir tarihte istinsah edilmiştir. Ortaya çok önemli bir soru(n) çıkar: Neden bu kadar önemli bir eser 20. yüzyılda el ile kopyalanmıştı?

Ahmed el-Shamsy kitabın hikâyesinin izini sürmeye devam eder ve İstanbul’daki Süleymaniye Kütüphanesi’ne gelir. Burada eserin ikinci bir yazma nüshasını bulur ve 20. yüzyıl tarihiyle yeniden karşılaşır. Bu nüsha miladi 1228’de yazılmış ve nüshaya “Ben, Allah’ın fakir kulu Kazanlı Abdurrauf, bu eserin bir nüshasını 1325 Cemâziyelâhir’in yedinci gücü (18 Temmuz 1907) tamamladım” notu eklenmiş. Böylece Kahire’deki nüshanın İstanbul’daki yazmadan kopyalandığı da ortaya çıkmış. Böylece kitapların hikâyelerini seven bir meraklı için birkaç soru daha doğuvermiş: Mısır’da yazılan bu eserin yolu İstanbul’a nasıl düşmüş, onun bir kopyası Mısır’a nasıl ulaşmış? Eserin Kahire nüshasının bir köşesinde kitabın Ahmed Bek el-Hüseyni’ye ait olduğunu gösteren mühürle karşılaşan Ahmed el-Shamsy, 1914’te vefat eden bu Mısırlı avukatın hatırı sayılır miktarda el yazma eseri olduğunu öğrenir. Mısır’a döner dönmez Hüseyni’yi araştırmaya başlar ve Mısır Milli Kütüphanesi’nin kataloğunda gizemli bir adı olan bir kitabın yazarı olarak karşısına yine Hüseyni çıkar: Mürşidü’l-enam li birri ümmi’l-imam (Halk için imamın annesine hürmet rehberi). Günün geri kalanını, Hüseyni’nin esere yazdığı kapsamlı girişi okuyarak geçirir. “Akşam olduğunda bir gün elinizdeki kitabı yazacağımı biliyordum” diyor Ahmed el-Shamsy. Bir kitabın, o kitabın yaşam serüveninin, yazarının ve hatta yazarının yazısının nelere vesile olabileceğine dair ilham verici bir hikâye. Devamını yazardan okuyalım:

Kahire ziyaretlerim sırasında, Ezher civarındaki kitapların, genellikle de birden fazla baskısıyla yer almasını beklersiniz: Sibeveyhi’nin 8. Yüzyıl nahif eser, Eş’ari’nin 10. Yüzyıl kelam eserleri, Taberi’nin 9. Yüzyılda kaleme aldığı hacimli Kur’an tefsiri, Mekki’nin 10. Yüzyıl tasavvuf risalesi, Şafii’nin 9. Yüzyıl fıkıh risalesi ve İbn Haldun’un 14. Yüzyıl tarih sosyolojisi eseri. Aynı klasiklerin, benim Harvard’da yeterlik sınavına hazırlanırken dikkatle incelediğim oryantalist bilimin kurucu metinlerinin temelini oluşturuyor. Bugün derslerimde İslam dünyasının ‘önemli eserleri’ olarak okuttuklarım da aynı kitaplardır. Ancak 20. Yüzyıl başlarında Hüseyni’nin karşısında, bugün artık klasik kabul edilen kitaplar yoktu. Yaygın olmak şöyle dursun, bu kitaplar çok nadirdi; bulunması imkânsız olmasa da çok zordu. Birçoğu henüz tahkik edilmemiş ve basılmamıştı; yazma nüshaları çok nadirdi, az sayıda olanların da yeri çoğunlukla bilinmiyordu. Bunların birçoğu da orijinal eserlerin yazılmasından yüzyıllar sonra kaleme alınmıştı. Hüseyni’yi, oldukça hacimli kitabının giriş bölümünde anlattığı büyük maceraya atılmaya iten de işte bu durumdu.

Ketebe Yayınları tarafından Haziran 2023’te Ayşe Mutlu Özgür çevirisiyle neşredilen İslâm Klasiklerini Yeniden Keşfetmek, “Editörler ve Matbaa Kültürü Bir Entelektüel Geleneği Nasıl Dönüştürdü?” alt başlığını taşıyor. Kaybolan kitapların, klasik dönem sonrası kitap kültürünün, matbaanın başlangıcının, yeni nesil bibliyofillerin, editörlerin yükselişinin, kitaplarla gelen reformun, klasik sonrası düşünceye yönelik tepkilerin incelendiği bu çalışmada önemli bir gerçeği görüyoruz: 19. ve 20. yüzyılda Müslüman dünyasının editörleri, entelektüelleri, bibliyofilleri ve hatta reformcuları bu çok kritik çabaları göstermeseydi; 9. ve 15. yüzyıl ile 16. ve 19. yüzyıl arasında yazılmış metinlere ulaşmak mümkün olmayacaktı. Kitapta zikredilen ve okura hikayesi sunulan isimler, işte bu dönemlerde yazılmış fakat sonradan pek çok sebeple bulunamaz olmuş kitapları yeniden ulaşılabilir kılmak, canlandırmak ve yaymak için olağanüstü gayretler göstermişler. Peki, klasik İslami metinler ve kitaplar neden ortadan kaybolmuştu?

Ahmed el-Shamsy’e göre bunun pek çok sebebi var: Savaşlar, nüfus değişiklikleri, vakıf kültürünün giderek kaybolmasıyla kütüphanelerin hızla azalması, batılı ‘kitap avcıları’nın önemli finansal yatırımların da gücüyle seri olarak kitap toplayıp bu kitapları kendi ülkelerine taşıyabilmesi ve elbette sömürgeci zihniyetini kültürel ortama da aktarıp kitap hırsızlığını iş edinenler.

Napolyon'un oryantalistleri Mısır'a gelip yazma eser bulmak için kütüphaneleri, çarşıları ve camileri karış karış aradığı donemde, Arap-İslâm yazılı geleneğinin, okuryazar nüfusun taleplerini karşılayacak metin çoğaltma tekniklerinin de tesis edildiği bin yıldan daha eski bir geçmişi vardı. Bununla beraber yazma eserlerin kaçınılmaz bir şekilde kısa ömürlü olması, eğitim müfredatında yer almayan eserlerin -bilhassa eski olanların- kaybolmaları anlamına geliyordu. Zira kullanımı yaygın olmayan eserler varlıklarını devam ettirmelerine yetecek sayıda çoğaltılmıyordu. İslâm'ın kökenlerini ve Doğu'nun eski bilgeliğini keşfetmeye çalışan oryantalistlerin koleksiyonlarına katmak istedikleri eserler, tam olarak erken döneme ait nadir eserlerdi. Bu yolda sarf ettikleri çabalar Avrupa toplumlarının büyük mali ve askeri kaynaklarıyla destekleniyordu. Ayrıca özel bağışlarla ayakta duran klasik kütüphaneler ekonomik çöküş nedeniyle, Arapların ilmi merkezlerinde ise Arap topraklarının taşralaştırılması nedeniyle büyük ölçüde zayıflamıştı. Bu gelişmeler söz konusu koleksiyonların birçoğunun kısmen veya tamamen dağılmasını kolaylaştırdı. Sonuç olarak Arap toplumları edebi miraslarının önemli bir kısmını yitirdiler; zengin kitap koleksiyonları önce eserlere erişimin sonradan zorlaştığı İstanbul'a, ardından bunların muhtelif amaçlarla kullanıldığı Avrupa'ya götürülerek İslâm araştırmalarında kullanıldı.

Kitabın bu sayfalarında bir okurun içinin cız etmemesi mümkün değil zira göz göre göre bir edebi miras ortadan kaybolmuş. Araplar içinde tüm bunlara şahit olup ses çıkarmayanı da var, rüşvet karşılığında yol gösterip kolaylık sağlayanı da. Kimisi parasızlıktan, kimisi daha iyi imkanlarda yaşamak istemesinden, kimisi de yapacak başka hiçbir işi olmadığından. Hakkını yemeyelim, elindeki mirasın farkında olup onu ‘çakallardan’ korumak isteyenler de olmuş elbette. İngiliz yazar ve diplomat Andrew Archibald Paton, Ahmediyye Kütüphanesi’ni ziyaret ettikten sonra ‘cömertçe bir ücret’ karşılığında kütüphanenin bir kataloğunu almak istemiş. Müstensih, Paton’a söz verse de ne yapıp edip bu talebini karşılamamış. Böylece 3000 ciltten oluşan 1400 eseriyle Ahmediyye Kütüphanesi ömrünü uzatabilmiş. Kütüphanelerin bakımsız ve yöneticisiz kalması, terk edilmesi, batılıların işini kolaylaştırmış. Bir de şöyle hikâyeler var: “Torunlar vakfedilen mülklerin tasarrufuyla ilgili yetkili olduklarını düşünüp genellikle bu mülklerin doğasını değiştirmeye kalkıyordu; vakfedilen malı başka bir şeyle değiştirmek gibi. Örneğin, daha önce bahsi geçen Rifâî ailesi, 19. yüzyıl ortasında Şam’da ailenin büyükleri tarafından bir asır önce bağışlanan kütüphaneyi bir meyve bahçesiyle değiştirmeye karar verdi. Bu bahçenin, ailenin daha sonra 1853’te Alman Saksonya eyaletine kütüphaneyi sattığı miktarın sadece yarısı değerinde olduğu göz önünde bulundurulursa, yapılan takas son derece kârlıydı.

İslâm Klasiklerini Yeniden Keşfetmek’te, klasik metinlerden itibaren gelen edebi mirasın nasıl kaybedildiğine, söz konusu coğrafyadaki birbirinden farklı bakış açılarının nasıl etkin olduğunu da görebiliyoruz. Klasik kaynaklar yerine şerhlere odaklananlar kadar sufilerin kitaba dayalı bilgiyle bir yere varılamayacağı öğretisini benimseyenler sebebiyle de klasik metinler okunma ve yayılma gücü kaybetmiştir. El-Shamsy burada hem skolastisizmi hem de ezoterizmi tenkit eden bir akımın kuvvetinden de bahseder. Zira bazı akademisyenler eleştirel filolojiyle uğraşmış ve bu anlamda önemli çalışmalar yürütmüşlerdir.

19. yüzyıla gelindiğinde matbaanın Arap coğrafyasındaki gelişimiyle birlikte editörler de faal bir yerde konumlanmış, kütüphaneler gerekli önemi görmeye başlamış ve araştırmacılar için önemli bir saha genişliği söz konusu olmuştur. Etrafa dağılan kitapları toplamakla uğraşanlar, bu konuda devlete ya da devlet yöneticilerine önemli fikirler aşılayanlar, vakıfları yeniden ayağa kaldırma noktasında mücadele edenler, kütüphaneler için koruma ve organize olma anlamında yeni düşünceler teklif edenler, entelektüel anlamda Müslümanların gerilediğinin iddia edildiği bir dönemde tabiri caizse başkaldırmış, kritik reformların konuşulmasında önemli roller oynamıştır.

Şu rahatlıkla söylenebilir ki günümüzde artık klasik metinlere ve sonraki çalışmalara çok daha kolay ulaşılabilmesi, kitapta bahsi geçen isimlerin ve eylem planlarının katkısıyla mümkün olmuştur. Dolayısıyla İslâm Klasiklerini Yeniden Keşfetmek, ‘zamanın gölgesinde kalmış kahramanların hakkını teslim etme’ kitabı olarak da görülebilir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Bir yüzük bir de kitap

Üsküdar’da bir kitapçı vardı, hala var. Lise yıllarında okul biter, ben de orada biterdim. O zaman kurduğumuz hayallerin birçoğu, gerçekleşemeden Bağlarbaşı’ndan Çamlıca’ya, yani yukarıya doğru süzüldü süzüldü ve gözden kaybolup yitti; ama kitap daha bitmedi. Bitmeyen kitabın peşinde hala o eski/mez kitapçıya uğrarım. Yeni çıkan kitaplardan ziyade ilk açıldığı günlerden kalanlarını bile görmenizin mümkün olduğu o eski kitapları ararım. Bulurum da. Eslafın “kenz-i lâ yenfâ” (tükenmez hazine) sıfatı ile sıfatlandırdıklarına denk bir bereketin muhatabı olan ne hazineler çıkar oradan. Mehmet Kaplan’ın Âli’ye Mektuplar’ının, 1992 yılında, Dergâh Yayınları tarafından neşredilen ilk baskısını da orada bulmuştum. Kaplan’ın, Orhan Okay’a yazdığı mektupları içeren Mehmet Kaplan’dan Hatıralar Mektuplar adlı kitabı tamamladıktan ya bir ya da iki gün sonra idi. Bu zaten böyledir. Kitap kitabı çağırır. Âli’ye Mektuplar uzun süre odamda, Mehmet Kaplan’ın diğer eserlerinin olduğu yerde bekledi. Kitapla ünsiyeti olanlar bilirler; her kitap temin edilir edilmez okunmaz. Bazı kitaplar okunur; lakin her kitap okunmaz. Önce size, sonra ise kütüphanenize alışır. Kitaplar da vakt-i merhunlarının olduklarını bilirler. Âli’ye Mektuplar ile de az bakışmadık. Bu sene başında okumaya başladım. Mehmet Kaplan’ın okul arkadaşı Âli Ölmezoğlu’na 1939 ila 1953 arasında yazdığı mektuplar ile 1953 yılının çeşitli günlerinde tuttuğu günlüklerden oluşan eseri okurken ta bitirene dek muhayyilemden biteviye bir şarkı sesi geliyordu: Mazi Kalbimde Bir Yaradır.

Mehmet Kaplan’ın mektupları yazdığı günlerin şehir, ekonomi ya da muhit nostaljisi değildi bu şarkıyı dinleten. Henüz yirmi beş yaşındaki bir ilim adamının kendi iç alemine, hayata, varlığa, edebiyata, felsefeye ve daha birçok şeye dair derin tefekkür kabiliyetini okudukça her harf sanki bir notaya dönüştü. 1940’ların İstanbul’unda bir yandan İstanbul Üniversitesi’nde Darulfünûn heybetindeki hocaların arasında tutunmaya çalışırken bir yandan da Behice Kaplan ile bir yuva kurma telaşının anaforundaki Mehmet Kaplan, arkadaşı Âli’ye şöyle yazıyor: “Para hususunda derdimi hiç sorma. Yiyecek, içecek ateş pahasına çıktı. Borçlar falan. Sabah, öğle zeytin, peynir yemekten canım çıkmak üzeredir.” “Grande Ristretto Bianco” içmeden düşünemeyen düşünürlere selam olsun mu? Peynir, ekmek yemekten “canı çıkmak üzere” olan Mehmet Kaplan’ın aklı iki yârde asılı kalmıştır. Onlar hiç ayrılmazlar: Behice Hanım ve kitap. Dönemin meşhur kitapçısı Haschette, Mehmet Kaplan’ın uğrak yeridir. Lakin parası yoktur. Bir gün kitapçıda Fransız edebiyatı tarihine dair bir eser görür: Histoire De La Litterature Française de 1789 a nos jours. Albert Thibaudet. Mesleği için “istifadeli” gördüğü bu kitabı alamaz. Bir yerden 80 lira alacağı vardır. Bu para ile borcunu ödeyecek ve tezini daktilo ettirecektir. Geri kalanını nasıl değerlendireceğini ise şu şekilde ifade eder: “Sevgiliye ve kendime birer yüzükle, kitap alacağım.” Ne kadar ince. Zaten Mehmet Kaplan’ın ince ruhu katmerleşmiş enselerine akademik ünvanlarını dağlayanlardan da mustariptir. Profesörlüğünün tasdikten çıkmasının akabinde aldığı ünvanın başkalarının kendisine bakışını değiştireceğinin bilincindedir. Kaplan hoca, ünvanların birer maske olduğunun farkındadır ve kendisini takanı en yakından gören yine maske değil midir? “Ben yine aynıyım. (…) Beni alakadar eden unvan değil, insandır.” diyen bir akademisyen görmediyseniz eğer, Mehmet Kaplan’ın aktarılan cümlesi üzerinde düşünebilirsiniz. Kapısının ziline, arabasının plakasına, kartvizitine, sosyal medya biyografisine, mezarının taşına, gözlerinin akmayan yaşına, boynuna, koluna, sevgilisinin yoluna unvanlarını yazanların habitatında yaşayanlar için çok naif değil mi? Mehmet Kaplan’ın naifliği, meslek namusu ile at başı gider: “Fakat Dr. İşaretinin namusunu muhafaza için bir hayli uğraşıyorum.” diyen Kaplan Bey, bir anlamda akademisyenliği bir fütüvvet teşkilatı ahlakı içinde yaşar. Okuyanlar hatırlayacaklardır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Günlükler'inde şöyle anlatır:

Kaplan, talebeye benim ‘raks’ şiirimle Yahya Kemal’in ve Fikret’in manzumelerini vazife olarak vermiş ve münakaşa etmelerini istemiş. (…) Kaplan’ın çok iyi hoca olduğunu söyledim. Benden sabun köpüğü, ondan bilgi kalır dedim. Aynen düşüncem de budur.

İlk baskısı Âlî’ye Mektuplar olarak yayımlanan, yeni baskısı ise Yaşadığıma Dair – Günlükler ve Âlî Ölmezoğlu’na Mektuplar başlığı ile arz-ı endam eden eser okunduğu zaman görülecektir ki Mehmet Kaplan, kendisini uzmanlık alanına hapsetmeyen, farklı alanlarda okumalar yapan, okuduklarını hazmeden, öğreten ve belki de en önemlisi yazan bir hocadır. Yazma hususunda tembellik yapan arkadaşıa devamlı yazmasını tavsiye eder. Özellikle yazı üzerine düşünenlerin dikkata alması gereken mektuplardır bunlar.

Kitap üzerine yazılanlar kitabın bütütünü vermemelidir, veremezler de zaten. Kaplan Hoca’nın dikey hayatına ait bir çok soruyu, tereddütü, sevgiyi, nefreti izleyebileceğiniz mektuplar içerisinde, zamanın edebiyat, siyaset ve kültür dünyasının önemli simaları hakkında çarpıcı detaylar bulacaksınız. Kitapta Atsız’dan, Necip Fâzıl’a; Nurettin Topçu’dan Abdülbâkî Gölpınarlı’ya kadar geniş ve ehemmiyetli bir kadroya dair hatıralar var.

Ben bu kitabı çok sevdim. Sizinle de paylaşmak istedim. Dua olsun. Bir yâriniz olsun, bir de kitabınız. Yârin de terketmeyeninden olsun. Kitap zaten terketmez.

Kitapta geçen bir kitap: André Gide, Pastoral Senfoni.

Mehmet Bilal Yamak
twitter.com/mehmedbilal__

7 Temmuz 2023 Cuma

Tanıdıkça sevmek, sevdikçe bilmek

"Zerre düşse ilm-i Mevlâ'dan eğer bir kemtere
Kalbinin her zerresi meş’al-i irfân olur."
- Abdülaziz Mecdi Tolun

"Bilgin sana kıymet, talebin neyse, o’sun sen;
İnsanlığı; sade yiyip içmekte mi sandın?"
- Kenan Rifâî

Yeryüzündeki fani ömründe insan için en büyük saadet; bilme, öğrenme ve anlamayla geçen bir yaşamdır. İnsan sadece kitabi bilgiyle yetinemeyeceği ve kendini geliştiremeyeceği için bu bilgileri hayatını organize etmek için kullanmalıdır. Yaşam pratiği hâline gelmeyen bilgi, giderek yük hâlini alır. Aynı durum, dini bilgiler için de geçerlidir. Yaşanmayan bir din, insanı strese sokar. Halbuki inanç sahibi kimseler yaşama kattıkları sevinçle, neşeyle, enerjiyle bilinirler. Onlar kendi dertlerini unutup başkalarının dertlerine koşan, kendilerinden veren ve giderek nefslerini terbiye edip kamil vasıflara kavuşan kimselerdir.

Bilim (bilme), ilim (öğrenme), anlama (irfan) ve bunlarla yaşama (ahlak) bir ulu ağacın dalları gibidir. Kamil vasıflara kavuşmuş kimseler, yani eski zaman büyükleri; bu ağacın dallarından beslenip başkalarına da meyveleri sunmalarıyla eskimez olma vasfını kazanmışlardır. Bugün hâlâ bizler Süheyl Ünver, Ahmed Yüksel ÖzemreHaluk Nurbaki, Münir Derman gibi isimlerden istifade ediyoruz. Onlar, İnsan bedenindeki ve gökkubbedeki mükemmelliği idrak ettiler. Onlara göre Allah'ın insanla sorunu yoktu, insanın Allah ile sorunu vardı. Bu sorunun adı da gönlü Hakk'la hoş etme sorunuydu. Çözdüler, yazdılar, anlattılar. Hep dikkatimi çekmiştir; bu insanların hayatlarını okuduğunuzda, o hayatlarda bunalım, depresyon, panikatak göremezsiniz. Sıkıntıların, kederlerin, gamların hepsi gelip geçicidir. Zira bilirler ki dertsiz geçen günleri ömürden değildir ve asıl tehlike dertsizliktir. Tasavvuf hiç şüphe yok ki onların safalı bir hayat sürmelerinde yakıt olmuştur. Bu yakıt, günümüzde anlaşıldığı gibi romantik bir hat boyunca ilerlemez. Zamanı aşan faaliyetlerin, mekanı aşan birlikteliklerin, yani sevginin ve vefanın harmanlandığı bir tasavvuf anlayışı, metafiziğin realizasyonu noktasında vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Asırlarca tasavvufun bir miskinlik değil aksiyon hareketi olmasının, tekkelerin birer güzel sanatlar akademisi olmasının ardında bu yatar. Bu büyük insanlar; okulda, hastanede, ameliyathanede, kütüphanede yaptılar bunu. Yalnızca camilere, dergâhlara, bayramlara ve diğer özel günlere hapsedilen bir dini anlayışı savunmadılar. Sadece korkutulan, cezalardan ve kanunlardan oluşan bir din anlayışından beslenmediler. Dış kapıyı kapatıp iç kapıyı açtılar, yani gönüllerini. Zahire değil batına yöneldiler, esmadan müsemmaya geçtiler. Hepsi bu topraklara Hakk'ın birer nimeti olarak dağıldı ve bu dağılan nimetlerden her an nasiplenmek de bizlere dünya bahtiyarlığı oldu. Çok şükür.

1924 yılında Nevşehir'in Nar kasabasında dünyayla tanışan Haluk Nurbaki, üniversite öğrenimine kadar pek çok mana sultanından istifade etti. O mana sultanları, Nurbaki'nin gönlünü Fahr-i Kainat ve Ehl-i Beyt aşkıyla donattılar. Tıp eğitimini tamamladıktan sonra manevi silsilesi bir taraftan Bahâeddin Nakşibend'e diğer taraftan Abdülkâdir-i Geylânî’ye ulaşan, "mürşidim" dediği Faik Saraç Beyefendi ile tanıştı. Bir ömür süren yakınlıkları, her iki ismi de farklı boyutlara taşıdı. Yine bu sıralarda Diyarbakırlı Faik Yaşar Beyefendi ile tanışmasıyla gönlündeki Fahr-i Âlem ateşi coşmaya devam etti. 1968'de radyoterapi ve radyobiyoloji ihtisasını tamamladı. Kanser konusundaki faaliyetlerini yoğunlaştırdı. Fransa, İsviçre ve İngiltere'de ilmi çalışmalar sürdürdü. Peş peşe yayınlanan kitaplarında mana kanalından aldığı gönül eğitimini ve pozitif bilimlere olan hakimiyetini cem etti. Bunu daha iyi anlatabilmek için Haziran 1989'da kendisine yöneltilen "İmana ve itikada ait meseleleri, fizik kanunları ile açıklama yoluna gidiyorsunuz. Neden böyle bir üslup seçtiniz?" sorusuna verdiği cevaptan bir bölümü buraya alalım: "Geçtiğimiz asırlara baktığımızda İslâm âlimlerinin, diğer ilimlerde de çağın gerektirdiği ölçüde ilim sahibi olduklarını görürüz. Fakat günümüzün şartları daha değişiktir. Mesela daha önce toplam üç ciltlik bilgi seviyesine sığan dünya ilmi, bugün kütüphanelerden taşmaktadır. Şunu söylemeliyim: İslâm'ın kendisi ilmî bir vakıadır ve her asrın ilmi ölçüsünde anlaşılır."

Sohbetlerinde ve yazılarında, ilmi tecrübesini irfan havuzunda yıkayıp öyle ustaca nakletmiştir ki dinleyen bir daha dinlemek, okuyan da bir daha okumak istemiştir. Böylece binlerce insanın hidayetine, yine binlerce insanın marifet ilminden nasiplenmesine vesile olmuştur. Onun benzersiz yorumlarında ve tüm çalışmalarında görülen şey şudur: Fahr-i Kâinat'ı ve Ehl-i Beyt'i sevmeden hiçbir şey tamam olmaz. Bu sevgi her şeyin ötesine geçmeden marifet ilminden nasip beklenemez. Bu sevgi bütün ruhumuza hakim olmadan afiyet ve saadet mümkün olamaz.

Nefes Yayınevi tarafından Mayıs 2023'te neşredilen "Rabbini Nasıl Bilirsin?", Dr. Haluk Nurbaki'nin Sûre-i İhlâs ve Sûre-i Rahmân üzerine enfüsî yorumlarından oluşuyor. Daha ilk sayfalarından itibaren Nurbaki'nin gönlünden akanlar, okurun gönlünü önce darmadağın ediyor, akabinde toplama harekatı başlıyor. Çünkü bize öğretilenlerin ne kadar "hiç" mesabesinde olduğunu, ne kadar yarım, eksik ve ham olduğunu, hatta kusurlu olduğunu yeniden görüyoruz. Keşke diyoruz bize mana meseleleri bu şekilde anlatılıp öğretilseydi. Zira okuduğumuz surelerdeki anlam derinliğinden maalesef ki bihaberiz. Günde belki birkaç defa okuduğumuz ayetlerden, surelerden ne anlıyoruz? Başkalarıyla ne kadar paylaşabiliyoruz? Sevginin asıl sahibi olan ve bütün kainatı sevgisiyle yaratan Hakk'ı tanımanın, bilmenin yollarına ne kadar uzanabiliyoruz? Bütün bunlardan uzak kalınca da "Arıyorum" deyip geçiyoruz, arama eylemine takılı kalıyoruz. Aradığımız şeyin ne olduğunu acaba ne kadar biliyoruz...

Kitabın, "Kur'an Hakikatleri" serisinin ilk cildi olması, nasibimizin süreceğini gösteriyor. Peki Rabbini Nasıl Bilirsin bizlere ne anlatıyor? Bunu birkaç cümleyle özetlemek elbette mümkün değil, bu sebeple Haluk Nurbaki'nin sözlerine müracaat etmemiz gerekiyor: Rabbimizi zâtıyla bilmemiz mümkün değil. Bu terazi o sıkleti çekmez. Peki bu böyledir diyerek kenara mı çekilmeliyiz? Elbette hayır. Rabbimizi sıfatlarıyla bilebiliriz. Hem de öyle güzel bilebiliriz ki etrafa, insanlara, çevremize, topluma, ülkemize bakışımız değişir. Taşa, toprağa, hayvana, çiçeğe başka bakmaya başlarız. Çünkü bu bakışın içinde tecelli var. Celaliyle, cemaliyle, azametiyle, kudretiyle, keremiyle, örtücülüğüyle, affediciliğiyle, sevgisiyle Hakk'ın tecelli ediş meselesine yoğunlaşırsak, bundan sonraki yaşamımız çok daha farklı olacaktır. Hem kitabın içinde okuru nelerin beklediğine hem de Haluk Nurbaki'nin üslubuna, irfanına, mana zenginliğine bir misal olması için iki uzun alıntı paylaşmak durumundayım:

"Evrenin bir noktasındaki bir güneş ya da gezegen, sayısız yıldızın, galaksilerin cazibe dengesi altındadır. Daima hareket halinde ve genişlemekte olan evren ve yıldızların her an cazibe şartları değişir; her an yeni cazibe kuvvetlerinin etkisi altında olan bu gezegen, bir an içinde milyonlarca formülden hesap yapması lazımdır ki hızını, mesafelerini ayarlayabilsin. Bu hesabı, değil bir taş yığınının yapması, milyonlarca âlim senelerce uğraşsa yapamaz. Ancak Allah'ın 'Samed sıfatı', her şeyin ona muhtaç olma yasası o dengeyi sağlar ve gezegen o sıfatın sırrı içinde varlığını devam ettirebilir. Atom çekirdeğinin içindeki nötron ve proton zerrecikleri korkunç kuvvetlerin temsilcileridir. Saniyede on milyon kere titreşerek denge kurabilirler. Ve bir atom çekirdeği, saniyede on milyon kez Samed sıfatına muhtaçtır. Bir an bu Samed sırrı zuhur etmese korkunç bir fırtına ile infilâk eder. Minikler âlemine gelirsek: Atomun etrafındaki elektronlar saniyede yüz bin kez döner. Bu dönüş elips şeklinde bir yörüngede olduğundan, her dönüşte elipsin her noktasında ayrı hız ayarlaması yapması gerekir. Hele elipsin en uzak ve en yakınlarında dört kez manyetik spin dediğimiz bir eğilme yapmak zorundadır. Demek ki saniyede 400 bin Samed sırrına muhtaçtır. Ya bir hücre? 2000 laboratuvardan kurulu olan hücrede tüm işlemler akıl almaz bilimsel beceriler istemektedir. Her laboratuvar saniyede en az 5.000-10.000 kez Samed sırrına muhtaçtır. Ortalama bir hücre saniyede on milyon kez Samed sırrına muhtaçtır. Şimdi kendimizin, sırf bedenimizin Samed sırrına kaç kez muhtaç olduğunu hesaplayın; unutmayın, vücudumuzda 30 trilyon hücre var ve her gramımızda ortalama milyar kere milyar atom var. Tüm sistemlerle birlikte Samed sırrına muhtaçsınız. Bu yüzden dakikada ortalama 16 kez nefes alırken 'Hu' dersiniz ve vücudunuzda bulunan milyar kere trilyon elektron, saniyede 400 bin defa manyetik spin yapar. Bu hareketi sırasında ona kıble tayin edilen çekirdeğe doğru derviş gibi eğilir."

"Kalp 'Allah' diye atar. Allah diye attığı için o kan senin en uzak yerine kadar gidip de canını nimet bilir, bunu bilin. Mümin, kâfir, vahşi, âlim neyse; hepsinde 'Al-lah, Al-lah' diyerek atar. Bu kalp atarken içerisine fesat doldurmazsan, önüne gelecek ilk adama nasıl kazık atarım diye plan hazırlamazsan... Hâdisâtı dışarıda gördükten sonra onu abes görmez, "Rabbim yaratmıştır, elbette bir hikmeti vardır" diye sıcaklık duyarsan işte o zaman yavaş yavaş ihlâs dediğimiz hadise başlar ki o kalbin her 'Allah' deyişini duyarsın. Şimdi en iyi geçinen insan dahi günde bir iki defa duyabilir; halbuki dakikada yetmişse yetmiş, seksense seksen atar kalp... Onu duyman lazım gelir. Ki günde yüz bine yakın 'Allah' diyor kalbin. Sen istediğin kadar dilinde yanlış konuş, istediğin kadar içinde başka şey yaşa... "Peki, Allah diyor da ben neyim, seyirci miyim?" Seyircisin ya! Sana Cenâb-ı Hakk bir ömür vadetmiş. O ömrün var olabilmesi için mutlaka "Allah" diyeceksin ki sana varlık sırrı verilebilsin. Bunu sana ibret diye vermiş ama farkında değilsin tabii. İşte bu sırra yaklaştıkça o insanda kötülük yavaş, yavaş, yavaş söner... İçerisine sokamazsınsınız. On kişi gelir her gün, 'Ya şurada şu varmış, burada...', hiç ırgalamaz adamı. "Hiç ilgilendirmez beni" der. Böyle insanlar yaşamamış mı? Hayal mi bunlar? Hayır! 'Al-lah Al-lah!' Dakikada yetmiş defa, altmış defa atan bu. Başka ses duyamayacaksınız o zaman. Efendim 'tik-tak' diyormuş... O senin babanın bozuk saatidir 'tik-tak' diyen! Kalp 'Allah!' der. İşte o, Allah'la senin manana da yayıldığı zaman, artık senden Allah'tan başka bir zevk çıkmayacak."

Haluk Nurbaki, Kur'an'da bir uzun sure ile bir kısa surenin (Rahman ve İhlas) Allah'ı anlattığını, bir uzun sure ile bir kısa surenin (Yasin ve Kevser) Efendimiz'i anlattığını, yine bir uzun sure ile bir kısa surenin (Yusuf ve Asr) insanı anlattığını ifade ediyor. İşte, Allah'ı anlatan iki surenin enfüsi yorumundan oluşan Rabbini Nasıl Bilirsin şu gerçekleri anlamamızı kolaylaştırıyor: İhlas kelimesinin anlamı, Ahad - Vâhid arasındaki fark, Allah'ın sıfatlarını kavramak, Samed'in anlamı, kudret ve güzellik kavramları, cennetin değişmez varlıkları, Allah'ın nasıl tanındığı, tasavvufun ihlâs tarifi, iman penceresinin ve gönül penceresinin nasıl açılacağı, Cenâb-ı Hakk'a hilafet etmek, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarının yansımaları, kalpleri mühürlü olanlar, samedâniyet, "Lem yelid ve lem yûled" sırrı, Hz. İsâ'nın yaratılışı, "Ve-lem yekun lehû kufuven Ahad" sırrı, "Va'llâhu Ahad", zamanın yavaşlaması, meleklerin varlığı, "Yalnız sana kulluk ederiz", Âyetü'l-Kürsî - Ahad ilişkisi, Hayy ve Kayyûm sırrı, insanın yaratılma sebebi, insanlardaki kötü haller: küfür, münâfıklık, şirk, sıfır kavramı ve cebir ilmi, ölüm ve diriliş olayı, Allah'ın güzelliğini idrak etmek, namaz ve infak, Allah'ı sevmek, gönül kanalı açmak...

Bu güzel kitap okunurken; ilmî, İslâmî ve tasavvufî bakış açılarının birbirinden ayrı kapılar değil, tek bir pencere olduğu da yeniden anlaşılacaktır. Büyükler buyurmuşlar ki tanımak, yalnızca sevmekle mümkün. Böylece tanımak bilmeye dönüşebilir ancak. İnsan için Allah'ı bilmekten daha büyük bir marifet var mıdır? Elbette yoktur. Hem bu dünyada, hem ahirette yegane saadet budur...

Nefes Yayınevi'ne ve kitabın oluşmasına katkıda bulunanlara bu anlamda ne kadar teşekkür etsek azdır. Haluk Nurbaki Beyefendi'nin ruhunun şad olması ve ilminden daima nasiplenmek niyazıyla...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Temmuz 2023 Perşembe

Dervişin lokmasında nice sırlar gizlidir

"Mest olup mestâne geldim tâ ezelden tâ ebed
İçmişim aşkın şarâbın âb-ı engûr olmadan."

- Şemseddin Sivâsî

Medeniyetimizin en zengin enstrümanlarından biri hiç şüphe yok ki mutfağımız ve sofralarımız. İnsanların yemekle kurdukları bağ, yalnızca doymaktan, eğlenmekten ve bir araya gelmekten ibaret değil. Meseleyi tasavvufta yemek kültürüne getirdiğimizde ortaya derin bir bir harita çıkıyor. Bu haritanın merkezinde "helal lokma" ve "rızık" yer alıyor. Türkülerimizde ve şiirlerimizde de yer bulduğu gibi helal lokma, sofraların baş tacı. Sadece bayramlarda ya da özel gecelerde değil, Rızkın Sahibi her sofraya oturuşta anılıyor, O'na şükrediliyor, verdiği nimetlerin ve lutufların karşısında kul hem acziyetini hatırlıyor hem de gayretinden, hassasiyetlerinden ödün vermiyor.

"Derviş lokması, insanın sadece hatta kalma güdüsüyle açıklanabilecek türden alelâde bir besin değildir. O, gıda ve azık kavramlarının ötesine geçerek ilâhî irade tarafından mahlûkata tahsis edilmiş besinleri ve gereksinimleri ifade eden rızık kavramının doğrudan bir temsili, beşerin iştiyak duyduğu helâl ve leziz hatta bir o kadar asude lokmasıdır" diyor Güldane Gündüzöz. Zira dervişler, lokmanın içine koca bir âlemi sığdırırlar. O âlemde zikir vardır, nefs terbiyesi vardır, edeb ve adab vardır, usul ve erkan vardır. Dostluk, muhabbet ve aşk vardır. Daha evvel tasavvufta tac sembolizmi üzerine fevkalade bir çalışma sunan Güldane Gündüzöz, bu kez tasavvufta yemek kültürüne ve tekke mutfaklarına dair çalışmış, ortaya da çok lezzetli bir kitap çıkmış: Derviş Lokması. Ketebe Yayınları tarafından Mart 2023'te neşredilen kitap, meraklısı için pek lezzetli bir okuma şöleni sunuyor.

Türk kültürü, gastronomi açısından dünyada eşi olmayacak bir zenginliğe sahip. Süheyl Ünver, Fatih Devri Yemekleri'nde konutla ilgili şu anekdotu verir: Fransa'nın en büyük aşçılarından Prof. Montaigne, Esad Fuat Tugay'a yemek pişirmesini ve yemesini Haçlı Seferleri sırasında Türklerden öğrendiğini itiraf etmiş. Yemek kültürümüz özellikle vakfiyelerle birlikte hem usta-çırak ilişkisiyle gelişmiş, hem de tasavvufun içindeki sembol zenginliğiyle günümüze kadar taşınmış durumda. Sofra açmak, gönül açmaktır. Ortada ne tür yemek olursa olsun kalp kalbe iletişimin kurulduğu yerdir sofralar. Yeri gelir sohbet eşlik eder, yeri gelir sessizlik. Ama dervişlerin sofrası başlı başına bir dua törenidir. Duayla açılır duayla sırlanır. O sofrada Hacı Bektaş-ı Velî'nin nefesi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin aşkı, Ahmed Yesevî'nin sırrı vardır. Lokma, dervişin kurbiyetini kuvvetlendirir. Dolayısıyla sadece biyolojik bir eylem değil, metafizik bir harekettir. Rızıkla birlikte sofraya kurulan Hakk'ın cemâlidir. Şükrün ve kulluğun zirvede yaşanması gereken yerdir sofralar. Bu nedenle her bir lokmanın helalinden olmasına mutlak özen gösterilir: "Tasavvuf geleneğinde sufilerin yaşantısı 'helal' kavramı ile vazgeçilmez şekilde bağlantılıdır. Tasavvufa göre, yapılan iş meşru olsa bile damarlarda haram lokma bulunuyorsa söz konusu fiil, haramla gölgelenmektedir. İnsan-ı kamil idealinin bir gereği olarak sufi, seyr ü sülukunda nebati ve hayvani nefisleri aşarak nefs-i natıka mertebesine ulaşmayı hedeflemektedir. Bu itibarla sufi açısından beslenme sadece biyolojik bir ihtiyacın giderilmesi değildir. Tasavvuf gıda üzerinden bir ruhi arınma prosedürü oluşturmakta, bunun yanı sıra bir alem tasavvuru inşa etmektedir."

Etiyle, pirinciyle, bulguruyla, tatlısıyla, çayıyla, kahvesiyle tekke kültüründe sofranın çok ciddi usulleri vardır. Keza dervişin yetişmesinde mutfağın (matbah-ı şerif) rolü büyüktür. Destursuz girilmez, baş kesmeden çıkılmaz. Fakirler, garibler ve misafirler, tekkelerin baştacıdır. Çünkü ancak hizmet edene himmet edilir. Velhasıl tasavvufta sofra, irfân pazarıdır. Edeble gelen lutufla gider. Eskilerin dediği gibi: rızku'l-avam fi'l-yemin, rızku'l-havas fi'l-yakin. Avamın rızkı eldedir, yani maddidir. Havasın rızkı bilgidedir, yani manevidir.

Dervişlerin lokma ile kurdukları irtibatın kökeninde nebevî ahlâk, dolayısıyla kemâl var. Gündüzöz bu durumu şöyle açıklıyor: "Tasavvuf adabında Hz. Peygamber'in ahlakı model alınmıştır. Hz. Peygamber Allah'a tam bir teslimiyet içinde yaşamıştır ve bu nedenle hayatındaki eylemleri taklit edilmelidir. İslami hayatın ilk yüzyıllarındaki zühd anlayışı daha sonraki dönemlerde tasavvufa dönüşmüş ve örnek şahsiyet olarak Hz. Peygamber görülmüştür. Bu süreçte yemek ise, küçümsenecek bir öğe olmaktan çıkmıştır. Bunun yerine, bir edep manzumesi olan tasavvuf hayatının gelişen düzenine tamamen entegre olmuştur. Yemek, bedeni ve zihni disipline etmek ve ruhun mistik yükselişini kolaylaştırmak için uygulanan usullerden biri olarak kabul edilmiştir."

Derviş, yediği her lokmayla birlikte Allah'ın celalini, kudretini, azametini ve elbette sevgisini yaşar. Bu yaşayış giderek bir temaşaya, hatta terennüme, yani yaşam ritmine dönüşür. Dolayısıyla lokma, ilahi rahmete ulaşmanın, ilahi aşka ulaşmanın en hassas yollarından biridir. İnsan rızkıyla samimi bir bağ kurduğunda aynı zamanda eviyle, işiyle, çocuklarıyla, toplumla münasebeti de zenginlik kazanır. Bu bir iç denetim meselesi haline kavuşur. Dolayısıyla derviş için rızıkla kavuşma anı hem bir şükür vesilesidir hem de nefs terbiyesi açısından bitmeyecek bir derstir: "İnsan, yaratılmış olması itibarıyla kendisini var edenin kendisi olmadığını, aksine yaratmaya mutlak gücü olan birinin, kendisini yarattığını fark eder. Böylece kesin bir surette 'yaratıcı olmanın sadece Allah'a mahsus' olduğunu bilir. Benzer şekilde yaratılmasının güvencesi ve muhafazası olan rızka muhatap olması bakımından kendi rızkını kendisinin kazanmadığını, rızık konusunda mutlak kudret sahibinin ona bu rızkı ihsan ettiğini bilir. Böylece kesin bir bilgi ile 'rızık verenin sadece Allah olduğunu' fehm eder."

Güldane Gündüzöz, Derviş Lokması'nda tekke, mutfak, medeniyet üçgenine çok zengin konuları yerleştirmiş. Anadolu tekke mutfağı, helal lokma yemek, Hz. Peygamber dönemi yemek kültürü, Türk kültüründe yemek, kazanın sırrı, tekke yapılanmasında mutfağın yeri ve önemi, tekke mutfağındaki araçlar ve gereçler, tekke mutfağının ekonomisi, kahve kültürü, çorba kültürü, ahîlerde sofra, Şâzeliyye, Ayderûsiyye, Bektaşîyye, Mevlevîyye, Halvetîyye gibi yollardaki yemek ve sofra adabı bu konulardan bazıları. Kitabın son bölümünde Osmanlı tekkelerinde pişen yemeklerin tarifleri ve "Mecmûa-i Fevâid" incelenmiş: Koyun külbastı, balık külbastı, tavuk böreği, su böreği, pırasa böreği, soğan böreği, revani, kurabiye, helva, baklava, kaymaklı saray ekmeği, kadayıf, pilav, tarhana, patlıcan dolması, ciğer... Okur burada, bir zamanlar Aziz Mahmud Hüdâyî Âsitânesi'nde pişen yemekleri görebilir, Bursa Nûmâniyye Dergâhı'nda Bursa Eşrefîlerinin köfteli çorba ananesini öğrenebilir.

Derviş Lokması, tasavvufta yemeklerden mutfak gereçlerine kadar nasıl sembolik bir zenginlik olduğunu sunması açısından da son derece zengin bir kaynak. Şiirimizin, mimarimizin, musıkimizin de tarih boyunca bu lokmadan ve sofralardan aldığı nasipler malum... Yahya Kemal'in "Türkler Viyana kapılarına nasıl gitti?" sorusuna verdiği cevap unutulmamalı: "Bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

2 Temmuz 2023 Pazar

"Kalıplı Fes, Mor Ferace, Fildişi Baston"
Üç İstanbul üzerine

İnsan kalbi saadet asırları ile doludur. Dine, millete ve aileye dair saadet asırları. Hayal bütünleştirir, akıl parçalara ayırır. İnsan da bu yüzden hep hayale firar eder, bütünleştirmeye. Gözlerimizi kapattığımızda ise ya geleceğe ya da geçmişe koşarız, “an”dan kaçarız. Hepimizin yaşamak istediği devirler vardır. Kimimiz on beşinci yüzyıl Osmanlı’sında, başı yirmi birinci yüzyılda gövdesinin üstünde kalmak ve kan vermemek şartıyla kılıca su vermek ister; kimi aç ve siyah tenli olmadan ve taşın altında kalmadan Bilal-i Habeşî olmayı düşler. Hanımefendiler, mor feraceli on dokuzuncu yüzyıl hanımlarının Sâdâbâd’a tenezzühe koşuşlarını severler; moru karaya çalan çarşafına üç aylık bebeğini dolayıp da yola düşen Rumelili muhacir kızı seven ise sadece romanlardır. Fesle gezenler var bugün hala sokaklarda. Aziziye, mecidiye, hamidiye kalıplı değil; atölye kalıplı fesler. Mazideki Yahudi tüccarın, Rum bürokratın, onikilerin, çapkın beyzadenin, dinlinin, dinsizin kafasından uçan fesler, arada geçen yüz küsür seneye kefareten, havada yüz kere dönüp faziletperverlerin, hamiyetperverlerin, yani bilumum perverlerin başına besmele ile konar. Mazi, fes ile de tamam olur. Fes de hayaldir. 

Bir yakınım, altı yüz sene boyunca Osmanlı’da tek damla içki içilmediğini savunmuştu. İtiraz etmek ayıp olurdu. İnsana, karşısındaki insanın hayalini kovma hakkı verilmemiştir çünkü. İnsana verilmeyen bu hak edebiyata verilmiştir lakin. Edebi eser, zamanının çocuğudur. Zaman geçer, gider; çocuğunu ise yazarın eline emanet eder. Böylelikle her eserde, yazıldığı zamanın sırrı vardır: Evlat, babanın sırrıdır. Bu sırra binaendir ki bir dönemin kronolojik, afaki vukuat tarihini aşıp dönemin toplumsal, ruhi tarihini anlamak, anlamlandırmak isteyenler; o dönemi anlatan bir romanı, o dönemi yaşayan bir yazardan okumalıdırlar. Mesela, Sultan II. Abdülhamid, II. Meşrutiyet ve Mütareke dönemleri Türkiye tarihinin en keskin virajlarındandır. Merak da edilirler. Bu dönemler, antik Yunan’dan daha fazla mitolojik verim üretmişlerdir. Hayalin toplayıcılığına denk bir çoklukla, kahraman, efsane ve kült, mevzubahis zaman dilimlerinden yükselir. Bu dönemlerle ilgili tavsiye kitap listeleri yayımlanır. Bu listelerdeki kitaplar ise genellikle yukarıda bahsedilen vukuat tarihini kapsar. 

Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u ise sayfalarında barındırdığı karakterler aracılığı ile bahsi geçen üç dönemde memleketin ve memleket insanının geçirdiği maddi ve manevi dönüşümünü, faziletlerini ve rezaletlerini; dönemin saraylarının, konaklarının, meyhanelerinin, gazetelerinin, kahvehanelerinin içine süzülerek anlatır. 1885’te doğan Mithat Cemal Kuntay’ın 1956’da vefat ettiğini düşünerek yukarıdaki dönemlere Cumhuriyet Dönemi’ni de eklersek yazar, dört dönemin adamıdır. Bu dört farklı dönemi idrak edip de madden, manen hayatta kalan bir yazar ise okunacak yazardır. Yahyâ Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa gibi dehaları deha yapan bir unsur da Doğu’dan Batı’ya uzanan “araf” ise eğer; Mithat Cemal Kuntay bu “araf”ın dekorunu İstanbul’a kurup üzerinde elli küsür usta oyuncu ile temsilini oynatmıştır. Bu temsil sayesindeki okuyucu, siyasi olaylar zincirini kırararak ilgili olayların mahalle aralarındaki akislerine koşar. Şu da kitabın mirasıdır ki eskisi, yenisi yoktur; insan vardır. Mazideki insan ile ândaki insanın farkı ise dekordadır.

Hayalindeki kahramanları öldürmek istemeyenler bu kitabı okumamalıdırlar; hatta hiç kitap okumamalıdırlar. Tarihte sadece kalıplı fes, fildişi baston mor ferace ve sakız gibi bembeyaz sarık görmek isteyenler sadece uyumalıdırlar. Çünkü insan uykunun amellerinden sorumlu değildir.

Kitapta geçen bir şarkı: Te’lîf Edebilsem Feleği Âh Emelimle

Kitapta geçen iki kitap: Alexandre Dumas Fils, Kamelyalı Kadın.; Naîmâ, Târih-i Naîmâ.


Mehmet Bilal Yamak
twitter.com/mehmedbilal__

Varlık alemine aşkla, tevhid nazarıyla bakmak

Sâmiha Ayverdi’nin 1946 yılında neşrolunan kitabı Yusufcuk, Türk tasavvuf edebiyatı içinde mümtaz yere sahip bir eserdir. Yusufcuk’un henüz ilk cümlelerinden itibaren ilahi aşkın ve sarhoşluğun neşesiyle yazıldığı fark edilir. Burada ilahi sarhoşluğun bilhassa tasavvufi manada ne anlama geldiği üzerine biraz düşünmek gerekir. Tasavvufta “sekr” kavramıyla bilinen ilahi sarhoşluk, bir salikin kendini bağlı olduğu manevi kanala bırakarak, hatta raptederek, o kanaldan gelen feyzi yaşaması hâlidir. Kimi salik bu hâli söze, hatta saza, yani mûsıkîye dökmek ister. Kimiyse bu hâl ile resim ya da heykel yapar, sema eder, yahut gözyaşı döker. Zira Hakk’ın elindeki palette sonsuz renkler vardır. Hakk, tek bir renk tercih etmemiştir. Bu çokluk aleminde, bu kadar çok rengin içinde, her renkten kendine giden yol görünsün diye çeşit çeşit kullar yaratmış, bu kullardan diğer kullara tecelli etmiştir.

Mutasavvıfların “Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Mûsâ bayılarak yere yığıldı” (Araf, 7/143) ayetiyle işaret ettikleri sekr hâli, Sâmiha Ayverdi’nin dilinden ve gönlünden Yusufcuk olarak doğmuştur. Sufiler bu tip doğumlara “veled-i kalp” derler. Doğum, tecellinin ve feyzin aktığı kalpten gelmiştir. Konuşan her ne kadar Sâmiha Ayverdi gibi görünse de ya da okunsa da burada aslında âşık, maşukuyla konuşmaktadır. İlk sayfadan itibaren Ayverdi’nin hitap ettiği, âşkın ta kendisidir. Aşk, muhabbetin şiddetli hâlidir ve bu hâli sufiler Bakara suresinin 165. ayetinde atıfta bulunarak izah ederler. Bu ayette geçen “vellezîne âmenû eşeddu hubben lillâh” ifadesi, “Müminlerin Allah’a muhabbetleri çok şiddetlidir” manasına gelmektedir ve muhabbetle aşkın arasındaki yolu, öte yandan ilahi aşkı izah eder. Sekr hâli, bu şiddetli muhabbetin, yani yegane gaye olan aşka giden yolun bir vasıtasıdır. Salik bu vasıtayı dirençli, şevkli bir şekilde kullanarak muhabbetini artırır, giderek aşkı anlamaya ve daha sonra da yaşamaya başlar. Böylece konuştuğu, hitap ettiği, yani muhatabı bizzat aşk olur.

Bir insana aşkı en iyi anlatacak kimse, yine bir başka insandır. Fakat bu insan, nefsini terbiye etmiş, Hz. İnsan olmuş bir insan-ı kamil olmalıdır. Zira insan-ı kamilin kalbinden yansıyanlar, yolun başından, yani Hz. Peygamber’in kalbinden yansıyanlardır. Hz. Peygamber’in kalbinden yansıyanlar ise Hakk Teâlâ’dan yansıyanlardır. Bu silsile göz önünde bulundurulacak olursa, bir insan-ı kamilin terbiyesi altına girmiş olan bir salik, istidadını kullanarak sadakatle teslim olduğunda, gönlüne yansıyanlar ve kaleminden damlayanlar o insan-ı kamilin duyguları ve düşüncelerinden bağımsız olmayacaktır. Tasavvufta rabıta olarak kavram bulmuş bu hâl, esasında daimi olduğunda gerçekleşir. Kalbini ve iradesini daimi bir şekilde mürşidine teslim etmiş olan salik, kendinden bir şey konuşmayacak ve kendinden bir şey yazmayacaktır. Ondan okuduklarımız ve duyduklarımız, insan-ı kamilin derunundan aksedenlerdir. Yusufcuk, bu anlamda eşsiz bir kitaptır.

Sâmiha Ayverdi, Yusufcuk’a, “Devletlim!” nidasıyla başlar. Zira konuştuğu, yeryüzünün fani olmaklığı nedeniyle fani olan insanın, yine yeryüzünde erişebileceği en yüksek makam olan aşkla boyanmış, aşkla terbiye olmuş hâlidir, yani insan-ı kamildir. Ayverdi, onunla ilk karşılaşmasında, “Oku!” buyruğuna muhatap olduğunu söyler. Bu muhataplığıyla birlikte kendini tevhide bırakır. “Bir kır çiçeğinde, bir çiğ tanesinde, bir incecik su şırıltısında, zevkte, tebessümde hep senin parmak izlerini görerek hızlı hızlı okuyor ve yanımdakilere söylüyordum” diyerek şu ayete işaret eder: “Yedi kat gökler ve yer ve bu ikisi arasındakiler O’nu tesbih ederler; hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin.” (İsra, 17/44)

Salik, yaratılmış olan her şeye, taşa toprağa, kurda kuşa, kısacası tabiata bakarak hakikati görebilir. Bu görüş, giderek bir anlayışa dönüşebilir. Ancak yine de bu anlayış, tam bir kavrayış olmayabilir. Çünkü tabiattan yeniden kendisine dönmesi, kendini okuması lazımdır. Ayverdi burada, kainatı okurken yaşadığı yorgunluk karşısında insan-ı kamilin ona acıdığından, merhamet ettiğinden bahseder. Bu merhametle beraber “Kendi kitabını oku!” buyruğuna muhatap olur. Artık tabiattan, çokluk aleminden öze dönüş gerekmektedir. Bu dönüşle birlikte salik, kendi hakikatine giden kapının anahtarını bulacaktır.

Ayverdi, kainatta gördüğü her şeyin insanda da olduğu gerçeğiyle karşılaşacaktır artık. Tabiatın ve alemin mükemmel işleyişi, insan vücudunda da bir karşılık bulmaktadır. İnsan vücudu da mükemmeldir ve kusursuz işlemektedir. Yeryüzünde karşılaşılan hadiselerdeki acı ve neşe, insanda da vardır. Eğrilikler ve düzlükler, inişler ve çıkışlar insan gönlünde de yer almaktadır. Tüm bunlar, Şeyh Galib Dede'nin “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” dizelerini bizlere hatırlatır. Ayverdi burada kainatla insan gönlü arasındaki irtibatı şöyle kurar: “Belki hakikaten bu, ötekinden küçüktü; ancak kainat kitabına sığmayan büyüklükler buna sığmıştı.

Bu cümle aynı zamanda Hakk Teâlâ’nın “Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım.” sözünün, salike açılmasını temsil etmektedir. Ayverdi, tabiattan kendine geçiş sürecini yaşamış, fakat gördükleri karşısında şaşkınlığa kapılmış, hayret makamının güzelliğini hissetmeye başlamıştır. Burada yine yardıma ihtiyacı vardır. İnsan-ı kamile olan teslimiyetiyle, kendini okumanın da zorluğunun farkına vararak, bir kere daha himmet talep eder. Bu ilticası karşılıksız kalmaz. “Kendi kitabını okumak uzun sürer, beni oku!” hitabına muhatap olur. Bu hitap karşısında çaresiz kalır. Zira, aşkı okuyan o büyük zümre arasına katılmak fevkalade bir büyüklük ve hatta kitabın ilk cümlelerindeki gibi bir devlettir. Bunun nasıl bir devlet olduğunu bilen Ayverdi, marifet deryasına aşkla ve şevkle dalar. Bu derya, tek başına yüzülecek bir derya değildir. İnsan-ı kamil de bu yüzden vardır. Salik, yalnız yüzmeyecek ve yalnız yürümeyecektir. İnsan-ı kamil, onun Hakk’a doğru yürüyüşünde bir gavvas rolü üstlenerek, inci mercanları deryanın diplerinden yukarıya taşır. Hatta bazen, salikin istidadına göre onu da deryanın diplerine ulaştırıp bu hazineden yararlanmasını, giderek aşka yanmasını ister. Tüm bunlar, Hakk’ın emirlerine uyarak gerçekleştiği gibi yanına şiddetli muhabbetin yani aşkın konulmasıyla da giderek bir hayat nizamı olur. Hayatın kendisi aşk olduğunda kişi kurallarla, emirlerle yetinmez. Vaktin ötesinde bir muhabbetle yüzünü ve kalbini daima Hakk’a döner. Böylece nafile ibadetlerle, dualarla, tesbihlerle, zikirlerle de Hakk’a yürüyüşünü şiddetlendirir.

Ayverdi burada “Gözüm oldun, dilim oldun, tenimdeki canım oldun ve bunları benim yerime kendin okudun” der. Bu cümleler, bir hadis-i şerifin izahıdır aynı zamanda: “Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı, aklettiği kalbi, konuştuğu dili olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.” (Buhârî, Rikak 38.)

Yusufcuk’un sadece bu iki giriş sayfası; kalbiyle okumak isteyenler için teslimiyetin, marifetin, muhabbetin, aşkın, insan-ı kamilin vazifesinin, kainatı okumanın, insanı okumanın, kitabın kendisini okumanın ve giderek hakikate vasıl olmanın, yani vuslatın bir ifadesidir. Bu ifade öylesine güçlüdür ki kitabın gelecek sayfaları için okuru olabildiğince hızlı biçimde hazırlar. Bundan sonrası tıpkı Ayverdi’nin yaptığı gibi teslimiyeti, sadakati, muhabbeti bir yakıt bilerek aşkın alevlerine doğru koşmaktır. Bu koşuda kişi asla ve asla yalnız değildir. İnsan-ı kamilin kalbi her an onunla birliktedir. Zira Yusufcuk, bütün varlık alemine tevhid nazarıyla bakabilmenin bir hüneri, bir numunesidir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf