2 Eylül 2022 Cuma

Tekne bir tecelligâh-ı ilâhîdir

Yaz mevsiminin kendine mahsus bir okuma ritmi var. Kimileri roman, kimileri de felsefe okumak için yazı bekleyebilir. Yaz mevsimi özellikle dönem ve portre okumaları yapmayı sevenler için de beklenen bir mevsimdir. Aşırı sıcak, nem ve kalabalık, kafayı yormaktansa gönlü o diyardan öbür diyara gezdirecek kitaplara yönelme imkânı sunabilir. Bu sebeple anı, hatıra ve gezi kitapları okuyanlar da boldur yaz günlerinde. Bendeniz, mayıs ayı biter bitmez bir okuma planı yaparak özellikle portre kitaplarından oluşan bir liste çıkardım önüme. Hayatın sürprizlerini unutmadan elbette. Hiç olmadık zamanda bir şey patlayabiliyor ve okuma planınız değişebiliyor, çok şükür şimdilik değişmedi. Ahmed Güner Sayar, Ahmed Yüksel Özemre, Haluk Dursun, S. Burhanettin Kapusuzoğlu ile süren pek zevkli okumalarım, Alparslan Babaoğlu’nun hocası Mustafa Düzgünman’ı anlattığı kitabıyla zirveye ulaştı. Ömrümde hiçbir yaz bu kadar verimli bir okuma temposuyla geçmemişti. Bu vesileyle ismi geçen büyüklerimizden yaşayanlara afiyet, göçenlere rahmet niyaz ederim.

Albaraka Yayınları tarafından Aralık 2020’de son derece titiz bir baskıyla sunulan Hocam Mustafa Düzgünman (1920-1990), günümüzde hasret duyulan pek çok meseleyi yeniden hatırlatıyor. Alparslan Babaoğlu hocasını yâd ederken bizlere ebru sanatının inceliklerini, hoca-talebe ilişkisinin kritik evrelerini, dönemin imkânlarını ve sıkıntılarını, günümüzde tekne başında fotoğraf çektiren hemen herkesin kendini “ebrucu” olarak göstermesini ve başkalarına da bol kepçeden icazet vermesini, yine sosyal medya vesilesiyle pek çok yerde karşımıza çıkan “ebruzen” kelimesinin hikmetini(!) anlatıyor. Oldukça samimi ve yalın bir üslupla kaleme alınan bu çok önemli çalışmanın içinde tahmin edebileceğiniz üzere pek güzel ebrular, hat örnekleri ve geçmişin insan güzellerinden fotoğraflar da yer alıyor. Hatta kitabın henüz başında, Alparslan Babaoğlu’nun teknesinden çıkan ve altında numarası da yazan bir ebru sizi karşılıyor. Ciddi bir okur bu sayfayı hemen geçmeyip üzerine tefekkür etmeli diye düşünüyorum. Her şeye en kolay ve en hızlı yoldan ulaşmaya o kadar alıştık ki böyle incelikler karşısında şaşkına dönmemiz gerekiyor. Eğer dönemiyorsak, bari kendimize dönelim. Neleri kaybettiğimizi hatırlayalım.

Tanıyan herkesin çok rahatlıkla ifade edeceği gibi Mustafa Düzgünman yalnızca ebrucu değildi. Kendisini yakından tanıyabilmek için onun manevi dünyasını yakından bilmek, sahip olduğu ehl-i beyt muhabbetini onun gibi hissetmek, gönülden bağlandığı ve yirmi altı sene türbedarlığını yaparak hizmetinde bulunduğu Hz. Hüdayi’yi de anlamak gerektiğine inanıyorum” diyor kitabının önsözünde Babaoğlu. Tam burada bir hatırlatma yapmak boynumun borcu: Lütfen merhum insan güzeli Ahmed Yüksel Özemre’nin Üsküdar’ın Üç Sırlısı ve Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı kitaplarını okuyunuz. Ömrünüzün farklı demlerinde tekrar okuyunuz. Böylece kıymetli Alparslan Babaoğlu’nun kimlere hocam dediğini, o hocaların kimleri gördüğünü, o görünenlerin başka kimleri gördüğünü düşünüp büyük şevk duyabilirsiniz. Vaktiyle bir büyüğüm söylemişti ki Hakk sofrasının gülleri olan bu insanlar, dünyaya tahammül edebilmek için bu sanatlara can u gönülden tutunmuşlar, bu sanatla başkalarını da tutuşturmuşlar ve böylece dünya hayatı bir miktar daha çekilebilir olmuş. Neticede sanatın bizim medeniyetimizdeki karşılığı dünyayı güzelleştirmektir. Kimileri mûsıkî ve mimarîyle, kimileri hat ve şiirle, kimileri de tezhip ve ebru ile dünyayı güzelleştirmiş, bir insan güzeli oluvermiş, böylece başka insan güzellerinin de yetiştirmiş. Hiç değilse okuyup bilelim, vefa borcu hissedelim, başkalarının onları bilmelerine vesile olalım.

Ebru sanatkârı, teknesinin başına geçer ve teknik donanımını gönlündekilerle buluşturup bizlere bir sanat eseri doğurur. Bu kadar basit anlatabilir miyiz ebruyu? Elbette değil. Babaoğlu hem hocasının manevi yaşantısını hem de ebru sanatını manevi yapısını şu cümlelerle cem ediyor: “Hocamın tasavvufa olan ilgisi ve ebrunun da tasavvufi bir yönü olduğu herkesin malumudur. Ebru, tasavvufta küllî irade ve cüz'î irade bahsi anlatılırken misal gösterilen bir sanattır. Ebrucu teknesinin kıvamının, boyalarının öd ve su ayarlarını kendi cüz'î iradesi dâhilinde yapar. İstediği boyaya istediği kadar öd, istediği kadar su ekler. Hangi boyayı önce, hangi boyayı sonra, hangi boyayı ince fırçayla, hangi boyayı daha kalın fırçayla serpeceğine, her boyanın fırçasını sıkarak fırçada ne kadar boya bırakacağına yine kendisi karar verir. Ancak fırçayı parmağına vurduğu andan itibaren hangi damlanın ne büyüklükte ve nereye düşeceğine kendisi karar veremez; burada küllî irade devreye girer. Onun ebruyu bu kadar sevmesinin sebebi, muhtemelen ebrunun tasavvufla olan bu ilişkisidir ya da ebruyu çok sevdiğinden tasavvufa bu kadar ilgi duymuştur kim bilir... Hoca'nın inancına göre tekne bir tecelligâh-ı ilâhîdir.

Meşgalesi olan ve bu meşgalesinde derinleşmeyi kendisine vazife bilmiş bir okur, Mustafa Düzgünman’ın hayatından pek çok ders çıkaracaktır. Bu derslerden en önemlisi de hocaya, ustaya mutlak sadakattir hiç şüphesiz. Hocanın söylediği belki bugün bir anlam ifade etmeyebilir ama seneler geçtikten sonra, talebenin de hocalık yolunda ilerlediği bir dönemde o söz, anlamını ortaya koyacaktır. Bu satırları yazarken aklıma başka bir insan güzeli Süheyl Ünver’in Amiş Efendi’den naklettiği “Allah indinde talebe, hocadan büyüktür” sözü geldi. Gelmişken cümlenin ne ifade ettiğini de açmaya çalışayım: Pek çok hoca, bir noktaya geldiğinde durur ve tıpkı beden sağlığı gibi artık bazı hünerleri, meziyetleri hafif seyretmeye başlar. Bunlar arasında hayret, gayret, merak ve sabır gibi mühim duygular vardır. Talebe ise yola çıktığı andan itibaren bu duygularında samimi olduğu müddetçe asla durmaz. Hocanın şaşırmadığına kendi şaşırır, hocanın gayretten düştüğü bir anda o gayrete sarılır. Esas olan da budur; talebenin hocayı geçmesi. Ne yazık ki bu mesele bizim ülkemizde çok farklı anlaşılıyor, sırf bu yüzden talebeler hiçbir şey talep etmeyen öğrencilere dönüşüyor. Konuyu daha fazla derinleştirmeden kitaptan Babaoğlu’nun anısını aktarmak isterim: “Bir gün cevabını en çok merak ettiğim ve ebrunun püf noktası olduğunu düşündüğüm ‘Hocam bir kavanozda bir parmak boya varsa, buna ne kadar su, ne kadar öd eklemek lazım?’ sorusunu sordum. Hoca’nın cevabı hiç beklediğim gibi değildi. ‘Onu tekne söyler…’ Biraz sükût-u hayale uğradığımı itiraf etmem lazım; çünkü ben daha somut, ölçülebilir -iki parmak su, yirmi damla öd gibi- bir cevap bekliyordum. Hoca’nın bazı şeyleri söylemek istemediği vehmine kapılmıştım. O gün eve döndüğümde eşime bundan söz edip ‘Hocaya bir soru sordum, sanki beni başından savdı, ‘onu tekne söyler’ dedi’ diye serzenişte bulunduğumu hatırlıyorum. Ancak Hocamın sorumu böyle cevaplamakta ne kadar haklı olduğunu, tekneni ebrucuya her şeyi söylediğini seneler geçtikten sonra, Hocam artık hayatta değilken idrak edebildim.

Alparslan Babaoğlu’nun hocasından aldığı icazetin hikâyesi ne kadar tebessüm doğuruyorsa, hocasının henüz yaşarken vefat ilanını talebesinin vermesini vasiyet etmesi de o kadar hüzün doğuruyor. Velhasıl kelam; bir tarafta ebrular, sohbetler, tespihler, diğer tarafta Edhem Efendi’ler, Necmeddin Okyay’lar, Niyazi Sayın’lar derken muhabbetin, sanatın, vefanın kâğıtlardan taşıp gönüllere konduğu bir kitabı bitirmiş oluyoruz. Aşk ile bir dahi: Göçenlere rahmet, kalanlara afiyet.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit'in 32. sayısında yayınlanmıştır.

1 Eylül 2022 Perşembe

Dünkü yakın geçmiş

İngilizce gramer derslerinde "Present Perfect Tense" diye bir zaman öğretirler: yakın geçmiş zaman. Geçmişte meydana gelmiş ama etkileri hala devam eden olaylar için kullanılır. Pandemi günleri de böyle ifade edilir bana göre. Geçmişte kaldı fakat etkileri hala devam ediyor. Bir de “Past Tense” vardır. Geçmiş zaman. Yaşanmış, bitmiş. Etkisi dahi kalmamış. Hatıralar müstesna...

Fatma Barbarosoğlu'nun Hatıra Kadar Narin Hafıza Kadar Zalim adlı öykü kitabına getirmek istiyorum sözü. Önce arka kapaktan bir cümlenin yardımını alalım: Fatma Barbarosoğlu 2020'nin hatıra ve hafıza kaydını, hayatın en saf, en dokunaklı anlarını öykülere yükleyerek tutuyor.

Bu girizgahtan sonra devam edelim. Bugünden bakınca kitaptaki öyküler bizi hem geçmiş zamana; akranlarımı çocukluğuna biraz daha büyükleri gençlik yıllarına hem de yakın geçmiş zamana; pandemi günlerine götürüyor.

Profil Yayınları'ndan çıkan kitap iki bölüm şeklinde tasarlanmış. İlk bölüm olan Hatıra Kadar Narin’de beş öykü bulunuyor. Bu öykülerde geçmişe ziyaret daha fazla. Artık anılarımızda kalan narin hatıraları gezip geliyoruz. Hafıza Kadar Zalim adlı ikinci bölüm ise altı öyküden oluşmuş ve pandemi günlerinden sesleniyor. Kahramanlarımız henüz dünyayı saran virüsü alt edip bugüne gelememiş. Burada “Musmutlu: Kedili Köpekli, Çoluklu Çocuklu” öyküsüne geri dönüp biraz daha üzülmek için mim koyuyor ve en baştan başlıyorum.

İlk öykü Dedemin Defterleri'ne “Çocuktum. Nineme göre. Bana kalsa ne çocuk ne gençtim. Oyun oynayacağım zaman koca genç kız, fikir beyan edeceğim zaman dünkü çocuk. Şimdilerde ergenlik deniyor, komşumuz İhsan yenge araf günleri derdi.” paragrafıyla giriş yapılıyor. Ergen kızımızın haklı isyanıyla başlayan bu dört sayfalık öyküde Demirel'i, sık sık kesilen elektrikleri, radyoda dinlenen haberleri, tele-pazar'ı, ilk Eurovision heyecanını anımsıyor kendi ergenliklerimize şöyle bir uğrayıp devam ediyoruz okumaya.

Ayhan Abi ve Bal Hatun, Dert Dinler Ziyade Hanım, Kuyumcuların Kurgusu ve Z Kuşağı öykülerini geçtikten sonra ilk bölümün son öyküsü Aşk Acısı. Okuyanlar bana katılacaktır en etkileyici öykülerden biri. Orta yaşlı olduğunu tahmin ettiğimiz kahramanımız cami avlusunda mahalleden çocukluk arkadaşı Ahsen’le karşılaşır. Ahsen, arkasında bir mektup bırakarak bir subayla kaçmış olan Birsen’in kardeşi.

İnsanın kaderi pek değişmiyor. Daha doğrusu herkesin kaderinin bir teması var, hayat itinayla o temaya dair hikayelerle dolduruyor o defteri. Ama çoğumuz kaderimizin ana temasının ne olduğunu hiç bilmiyoruz…” diye anlatmaya başlar kardeşinin yaşadıklarını. Sevgili adaşıma bütün mahalle mutlu bir gelecek çizmişken yaşadıkları üzücüdür.

Kız kardeşinden sonra oğlunun aşk acısını da görür Ahsen. Arkadaşı onu dinledikçe “Sen sorumluluk sahibi olmakla herkesin sorumluluğunu üstüne almayı birbirine karıştırıyorsun.” diye uyarır…

Instagram, "TT olmak", WhatsApp, hashtag gibi günlük konuşmalarımızda sıkça yer verdiğimiz kavramların ustaca yerleştirildiği öyküleri birden fazla kahramanın ağzından ve bakış açısından okuyarak konuyu zihnimizde nihayete erdiriyoruz. Final, herkesin hayal gücüne kalmış.

Bu öykülere göre diyebiliriz ki biz arafta bir nesiliz. Ne Z kuşağı gibi teknolojiyi etkin kullanabiliyor ne ebeveynlerimiz gibi geleneklere tutunup "saadet" içerisinde yaşayabiliyoruz. Yine yazardan alıntılayıp söylersek saadet babalarımızın devrinde kaldı. Bizler mutlu olmalı ve bunu herkese göstermek zorundayız.

Şimdi Gizem’e üzülmenin yani Musmutlu: Kedili Köpekli, Çoluklu Çocuklu öyküsünden bahsetmenin tam yeri. Olay bir sitede geçiyor, Huzur Sitesi’nde. Geneli yaşlılardan oluşan sitemizde üniversite öğrencisi üç kuzen de ev arkadaşıdır. Alt kat komşularının garip hareketleri ve gürültülü halleri sitenin ismiyle tezat oluşturmaktadır. Karı koca bir süre evden ayrılmak zorunda kalınca küçük kızları Gizem de bizim öğrencilere misafir olur…

Öyküden şunu anlıyoruz: Fenomen yaşamlar eşittir naylon hayatlar. Tatile giderken gülücükler saçıp poz veren karı kocaya öfkemiz ayrı, hepimizin aklında aynı buruk soru: Gizem nerede, ne olacak o çocukcağız?

Hasret Sendromu'nu tebessümle okudum. Maskeler bizi virüslerden korurken bazı meslek erbabının da ekmeğine yağ sürdü. Pek çok hırsızlık vakasını duyduk. Yokluğun Gecesi Kısa Gündüzü Uzun'daki yaşlı amcaya bilmem acımak gerekir mi yoksa çoktan kızına direnemeyip fikrini değiştirdi mi?

Sayfalar dolusu yazsam geçmez bu dili damağımda kalan öykülerin izleri. En iyisi okuduktan sonra hatırlattığı tatlı mazi için, zalim korona günleri için, kahramanların naifliği ve yazarına duyduğumuz büyük hürmet için kitaplığın en güzel yerine koyup, göz göze geldikçe tebessüm etmek diyelim.

Birsen Sebahat Tan
birsen_sulubulut89@hotmail.com

29 Ağustos 2022 Pazartesi

İnsanın büyüklüğünü ve küçüklüğünü birlikte düşünmek

Rollo May’in Kafese Konan Adam’ını (Okuyan Us Yayınları) Batı Karadeniz’in küçük bir sahil kasabasında okudum, şirin Filyos’ta. Refik Halid’in, Kırk Yıl Evvel Kırk Yıl Sonra Anadolu’da (İnkılap) adıyla basılan memleket yazılarında bahsettiğini görünce epeyce merak ettiğim bir yerdi burası. Eşsiz doğasını ve denizini anlatıyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, bir yerlerde “İsviçre gibi” diyerek övüyordu. Nihayet gelebildim. Güzel gerçekten de, sahili, denizi ve güneşiyle pek güzel! Fakat, bir yere anlamını veren şeyler bunlar olmuyor elbette, iş dönüp dolaşıp insana geliyor. İnsan, sadece hayatı anlamlandıran değil aynı zamanda ona bütün anlamını veren unsur. Bu yüzden midir bilmiyorum ne deniz ne güneş, en çok insanlar ilgimi çekiyor.

Tavsiye edilen küçük plajın yerini bir türlü bulamayınca kasabanın yerlisi olduğunu düşündüğüm otuzlu yaşlarda bir kadına sorma ihtiyacı duyuyorum. Fazla alışık olduğu bir soruymuşçasına hemen kolayca yönlendiriveriyor. Bu kadar kolay olunca bir soru daha sorma ihtiyacı duyuyorum, kurduğumuz ilişkinin boşa gitmemesi için. Kendilerinin denize girmek için nereyi seçtiklerini soruyorum bu kez. Bu soru birden zorluyor nedense. “Bu yaz hiç girmedim valla çalışmaktan” diye cevap veriyor. Tuhaf bir utanma hissediyorum, rahatlığımdan. Kadın da biraz utanır gibi söylüyor nedense. Teşekkür edip ayrılıyorum yanından, kalbimin birazını onda bırakarak. Bu küçük beldede ruhen en yakın olduğum kişi bu günlük endişeleriyle sıcakta terleyerek hızlı hızlı yürüyen, iklim şartlarına göre hayli kalın giyinmiş bu kadın olabilir diye düşünüyorum. Buruk bir hisle uzaklaşıyorum.

Ve plajdayım. Etrafımda her türlü araçlarıyla tıka basa, günübirlik gelenler, halka hiç karışmadan “beach club” a geçenler, kalabalıklardan hiç hazzetmeyenler, kalabalıklara hiç aldırış etmeyenler, ilginç karavancılar, her türden insanlar gelip geçiyor. Bencili, cimrisi, utangacı, öfkelisi…En zor durumlarda bile öteki insanlara saygı gösterebilen, kimseye rahatsızlık vermemek için büyük bir hassasiyet gösterenlerle kimse yokmuşçasına tek başına bir adada yaşayanlar bir arada. Aklımda geride bıraktığım, Cumartesi sabahı işine giden kadın var. Bir yerlerde eleman olarak asgari ücretle çalıştığını, çocuklarına baktığını ve zor bir hayatı olduğunu düşünmeden edemiyorum. Neyse ki yanımda ruhuma iyi gelecek kitaplarım var. İlk olarak Rollo May’e sığınıyorum.

Kitabı her açışımda başka bir şeyler okuyan var mı diye bakıyorum göz ucuyla. Yok denecek kadar az. Okuyanlara göz gezdiriyorum sonra, çok popüler şeyler. İçlerinden birini gözüm seçiyor. Anka Kuşu diye bir şey okuyor yaşlıca bir adam görebildiğim kadarıyla. İnternete bakma ihtiyacı duyuyorum. Yılmaz Özdil’in yeni kitabı olduğunu görüyorum. Böylesine sakin ve kendi halinde bir yer için -tahminen!- hiç de uygun olmayan bir içerik diye geçiriyorum aklımdan. İnsan, kısacık bir tatil arasında ne diye böyle şeyler okur ki! Benimkinin de ondan kalmayacağı geliyor aklıma! Belki de daha kötüdür uzaktan bakanlar için diyorum. Kim açık bir deniz kenarında -Cem Mumcu’yu saymazsak!- kafese konan adam diye bir şey okusun!

Ben okuyorum evet. İtiraf etmek gerekirse deniz kenarı umarsızlığında daha fazla böyle şeyler okuma ihtiyacı duyuyorum. İnsanları ve hayatı daha çok düşünüyorum. Hiç olmadığı kadar ciddi bir tavır takınıyorum. Bu pırıltılarıyla başımızı döndüren ama bir yandan da sefaletleriyle içimizi tüketen hayatı düşünmeden edemiyorum. Okudukça, birkaç cümleden sonra rahatlıyorum neyse ki, bütün bunlar üzerine düşünmüş olan birilerinin oluşu içime tarifsiz bir ferahlama hissi veriyor. Hayat ne kadar zalim, acımasız, kötü, yanlış, inceliksiz, eşitliksiz ve de özgürlüksüz olursa olsun bütün bunları düşünmüş olanlar, hayatını bunlara adayanlar var diyorum. Varlar. Neyse ki varlar! Dili, dini, ırkı ne olursa olsun dünyanın bütün ülkelerinde bulmak mümkün! Deniz daha bir güzel görünüyor şimdi. Hafiflemiş bir hisle açıyorum ilk sayfayı.

Şöyle başlıyor May, tam da ihtiyaç duyduğum gibi: “Buradaki makalelerin ortak bir teması vardır. Bu tema, bir ucunda insan doğasının muazzam çeşitliliği ve zenginliğinden, diğer ucunda yavanlıklar ve alçaklıklardan kaynağını alır. Bu temanın bir diğer kaynağı da insanın aynı zamanda hem cömert hem de son derece acımasız olabilmek gibi zıt yeteneklere sahip olmasıdır. Mantıklı olma konusunda şahane bir yetenek sergileriz ama bu aynı zamanda, ürkütecek kadar mantıkdışı davranışlarımızla da sürekli bir çatışma halindeyiz.” (s.13).

İnsanın büyüklüğünü ve küçüklüğünü her zaman birlikte düşünmek gerekiyor galiba. Birbirinden ayırmadan, girift bir iç içelikle. Bütün tutarsızlıkları ve çelişkileriyle birlikte ele almak gerekiyor. Çabamızı bütün bunları ayrıştırıp saf halleriyle görmektense iç içelik halinde birbirlerini nasıl etkilediklerine, neyi ne kadar bulandırıp kirlettiklerine yoğunlaştırmamız gerekiyor. Kierkegaard’ın dediği gibi, kafamızda çözülmesi gereken paradokslarımız bitmemelidir: “Paradoks düşünürün tutkusunun kaynağıdır ve paradoksu olmayan bir düşünür duygusuz bir sevgilidir, önemsiz ve bayağıdır.” (s.25).

Paradokslar bitmeyen bir sorgulama demektir ve “sorgulamak, benim dünya ile anlamlı bir ilişkide olduğuma işaret eder” (s.183). Ancak böylesi bir bitmeyen sorgulama bizi kendimizde tutabilir ve dahası -kitabın Maxwell Anderson’dan alıntıyla dediği gibi!- özgür kılabilir: “Özgürlük sadece yaşam sürekli irdelendiğinde ve insan araştırmalarının ne kadar ileri gidebileceğini dikte eden sansürlerin olmadığı yerlerde yaşar. İnsan yaşamı bu paradoksta ve bu ikilemin boynuzları üzerinde sürer. İrdeleme yaşamdır, irdeleme ölümdür. Her ikisidir ve her ikisi arasındaki gerilimdir.” (s.21).

En büyük paradoksumuz ise insanın bu dünyada aynı anda hem özne hem de nesne olmasıdır. Hem sonlu bir dünyada oluşu ve hem de ölümsüz bir özgürlükle her şeyi yapabileceği hissine kapılabilmesidir. May’e göre, “insan bilincinin gelişimi, derinleşmesi ve genişlemesi bu iki kutup arasındaki diyalektik süreçte yatar.” (s.48). İnsan hem pasiftir hem aktif, hem her şeyi değiştirebilir hem de çaresizce bekleyebilir. Hayat, bu iki kutup arasında gider gelir.

Ve sorun şu ki insanlar etkisiz, yetersiz ve birey olarak önemsiz olduklarını hissettiklerinde, insani sorumluluklarından da sıyrılırlar. Hayatın salt edilgen bir etkileneni haline gelen insan ne kadar kalabalıklar içinde olursa olsun esasında kendini öteki insanlardan yalıtır. Kendini düşünmekten başka bir şey yapamaz ve kendini bundan alıkoyamaz. May’e göre bu bir bitmeyen anksiyete halidir ve aşırı yetersizlikten ve etkisizlikten kaynaklanan “anksiyete regresyon ve apatiye ve bunların hepsi düşmanlığa yani insanı insana yabancılaştıran bir düşmanlığa bırakır.” (s.63).

Apati yani kayıtsızlıkla önemsenmeme birlikte oluşan duygulardır. Hiç değer verilmemiş ve önemsenmemiş insanlar ya çok öfkelidirler ya da kayıtsız bir aldırışsızlık haliyle adam sen de der yaşar giderler. Her iki halde de pasiftirler. “Önemsenmeme duygumuz zarar gördüğünde…kısır döngü devreye girer. Bu gibi durumlarda yapabileceğimiz tek şey bebeklik haline psikolojik bir dönüş yapmak ve kendi seçtiğimiz, o modern rahim-mezar birleşiminin içinde korunmaktır.” (s.63).

Bu nokta aynı zamanda insanın kendi potansiyelinden vaz geçtiği, yeniden mutlu ve sevebilen bir insan için kendini tam olarak ilaçlara ya da başkaca birilerine teslim ettiği durumdur. Eyleme geçememe durumudur çünkü eylemin anlamlı bir sonuç doğruma olasılığı yok olmuştur. Hayatı yönlendiren, uğruna savaşılacak değerler bulanıklaşmış ve anlamsızlaşmıştır.

Bu noktadaki insanlar için bütün çaba ve hayat, buradan bir çıkış mücadelesi halinde kendini gösterir. En yakıcı ihtiyaç budur ve kişinin her şeye rağmen kendi insani potansiyelinden vazgeçmesi kolay olmadığı için, bu bir bitmeyen mücadeledir.

Etkisiz oluş siyasal hayatta katı bir teslimiyet ve ne olursa olsun güçlü bir bağlılık olarak kendini gösterir. Kaybedilen değerlerin ne pahasına olursa olsun geri kazanımı için yapılan bir savaşa dönüşür. Kişi, gözünün önündekini önemsemezken dünyanın öbür ucundaki bir meseleyi önemseyebilir bu yüzden. Kimseyi düşünmeyen bir bencillikle yaşarken herkes için adalet isteyebilir. Paradokslar, insanın en derin mücadelesinin ne olduğunu ele verir ve paradokslar üzerine düşündükçe herkes daha önemli hale gelir.

Durup dururken sıkıntılandığım bir günün ortasındayım ve içsel olarak şükür ki daha rahatım şimdi. O kadın da daha iyi midir ki!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

24 Ağustos 2022 Çarşamba

Hikâye etmedik, neyden dinledik

“Mesnevî- i Mevlevî-i Manevî
Hest Kur’ân der zebân-ı Pehlevî.”
- Molla Câmî

Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî ve Mesnevî-i Şerif'i, sekiz asırdır bu toprakları ve bu toprağın insanını Muhammedî muhabbetle mayalamaya devam ederken özellikle son zamanlarda dünyanın farklı coğrafyalarına da ışığını ulaştırmış durumda. Hakkında olumlu ya da olumsuz pek çok şey söyleniyor olması dahi onun büyüklüğünün bir yansımasıdır. Mevlânâ ve Mesnevî-i Şerif hakkında konuşanların pek çoğu kaynak göstermeden iftira ederken bir kısmı da Mesnevî’nin sembolik diline vâkıf olmadığı hayvan hikâyelerinden öte anlam çıkaramıyor. Nesnel bir eleştiri, kişiyi içinde yetiştiği şartlarla birlikte ele almayı gerektirirken eserleri de kendi bütünlüğü içinde incelemeyi gerektirir. Mevlânâ hakkında özellikle Şems-i Tebrizî üzerinden yapılan eleştirileri anlamlandırmaya çalışırken onun Divan-ı Kebir ve Mesnevî-i Şerif’te Allah aşkı, Resûlullah’a muhabbet, ibadetlere bağlılık gibi konularda söylediklerini göz önünde bulundurmak gerekir. Büyük bir bütünün içinden küçük bir parçayı tek başına değerlendirmeye kalkmak, üstelik bu sağlıksız değerlendirme üzerine hüküm bina etmek en hafif tabirle aymazlıktır. Ömer Tuğrul İnançer Hocamız, Dinle Neyden kitabında Mesnevî-i Şerif’in bir “mürşid kitap” oluşunu; Mevlânâ’nın Allah aşkı ve Resûlullah muhabbetini yine Mesnevî’den ve Mevlânâ’nın diğer şiirlerinden hareketle gözler önüne seriyor.

Mesnevî-i Şerif, başlı başına bir mürşid kitaptır.” diyor İnançer Hoca. 800 yıldır, samimiyetle okuyan nice mü’mini irşad etmiş, hâlâ irşad etmeye devam ediyor. Yüzlerce yıldır, Mesnevî okumaları yoluyla gerek tasavvufun incelikleri gerekse ilahî aşkın sırları insanlarla buluşuyor. Mesnevî’nin önsözünde bizzat Mevlânâ kitabıyla ilgili şunları söylüyor: “Bu mesnevî kitabı, Allah’ın sırlarının ve O’na yakınlık kazanma yollarının öğretilmesi hakkında sırların açıklayıcısının açıklayıcısı ve dinin aslının aslının aslından bahseden Allah’ın fıkh-ı ekberi, şer-i ezhârı, yani Allah’a ulaşma yollarının apaçık ve parlak delilidir.”. Mesnevî’de bulunan bir beyitte de şu ifadelere yer veriyor: “Bizim Mesnevî’miz vahdet dükkânı, birlik pazarıdır. Birlikten başka ne görürsen o puttur.” İşte bu beyit; Mesnevî’ye nasıl baktığımıza, onu nasıl okuduğumuza bağlı olarak ondan farklı anlamlar çıkaracağımıza dair yine Mesnevî’nin kendi içinden bir uyarıdır. Hz. Mevlânâ ve dahi bütün evliyaullah sadece vahdeti ve İlahî aşkı terennüm etmişlerdir. Her biri kendi çağında ve kendi lisanında konuşmuş ama aynı hakikati dile getirmiştir: Varlık birdir ve ancak aşkla bilinir. Hz. Ali Efendimiz’in “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı.” sözüyle ilgili olarak İnançer Hoca; “O nokta tevhid, vahdet noktasıdır. Bütün ilimler o noktayı öğrenmek içindir.” diyor. İşte Mevlânâ’nın “vahdet dükkânı” diyerek anlatmak istediği şey de tam olarak budur. Mesnevî’yi doğru okumayı başarabilirsek cümle ilimlerin ve dahi vahdetin sırrına ermemiz mümkün olabilir.

Tasavvufa yönelik eleştirilerin en acımasızı sahte şeyhler üzerinden yapılıyor. Kerameti kendinden menkul bu sahte şeyhleri ayırt etmek zor görünse de işin sırrı basittir: Her kim ki seni kendi yoluna çağırıyorsa sahtedir, her kim ki seni Allah’ın yoluna çağırıyorsa gerçektir. İnançer Hoca da insan-ı kâmili tanımanın yolunu şöyle açıklıyor: “Bir kimseyi gördüğümüzde, sohbetinde bulunduğumuzda, hatırımıza getirdiğimizde huzurunda yer aldığımızda; bu haller bize Hakk’ı hatırlatıyor, yeniden aklımıza getiriyorsa işte o kimse insan-ı kâmildir… Hele o zat, hali ile bizde kendisine benzemek hevesi uyandırıyorsa teşhisimiz doğru demektir.”. Elbette tasavvuf ehli olmadan da cennete girmek mümkündür ama tasavvufun özünde muhabbet vardır. “Eşeddü hubben lillah” sırrına erenlere Cenab-ı Hakk katından ayrıca mükafaat vereceğini müjdeliyor. “Onlara Rabbleri katından bir selam vardır.” Tasavvuf, Allah’a ulaşma yollarının en kestirme olanıdır. Bin bir dilekçe ve aylar süren randevu alma süreçlerinin ardından zor minnet ulaşabildiğiniz ve resmi bir ortamda görüşebildiğiniz bir devlet büyüğüyle onun bir tanıdığı, dostu vasıtasıyla dakikalar içinde hem de gayet samimi bir ortamda oturup muhabbet edebilir, sorununuzu çözebilirsiniz. İşte tasavvuf, Allah dostlarının dostlukları sayesinde Allah’a ulaşmayı ve O’nun aşkıyla kendi varlığından geçmeyi ifade eder. Peki; Allah’ın en sevgili kulu, en büyük dostu, Habibullah olan Hz. Muhammed Mustafa’yı (sav) sevmeden, onun sevgisini kazanmadan ve onu aracı etmeden Cenab-ı Hakk’a ulaşmak mümkün olabilir mi? Elbette olmaz. İşte, gerçek bir Allah dostunda aranacak ön önemli özellik peygamber (sav) sevgisidir. Mevlânâ Hazretleri; “Yaşayışına yön vermede kendi bilgine, hünerine ve arzularına uyma; Resullerin sonuncusu ve en yücesinin düzeni dışına çıkma.” diyerek bu uyarıyı yapıyor. Mevlânâ’nın bahsettiği kuru kuruya bir taklit değil. Peygamber Efendimiz’in (sav) güzel ahlâkını, ihlâsını, muhabbetini kendimize rehber etmedikçe O’nun gibi yemek içmek, O’nun gibi giyinmek, O’nun gibi yürümek, kısaca O’nun gibi görünmek bizi kurtarmaz. Yine Mevlânâ; “Aşk yolunu seç; bütün peygamberler ve onlara uyanlar gibi ki ancak ve ancak O’nun aşkıyla sadece kazanç sahibi olunabilir ve katında makbul olma yüceliği elde edilebilir.” diyerek Muhammedî muhabbetin şiar edinilmesi gerektiğini ifade ediyor.

Mesnevî-i Şerif, birçok hikâyeden müteşekkil bir kitap olmakla edebi bir yöne sahip. Bununla birlikte tahkiye, Kur’anî bir anlatım yöntemi olması bakımından oldukça etkili bir yöntemdir. Mesnevî’de yer alan hikâyeleri rumuzlarını çözerek okumak hakikat perdesini aralamamızı sağlar. İnançer Hoca, Dinle Neyden kitabında, Mesnevî’deki alan ilk hikâye olan “Padişah ve Cariye” hikayesini rumuzlarını çözerek ele alıyor ve okuyucuya; nefsin hastalıklarından kurtulmak için insan-ı kâmile bağlanmayı salık veriyor. Nasıl ki Kur’an-ı Kerim’i eskilerin hikayeleri diyerek okuyamıyorsak Mesnevî-i Şerifi de hayvan hikayeleri diyerek geçiştiremeyiz. Hayvan hikayeleri olarak okuyanlar hayvan tezeğinden başka koku alamazken aşkla, muhabbetle okuyanlar İlahî bir aşkın kokusunu alırlar.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

23 Ağustos 2022 Salı

Bir insan ne kadar tanınabilir?

Sûfiler "ilk hâtır"ın ehemmiyetine dikkat çekerler. Akla ilk düşen, gözün ilk gördüğü, kalbin ilk sezdiği, iç ve dış duyuların ilk hissettiği şey önemlidir ve ona itibar edilmelidir. Çünkü tabiî, müdahalesiz ve sansürsüzdür... Sonra akıl, zekâ, nefis, hesap kitap devreye girer ve işler değişir, dönüşür..." diye tanımlıyor ilk hâtrı İsmail KaraDağ Ne Kadar Yüce Olsa adlı kitabının “Dost Bir Göze Âşinalık Dedikleri” kısmında. “İfade-i Meram” ile Dağ Ne Kadar Yüce Olsa kitabının bir devam kitabı olduğunu öğreniyoruz. Sözü Dilde Hayali Gözde'de 22 isim var imiş, hatıralara ve denemelere konu olan, bir bakıma ahde vefa gösterilen, hatırası yaşatılmak istenen. İsmail Kara Hoca eserin hemen başında yazmayı bir görev olarak gördüğünü ve bu sebeple yazdığını söylese de yazdıkları; bir bakıma gün olur asra bedel hikayesinden kalanlar, bir bakıma kendince musahabe ve muhasebenin, kendiyle dertleşmenin, kendine anlatmanın, şimdiden an’dan kurtulup geçmişe kanatlanmanın vesilesidir desek meramımızı daha sarih ifade etmiş oluruz. 2005 yılında ilk baskısını yapan portre ve tarihe bırakılan hatıraların ikincisi için 15 yıla yakın bir süre bekledik okurlar olarak. Beklenilen 15 sene sonra, beklemeye değmiş 15 sene sonra; bakalım misafirlerimiz kim, güzergâhımız nereler ve konularımız neler? Devam kitabı yönünden değerlendirilebilecek esas mesele acaba 15 sene içerisinde Türkiye’de değişen nedir?

Dağ Ne Kadar Yüce Olsa'da 12 misafiri var okurun ve misafirler içerisinde bilge mimar Turgut Cansever, Ayşe Şasa, Bekir Topaloğlu, Orhan Okay gibi tanınan ve bilinen hocaların yanında, İsmail Kara Hocanın merhum annesi ve babası, Dergâh Yayınları'nın hikayesinde önemli bir yeri olan Cahit Çollak beyefendi, bu yazının yazarının hemşehrisi Abdullah Kucur gibi isimler bulunmaktadır. Aslında hatırat/deneme olarak kaleme alınan yazılar içerisinde sadece bu 11 isim değil, bunların etrafında yolu kesişen, muhabbet halkasına dahil olan isimler de hafızasından geçiyor okurun ve yolculuğa dahil oluyor okur. Kitabın her bölümüyle farklı bir coğrafya içerisinde gezintiye çıkan okur, anılan kişinin mevkii ve meşguliyetiyle farklı bir ortamın havasını teneffüs ediyor. Bazı isimler yönünden çok samimi, sıcak ve içten hatta özel denilebilecek nitelikte duygu ve his yönünden satırlara sığmayan sadırdan gelen bir anlatım varken, bazı isimler yönünden bir meselenin tartışılması ve gözden geçirilmesi ile mesele etrafında şekillenen bir okuma ve muahezenin yer aldığı görülüyor.

İfade-i meram girişinde kitabın yazılışı ve portre okumasının özeti verilmiş ve okuru neyin beklediği ve kitabın kısa bir özeti ifade edilmiştir: “Hatırat ve portreler üzerinden bir bakıma başkalarının/öncekilerinin intiba, tesbit ve tanımalarını, zorlu ve/ya zevkli hareketlerini kendi tecrübelerimize katarak birlikte yaşadığımız inşaları, kendimizi daha vasıflı bir şekilde ve bütün kuvvet ve zaaflarımızla anlayabilir, bu yolla anlayış ve insanlığımızı yükseltebiliriz. Bunların üzerinde, bunların da sayesinde insanı/insanımızı tanımak, safları sıklaştırmak yahut iniş çıkışlı yollarda nasıl mesafe kat edeceğimize dair tutamaklar yakalamak daha bir imkan dahiline girebilir.” Portre okumaları sadece edebi anlamda, yahut bir hatırlama ile sınırlı kalmayacak nitelikte bir dönem ve devir okuması da sayılabilecek ve yaşanılan toprakların tarihine ışık tutulabilecek, yaşanılan toprakların örf ve adetleri okunabilecek, yaşanılan toprakların hikayesi ele alınacak çok yönlü bir okumaya davetle birlikte, okumanın ders niteliğinde olması da amaçlanmıştır. İfade-i meramın kapanışı ve portre okumalarına girişin hemen öncesinde de İsmail Kara Hoca tarafından küçük ve mühim bir not düşülmüştür: “Geçmiş tekrarlanmaz ama “geçmiş geçmez”, farklı usul ve yollarla bugüne ve yarına, bugünün ve yarının ihtiyaçları ve arayışlarına güçlü bir unsur olarak dahil edilebilir veya kendisi müdahil olur. Hatırat ve portreler ise köprü vazifesi görme potansiyeli yüksek ve unutulanları hatırla(t)ma imkanları geniş metinlerdir.

Portrelere giriş ve okuma notlarına kısa bir girizgah ile birlikte ilk yolculuğumuz ve birkaç kere daha dönüş yapacağımız mekan Güneyce Köyü, İsmail Kara Hocanın memleketi, hatıratın misafiri ise “Natıkası Kuvvetli Bir Muallim, Gayretli Bir HocaHacı Süleyman Efendi. Güneyce’nin ilk resmi imamlarından olan Süleyman Efendi’nin sesi gür ve vaazları meşhur. Köy yerleşim yerinden imamın sesinin gür olmasının ehemmiyeti bugün için pek düşünülmese de, teknolojinin yetişmediği ve gelişmediği yerlerde ne anlam ifade eder diye düşünmeli ve hocaya kulak vermeliyiz: “Uzak yerlerde, dağ başlarında, ıssız ormanlarda tek başına çalışan bir kadın, bir kişi için ezan sesi/insan nefesi duymanın ne büyük bir nimet ne kadar yakın bir arkadaşlık ve yalnızlıktan kurtulma hissi olduğunu bilmem ki tahayyül edebilir misiniz! Hele kapalı havada…” Köyde ve köy halkında camide imam olmanın yankısı ve varlığı yanında cumhuriyet için camilerin varlığı ve imam olmanın meşakkatli ve hayli zor bir uğraş olduğu göz önüne alınıp üzerine epey düşünülmesi icab ederse de devam eden sayfalarda tutulan teftiş raporları bir nebze de olsa açıklığa kavuşturmaktadır cumhuriyet ile cami meselesini.

İkinci güzergahımız ise İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü Tasavvuf Tarihi ve misafirimiz Selçuk Eraydın Hoca. Hatıratın bu kısmında İsmail Kara Hocanın hocalık ve yaşantısı ile biraz muahezesi bulunmakla birlikte bazı düşünceleri yönünden yanılma denilemeyecekse de beklentilerin üstünde bir hocalık söz konusudur. Yolcuğumuzda üçüncü durağımız İstanbul ve misafirimiz bir hoca hanımefendi; Necla Pekolcay. Necla hoca yönünden hatırda kalacak, bölüm girişinde yer alan mütebessim çehre ve kucağında yer alan kedi ile yalnızlık ve hastalık olsa gerek.

Dördüncü güzergahımız ise bilge mimar dendiğinde hafızada canlanan, istisnai bir kişilik ve kimlik olarak Turgut Cansever Bey, konumumuz İstanbul semalarıdır. Turgut Cansever denince aklımda canlanan ilk görsel Bursa’nın göbeğine saplanan, mel’un yapılardır nedense. Adına TOKİ denen, bugün için acele, fırsat ve belki de ihtiyaç ile biraz politika nedeniyle zararları görünmeyen, dört bir tarafımızı sarıp gökyüzünü yok eden, insanın iki ana özünü oluşturan toprak ve havayı, gökyüzüne bakıp nefes alabilmenin imkanını yok eden kurum da denilebilir. Yaşadığı zaman içerisinde her daim yaşanabilir şehir, sürdürülebilir mimari ilkesi ile düşünen fakat uygulama ve inşa noktasında dinlenmeyen, akamete uğratılan mimarımız Turgut Cansever konuğumuz. İstanbul ile birlikte Türkiye’yi omuzlarında yük olarak nitelendirmek gerekir mi yoksa bir vazife bilinciyle çalışmak ve yaşatmak gayesi mi güder Turgut Cansever? Bugün için yaşadığımız toprak emanet, yeryüzü emanet bir sonraki neslin vebalini taşımak yerine, bir sonraki nesle hatta nesillere bırakabilmenin derdini güder, ilke ve prensiplerini bunun üzerine inşa eder. Fakat Türkiye evlatlarına cömert ve nazik davranmadığı gibi kendisine de davranmamıştır. Mimarinin sadece imar, inşa ile alakalı olmadığını aslında her bir kavramın diğer kavram alanları ile irtibatlı olduğunu ifade eder, gayet vazıh bir şekilde: “Hem çirkin, ölçüsüz, kaba yahut insanı, tabiatı ezen, yok sayan binalar, yollar, şehirler yapmak hem de doğruyu, barışı, insanlığı, hak ve hukuku savunmak mümkün ve inandırıcı olamaz.” Çok net ve sert! Şehir ve mimari ile birlikte anılar, eleştiri ile birlikte muhabbet içre bir yolculuk ile devam eder portreler.

Yolumuz ve hikayemizin en ağır, en nevi şahsına münhasır, yazması belki de en zor kelimelerinden ikisi ile devam etmektedir: İlk kısım başlığı kitap başlığından mülhem, okunduğunda tüyleri diken diken eden bir ara başlık. Bu kelimeyi nasıl anlatırsınız deseler, belki de bu ara başlık kadar öz olarak anlatabilecek az kelime bulunur: Dağ Ne Kadar Yüce Olsa Yol Onun Üstünden Aşar… Çok şey söylenebilir, ama babalar kolay anlamaz, kolay anlatılmaz, kolay anlanılmaz… Bir zorluklar geçidi de denebilir belki... Baba için Lügat365 şöyle diyor: “Kızan, karışan, sinirlendiren. Koruyan, sarılan, özlenen; mânası yokluğunda daha iyi anlaşılan kişi. Bir çok dilde benzerlik gösteren kelime, ba çocuk sesinden türetilmiştir.”. Uzun ince bir yolun, zahmetin, rahmetin, biraz kendisinin, biraz eleştirinin, bazen uyumun ve devrin sesinin, bazen şaşırmanın, bazen karşı çıkmanın, anlaşmanın, bazen anlaşamamanın, bazen boğazda düğümlenenin, söyleyememenin, söylenmeyenin hikayesi. İkinci kelime, kışın gelişi yazdan belli olur fehvasınca çıktı ortaya desek hata etmiş olmayız, fakat İsmail Kara Hoca başlığı böyle uygun görmüş: “Bir Çocuk Ağlıyor İçinde”. Ne yazsak eksik kalır dediğimiz, bazen kolay anlamasa bile, kolay anlatabildiğimiz, anlama konusunda baba ile aynı zorluklara sahip olduğumuz, zorluktan ziyade bir rahmet geçidi belki. Anne için Lügat365 şöyle diyor: “Dünyaya can getirmiş insan; yaşam kaynağı. Türkçe kökenli olan kelime na-na sözünden türetilmiş olan ana kelimesinden evrilmiştir.” Babaya göre daha sade, daha resmi yahut nesnel sınırları geniş fakat anlamı dar bir tanımlama olması dikkat çekiyor. Çilenin ve çekilen dertlerin, susmanın ve gözünde her daim umut taşımanın, oturduğu yerde varlığı hissedilmeyen fakat her daim seni hissedebilen, yokluğunda her şeyin üzerine üzerine gelerek seni yıkmaya doğru gittiğini fark ettiğin anda çağırdığın ve fakat her şeyin geç olmasının, çekip çevirenin, yolunu gözleyenin hikayesi. Yol uzun, insanoğlu yorgun, fakat hayat devam ediyor. Dağ Ne Kadar Yüce Olsa anne ve babanın hikayesini bir de İsmail Kara Hocanın gözünden hem okumaya hem de sormaya davet ediyor kendine olanı ve hikaye yeniden ilk başladığımız yere Güneyce’ye dönüp kaldığı yerden devam ediyor.

Portrelerden son olarak değinmek istediğim ve hayli önemli bulduğum isim Bekir Topaloğlu hoca olup bölüm başlığı “Bir Neslin Öncü Hocası Göçtükte…” başlığı seçilmiş. Okumada en çok dikkatimi çeken husus olarak hoca ile ilgili anılar ve kalanlar her ne kadar alıntılansa ve aktarılsa da bir yandan İsmail Kara Hoca, bir muhasebe ve musahabeye davet ediyor okuru. Hatırat ve deneme formatından uzaklaşıp daha akademik bir üslup ve tartışma ortamı da denilebilecek bir yazı olması ve kitap içerisinde hatırat ve deneme formatından uzaklaşılarak bir okuma yapıldığı tespitiyle birlikte bu bölüm kısa ve öz olarak bir “nesil” okuması olarak tavsif edilebilir düşüncesindeyim. Hoca Türkiye’de “Bekir Topaloğlu, Hayrettin Karaman ve Tayyar Altıkulaç üçlüsünün etrafında” bir neslin okumasını, artıları ve eskileri ile sonraki döneme yansımalarını kritik etmekte, o dönem içerisinde İmam Hatip Liseleri ile devletin ve bürokrasinin tahakkümü okuması yapılmakta, bir tarafta ise Türkiye’nin her geçen gün gündemini daha fazla işgal eden din diyanet ve siyaset ilişkilerini masaya yatırmaktadır. Bir isim üzerinden, bir hareket; bir hareket üzerinden, bir dönem; bir dönem üzerinden Türkiye yakın tarihi, dini grupları, arayışları, bulunanlarının serencamı ele alınmaktadır. Aslında bir bakıma İsmail Kara “Nesil” hareketi adını verdiği ve “etkileri itibariyle fazla örneği olmayan bir vâkıa”yı dar alanda kısa paslar ile okuma çalışması ile birlikte, aslında mühim bir meselenin tartışılması için bir küçük kıvılcım ile yeniden ateşi parlatmak istemektedir desek ifade-i merâmımız anlaşılır.

Kitapta yukarıda değinilen isimler dışında kalanların okumasını okura bırakıyoruz. Kalan isimlerden “Dost Bir Göze Âşinalık Dedikleri…” başlığında yolumuz, yolunuz bir hemşehrinin yoluna Yalvaç’a düşüyor mesela tevafuk da denilebilir tesadüf de. Yalvaçlı Abdullah Kucur’un İstanbul’daki hikayesini dinliyoruz. “Ağır Akan Bir Tebessüm” ile yolunuz Anadolu’nun uzak ve soğuk diyarına düşüyor yolunuz ve misafir Orhan Okay hoca oluyor. Erzurum’un soğuğu için iç ısıtacak bir hoca ve hatırat da diyebiliriz. Aramakla Bulunmaz'da bir sanat yolculuğu ile İstanbul içerisinde senarist Ayşe Şasa ve onun öyküsü karşılıyor, yazılmayan yahut eksik kalan hatırat ise en büyük dertlenme meselesi olarak bekliyor. Cahit Çollak beyfendiyi vefatının üzerine Dergâh dergisinde çıkan yazılardan aşinalık ile biliyoruz, bu yazıları da hatır da tutarak sade bir başlık fakat vurucu: “Bu Dünyadan Cahit Çollak da Geçti.”. Açılışı bir muallimle yaptığımız gibi kapanışı da yine bir muallim ile yapıyoruz, portreler 2 için son misafirimiz “Hâzâ Muallim (Nail Bayraktar)” oluyor.

Dağ Ne Kadar Yüce Olsa (Portreler 2) ile birlikte 12 isim etrafında oluşan daire ve halkalar arasında geziyor okur. Bazı hatırat görev kabilinden yazılması icap eden, vazife diyebileceğimiz bir bilinçle yazılmış, bazı hatırat ahde vefanın örneği olarak kaleme alınmış, bazı hatırat Türkiye’de bir okuma yapmanın ve Türkiye’nin yakın tarihinin kritiğine adanmış, bazı hatırat muaheze için mevcut durum ve olması gereken eleştirisi içerisinde emeğin öyküsüne adanmış.

Açılışı “Dost Bir Göze Aşina Dedikleri…” ile yaptığımız gibi kapanışı da hemen devamındaki paragraf ile bitirelim: “Sonra biraz daha tanıştık, biliştik, yakınlaştık. Sonra biraz daha… Evet öyle oldu ama bir insan, hele hususiyetleri ve derinlikleri olan biri ise ne kadar tanınabilir? Bir gönüle girmek de bir gönüle ayna tutmak da zor iştir. Zaman ister, önemsemek ister, emek ister, karşılıklı açılmak ister, en mühimi istidat ister.

Muhammed Hüseyin Güneş
muhammeddgunes@gmail.com

19 Ağustos 2022 Cuma

Aşk imiş her ne var âlemde

Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak.
- Fuzûlî

"Vellezîne âmenû eşeddu hubben lillâh."
- Bakara, 165

Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliği sevdim; kâinatı yarattım.” mealindeki kutsi hadis, insanın yaratılış gayesine dair önemli bir mesaj veriyor: Cenâb-ı Hakk, insanı yeryüzüne halifetullah olarak gönderirken insandan kendini bilmesini istiyor. Pek çok ayet; “Akletmez misiniz, düşünmüyor musunuz…” gibi uyarılar içerir. Buradan hareketle birçok insan akıl ve bilimin esas alınması gerektiğine dair çıkarımlarda bulunuyor ancak gözden kaçan bir husus var ki tasavvuf işte bu gözden kaçan husus üzerine temelleniyor. Cenâb-ı Hakk, Araf suresinde mealen şöyle buyuruyor: “Onların kalpleri vardır, onunla düşünmezler.” Demek ki kalbimizle düşünmemizi istiyor Cenab-ı Hakk. Kalp nasıl düşünür, kalp bilgi üretebilir mi… gibi sorular aklımızı karıştırsa sezgi yoluyla öğrenme, keşif yoluyla öğrenme ve farkında olmadan öğrenme gibi pek çok öğrenme yönteminin temelinde kalp olduğu aşikârdır. Kul olmaktan maksat “Allah’ı bilmek”tir dedik. Peki Allah’ı bilmek nasıl olacak? “Nefsini bilen Rabb’ini bilir.” sözü işte bu sırrı açık ediyor. İnsan kendi varlığını bütün boyutlarıyla idrak edebilirse Allah’ı da bilmeye başlar. Ancak buradaki bilmekten kastın ne olduğunu da doğru anlamak gerekir. Kul, üç farklı bilme mertebesinden bilir: İlme’l yakîn, ayne’l yakîn, Hakka’l yakîn. Kitaplardan okuyarak ya da hocalardan talim ederek öğrenmeye ilme’l yakîn; müşahede ederek, tecrübe ederek öğrenmeye ayne’l yakîn; bizzat yaşayarak öğrenilen bilgiye ise Hakka’l yakîn diyoruz. Hakka’l yakîn, kesinlik ifade etmesi bakımından en üstün bilgi çeşididir. Kulun nefsini Hakka’l yakîn mertebesinde bilmesi için varlığının bütün boyutlarını gerçekleştirmesi gerekir. İnsan beden ve ruhtan oluşur. Beden, maddi ihtiyaçlarımızla ruh ise manevi ihtiyaçlarımızla kendini gösterir. İnsanın varlığı yetmiş seksen sene ile sınırlandırılamayacak kadar büyüktür. Yetmiş seksen sene yalnızca bedenin sınırıdır. Ruh ise ezelden ebede uzanan bir zamanın yolcusudur. Bu yüzden insanın kendini tanımasındaki esas nokta ruhunu tanımasıdır zira yalnızca bedeni tanımak sonsuz bir zamanın içinde yetmiş seksen seneyi anlamaktan ibaret kalır. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis -i şeriflerinde şöyle buyuruyor: “Vücutta bir et parçası vardır. Şayet o sağlamsa, bütün vücut sağlam olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir.” Bu hadis-i şerif bize insanın hakikatini anlamak için kalbine bakmak gerektiğini gösteriyor. Bakara suresinde “Vellezîne âmenû eşeddu hubben lillâh” buyruluyor. Mealen Cenab-ı Hakk; “Müm’minler, Allah’ı şiddetle severler.” diyor. Şiddetle sevmekten maksat aşktır. İşte tasavvuftaki aşkın kaynağı budur. Allah kuluna kulundan tecelli eder. Allah’ı bulmanın yolu Allah dostlarının yolunu takip etmekten geçer. Nasıl ki dünyada bir devlet büyüğüne onun dostları aracılığıyla ulaşabiliyorsak Allah’a ulaşmak için de onun dostlarını izlemek gerekir. Rehbersiz yola çıkan kaybolmayı göze almalıdır. Hele ki yol, zorlu ve imtihanlarla doluysa… Fuzûlî de bir beytinde “Aşk imiş her ne var âlemde / ilm bir kıyl ü kâl imiş ancak.” diyerek bu hakikati ifade ediyor.

Aşkla yapılan her iş insana mutluluk verir. Görev bilinciyle, kâr zarar hesabıyla yapılan işler insanın ruhunu daraltmaktan öte bir işe yaramaz. İbadetleri de bu şekilde anlamak gerekir. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi ibadetler Kulluğun gerekleridir ama bütün bunlar cennet arzusu ya da cehennem korkusuyla yapılırsa Allah’ın hoşnutluğu kazanılamaz. Nisa suresinde; “İman edip salih ameller işleyenlere gelince, (Allah) onların mükafatlarını eksiksiz ödeyecek ve lütfundan onlara daha da fazlasını verecektir.” buyruluyor. Buradan anlıyoruz ki imanın derecesine göre cennetteki mükafatlar da değişecektir. Ne diyordu Koca Yunus: “Cennet cennet dedikleri / birkaç köşkle birkaç huri / isteyene ver onları / bana seni gerek seni”. Şüphesiz cennet nimetlerinin en büyüğü cemalullahtır, kelamullahtır. O nimete mashar olmak için dünyadan geçmek yetmez ahiretten de geçmek gerekir zira “Dünya ehline ahiret, ahiret ehline dünya haramdır; ehlullaha ise her ikisi de haramdır.” buyrulmuştur. Büyük mutasavvıfların hayatlarını bu gerçek üzerinden okumak daha isabetli olur. Ömer Tuğrul İnançer, Bir Muhammedî Âşık Hz. Mevlânâ adlı kitabında Hz. Mevlânâ’yı ve ilkelerini bu hakikat ekseninde ele alıyor. Mevlânâ’nın kimi sözlerine ve özellikle Şems’le olan münasebetine dair bilgiden yoksun ve art niyetli itirazlara karşın doğrudan Mevlânâ’nın kendi sözlerinden hareketle onun Hz. Muhammed’e (sav) aşk derecesinde bağlı bir derviş olduğunu ortaya koyuyor. Mevlânâ’ya dair ileri sürülen mesnetsiz açıklamaların tamamen cehaletten ileri geldiğini onun hayatı ve şiirleri üzerinden ispat ediyor.

Birçok insan Mevlânâ’yı bir şair ya da düşünür olarak görürken onun bir veli olduğu hakikatini görmüyor. Onun sözlerinin rumuzlarla dolu olduğunu bilmek ve görünen mananın ötesinde tasavvufi bir hikmet olduğunu düşünmek gerekir. “Ben yaşadıkça Kur'an'ın bendesiyim. Ben Hz. Muhammed'in (s.a.v) ayağının tozuyum. Kim benden bundan başkasını naklederse; ben ondan da bizarım, o sözden de bizarım” buyurmuşken Mevlânâ’ya yakıştırılan sözleri anlamak mümkün değil. “Şeriatsız tarikat batıl, tarikatsız şeriat âtıldır” buyuruyor İnançer Hoca. Mutasavvıfların şerî hükümleri hiçe saydığı yönündeki eleştirileri şu sözlerle cevaplıyor hocamız: “Bir kısım insanlar da ‘Benim Allah’a, Resulü’ne, ve insanlara çok muhabbetim var ama o namaz, niyaz, mükellefiyet de neymiş! O, yeni adamların, yani müptedîlerin işi, biz namazdan geçmişiz.’ diyorlar. ‘Resulullah namazdan geçmedi! Sen kim oluyorsun ukalâ!’ derlerse adama, ne cevap verir o! Resulullah müptedî miydi de ayağı şişene kadar namaz kılıyordu, dizleri titreyene kadar ayakta duruyordu!” Bu sözlerde hem sahte dervişlere hem de sahte dervişler üzerinden tasavvufa yüklenenlere bir cevap var.

İnançer Hoca, Hz. Mevlânâ ve Hz. Şems arasındaki münasebetin de yanlış anlaşıldığını ve yanlış anlatıldığını belirtiyor. Hz. Şems gelene kadar Mevlânâ’nın adeta kuru bir medrese hocası olduğunu, Hz. Şems’ten sonra aşkla dolduğunu; Mevlânâ’nın her şeyi Hz. Şems’e borçlu olduğunu ileri sürenlere şiddetle karşı çıkıyor İnançer Hoca. Bu görüşleri ileri sürenlerin namazsız, oruçsuz, ibadetsiz bir Mevlânâ arzusunda olduklarını oysa Hz. Mevlânâ’nın namaz, oruç gibi ibadetlere karşı oldukça hassas olduğunu ortaya koyuyor ve şu sözlerle de itirazını artırıyor: “Allah’sız kullar, Muhammed’siz Müslümanlar, Ali’siz Aleviler, Mevlânâ’sız Mevlevîler… Uğurlar olsun! Biz Allah’lı kul, Muhammed’li Müslüman, Ali’li Alevî, Mevlânâ’lı Mevlevîyiz. Hepimiz öyleyiz.” İnançer Hoca, Mevlânâ’nın tasavvufta aşkın sembolü oluşunu şu şekilde açıklıyor: “İrfan deyince akla Bâyezid- i Bestâmî gelir. Zühd ü takva deyince akla Cüneyd-i Bağdâdî gelir. Yardım ve himmet deyince akla Abdülkâdir-i Geylânî gelir. Keramet izharı deyince akla Seyyid Ahmed er-Rifâi gelir. Aşk deyince Hz. Mevlânâ gelir. Onun sembol olması, diğer tasavvuf büyüklerinin aşktan haberdar olmamaları demek değildir.” Aşk, sebeb-i kainattır. Aşkın yeryüzündeki esas temsilcisi Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’dır (sav) Hz. Mevlânâ ise aşk sıradağının en büyük zirvelerinden biridir.

Mevlevîlik ve Mevlânâ’nın yurt içinde ve yurt dışında bu kadar fazla konuşulmasının adeta bir moda olduğunu belirten İnançer Hoca. Mevlânâ’nın İslâm’dan ve tasavvuftan ayrı değerlendirilmesinin sakıncalı olacağını ve esasen “Ne olursan ol, yine gel” söyleminin mükellefiyetsiz yani ibadetsiz bir İslam anlayışına evrilmeye yönelik bir hareket olduğunu vurguluyor. Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin de ifade ettiği üzere: “Halk içre bir ayineyim, herkes bakar bir an görür / Her ne görür kendi özün ger yahşi, ger yaman görür” Allah dostlarına dair ortaya atılan fikirleri biraz da buradan okumak gerekir. Ömer Demirbağ hocamız “Mesnevi’de Eşek Metaforu” başlıklı bir konferans olduğunu duyduğunda şöyle tepki vermişti: “O ne büyük bir aynadır ki her bakan kendini görür.” Aşkla bakmak, aşkı görmek duasıyla, vesselam…

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

18 Ağustos 2022 Perşembe

Dost mu düşman mı: İç sesimiz

Hiç bir iş görüşmesi, sınav ya da stresli bir an öncesinde içinizden kendi kendinize “Yapabilirsin, bu işi iyi biliyorsun, yeteneklisin.” diye moral verdiğiniz oldu mu?

Tam tersine, öfkenizi bir türlü sağaltamadığınız ikili bir ilişkide, yine kendi kendinize kafanızın içinde muhatabınızla kavga etmeye, karşınızdakine tam yerinde olan laflar söylemeye devam ederken buldunuz mu kendinizi? Canınızın sıkkın olduğu bir an nereden hatırladığınızı anlayamadığınız eski deneyimleriniz “zaten sen hep yetersizdin, bu konuda nasıl bu şekilde davranabildin, kendinden utanabilirsin.” diye sinsice fısıldıyor mu kulağınıza bazen?

Tamam, işte şimdi “merhaba” diyebileceğiniz kişiyi tanıyorsunuz: iç sesiniz! Nasıl, tanıştığınıza memnun oldunuz mu? O bazen en iyi dostunuz, bazen de en büyük düşmanınız ve en önemlisi siz doğduğunuzdan beri orada ve yaşadığınız müddetçe yanınızda olmaya devam edecek. Yanınızda olmakla kalmayıp, sizinle kimsecikler duymadan konuşmasını sürdürecek. Ömür boyu beraber yaşamak durumunda olduğunuz bu sesle nasıl dost olabileceğinizi, işleri nasıl yoluna koyabileceğinizi merak ediyorsanız, işte karşınızda Geveze. Ödüllü nörobilimci ve psikolog Ethan Kross’un kaleme aldığı bu kitabın alt başlığı ise “Kafamızın İçindeki Dırdırcı Ses ve Onu Dizginlemenin Yolları”. Kitap, yedi bölümden oluşuyor ve genel anlamda diyebiliriz ki amacı iç sesi susturmak değil (zaten susmayacak), iç sesi daha verimli bir hale getirebilmek. Kross, ilk bölümde kendi kendimize neden konuştuğumuzu anlatırken, ikinci bölümde bu konuşmanın negatife kaydığı, yani iç sesin dırdır etmeye başladığı zamanlara değiniyor. İlk iki bölümü takip eden beş bölümde ise dırdırcı ses konuşmaya başladığında neler yapabileceğimizi, bu sesi nasıl susturabileceğimizi ya da en azından sesini kısabileceğimizi farklı yöntemlerle ele alıyor. Bu beş bölümde, sıklıkla araştırmalar, mülakatlar, deneyler ve sayısız vaka örneği yer alıyor. Zaten bu çözüm önerileri de tam olarak bu deneyimlerin sonucunda ortaya çıkıyor.

Cevapları kendi içinde ara, kalbinin sesini dinle.

Bu cümleleri ne kadar sık duyuyoruz değil mi? Bu eylemi yapabilmek ise kişinin kendi içine bakması ile gerçekleşiyor ki kimi insanlar içlerine baktıklarında bir cevher, bir motivatör ile karşılaşıyor; kimi ise yargılayan, eleştiren bir dünya ile. Evet, içe dönebilmek sadece insanlara bahşedilmiş bir nimet; bu şekilde kendi duygumuz, düşüncemiz üzerine odaklanabiliyor, hayal kurabiliyor, hatırlayabiliyor, geçmiş deneyimlerimiz üzerinde değerlendirmeler yapabiliyor, sonra da hayatımızda birtakım aksiyonlar alabiliyoruz. Cevher dediğimiz yer tam olarak burası! Peki ya içimiz istediğimiz şeyleri bize vermiyorsa? Yaptığımız küçücük bir hatayı evirip çevirip önümüze koyuyor, büyüttükçe büyütüyor ve ardından hem bedenimizi hem psikolojimizi hem de ruhumuzu olumsuz etkiyorsa? Kısacası en büyük tenkitçimiz ya içimizde yaşıyorsa? “Sözlü düşünce akışımız öyle yoğundur ki bir araştırmaya göre, içimizden kendimizle konuşma hızımız, yüksek sesle dakikada dört bin kelime söylemeye eşdeğerdir.” İçinizdeki sesin, bu dört bin kelimeyi iyi ya da kötü olarak nelerden seçtiği hayatınızı ne çok etkiler, öyle değil mi? Bu noktada, kitapta bahsettiğimiz araçlar devreye giriyor ve iç sesimizi nasıl dizginleyebileceğimizi okuyucusuna örneklendirerek anlatıyor.

Kross, araçları genel anlamda dörde ayırıyor:

- Kendi Kendinize Kullanabilecekleriniz,
- Başkalarına Destek Sağlayabilecekleriniz,
- Başkalarından Destek Alabilecekleriniz,
- Çevreden Faydalanabilecekleriniz.

Kendi kendinize kullanabileceğiniz araçlar arasında aslında bence birçok insanın halihazırda yaptığı ancak farkında olmadığı için sistematik bir uygulama haline getiremediği yöntemlerden bazıları mevcut. Mesela zor bir zamanında hepimiz arkadaşlarımızı içtenlikle dinler ve onlara öğütler veririz. İç sesle başa çıkarken bu yöntemi kendi kendinizin arkadaşıymışçasına deneyebilirsiniz. Bu şekilde, diğer araçlardan olan bakış açınızı genişletmeyi ya da kendinizle aranıza mesafe koymayı başarabilirsiniz.

Başımıza gelen şeyin dünyada ilk ve son defa bizim başımıza gelmediğini birçoğumuz bilir ancak bunu kendimize kabul ettirmekte zorlanırız. Bu noktada da geçmiş deneyimlerinize bakarak, zihnimizde bir zaman yolculuğuna çıkabilir, benzer engelleri (ya da benzer olmayanları) nasıl aştığımızı düşünerek, deneyimimizi normalleştirebiliriz.

Ayrıca sanatın şifa diye anılıyor olmasının bir nedeni var, bunu da unutmayalım. Yazmak, resim çizmek, şarkı bestelemek gibi yollarla kendimizi yaratıcı gücümüzle sakinleştirebiliriz. Peki, dırdırcı iç ses ile mücadele eden kişi siz değilseniz, bir sevdiğinizse, ona nasıl destek olabilirsiniz?

Bir dostumuz bize yaşadığı bir problemi, bir anlaşmazlığı anlattığında içgüdüsel olarak ona duygusal destek sunmaya başlarız. İlgi gösterir, haklı olduğunu ifade eder, böylece rahatlamasını umarız. Halbuki, arkadaşımızın sorunu hala ortadadır. Duygusal olarak rahatlamış olsa da mücadeleye devam etmesi gerektiği için bu rahatlama da kısa sürelidir. Bu durumda yapmamız gereken şeylerden biri de sadece duygusal değil, bilişsel bir destek de sağlamaktır. Bu şekilde bakış açılarını genişletmek, deneyimlerini normalleştirmek gibi bir etki yaratabiliriz.

Mesela, iç sesle mücadele eden kişi çocuğunuzsa, kendi içindeki sese mağlup oluyorsa en etkili yöntemlerden biri olan süper kahraman rolüne bürünmesi için onu destekleyebilirsiniz. Çocukların hayal güçleri öyle kuvvetli ki streslerinden nasıl hızlı uzaklaştıklarını gördüğünüzde şaşıracağınıza neredeyse eminim. Bunu bir de en güçlü yöntemlerden bir başkası olan fiziksel temas ile desteklerseniz, etkisinin daha da kuvvetli ve kalıcı olduğunu görebilirsiniz.

Kitapta anlatılan, benim de kendi hayatımda keşfettiğim daha onlarca yol var. Önemli olan bu kaynakları rehber edinerek sizin de iç sesinizle yola devam edebilmek ve bu yolculuğu güzel kılabilmek adına kendi araçlarınızı fark edip uygulamaya koyabilmeniz.

Bir şey hayatımızda varsa, olması gerektiği için vardır. O şeyin bir görevi, bir anlamı vardır. Buna inanıyorum ben. O şeyin iç sesimiz olduğunu düşündüğümüz dünyada, iç sesiniz size neler söylüyor, neden söylüyor, bu söylemler size nasıl hizmet ediyor ya da sizi nasıl engelliyor, önce bunları keşfederek yola çıkmak isterseniz, Geveze size istediğiniz yol arkadaşlığını yapabilecek bir kitap.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler