30 Ocak 2023 Pazartesi

Boston'dan Karagümrük'e bir sufinin hayatı

“Hz. Ebu Bekir neden Müslüman olduysa ben de o yüzden Müslüman oldum.”
- Shems Friedlander

Şüphesiz insan halifetullahtır. Bununla beraber “insan”ın ne olduğunu ya da kim olduğunu doğru tarif etmek gerekir. Büyükler “Hz. İnsan” buyurmuşlar. Şeyh Galip, “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen” diyerek bu “Hz. İnsan”a işaret eder. Cenab-ı Hakk, Hz. Adem’in yaratılışıyla ilgili olarak ona kendi ruhundan üflediğini buyuruyor. Bu ifade insanın halifetullah oluşunun da kanıtıdır. Hilafet, makamın aslı değildir; sadece temsilidir. Hilafet yetkisini veren makam, temsil şartlarını ve şekillerini de belirler. Hilafete layık görmediği kişiden de hilafet yetkisini alır. İnsanın hangi şartlarda ve şekillerde Allah’ın halifesi olacağı da İlahî nizamla belirlenmiştir. Allah’ın esması yarattıkları içinde en çok insanda tecelli eder. Hilafet de bu tecellilerle gerçekleşir. İnsan, kendisine emanet olarak verilen bu salahiyeti kendinden bildiği müddetçe ziyandadır ve kendisine zulmetmektedir. “Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir. Böyle yaptı ki Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları cezalandırsın, mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul buyursun. Allah çok bağışlayıcı, ziyadesiyle esirgeyicidir.” ayetleri de bu emanetin şartlarını ifade eder.

Bir kutsi hadiste, “Ben gizli bir hazineydim, bilinmekliği sevdim ve mahlukatı yarattım.” buyruluyor. Bu hadis bize insanın varoluş gayesinin “Allah’ı bilmek” olduğunu söylüyor. Allah’ı beş duyu organımız vasıtasıyla bilmek mümkün değildir. Eğer öyle olsaydı iman etmenin bir önemi kalmazdı. Allah’ın varlığı akıl yoluyla bilinmekle birlikte Allah’ı yakinen bilmek aşkla mümkün olur. Bundan sebep Cenab-ı Hakk, “Müminler Allah’ı şiddetle severler” buyuruyor. Merhum Ömer Tuğrul İnançer hocamız buradaki “şiddetle sevmek”ten kastın “aşk” olduğunu ifade etmiştir. Allah’ı beden gözümüzle görmek, kulağımızla duymak mümkün olamayacağına göre ona duyulacak aşkın başka bir biçimde ifade edilmesi gerekir.

Memleketten, sevdiklerimizden bize haber getiren kişiyi baş tacı ederiz. Baş köşeye oturtur, muhabbetle muamele ederiz. Memleketimizi, sevdiklerimizi ne kadar sevdiğimizi ve özlediğimizi bu kişiye göstereceğimiz hürmetten anlayabiliriz. Memleketten gelen kişi, eli boş gelmemiştir elbette. Selam kelamdan başka memleketten geldiğine kanıt olarak memleketin yiyeceğinden, giyeceğinden de getirir. Büyük şehire geldikten sonra memleketini unutmayan adam, memleketten kendisine selam getiren kişiye sırt çevirmez. Cenab-ı Hakk, aslî yurdumuzdan peygamberleri vasıtasıyla gurbet yurdu olan dünyaya selam göndermiş ve mucizelerini de birer azık torbası niyetiyle yanlarına vermiştir. Sadece peygamberlerini göndermekle de kalmamış bazı seçkin kullarına bu gurbet yurdunda kendi varlığını bildirmiş ve onlara katından rahmet vermiştir. Kulun Allah’ı bilmesi yani Allah’ı sevmesi Allah dostları aracılığıyla Hz. Muhammed’i (sav) sevmesine bağlıdır. Bezmiâlem Valide Sultan’ın mührüne kazınmış olan “Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl / Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl” dizeleri Muhammedî muhabbetin ehemmiyetini vurguluyor.

Shems Friedlander ya da dostlarının tabiriyle Şems Baba, otobiyografi özelliği gösteren Kış Hasadı kitabında arayışlarla dolu bir ömrün sonunda İlahi huzuru bulmuş bir insanın manevi kazanımlarını paylaşıyor okuyucuyla. Zen üstadları, Swamiler, Gurdjieffçiler, Gurular, Yoga üstadları ve pek çok ruhsal yolculuğun ardından İslam’la ve tasavvufla kesişiyor yolu. Muzaffer Ozak Efendi, Şems Baba’nın ruhsal yolculuğunu kemale erdiriyor. Muzaffer Efendi, Şems Baba’yı tarif ederken “…yüzü güzel, sözü güzel, mütebessim, latif, vakur bir insan.” ifadelerini kullanırken Şems Baba, hayatını ve manevi yolculuğunu şu sözlerle özetliyor: “Başkalarının halinden ibret almayanlar başkalarına ibret olurlar.” Müslüman oluşunun nedenini ise “Hz. Ebu Bekir neden Müslüman olduysa ben de o yüzden Müslüman oldum.” sözleriyle açıklıyor. Bu sözlerden onun ne denli bir hakikat arayıcısı ve Hz. Muhammed’e (sav) ne büyük bir aşkla bağlı olduğunu anlayabiliyoruz.

Şems Baba, Muzaffer Efendi’yle tanışmalarını şu sözlerle anlatıyor: “Hazret’i selamlıyorum, o da beni selamlıyor ve işte ne oluyorsa orada olup bitiyor.” Bu sözler ilk başta çok makul görünmese de İlahi sırrın taşınması ve aktarılmasında nazarın ne denli önemli olduğu düşünülürse bu iki nazarda karşılıklı bir tanışıklık oluştuğu anlaşılıyor. Şems Baba, henüz 12 yaşındayken Hafız’ın “Ayakkabılarım yok diye üzülüyordum. Ayakları olmayan bir adamla karşılaşana dek.” dizelerini okuyor ve tasavvuf fikriyle ilk olarak bu dizeler aracılığıyla tanıştığını belirtiyor. Hayat yolculuğundan bahsettiği bir bölümde şunları söylüyor: “Hayatım boyunca kontrolümün dışında bir istikamete doğru yönlendirildim. Bir şeyler arıyordum, dahası aradıklarımın bana sunulandan farklı şeyler olduğunu biliyordum, ama hâlâ dünyaya raptolmuş bir haldeydim.” Bu yolda kim ki “Oldum!” derse o kişi hamdır.

Kitapta Muzaffer Efendi ve Safer Dal Efendi ile anılarına ve bu zâtların sohbetlerine de sıkça yer veriyor Şems Baba. Muzaffer Efendi, bir sohbetlerinde yol arkadaşlığına işaret ediyor. Muzaffer Efendi bir sohbetinde, “İnsan asla yalnız seyahat etmemeli ne maddi ne manevi âlemde… Yol refikini seçerken de dikkatli olmalısın. Rastgele insanlar seyahat ederken imtihan kolaydır… Daha yüksek seviyelerde imtihan ağırlaşır. Refikin güldüğünde gülmeli, ağladığında ağlamalısın. Bir acı varsa o acı paylaşılmalıdır.” buyuruyor. Bu ifadeleri okurken Hz. Muhammed’in (sav) hicret arkadaşı Hz. Ebu Bekir’i ve Miraç esnasında kendisine bir süre eşlik eden Cebrail Aleyhisselam’ı ve Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın yolculuğunu düşünmeden edemiyorsunuz. Bir başka sohbetinde Muzaffer Efendi, ayının arı sokmasına aldırmadan bala olan aşkından elini kovana daldırmaya devam ettiğini belirterek aşkın her türlü cefaya rağmen rıza makamında yaşanabileceğini belirtmiş oluyor.

Tasavvufa dair şöyle bir ifade kullanıyor Şems Baba: “Kibri saflık ve samimiyetle, zulmü adaletle, dünya sevgisini muhabbetullahla değiştirebilir miyiz? İşte tasavvuf bu dönüşümler için vardır. Kolay iş değildir.” Bir başka yerde Peygamber Efendimiz’in (sav) tasavvufun özü mahiyetindeki şu hadisine yer veriyor: “Namaz için kıyam ettiğinde onu son namazınmış gibi kıl. Yarın özür dilemek zorunda kalacağın hiçbir söz söyleme, insanların ellerinde bulunanları elde etme ümitlerinden vazgeç ve bir de dört şeye riayet et; emanetleri muhafaza et, konuştuğunda doğru konuş, güzel ahlak üzere ol ve yerken içerken ve hayatını sürdürürken itidal üzere olup orta yolu tut.” Yine Safer Efendi’den naklen şunları söylüyor: “Yatsıdan sonra sessizce oturur ve günümüzü gözden geçiririz. Hâlimiz, ahvalimiz nasıldı, insanlara iyi ya da kötü nasıl muamelede bulunduk? Bunları insaf ile tefekkür ederiz ki bu bize ertesi günümüzde yardımcı olsun.” Bu ifadeler Şems Baba’nın da tasavvuf anlayışını belirtmesi bakımından önemlidir.

Ömür birazda ölümlere tanıklık etmektir. Özellikle ömrümüzün sonuna doğru sevdiklerimizin bu dünyadan göç etmelerine alışmamız gerekir. Ölmeden evvel ölmeyi başarabilenler ya da ölümü öldürebilenler elbette bu süreci de çok daha kolay atlatırlar. Şems Baba, Tosun Baba’nın (Tosun Bekir Bayraktaroğlu) vefatını anlattığı bölümde ölümle barışık bir ruh hali sunuyor gözlerimizin önüne: “Bizleri gözü yaşlı bırakıp üzüntüye gark ederek sevgili Muzaffer Efendisi, Safer Efendisi ve Kemal Babasıyla yeniden zikir halkalarına oturacağı, Allah’ın vaat buyurduğu daha hayırlı âleme giden ince yola revan oldu. Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav) sarılacağı ve nurdan bir evde yaşayacağı âlem… Onu çok sevmiş olan bizler, yaşlarla nemli yüzlerimiz ve onu tanımış olmakla daha büyük bir taharete mazhar olmuş kalplerimizle kendi sıramızı bekliyor olacağız.

Kitabın sonunda Safer Efendi’den naklen bir kıssaya yer veriyor Şems Baba ve adeta kitabın adının neden Kış Hasadı olduğunu da böylece göstermiş oluyor. Ömrümüzün sonunda dahi olsa hakikati idrak etmişsek hasadımız başarılıdır. Kıssa şu şekilde, varın hissenizi siz çıkarın: “Safer Baba bana maymun nasıl yakalanır, öğretiyor: Küçük bir delik açıyorsun, içine ince boyunlu bir şişe koyup onu yemişlerle dolduruyorsun. Maymun elini sokup bir avuç yemiş alacak ama yumruğu şişeden çıkaramayacaktır. Maymun avcısı yaklaşır ve avını yakalar. Akıllı maymun elini açıp yemişleri bırakırsa kurtulacağını anlar. Özgürlük arzuları bıraktığında gelir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

Kâinat lügatinde kelimelerin tükenmezliği

Berat Demirci Türk deneme yazarlığının usta ismi. Onun denemelerinde tabiat, insan ve eşya hayatın akışına birlikte tempo tutuyor gibidir. 2022’nin sonlarında Muhit Yayınlar'ından yayımlanan Serçe Saati kitabı bu kanaatimizi pekiştirecek niteliktedir. 2013 yılında başka bir yayınevi tarafından yayımlanan bu denemelerin hak ettiği dolaşıma sahip olmadığını ve bu yüzden okuyucusuyla tam bir buluşma sağlayamadığını söylemeden geçmeyelim. Denememizin birkaç özgün isminden biri olan Berat Demirci’nin eserlerinin çok daha geniş okuyucu kitlelerine ulaştırılması yazarının olduğu kadar okuyucusunun da hakkı olsa gerektir.

Asaf Halet ÇelebiHe’nin iki gözü iki çeşme” demişti. Berat Demirci ise Asaf Halet’e Çelebi’ce bir selam çakarak “Şe’nin iki gözü iki çeşme” başlığı altında çeşmeleri dolaşıyor. Kurumuş çeşmeleri suya kavuşturur gibi türkü pınarlarından onlara arklar açıp yollar gösteriyor. Akmakla akışmak arasındaki senfoni farkını “Kütahya’nın pınarları akışır” türküsünün peşine takılıp aynı akışkanlıkla anlatır. Ben kitabı okurken şurada durdum ve uzun uzun kulağımı o akışan çeşmelere verdim: “Evinize en fazla kırk elli adım arayla üç çeşme varsa ve gecenin bir yerinde pencereyi araladığınızda ses sese katıp şakımalarını dinliyorsunuz. 'Kütahya’nın Pınarları' bütün mesafeleri aşar, gelir gönül şehrinize bağdaş kurar.” Hacı Mehmet Çeşmesi’ni, dağ başlarındaki yalnız çeşmeleri ve derinde kaynayan pınarları Berat Demirci’nin anlatımı ile dinleyip okurken ıssız çeşmeler gibi tabiata dair ne çok şeyi kaybettiğimizi fark edip kederleniyoruz. Yazarından ödünç alarak söyleyecek olursak: Çeşmelerle akışmayı da unuttuk, çeşmelerin akıştığını da sadece çeşmelerin değil, dağın taşın kurdun kuşun; her şeyin…

Serçe Saati kitabında yer alan denemeler söz sözü açar kabilinden uzun denemeler. Oktay Akbal’ın “Önce ekmekler bozuldu” deyişiyle değişimin başı olarak kabul edilen ekmek üzerinde de aynı hassasiyetle durulmuş. Ekmek kokusundan hızla uzaklaşmış şehirlerin soğuyan yüzü, mis gibi ekmek kokusuyla beraber yok olan içtenlik ve kanaat ahlakı şehirleri bir mevtaya dönüştürerek kentleştirmiştir. Keşikli Fırınlardan bahis açsak şu kent hayatında söylediklerimizden kim ne anlayacak? Anlamaz elbet. Ekmeğin hamuru ve mayası değişir de nesillerin mayası ve hamuru hiç değişmez mi? Zeron buğdayından söz etsek kim bizi nereden anlayacak? Yazarımıza göre Zeron buğdayı günlük hayatımızdan çekildiği günden beri kadınlarımızın yüzü gülmüyor. Ekmek Aşı nedir bilmeyenler ne demek istediğimizi nasıl bilsinler? Elektrikli fırınlar ve mikrodalga ile birlikte taze ile bayatın tanımı ve anlamı bile değişti.

Serçe Saati’nde türkü izini takip ederek ulaşılan konulardan biri de mendil. Mendil deyip geçmemek lazım. Onun da uzun bir serüveni olduğunu Berat Demirci’nin satırlarından anlıyoruz. Mendil efendiliğin, nezaketin ve nezahetin bir simgesiyken, tarak, ayna, çakı ve çakmak da bu yerli yerindeliği tamamlayan unsurlardır. Mahrama ve peşkiri de hafızamızın kaybolan yerine iliştiriyoruz. Sepetli ve de fileli dönemlerden habersiz poşet döneminin çocukları elbette bu incelikten nasipsiz olacak, mendili tek kullanımlık bir burun silme aracı zannedeceklerdir. Bir de halayda mendil vardır ki yazarın da teslim ettiği gibi o bir dekor değil asli unsurdur.

Hayatımızdan çekilen şeyler sadece hayatla aramıza bir boşluk oluşturmakla kalmıyor, aynı zamanda bir geleneği geldiği yere geri postalayıp yaşanmış zamanların demirbaş kelimelerini de ardiyeye kaldırıyor. Ölümün dünya hali bunlardan biri. Gusülle gasil arası insanın ruhu bile duymazken gelip geçen hayatın başlangıç ve bitiş seremonileri. Şu cümle karşısında bir kere daha kalakalıyorum: “Eskiden hanemizde ölürdük, evinde döşeğinde, eşiyle aşiyanıyla ve birdenbire… Tam da birdenbire değil elbet, kısa bir yatak ömrüyle…Ölüm, 'Daha geçenlerde çarşıda çay içmiştik!' gibi sözlerle karşılandı. Şimdi son anlarımızı hastanede ve belki makineye bağlı geçirmekteyiz.” Modern hayatla beraber ölülerimizi nasıl kaldıracağımızı da unuttuk. Geleneğimizde “Ev Açma” diye bir şey vardı, ölen kişinin elbiselerini yıkamak için “Çamaşır Günü” diye bir gün tayin edilirdi, ölüyü defnettikten sonra “Can Yemeği” diye bir yemek adeti vardı, şimdilerde bütün bunların yerini kalıplaşmış törenler, kır pideleri, taziye halkaları almış. Alkışlı cenaze merasimleriyle ölüleri yakmak diye bir şey evvel yok idi iş bu âdet yeni çıktı.

Her deneme birbirinden güzel olsa da ben kitapta en çok “Valide Çiçeği” denemesini daha çok sevdim. Güzelliği ile dokunaklı oluşu arasında bir ilgi var mıydı, bilmiyorum. “Son üç gününde tam anlamıyla bebekti…” cümlesini okuduğumda rahmetli annemin bu dünyadaki son günleri geldi aklıma. Ölümün ve dirimin kodlarını çözmemizi sağlayan birçok şeyi Serçe Saati'nde bulabiliyor okuyucu. Bugünlerin dünyasında yastık kelimesi de mendil gibi çeşme gibi kendine dayatılan anlamın üzerine çıkamıyor ne yazık ki.

Yine Zevrak-ı Derunum Kırılıp Kenâre Düştü” diyen şairin işaret ettiği “kenar”dan derkenara doğru oradan da dağ kenarına yürüyerek ateşin kenarına, oradan da kenarın dilberine doğru uzanan denemeyi kitabın en alımlı kenar süsü kabul edebiliriz. Dikiş, iğne ve düğümle kalemin ve silginin ifade edeceğinden çok daha büyük hayat dersleri alınabileceğini öğrenmek nasip olarak her okura fazlasıyla yeter. Kitabın son bölümlerinde yazar odasına giren kanatlıgiller üzerine hafızasına konup havalanan duyguları yazmış. Karasinekten bal arılarına, eşek arılarından kelebeklere kadar kâinat lügatinde kelimelerin tükenmezliğini dile getiriyor. Son iki yazı mutlu sonla bitiyor, yazar yazı yazmıyor da sanki kiraz kuşunun gagasından muhabbetle öpüyor. Güneş tutulmasına maruz kalan serçe parmak kadar bedeniyle yükün bir kısmını omuzlarına alarak sanki insanların yaşadığı kadere eşlik ediyor.

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

24 Ocak 2023 Salı

Tüm zamanları elinde tutmak

“Ömürlük arkadaşlar, dedi adam. Onları bazen bir ömür bekleriz.”

Çağımızın deha kadın romancılarından olan Ali Smith, aynı zamanda öykücü, oyun yazarı, gazeteci ve akademisyen olarak da anılıyor. Aslen İskoçyalı olsa da eserleri yaşadığı sınırları çoktan aşmış ve dünya edebiyatına dahil olmayı başarmış. Ona “deha” denmesinin sebebi gerek yazdıklarıyla gerek söyledikleriyle yaratıcı gücünün en üst kertede olduğunu bizlere kanıtlayan bir sanatçı olması. Daha önce farklı bir yayınevinden kitaplarını okuduğumuz Ali Smith’in mevsimler üzerine kurguladığı roman dörtlemesinin ilk ikisi Sonbahar ve Kış yakın zamanda Seda Çıngay Mellor tarafından Türkçe’ye çevrildi ve Kafka Kitap tarafından okurlarına sunuldu.

Sonbahar romanı Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi romanının ünlü girişi “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü” cümlesine bir atıf yaparak “Zamanların en kötüsüydü, zamanların en kötüsüydü,” diye başlıyor. Bu selamı alan okur, ardından Virginia Woolf etkisinin hâkim olduğu bilinç akışı bir metinle karşılaşıyor. Yüz bir yaşındaki Daniel Gluck, bir bakım evindeki yatağında ölü olduğunu hayal ediyor. En yakın arkadaşı olduğunu sonradan öğreneceğimiz otuz iki yaşındaki Elisabeth onu ziyarete geliyor, elinde Cesur Yeni Dünya kitabı var, bu kitabın isminin bir Shakespeare oyunundan alıntılandığını biliyoruz, böylece zamanı zaman üzerine koyup geniş bir yelpazeye yayıyoruz edebiyatı. Roman ilerledikçe ikilinin dostluklarının Elisabeth’in sekiz yaşındayken mahalleye taşınmasıyla başladığını, küçük kızın annesinin buna en başında karşı çıktığını, mahalledeki herkesin bu dostluğu tuhaf bulduğu öğreniyoruz. Hayır, altından şehvetli bir Lolita masalı çıkmıyor. Aksine, küçük yaşlarda “gerçek” sevgiyle yoğrulmuş bir dostluk hikâyesiyle başlıyor, ergenlik dönemlerinde Elisabeth’in “eksik” babasını tamamlayan paternal bir sevgiye dönüşüyor ve yetişkin döneminde de Elisabeth’in “fiziksel hiçbir şey yok ama aşk başka türlüsü olamaz” diye tanımladığı tuhaf bir aşk ortaya çıkıyor. Daniel, Elisabeth’in bakıcısı, çocukluk arkadaşı ve ruhdaşı olurken aynı zamanda küçük kızın entelektüel, bilişsel, duyuşsal ve düşünsel gelişimini sağlıyor.

Kış romanına gelince, dörtlemenin ikinci romanı olmasına rağmen tamamen bağımsız bir anlatı sunuyor Smith. Bu kez Noel zamanında emekli ve zengin bir kadın olan Sophia Cleves’ın on beş odalı evine konuk oluyoruz. Yine Charles Dickens etkisi mevcut, bu kez Bir Noel Şarkısı'ndaki “yaşlı, huysuz, mutsuzEbenezer Scrooge’un dişi versiyonu var karşımızda. Sophia’nın oğlu Arthur (Art) sevgilisi Charlotte tarafından terk edilince, trende tanıştığı Lux isimli bir kıza para teklif ederek onu annesinin Noel yemeğine getirir. Geçmişe dönüşlerle Sophia’nın ablası İris’in bir aktivist olduğunu ve nükleer savaş, kimyasal atık ve mülteciler gibi önemli politik meselelere karşı savaştığını öğreniriz. Kış romanı Sonbahar'ın devamı değil ama geçmiş anılar, zaman, politik meseleler ve ileri yaş birinin yeni jenerasyondan biriyle ilişki kurması gibi temalar birbiriyle örtüşüyor.

Monologlar Virginia Woolf’a, espriler Shakespeare’e, karakterler de Dickens’a selam veriyor. Romanın girişindeki “Tanrı ölmüştü… Romantizm ölmüştü. Şövalyelik ölmüştü. Şiir, roman, resim, hepsi ölmüştü, sanat da ölmüştü…” diye uzayıp giden listede birçok şeyi “ölü” tanımlayan yazar en baştan bize şu mesajı veriyor: “Bu klasik bir hikâye değil.

Ali Smith’in zamanı düz bir çizgide değil ama fragmanlar halinde yazması, zamanı bükmesi, zamanın akışını ve sembolik saatleri sorgulaması her iki romanın da en temel izleği. Özellikle Daniel’ın kol saatini nehre fırlattığı sahnede bu zaman deneyimini hissediyoruz. Bir röportajında şunu söylüyor Smith, “Zamanı doğum, yaşam, ölüm gibi düz bir çizgide yaşadığımızı sanırız ama aslında biz tüm zamanları, geleceğimizi, geçmişimizi elimizde tutarız.

Bu da aslında Byung-Chul Han’ın zamanın atomlaşmasını ve “diskroni” terimini anlattığı Zamanın Kokusu metnindeki zamansal dağılma teorisini destekliyor.

Özetle; Ali Smith okurlarına içinde yaşadığımız yüzyılın edebiyatına dair, “deneysel” ve “özgün” diye nitelendireceğimiz bir deneyim yaşatıyor.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

Geleceğin toplumlarında çocuğa yer var mı?

Iskarta, herhangi bir sebepten dolayı önemini yitiren mal demek. Bu kelime genelde cansız varlıklar için kullanılır. Ama bu kitapta tam tersi. Yan yana gelemeyecek kadar birbirine zıt olan iki kelime bu kitabın ana teması; 'ıskarta' ve 'çocuk'.

Amerikalı yazar Neal Shusterman tarafından ilk defa 2010 yılında yayımlanan ve New York Times çok satanlar listesinde olan Iskarta isimli bu distopik eser, bizleri hayalini kurmayı bile istemeyeceğimiz bir dünyaya götürüyor. Youtube'da bir videoda tesadüfen adını duyduğum bu kitabın beni bu kadar etkileyeceğini açıkçası hiç düşünmemiştim. Belki de biz kadınların en hassas noktası olan çocuklardan 'ıskarta' diye bahsedildiği için içerde bir yerlere dokunmuş olabilir. Ama şuna eminim ki erkek olsun kadın olsun bir çocuğun 'yetersiz' kabul edildiği için gözden çıkarılması hiç kimse tarafından kabul edilebilecek bir şey değil. Kitabı okuduğunuzda söylediklerime hak vereceğinizi düşünüyorum. Peki nedir bu ıskarta?

İkinci iç savaş üreme hakları yüzünden çıkmıştır. Bu savaşta üç taraf vardır; Yaşam Ordusu, Seçim Tugayı ve Amerikan ordusunun geri kalanı; onların işi iki tarafın birbirini öldürmesini engellemeye çalışmaktır. Bir yanda insanlar yaşam hakkını korumak için, kürtaj yapan doktorları öldürürken diğer yanda birtakım insanlar fetüs dokusunu satabilmek için hamile kalırlar. Ve bu savaşta herkes liderini bu mesele hakkındaki tavrına göre seçer. Savaş devam ederken Yaşam Kanunu çıkar. Bu kanuna göre çocuğun, ana rahmine düştüğü andan itibaren 13 yaşına kadar hayatının sonlandırılması yasaklanır. Nobel Ödüllü bir bilim adamı çözümü şöyle bulur; hamileliğin çocuğun aklı kemale erdikten sonra, geçmişe dönük olarak sonlandırılması. Bilim adamının keşfettiği teknik, bir donörün her parçasının nakledilebilmesine imkan tanır. Savaşın sonuna doğru istenmeyen çocukların hayatlarına son vermeden ortadan kaldıran 'ıskarta yöntemi' öne sürülür. Ve bu yöntem iki taraftan da kabul görür. ABD donanmasının eski Amirali bu durumu şöyle anlatıyor: "Savaş iyice kötüye giderken iki tarafı masaya getiren bir ateşkes sağlamayı becerdik. Sonra da, istenmeyen çocukları hayatlarına son vermeden ortadan kaldıran ıskarta fikrini öne sürdük. Bunun iki tarafı da şoke edip nihayet gerçeği görmelerini sağlayacağını düşünüyorduk. Masanın iki tarafından birbirlerine bakacaklar ve birileri bunun saçmalığını belirtecekti. Kimse öyle yapmadı. Yaşamı sona erdirmeden yok etme fikri iki tarafında isteklerini karşılamıştı. Yaşam Kanunu imzalandı, Iskarta Mutabakatı yürürlüğe girdi ve savaş sona erdi."

Yaşam Kanunu demişken, bu kanuna göre istenmeyen hamileliklerden doğan çocukların kapı önlerine bırakılması da serbest. Anne eğer bebeğini istemezse dışardan zengin olduğu belli olan evlerin kapısına çocuğunu bırakabiliyor. Ve bu aileler o çocuklara sahip çıkmak zorunda kalıyor. Eğer o ailede çocuğu sahiplenmek istemezse kimsenin görmediği bir şekilde yine başka kapıya bırakıyor. Kapı önlerine bırakılıp da sahiplenilmeden ölen çocukların sayısı da bir hayli fazla.

Söz gelimi 'işe yaramayan', hiç bir becerisi olmayan toplum tarafından 'sorunlu' olarak adlandırılan çocuklar 13 yaşına geldiğinde aileleri tarafından ıskartaya çıkarılır. Anne-baba ortaklaşa aldıkları kararla Iskarta Mutabakatını imzalarlar. Bu çocuklar 13. doğum günlerinde gençlik polisleri tarafından alınıp Hasat Kamplarına götürülür ve orada Iskarta işlemi gerçekleşir. Eğer 18 yaşına kadar hayatta kalmayı başarabilirlerse bu işlemden kurtulurlar. Çünkü Iskarta İşlemi sadece 13 ve 18 yaş aralığındaki çocuklara uygulanır.

Hasat Kampında neler olduğunu, ıskarta işleminin nasıl gerçekleştiğini kimse bilmemektedir. Çocuklar kampa geldikten sonra vücutlarındaki uzuvların sağlıklı kalabilmesi için her türlü tedbir alınmıştır. Çünkü nakil yapılacak olan kişilerin sağlıklı organlara ihtiyaçları vardır ve ıskartaların bütün organları başkaları tarafından kullanılır. Eski Donanma Amirali ıskartalardan bahsederken şöyle der: "Daha fazla insan organlarını bağışlasaydı ıskarta işlemi hiç olmayacaktı... ama insanlar kendilerinin olan şeyi kendilerine saklamayı seviyorlar, hatta öldükten sonra bile."

Kamptaki çocuklar genel olarak ikiye ayrılmıştır; belalılar ve ondalıklar. Bu iki grubun birbiriyle iletişim kurması dahi yasaktır. Ondalıklar yazarın deyimiyle "Titanic'deki birinci sınıf yolcu" muamelesi görür. Belalılar ise en erken ıskartaya çıkarılan çocuklardan oluşur. Toplumda hiçbir şekilde kendine yer bulamamış çocuklara bu kamplarda da yer yoktur ve ilk önce onlar gözden çıkarılır. Tıpkı günümüzde olduğu gibi anne-babasının değer vermediği, sahip çıkmadığı çocuklar toplum içine karıştıkları zaman da aidiyet duygusundan yoksun kalıyorlar.

İşte bu kitap ıskarta işleminden kaçmak için her yolu deneyen Connor, Risa ve Lev adında üç çocuğun mücadelesini anlatıyor.

Connor ailesinde, okulunda, arkadaş çevresinde sürekli kavga eden, problem yaratan bir çocuktur. Ailesinin kendisini Iskartaya çıkardığını tesadüfen öğrenir ve gençlik polislerine teslim edilmeden kendisine bir kaçış planı hazırlar.

Risa devlet yurdunda büyümüştür. Klasik piyano çalar. Fakat devlet yurtlarındaki yoğunluktan ötürü Risa'ya yurtta yer kalmamıştır. Çıkarıldığı heyet tarafından yeteri kadar yetenekli kabul edilmez ve ıskartaya çıkarılmasına karar verilir.

Lev ise bir doğduğu günden itibaren ondalık olduğuna inandırılarak büyütülür. Kalabalık bir ailenin son çocuğudur. Daha doğmadan 13 yaşına geldiğinde ıskarta olması için mutabakat imzalanır ve Lev hayatı boyunca Tanrı için özel olarak seçildiğine inanarak büyür.

Connor'ın kaçma planınından sonra peşpeşe yaşanan kazalar Connor, Risa ve Lev'i bir araya getirir. Lev'in saplantılı düşünceleri, kendisine inandırılan 'kutsal görev' inancı bu üç ıskartanın başına türlü işler açar. Fakat Connor ve Risa Lev'i ıskarta işleminden korumak ve fikirlerini değiştirmek için büyük fedakarlıklar yaparlar.

Distopik eserler gerçek olmamakla birlikte içinde gerçekliğe dair çok fazla mesajların yer aldığı eserlerdir. İstenmeyen çocuklar, kapı önlerine bırakılan bebekler, kürtaj, organ bağışı, sorumsuz aileler gibi toplumsal sorunları kitabında işleyen yazar, harika bir kurguyla bunları göz önüne seriyor. Kendinizi kitaptaki karakterlerin yerine koyduğunuz zaman sorguladığınız, kafanızı kurcalayan çok fazla meselenin olduğunu göreceksiniz. Cevap veremediğiniz sorular, çözüm bulamadığınız olaylar, üzüldüğünüz konular olacaktır. Ben kitabın kapağını kapattığımda keşke dedim, keşke yeryüzünde sahiplenilmemiş, sevilmemiş, değer görmemiş bütün çocuklara sarılabilseydim. Sarılsaydım ve onlara ne kadar değerli olduklarını anlatabilseydim...

Ahsen Sena
ahsensna@windowslive.com

20 Ocak 2023 Cuma

Kemal'den Piraye'ye mektuplar

Kemal Tahir, Nâzım Hikmet’le birlikte yargılandığı Donanma Davası’ndan dolayı çarptırıldığı on beş yıl hapis cezasının ne kadar ağır bir şey olduğunun farkında değildi; çünkü her an hapishaneden çıkabileceği gibi bir ruh halinde olduğunu onun Piraye’ye yazdığı mektuplarda görebiliyoruz. Hâlbuki bu on beş yılın on iki yılını bilfiil yatmış, daha sonra çıkan afla tahliye olmuştur. Ama, hapisliğinin ilk yıllarında dahi mektuplarında “yakında hâlâs olursak sana Çankırı’dan ne getireyim” diye soruyor Piraye’ye. Bunu yazdığı yıl 1940. Tahir, bu cümlenin üzerine Çankırı’dan sonra daha Çorum’u ve Malatya’yı dolaşacak, nice romanı, hikâyeyi kâğıtlarda ve aklında filizlendirecek ve ancak 1950’de tahliye olacaktır. Umut, hiç bitmiyor, Baudelaire’nin bir şiirinde dediği gibi “Ve İnsanoğlu, ki yoktur umut yitirdiği/Deliler gibi koşar, erinç bulmak ister de!

(Edebiyatımızın bir eksiğidir Kemal Tahir’in mektuplarının toplu bir halde bulunmaması. Zamanında Bağlam Yayınları’ndan çıkan bir Notlar/Mektuplar kitabı, ilk eşine yazdığı Fatma İrfan’a Mektuplar kitabı mevcut. Bir de Orhan Kemal’e Mektuplar adlı kitapta Kemal Tahir’in Orhan Kemal’e yazdığı mektupları görebiliyoruz ancak bunları eksiksiz ve toplu bulamıyoruz. Son olarak da İthaki Yayınları’ndan çıkan Şiirler/Ziya İlhan’a Mektuplar kitabı var ama bunlar hem ayrı baskılarda olup hem de bulunması zor olunca okumak ve Tahir’in mektuplarına hâkim olmak zor oluyor. Tabiî ben oldukça eksik olduğunu düşünüyorum bunların. Bir de şimdi bahsedeceğim Kemal’den Piraye’ye Mektuplar kitabı var elimizde ancak Kemal Tahir on iki yıllık hapis hayatında Piraye’ye sadece on beş mektup mu yazdı? Ki Piraye bildiğim kadarıyla kendisine yazılan mektupları saklayan biri. İnşallah Kemal Tahir’in yeni yayıncısı Ketebe Yayınları bu sorunu çözüme kavuşturacaktır.)

Umut hiç bitmiyor ve Kemal Tahir sanki durumun farkında da değil. Sürekli, yakında çıkacağını ve bu işin “şakacıktan” başladığını düşünüyor; belki de bu yüzden hep ümitvar. Şöyle diyor 1940 tarihli bir mektubunda: “… Turşumuzu kurmayı dahi tasmim etmiş olsalar, gene bu kışa bizi çıkarırlar sanıyorum. Şakacıktan başlayan bu iş kâfi derecede uzadı.

Kitap sadece Kemal Tahir’in Piraye’ye yazdığı mektuplardan oluşmuyor. Piraye’ye yazılan on beş mektubun dışında yine Piraye’ye kısa bir not, Nâzım ve Piraye’ye birer kartpostal, Nâzım’a iki tane mektup ve bir tane de Naci Sadullah’a mektubu ihtiva ediyor. (Piraye’ye olan mektuplar 1940-1945 yılları arasını kapsıyor. Nâzım’a 1942 ve 1947’de birer mektup -çünkü Nâzım bir süre sonra Çankırı’dan Bursa Cezaevi’ne nakil oluyor- görüyoruz. Naci Sadullah’a 1941 yılında yazıyor. Kartpostallar 1940 yılına ait) Ayrıca sunuş ve giriş yazılarında da Kemal Tahir’in Nâzım Hikmet üzerinden Piraye’yle olan abla-kardeş ilişkisine değiniliyor. Bol fotoğraflı bir kitap bu. Piraye’yi, Memet Fuat’ın küçüklüğünü, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı ve başka kişileri de Kemal Tahir’le beraber, o yıllardaki halleriyle görebilmemiz açısından değerli ve arşivlik malzemeler sunuyor. (Nâzım’ın Çankırı’da yaptığı yağlı boya tablolar da kitapta yer almış.)

Mektuplarda genel olarak Kemal Tahir günlük yaşantılarından bahsediyor. Ve elbette hiç bitmeyen geçim derdinden. Alamadığı paralarından vs. Ayrıca yazdığı hikâyeleri Piraye’ye de gönderip onun fikrini alıyor ve önemsiyor da. Bu durum bize Piraye’nin entelektüel seviyesini de gösterebilir. Bu kitap yine Nâzım Hikmet’in İthaki Yayınları’ndan çıkan Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar kitabıyla önlü arkalı okunursa dönemin ekonomik ve siyasal ruhu çok daha iyi anlaşılacaktır. Örneğin tek parti devrindeki sansürü şöyle anlatıyor Tahir: “Pek canım sıkılıyor. Tan’daki hikâyeleri insafsız ve cahilane sansür ediyorlar. Mesela (başındaki abani sarıklı fesi vardı) cümlesini çıkarıyorlar. Sipsivri şu cümle kalıyor (Siyah fötr şapkasını nahiyeye, kasabaya giderken bir de hatırlı misafir gelince giyerdi). Sonra birtakım psikolojileri birtakım vakaların karşısında tespit etmişim. O vakaları galiba müstehcen bulup budamışlar. Hikâyenin adamları, ortasından kopmuş filmlere benzedi. Anlaşılıyor, biraz yazıya benzeyen yazı olmamalı.” Ayrıca bu mektuplarda kişilerin özel duygu ve davranışlarına da tanık oluyoruz. Mesela Tahir, Nâzım’ı inanılmaz çok seviyor ve onun şairliğini -yer yer aşırı abartsa da- yere göğe sığdıramıyor. Bir de dikkatimi çeken şu oldu: Kemal Tahir mektuplarında dinî terimleri çok kullanıyor (Elhamdülillah, Allah razı olsun, ruz-ı mahşer vb.) Ve bunları dinle alakası olmayan birinin kültürel ifadeleri gibi değil, bir Müslüman’ın hayatının içinde bu cümleleri/kelimeleri eritmesi gibi kullanıyor. Hayatı boyunca solda olmuş bir yazarın bu terimleri bu şekilde kullanışı ilginç bir görüntü oluşturuyor bence. (Hapishaneye de komünizm davasından girmişti, hatta ilk eşi Fatma İrfan kendisini bu sebepten -vatan millet düşmanı bir ideolojiyi benimsemiş biriyle birlikte olamam diyerek- terk etmişti.) Belki de o yaşlarda -otuzlu yaşlar- dine bakışı daha farklıydı. Yine de şunu demek istiyorum, şimdiki sol görüşlü yazarlar (sol da demesek olur aslında, ne oldukları belli değil) Türk Edebiyatı bile diyemiyor. Tahir’in baştan ayağa namuslu bir Türk aydını ve Türk insanı olduğunun belirtilerinden biri bence bu durum. Tam bu toprakların insanıydı Kemal Tahir.

Yazıyı bağlayalım. Mektup, 1940’ların, 50’lerin, 60’ların en önemli iletişim araçlarından biri ve devrin muhasebesinin döndüğü en önemli yazınsal belgelerden biri. Birçok görüş ve bilgiye hâkim olabiliyor okur dönemli ilgili. Bu yüzden -işin etik yönüne girmeden- bu tür mektupların daha çok ve daha dikkatli edisyonlarla yayımlanması gerektiğini düşünüyorum. (Turgut Uyar dememiş miydi İsmet Özel’e: Dergiler çıkarıyoruz, hâlbuki birbirimize mektup yazsak yeter diye.) Tabiî nicelik yönünden de artarak. İnşallah Kemal Tahir’in daha fazla mektubu ve kurgusal yazıları o meşhur sarı defterleri aşacak ve bizle buluşacaktır. Bazı kuru-teorik-akademik anlatımlı kitaplara ek olarak (bunlar da lazım) dönemi ve kişileri daha insani yönleriyle öğrenmiş oluruz.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

13 Ocak 2023 Cuma

Bilinenden kurtulmak veya nefsi dizginlemek

İnsan bildiğinden, emin olduğundan, güvendiğinden sınanır; yani kendinden. Bu hayat boyu böyle süreceği için eskiler "Hâk ol ki Hudâ mertebeni âlî eyleye" demişler. Yani, toprak gibi tevazu sahibi ol, dereceni Hakk yükseltsin. Kuşadalı'nın "Gör geç, belle geç, durma geç" deyişinde de bu hakikat gizli. Üzerinde durduğumuz ve sahiplendiğimiz her bilgi kadar, yine üzerinde durduğumuz, eşelediğimiz, takıntı hâline getirdiğimiz duygu ve düşünceler de bizi ele geçiriyor. Hiç farkında olmadan kendimize tabular, putlar inşa ediyoruz. Sonra bu tabuları yok etmeye, putları yıkmak için ömür tüketiyoruz.

Bildiğini düşünen insanın büyük yanılgıları, sosyal medyada en çok ilgi çeken post’ları ve tweet’leri oluşturuyor. Herkes birbirine nasıl olması gerektiğini söylüyor. Şöyle olursak böyle olur, böyle olursak şöyle yaparız, öylece yaşarız, insan daha güzel olur, hayat daha yaşanılır olur. Kim belirliyor böyle olacağını ve bu kesinlik neden? Birkaç kişisel gelişim ve psikoloji kitabı okuyup, akşamları önümüze gelen meyve tabağının dibini sıyırırken yaptığımız yorumlar, kâinatın yumaklarını çözmeye kâfi mi? Bu yumakların ne yandan geleceğini ve bizden neler götüreceğini bilmiyoruz. Buna rağmen geçmişteki bildiklerimiz, o büyük putlar, bizi hikmetli sözler söylemeye götürüyor. Hepimiz bunu yapıyoruz. En iyi duygularla bile kaleme aldığımız cümleler içinde yargı var. Başkalarına, sırf bizim gibi düşünmedikleri ve bizim gibi olmadıkları için saldırıyoruz, bunu da olabildiğince nazik yapıyoruz. Nezaketin bu anlamda insan varlığına kasteden bir tarafı vardır. Bilmişlik ve nezaket yan yana yürümez, bilgelik ve nezaket ise iki yoldaştır. Bizler bilge olmadan, bilgeymiş gibi yaparak, kendimizi marifetin serin gölgesine dayanıyoruz. Halbuki marifetin serin bir gölgesi de yok. Bilgiye çok fazla ihtiyaç duymakla daha fazla sevmek arasında bir bağlantı var. Daha çok öğrenenin, daha fazla sevmesi gerekiyor. Bizde ne hikmetse bilgi, nefreti ve yargıyı beraberinde getiriyor.

Jiddu Krishnamurti, özgür zihnin ne olduğunu anlatıyor Bilinenden Kurtulmak adlı kitabında. Özgür zihin, bilgiyle her tanıştığı anda büyülenen hatta ürperen bir zihin. Çünkü geçmişte girmek zorunda kaldığı yollarla, saplandığı bataklıklarla vedalaşmış biri. Onun umudu zaman değil, an. Çünkü reddediyor maskeleri, illüzyonları, plastik müfredatları. Her şeyi olduğu hâliyle bilmek, gerçeğiyle yaşamak istiyor. Eşyanın hakikatine susamış gibi gayret ediyor, bu gayretinde bir alışveriş gözetmiyor. Vaktiyle Üsküdar’da bir şeyh efendi, yeni taliplerinden birine Allah demeyi yasaklamış. Talip, yeni bir yola girmenin verdiği huzuru yaşayacakken bu yasakla beraber yanmaya başlamış. “Ya hu, yıllarca bir yola girmek için bekledik, şimdi mürşidimize kavuştuk ama o da bize Allah demeyi yasakladı” diye tekkede içli içli söyleniyormuş. Efendi bunun farkında ama biraz beklemiş. İstemiş ki iyice yansın talip, öyle gelsin, diz çöksün. Çünkü efendi farkında, talibin içinde kaskatı kesilmiş isyanın. “Her şeyi biliyorum” isyanının. Velhasıl, “gel” demiş talibine ve bu yasağın sırrını söylemiş: “Evladım sen kafanda bir put yaratmışsın, ona Allah diyorsun. O iş öyle değil.

O iş öyle değil. Eskiler, bilmeden bulunmayacağını özellikle işaret etmişler. Oysa bizim aklımız önce bulmaya sonra bilmeye odaklıdır. Bilen bulur, bulan da gayretinde sadık ve samimi ise mutlaka olur. Olanlardan olur. Bu da ancak ölmekle mümkündür. Nefsin terbiyesi, tasavvuf geleneğinde ölmeden evvel ölmek sırrına kavuşmakla mümkündür. Henüz bu ölümü gerçekleştirmeden ipuçları sunarak, öğütler vererek kişi en önce kendini kandırmış olur. Ne demişler? Bilenler söylemez, söyleyenler bilmez. Bizler henüz konuşmanın, hatta söylenmenin makamındayız, eğer orası bir makamsa. Söyleniyoruz, yani şikâyet ediyoruz. Şimdiye kadar bizde kalıplaşmış olan bilgiler karmaşasının, hayat yumağını çözeceğine inanıyoruz. Derken Kadir-i Mutlak, yani tek ben olan, esas ben, bakıyor ki yarattığı sürekli ben diyor. Ben yaptım, ben hallettim, ben çözdüm, ben söyledim. Madem öyle, haydi bakalım göster kendini, kulum ben olmaya pek meraklı ise dalsın şu kahır deryasında dolansın biraz. Eğer biraz hakikatle hemhal olmaya çabalıyorsa kul, ne yapıyor? Gaza geliyor amiyane tabirle. Hatta kahrın da hoş, lütfun da hoş diyor. Gerçekten hoş mu, yoksa bundan bir hikâye yaratıp insanlara sunmak için mi bu sözü dilimize doluyoruz? Kahırlara ne kadar sabrımız var bizim? Sabah ekmek almaya giderken başlamıyor mu şikayetlerimiz? Güneşin defteri kapanıp da akşam sayfası açıldığında, eve dönerken suratımız adaleti, merhameti, şefkati aramıyor mu esas anlamlarına uzak sınırlarda gezinirken? Dervişi imtihanlar yormuş. Varmış mürşidine. Sözü "aman efendim eyvallah diyoruz, kahrın da hoş lutfun da hoş diyoruz" diye bağlamış biraz da taltif bekleyerek. Efendi Baba dayanamamış: "Aman oğlum sen lutfun da hoş lutfun da hoş de. Kahrı öyle çocuk oyuncağı değildir."

Bunların yanı sıra bir de uyumlu olma diye bir dert çıktı başımıza. İlle de birilerine uyumlu olmak zorundayız. Bir kategoriye dahil edilmediğiniz sürece, önemsenmeyecek ve sevilmeyeceksiniz. Aykırısınız çünkü ve marjinalsiniz. Siz diyor Krishnamurti, kendinizi topluma ve dünyaya uyum sağlamak zorunda hissediyorsunuz. Çünkü böyle olursanız sizi sağlıklı ve normal olarak kabul edecekler. Oysa derinlemesine hasta bir topluma uyum sağlamak bir sağlık ölçütü değildir. Çevrenizdeki asıl hastalıkları görmüyorsunuz çünkü zihninizi özgür bırakmıyorsunuz. Birini severken bile seviyorum demek için seviyorsunuz, her şeyde olduğu gibi sevgiyi de kendiniz için istiyorsunuz diyor. Bu ifadeler, “Aramakla bulunmaz, bulanlar ancak arayanlardır” sözünü yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Bu kadim sözü belki başka bir yazıda didiklemeye çalışırız ancak Krishnamurti evvela aramayı bırakmalı diyerek, arama eylemine gereğinden fazla anlam, hatta kutsallık yüklendiğini belirtiyor. Aramaktan ziyade anlamanın üzerinde durmalı: "Yaşamın bütününü anlamanız gerek, sadece küçük bir parçasını değil. İşte bu yüzden okumak zorundasınız, bu yüzden gökyüzüne bakmak zorundasınız, şarkı söylemek, şiirler yazmak, acı çekmek ve anlamak zorundasınız; tüm bunlar hayattır.". Sonrasında yola kendinden çıkmalı, başkalarıyla kıyaslamalar yaparak ya da başkalarını yargılayarak değil: "Bir Tanrının ya da hakikatin ya da gerçekliğin -ya da her ne derseniz- olup olmadığı sorusu kitaplar, rahipler, filozoflar ya da kurtarıcılar tarafından asla cevaplanamaz. Sizden başka hiç kimse ve hiçbir şey bu soruyu cevaplayamaz, işte bu yüzden kendinizi tanımanız gereklidir. Toyluk ancak kendinden tamamen bihaber olmaktan doğar. Kendini anlamak bilgeliğin başlangıcıdır."

Bilinenden kurtulmakla nefsini dizginlemek arasında çok güzel irtibatlar var. Krishnamurti’nin kitabı sadece bunu hatırlatmasıyla bile çok değerli. Hep geçmişin yüklerinden kurtulma üzerinde duruluyor, doğrudur. Geleceğin de yüklerinden kurtulmalı. Ne olacağını bilmektense, O’nun çaresiz bırakmayacağını bilmek, şu zamanda en güzel reçetelerdendir. Yapan da çatan da O’dur. O’dur tek bilen ve bilinmesi gereken.

Yağız Gönüler 

9 Ocak 2023 Pazartesi

Hat sanatına gönül verenlerin başucu kitabı

İslam sanatları arasında müstesna bir yeri olan hüsn-i hat sanatının tarihi hakkında Prof. Dr. Süleyman Berk’in kaleme aldığı Devlet-i Aliyye’den Günümüze Hat Sanatı isimli eseri genişletilmiş yeni baskısıyla İnkılâb yayınlarından okuyucuya sunuldu. Yazdığı kitaplar ve hattatlığıyla hat sanatında sarf-ı mesaide bulunan Süleyman Berk hüsn-i hattın tarihi, geçirdiği evreleri, üstatlarını ve yazı örnekleri kitabında ele alıyor.

Hüsn-i hat sanatını öğrenenlere ve bu sanata ilgi duyanlara bir kaynak eser olan kitap meşhur hattatların meşk murakkaları, levha ve kitabeleri, hilye-i şerif ve icazetnamelere kadar geniş bir yelpazede pek çok hat eserini ihtiva ediyor. Arap yazısının kaynağı, Emevilerden Selçuklular’a ve Osmanlılar’a kadar uzanan tarihi seyri ile yazının sanata dönüşümü kitabın ilk bölümünde konu ediliyor.

Osmanlı hat sanatında Şeyh Hamdullah, Ahmet Karahisarî, Hafız Osman, İsmail Zühdî, Mustafa Rakım, Mahmud Celaleddin, Mehmed Şevki, Sâmi Efendi, Mehmed Nazif ve Hasan Rıza’ya kadar ekol sahibi üstatların yaşamları ve eserleri tafsilatlı olarak anlatılıyor.

Hat sanatında icra edilen ve aklam-ı sitte denilen muhakkak, reyhânî, sülüs, nesih, tevkii, rikaa yazı türleri ile talik, kufi, divani, celi divani ve rik’anın ortaya çıkışı, özellikleri, yazım teknikleri kitabın bir başka bahsini oluşturuyor. Hüsn-i hat sanatını meşk edebilmek için gerekli olan malzemeler ve bunların hususiyetleri de elbette önem arzetmektedir. Kamış kalem, aharlı kâğıt, mürekkep, mühre, kalemtıraş, makta, mürekkep hokkası, mıstar ve yazı altlığı hat sanatında kullanılan malzemelerdir.

Karşısında durup hayranlıkla seyredilen sanat eserlerinin büyük bir emekle meydana geldiği kuşkusuzdur. Bu bağlamda celi sülüs bir hat levhasının hazırlanmasında geçirdiği safhaları ve inceliklerini de kitapta okumak mümkün.

Hüsn-i hat sanatında yazılmış levhalardan en müzeyyeni olan hilye-i şerifler kitapta müstakil bir bölüm olarak karşımıza çıkıyor. Hz. Peygamber’in (sav) yazı ile anlatıldığı hilye-i şerif formu onu övmek, insani ve ahlaki vasıflarını en güzel şekilde ortaya koymaktadır. Bugün bilinen klasik anlamdaki hilye-i şerif levhası hattat Hafız Osman’ın (1642-1698) eseridir.

Hat sanatında yer alan formlardan biri olan tuğra formu ise saltanat alameti olarak Selçuklular, Memlükler ve Anadolu Beylikleri ve Osmanlılar tarafından kullanılmıştır. Padişah tuğraları berat, ferman, menşur, antlaşma, vakfiye gibi resmi evraklarda, bayrak ve pullarla, binaların üzerinde bulunmaktaydı. Birçok hattat tarafından padişahların değişik istiflerde tuğraları yapılmıştır. Osmanlı’da padişah tahta çıktığında kendisine gösterilen tuğra örneklerinden birini beğenir ve bu da saltanatı boyunda kullandığı alametlerden biri olurdu. Hattat Mustafa Râkım Efendi ve Hattat Sâmi Efendi, padişah tuğralarını estetiğin zirve noktasına ulaştırmışlardır.

Usta çırak ilişkisiyle öğrenilen hat sanatında başarıya ulaşan ve eserlerinin altına imza atmaya izin verilen talebeye hocası tarafında bir icazetnâme (diploma) verilir. İcazetnamede bir kıt’a yahut hilye-i şerif formu ile hocanın iznini belirten ibare bulunmaktadır. Osmanlı’nın son döneminde kurulan 1914’de kurulan ve devrinin kudretli sanatkârlarının ders verdiği Medrese-i Hattâtîn’den (Hattatlar Mektebi) mezun olanlara klasik icazet yerine mektebin bütün hocalarının mührü ya da imzasının bulunduğu icazetnâme verilmiştir.

Söz konusu kitabın önemli bir bölümünü meşhur hattatların kaleminden hat sanatının en güzel örnekleri oluşturuyor. Bunlar arasında kıt’alar, Hilye-i Şerifler, Mushaf-ı şerifler, meşk murakkaları, camilerdeki çeşitli yazı ve levhalar, mezar taşı kitabeleri, yazı kalıpları hat sanatının görkemini ve zenginliğini gözler önüne seriyor.

Hat sanatının tarihini, üstatlarını, ekolleri, kullanılan malzemeleri ve çok çeşitli örneklerini derleyip bir araya getiren Devlet-i Aliyye’den Günümüze Hat Sanatı bu sanata gönül verenlerin başucu kitabı olma özelliği taşıyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus