13 Nisan 2022 Çarşamba

Süheyl Ünver’le unutulmayan sohbetler

Ahmed Güner Sayar’ın Türk kültür ve sanatına ömrünü veren hocası A. Süheyl Ünver'le 1968’de tanışmalarından 1985’de vefatına kadarki sohbetlerinde ve görüşmelerinde kaydettiği notları A. Süheyl Ünver’le Sohbetler başlığıyla yayınlandı. Eserde Ünver ve Sayar’ın hoca talebe mahiyetinde 17 sene boyunca devam eden görüşmeleri ve Süheyl Ünver’in kültür muhiti, hocaları, tanıdığı şahsiyetler, öğrencileri, çalışmalarının konu edildiği pek çok anlatım ve hatıraya yer veriliyor.

Süheyl Ünver’le 7 Aralık 1968’de İ.Ü. Merkez Binası’nda Tıp Tarihi Enstitüsü’nde tanışan Ahmed Güner Sayar, vefatına kadar onun yakın çevresinde bulunmuş ve sohbetlerine iştirak ederek bunları kaydetmiştir. Güner Sayar, dedesi Yozgatlı Emekli Hakim Yusuf Bahri Nefesli’nin bağlı olduğu Fatih’in türbedarı Tırnovalı Ahmed Amiş Efendi’yi tanımak gayesiyle Süheyl Ünver’e gider. Süheyl Ünver, Güner Bey’i kabul eder ve “Kalem kağıdınız var mı?” der. Güner Bey’in “Yok Efendim” cevabı üzerine kendisine kağıt kalem verilir. Ardından Süheyl Ünver Amiş Efendi’nin sözlerini Amişnâme isimli bir deftere kaydettiğini anlatarak o defterden bir söz yazdırır. Daha sonra Süheyl Ünver, “Ressam Ali Rıza Bey’e Göre Yarım Asır Önce Kahvehanelerimiz ve Eşyası” başlıklı kitabını armağan eder. Güner Bey’i İ.Ü. Tıp Tarihi Enstitüsü’nde her Cuma günü tezhip ve minyatür öğrencilerinin çalıştıkları dershanedeki sohbetlere davet eder. Güner Bey de bu tarihten itibaren Süheyl Ünver’in sohbet meclislerinde her zaman hazır bulunur. Bu sohbetlerde Süheyl Ünver’in Türk kültüre dair hiç duymadığı bilgiler aktardığına şahit olur ve kırık dökük de olsa bu sohbetleri hocasının isteği üzerine kaydetmeye başlar.

1969-1975 yılları arasında Güner Sayar yüksek tahsil için İngiltere’de bulunduğu yıllarda yüzyüze sohbetlere iştirak edememekle birlikte Süheyl Ünver’le mektuplaşır ve tatillerde İstanbul’a geldiğinde muhakkak hocasının ziyaretine gider.

Güner Sayar, genellikle Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü’nde ve Süleymaniye Kütüphanesi’nde Süheyl Beyle sohbetlerinin yanı sıra eşi Neslipir Hanım’la nişanlanmaları, nikahları, kayın pederi Celaleddin Çelebi’nin Süheyl Ünver’le olan dostluğu gibi ailesinin de dahil olduğu görüşme ve hatırları da günü gününe kaydetmiştir. Güner Sayar eşi Neslipir Hanım’ın nişan merasimlerine Süheyl Ünver ve kızı Gülbün Mesera da katılır ve nişan yüzüklerini Süheyl hoca takar. 8 Aralık 1983’de Güner Sayar ve Neslipir Hanım’ın Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nde kıyılan nikahlarında da Süheyl Ünver ve Aykut Kazancıgil şahit olarak hazır bulunur. Güner Bey Süheyl Ünver’e olan bağlılığını evlendikten sonra eşiyle birlikte sürdürmüş bayramlarda Süheyl Ünver’i Kalamış’taki evinde ziyaret etmiş, doğum günü ve yılbaşı gibi günlerde hocasını iyi dileklerini ileterek hayır duasını almıştır.

Süheyl Ünver zaman içinde yakın dostlarıyla Ahmed Güner Sayar’ı tanıştırmıştır. Bu tanışma ve görüşmeleri de Güner Sayar’ın notlarından okumak mümkündür. Mesela 7 Ocak 1969 günü Süheyl Ünver, Güner Sayar’ı ressam Feyhaman Duran’ın Vezneciler’deki evine götürür. Ünver ve Sayar, Feyhaman Bey ve eşi Güzin hanım tarafından misafir edilir. O günkü hatıra ve intibalarını heyecanla defterine kaydeden Güner Sayar, Duranların evinin adeta bir hat ve resim müzesi olduğu notlarında yazmaktadır.

Amiş Efendi’nin “Allah yolunda ve indinde talebe hocadan büyüktür” sözünü benimseyen Süheyl Ünver’in talebeleriyle yakından ilgilenmiş ve Türk sanatına devam etmeleri için onları teşvik etmiştir. Ahmed Güner Sayar ise iktisatçı olmasına rağmen Süheyl Ünver’in sohbetlerinde bulunmuş onun Türk sanatı ve kültürüne dair eşsiz bilgi birikiminden istifade etme imkânına erişmiştir. Sayar’ın notlarında Süheyl Ünver’le tanışıp görüşmüş öğrencisi yahut çağdaşı olan pek çok ilim, kültür ve sanat dünyasından isimler hakkında bahisler yer alıyor.

Süheyl Ünver’in Cerrahpaşa’da mutad olarak devam eden sohbetleri onun 12 Kasım 1985’de evinde hafif bir felç geçirmesi neticesinde hastahaneye kaldırıldığı günlere kadar devam eder. Cerrahpaşa’da Tıp Fakültesi Nöroloji Kliniği’nde tedavisi sürmekteyken Güner Bey eşi ile birlikte Süheyl Ünver’i ziyaretlerde bulunmayı ihmal etmez. Süheyl Ünver, 25 Kasım’da hastanede yanına gelen Güner Sayar’a hastalığının tesiri ile “Ben artık bittim. Bu iş bitti. Bana oku” der ve son defa vedalaşırlar. Süheyl Ünver, bu görüşmeden üç ay sonra 14 Şubat 1986’da evinde vefat eder.

Ahmed Güner Sayar, Süheyl Ünver’in son zamanlarına kadar yanında bulunmuş az sayıda isimden biri olarak hocasıyla sohbet ve hatırlarını kaydederek çoğu zaman şifahi olduğundan dolayı kaybolan bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasına vesile olmuştur.

27 Şubat 1981 günü Süheyl Ünver talebeleriyle bir sohbet esnasında not tutan Ahmed Güner Sayar için, “Güner Bey’in bir hastalığı var! Benden işittiğini yazıyor. Çünkü bunları ileride neşredecek” dediğini aktaran Güner Bey, tuttuğu bu notları yayınlayarak hocasına vefa borcunu yerine getirmiş olur.

Bu kadar ilginç ve faydalı anekdotların yer aldığı kitapta daha fazla görsel olması ve el yazısı notlardan örneklerin eserde yer alması da ayrıca beklenirdi.

Ruveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus
* Bu yazı daha evvel Yenişafak'ta yayınlanmıştır.

4 Nisan 2022 Pazartesi

Aslan Asker Şvayk Türkler’den ne ister?

Bir vakitler kıymetli bir dostuma neden kitap okumadığını sorduğumda, bir gün başlamaya çok niyetlendiğini ama sonra okuması gereken kitapları düşündüğünde hiç başlamamayı daha kolaycı bir çözüm olarak gördüğünü ifade etmişti. İlk anda çok mantıksız gelse de sonraları kendi içerisinde tutarlı bir tavır gibi de gelmeye başladı bu çözüm. Zira zaman zaman ve çok kere tevafukken öyle kitaplarla tanışıyorum ki; yahu onca okumaya hala bu metinleri tanımıyor olmak büyük bir yeisi bende de oluşturuyor. Bakınız Jaroslav Hasek ve Aslan Asker Şvayk’ı…

Çek Edebiyatı… Kafka’dan sonrasına bakmaya bile tenezzül etmez çoğu okuyucu. Çekya, Prag, Kafka’dır. Lakin Kundera, Roman Sanatı’nda Kafka ile bizde görece çok da bilinmeyen bir yazarı kıyaslar, Hasek’i. Birinin bürokrasi diğerinin de ordusu ile yaptıklarını karşılaştırır. Bilir miyiz çoğumuz, pek zannetmiyorum. Bana da bir öğrencim, kitabı hediye edene dek bunu bilmiyordum. Hiç de öğrenemezdim. Ki şu an bu gecikmeli tanışma sebebi ile sadece bir tarihçi akademisyen olarak dahi büyük pişmanlık yaşıyorum.

Bakmayın bizde bilinmez dediğime, 60’lı yıllardan itibaren Türk tiyatrosu, Hasek 1923’te ölünce yarım kalan bu esere pek yakın duruyor. Bu tarihlerde genç bir tiyatrocu olan Genco Erkal’a cuk oturuyor anlatılanlara göre bu karakter. Sonraları peyderpey devam ediyor uyarlamaları ile sahnelenmesi. Hatta Antalya Devlet Tiyatrosu’nda 2000’ler başında da sahnelendiğini öğreniyorum sonraları, ki bu kronoloji kitabın girişindeki harika çevirinin sahibi Celal Üster’in kaleminde de bize aktarılıyor. Hasek 19. yüzyıl sonlarında doğmuş bir entelektüel, sonraları da anarşist. Gazeteci ve edebiyatçı. Hiç istemese de I. Dünya Savaşı’na katılıp savaşın her yüzünü görmek zorunda kalıyor. Sonrası oldukça karışık ama tutarlı. Merak eden Can Yayınları’ndan çıkan Celal Üster çevirisini edinip girişindeki uzun izahı okumalı derim ben. Peki Hasek’in Şvayk’ı ne anlatır?

Aslan Asker Şvayk’ın alt başlığı “Dünya Savaşı’nda Başına Gelenler”. Dolayısı ile eser de tam olarak buna odaklanmış. Bir yandan savaşa dair somut ve gerçek bilgiler sunarken bir yandan da Şvayk’ın groteks aklı ve karakteri ile muazzam bir hicive soyunuyor. Savaş olgusunun böğrüne garip bir mizahi anlayışla yalın kılıç dalıyor. Bu arada Josef Lada’nın çizimleri de kitabı ayrıca keyifli kılmış, bir selamı hak ediyor o da.

Kitabı okuyanlar Hasek’in Şvayk’ın karakteri üzerinden yaptığı anlatıyı hemen fark edecektir. Yani olaylardan çok karakter tipinin düşündürdükleri çok daha etkin dolayısı ile okuyucu kendi kendine bir sürü soru soracaktır. Şvayk çok mu akıllı? Çok mu aptal? Amiyane tabirle salağa mı yatıyor yoksa bilinçli olarak deli taklidi mi yapıyor? Anlamak güç ama Hasek’in ustalığı da biraz buradan geliyor. Ve fakat Türk okuyucusu için çok başka bir anlamı var bu eserin. Hasek’in birçok noktada atıf yaptığı Türkler ve savaştaki konumları. Bir tarihçi olarak özellikle bu konuya dair ciddi bir analiz yazmak büyük hayal olacak ama şimdilik bu yazı ile iktifa edilsin.

Şvayk, I. Dünya Savaşı’nın müsebbibi Saraybosna suikastını öğrenince ilginç bir tepki veriyor: “Mutlaka Türklerin parmağı vardır bu işte. Bana sorarsanız Bosna Hersek’i Türklerden hiç almayacaktık.” Bu çıkış ilginç ve Hasek mi konuşuyor yoksa bu bir hiciv mi hiç bilemeyeceğiz. Ama Hasek bu suikastta bir Türk parmağı olduğu fikrinde ısrarcı. Birkaç sayfa sonra Şvayk yeniden açıyor konuyu: “Bana sorarsanız, mutlaka Türklerin başının altından çıkmıştır bu iş…. 1912’de Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan’a karşı giriştikleri savaşta yenilgiye uğrayan Türkler, Avusturya’nın kendilerinden yana çıkmasını istemişler, Avusturya böyle bir şeye yanaşmayınca da Ferdinand’ı vurmuşlardı. …. Türkleri sever misiniz? O kuduz kafirleri sever misiniz? Mümkün mü sevmeniz? ”. Bu kısımda sertleşiyor Şvayk üzerinden Hasek. Avrupa için güçlü bir öteki olarak bilhassa da Balkanlar üzerinden Türkler’e dair mühim bir bakış ortaya koyuyor. Ve bununla da yetinmiyor, nerede ise savaşın Avusturya üzerinden gayesini bunun üzerine kuruyor. Hatırlatmakta fayda var Hasek bu savaş sırasında Avusturya Macaristan adına silahaltında. Sarhoş Şvayk şöyle anlatıyor durumu: “Mutlaka savaş açacağız Türkler’e. İmparatorumuz onlara diyecek ki: “siz benim amcamı öldürdünüz. Ben bunun hesabını sormaz mıyım?” Tabi bir korkuyu da ekliyor devamında:

Türklerle savaşa girersek Almanlar bize saldırabilir. Almanlarla Türkler birbirine arka çıkar. Dünya yüzünde onlardan fırlaması yoktur.

Hasek 1923’te öldüğünde kitabın ancak yarısına gelmişti. 6 ciltlik bir plan 4. cilt yazılırken sona erer. Devam etse ne derdi ne anlatırdı, muamma. Ancak şu bir gerçek ki Hasek büyük bir kalem ve bir okuma aralığını hak ediyor. Tarzı da, bakış açısı da ayrıcalıklı. İyi bir okuyucunun kaçırmaması gereken çok teatral bir anlatım ve zekice kurgulanmış bir propaganda metni. Şvayk’ın bir tespiti ile bitirelim yazıyı:

"Saçları dimdik olan adam: “Ben suçsuzum, ben suçsuzum,” diye yineledi gene. Şvayk, “Hazret-i İsa’nın bir suçu yoktu, ama gene de çarmıha gerdiler” dedi. “Hiç kimse masumun derdinden anlamaz zaten.

Galip Çağ
twitter.com/caggalip

25 Mart 2022 Cuma

Kendine ait bir yaşam sürmek

"Her şey yoldur."
Lao Tzu (MÖ 571)

"Kendi heykelini yontmaya devam et."
- Plotinus (MS 205)

Kendimden çıktım yola, bir yere varamadım."
- Yıldız Tilbe (20. Yüzyıl)

Dante'den Cahit Sıtkı Tarancı'ya, Marcus Aurelius'tan Jung'a İmam Gazali'den Goethe'ye dek birçok kimse yaşamın ikinci yarısında anlamla buluşmanın şart olduğu üzerinde yoğunlaşır. Çünkü esas kaygılar, otuzlu yaşların ortalarında yahut kırklı yaşların başında "selam, ben buradayım" der. Bu kaygılar öyle bilindik geçim, iş-güç, aile, çocuk gibi meseleler değil daha çok kişinin kendi öz yaşamı, kendilik bilinci ile ilgili. Ne kadar kendimim, ne kadar kendime ait bir yaşam sürüyorum, başkasının hayatını mı yaşıyorum soruları merkezde.

"Başkalarının beklentilerini yaşamak çoğu kimseye kolay gelir. Ne var ki, çaresizlik nedeniyle başkalarının beklentilerini yaşayan insan yalnızdır, hem de derin bir yalnızlığa gömülüdür." diyor Doğan Cüceloğlu. Belki alışıldık bir formu devam ettiriyoruz, belki de işimize öyle geliyor. Çoğu zaman kendimiz olamıyor, kendimizden giderek uzaklaşıyor ve benliğimize yabancılaşıyoruz. Belki de bir ömür boyunca kendimizi tanımadan yol alıyoruz. Cüceloğlu bu tip bir yaşam için bir sohbetinde şöyle diyordu: "Gönlünün muradını keşfedemeden ölenler çok fazla, yazık. 'On dördünde öldü yetmişinde gömüldü' dediğimiz insanlar... Onlar gönlünün muradını keşfedemedi. İnsanın gönlünün muradını keşfetmesi için önce kendi iç dünyasının, özünün farkına varması lâzım."

Onun hangi kitabını bitirince ayağımız yerden kesilmez ki? Hiç beklemediğimiz bir anda kolumuza girip bizi karşıdan karşıya geçiren, sonra da öylece bırakmayan, yaşamın derinliğini fark etmemizi sağlayan bir bilge Doğan Cüceloğlu. Kitaplarını okumanın en büyüleyici tarafı, onu yanınızda hissetmeniz. Sesiyle, sözüyle, bakışıyla, üslubuyla, iç çekmesiyle, gülmesiyle, ağlamasıyla, tüm varlığıyla.

Gerçek Özgürlük’ü bir Cüceloğlu efsanesi olan ve sayısız kimseyi yüreklendirmiş Savaşçı’nın devamı diye düşünüyorum. Kitapta Yakup Bey karakteriyle karşımıza çıkıyor Cüceloğlu ve hem yüzüyle hem de canıyla henüz tanışmamış, bu sebeple de kendini keşfedememiş Timur Bey’e (ve okuyanlara) rehberlik ediyor. Onunla “insan insana” bir iletişim kuruyor ve nelere dikkat etmesi gerektiğini bu coğrafyanın insanlık hikayeleriyle birlikte aktarıyor. Bendeniz çok az kitap için “hayati” derim. Doğan hocanın her kitabı hayatidir. Sizi, çevrenizi ve dolayısıyla toplumu dönüştürür, geliştirir. Size bir can taşıdığınızı, başkalarının canını önemseyerek insan olma yolunda ilerleyeceğinizi hatırlatır.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hikâyelerinin birinde çok sarsıcı bir ‘kendine kendine konuşma’ vardır. Özellikle bu hissiyata fazla kapılanlar, bu duyguyla yaşayanlar, sanırım Gerçek Özgürlük’ü daha etkileyici bulacaklar ve onu yeniden başlama, yeniden yola koyulma rehberi olarak kabul edecekler. İşte o paragraf: “İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati var. Daha samimi olayım ister misiniz? Bu yaşadığım hayat, o kadar benim değil ki herhangi bir saatimde birisi gelip de bana ‘Haydi kalk, sıran geldi, kendin ol!’ diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his bende o kadar kuvvetli… Herhangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmaya razıyım. Ah, bir elbise değişir gibi hüviyetini değiştirebilmek, laletayinin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek.”. Tanpınar, Hikâyeler’in başka bir yerinde de “Ölmüş saatlerimiz, günlerimiz, senelerimiz olduğunu, yıllarca farkına varmadan bir hiçin sarraflığını yaptığımızı, yaşamadan yaşadığımızı kim inkâr edebilirdi. Hattâ öyleleri var ki bir kere olsun ruhlarının gerçeğine doğmadan ölürler” der. Bu ifadeler, bir yazarın duygularından çok, kendi toplumuna dair çektiği bir fotoğraftır. Ne hazin ki fotoğraf, bugün de her birimizin önüne çıkar. Kendimize, en yakınımızda ya da en uzağımızda. Yakup Bey, Timur’a “Yaşamının sorumluluğunun bilincine varmış bir insan, kültür robotu olmak yerine bir şahsiyet olmayı hedefler. Bu kişi anlam çerçevesini kendisi oluşturmuştur ve bilinçli yaşar.” derken her birimize çok önemli bir kılavuz sunuyor. Neyi neden yaptığımızın farkında olmak, hiçbir şeyi mış gibi yapmamak ve dolayısıyla mış gibi yaşamamak için gerçek benliğimizi keşfetmemiz gerekiyor. Gerçek Özgürlük’e giden yol, kendini bilmekten geçiyor. Kendini bilen insanlardan oluşan bir toplum, şüphe yok ki insanlığa daha anlamlı hizmetlerde bulunabilecek ve daha sağlıklı bir ömür sürebilecektir.

Bazen hüznün girdabı içine çekiliriz. Bin bir soru yanaşır zihnimize. Oturduğumuz yerde soluk soluğa kalırız. Yaşam, geçip gitmektedir. Toparlanmak isteriz. Bunun için bir söz bekleriz, güçlü bir söz. Tıpkı kitabın henüz başında Yakup Bey'in, Timur'a söylediği “Sen hüzünlüsün diye; dünya durup sana yol vermeyecek." sözü gibi.

Yaşamda kendimiz olarak var olabilmek çok büyük bir iştir, savaştır. Bu savaş tek başına verilse de birçok rehberden yararlanmamız gerekir. Yoksa en ufak bir savrulmada vazgeçebiliriz. Gerçek Özgürlük, çok güçlü bir rehber...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hayatın satır aralarını okumak

İnsanın gerek yaşadığı gerek şahit olduğu bütün hadiselerin anlamı kişiye dönüktür ve kişi için özel anlamlar taşımaktadır. Hadiseler Allah’ın akıştaki ayetleridir ve kişi kendini onlara bizzat muhatap kabul ettiğinde, onlar da anlamlarını ele vermeye, sırlarını açmaya başlar.

An’daki, geçmişteki ve gelecekteki hadiselerin, dinlemesini bilirsek eğer, nasıl da bizimle konuştuğunu fark ettiniz mi hiç? Tanıdık gelen bir yüz, beklenmedik anda gelen bir telefon, uyarı olmamasına rağmen yağan yağmur, geç kaldığımız toplantılar ve hatta bize dokunmadığını düşündüğümüz her olay. Mesela otobüste arkamızda oturan iki insanın sohbeti, yanımızdan geçen arabada çalan bir şarkı, restoranda garsonun elinden yere düşüp de kırılan bir tabak…

Evrenin kanunudur malum, her şey sebepler dairesinde gerçekleşir ve bir nihayete, bir sonuca bağlanır. Yaşadıklarımızı gelişigüzel tesadüfler perspektifinden değerlendirdiğimizde hem deneyimlerimiz hem de bu deneyimleri bizzat tecrübe eden bizler değersizleşmeye başlarız. Oysa öyle değildir; insan eşref-i mahlukattır, kıymetlidir ve aldığımız her nefes dahil olmak üzere attığımız, atmadığımız, atamadığımız tüm adımlar da Rabb’imizin bizimle kurduğu bağlardan bir tanesidir. İnsan, galiba önce kıymetli olduğuna inanmalı, bizi yaratanın bizimle bir şekilde “konuştuğunu” böyle kabul edebiliriz ancak.

Naçizane bir de öneri bırakmak isterim bu yazıya. Yaşamınızdaki küçük detayları fark edene kadar büyük olaylardan başlayın. Bir kağıdahayatınızın dönüm noktalarını yazın, ardından anımsadığınız öncesi ve sonrası olay örgüsünü çıkarın. İçinde mutlaka eşsiz bir uyum ve şükredilecek sebepler bulacaksınız, eminim bundan. Bunun bir adım ötesi ise her an karşısında gayretle tefekkür etmek ve “neden” diye sormak. Bu hadise bana ne anlatıyor, sorusunun peşine düşmek.

Olayların dilini yeni bir yabancı dil gibi düşünmek gerekiyor, hiçbir dili bir anda kolayca öğrenemeyiz, emek vermek, çabalamak şart. Hatta rüyalarımızda öğrendiğimiz o dilde konuştuğumuzu görürsek gerçek bir öğrenme sürecinde olduğumuzu söyleriz hep. İşte bu noktaya gelince fark edeceğiz ki rüyalar dahi hayal olmanın çok ötesinde, birer haberci.

Başıboş, öylesine yaşayan varlıklar değiliz hiçbirimiz. Haliyle günlerden bir gün saatimin çalmamasıyla geç uyanmamın da gün içindeki tüm aktivitelere geç başlamamın da bir sebebi, bir anlamı var. Bunu en çok tanıştığım insanlarda fark ediyorum ben. Ne oldu da birbirimizin hayatına girdik, neden diye düşünürken buluyorum kendimi sık sık ve bazen o an, bazen yıllar sonra aldığım cevapların mükemmelliği karşısında hem hayret hem şükrediyorum.

Konuyla ilgili birkaç ayet-i kerimeyi de şuraya not düşeyim madem, belki üzerinde hep beraber düşünürüz.

O, kullarının üstünde yegâne tasarruf sahibidir.” (Enam, 18)

Onun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi bile bilir." (Enam, 59)

Sizi de fiillerinizi de yaratan Allah’tır.” (Saffat, 96)

Rabbin seni seçecek ve olayların dilini sana O öğretecek.” (Yusuf, 6)

Hayy Kitap’tan yayınlanan, Mecit Ömür Öztürk imzalı Yaşamın Gizli İşaretleri: Yaklaşan Hadiselerin Metafiziği kitabı işte tüm bunları ve çok daha fazlasını konu ediniyor. Altı bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde gündelik hadiselerin hiç de boşuna olmadığının, muhakkak bir plan çerçevesi içinde gerçekleştiğinin ve inceden inceye bir anlamı olduğunun altını üstüne basa basa çiziyor yazar. İkinci bölümde tevil-i ehadis ilmi ile ilk bölümde anlattığı mevzuları daha da derinleştiriyor.

Üçüncü bölüm tüm bu anlatılanların bir insan (Hikmet Efendi) üzerinden örneklendirilmesi, haliyle okuyucunun zihninde kavramların somutlaştırılması bakımından çok kıymetli. Yazar bu kişinin ismi değiştirilmiş gerçek bir insan olduğunu belirtiyor kitapta. Dördüncü bölüm ise Hikmet Efendi’nin başına gelen her bir olayı tevil-i ehadis rehberliğinde yorumlanmasından oluşuyor.

Beşinci bölümde tevafuk kelimesinin ne olduğundan, ayetlerde, hadislerde ve sahabe hayatındaki karşılıklarından söz edilirken, son bölüm de hissikablelvuku yani yaklaşan hadiselerin sezilmesine ayrılmış.

Kitap hem akıcı dili hem okuyucuyu düşünmeye sevk etmesi ve tüm bunları örneklendirerek somutlaştırması bakımından oldukça başarılı. Yaşamın Gizli İşaretleri yaşadığınız her anın, en azından başınıza gelen olayların anlamını, derinliğini ve faydalarını her satırında hissettiriyor.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

23 Mart 2022 Çarşamba

Edebiyatımızın romantik kahramanı: Kuyucaklı Yusuf

Sabahattin Ali’nin ilk eseri olan Kuyucaklı Yusuf, yazarın cezaevinde tanıştığı Yusuf adlı bir kişinin yaşadıklarından yola çıkılarak yazılmıştır. Romanın tam tefrikası 9 Kasım 1936 ile 21 Ocak 1937 tarihleri arasında Tan gazetesinde tefrika edilmiştir. Eser Kuyucaklı Yusuf, Çineli Kübra ve Dağdan İnen Yusuf olmak üzere üç cilt olarak tasarlanmıştır. Ancak bir cildi yazılmıştır.

Kitap “1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın’ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karıkocayı öldürdüler.” cümlesiyle başlar.

Yusuf, annesinin ve babasının ölümünden sonra kimsesiz kalırken Selahaddin Bey onu evlat edinir. Edremit’e götürür. Fakat eşi Şahende Hanım bu durumdan hiç memnun olmaz. Sürekli şikayetlerde ve kötü sözlerde bulunur. Her fırsatta Yusuf’u incitir. Yusuf ise Şahende Hanımdan nefret eder. Ona karşı içinde kin duyar. Ama bir yandan da bir kadının bir erkeğe nasıl baş kaldırdığını nasıl böyle konuştuğunu anlayamaz. Kendince babasını zayıf görerek şu sözleri söyler:

Hocanın bildiği birisinin işine yarasa, kendi işine yarardı. Sen bile okudun bildin de ne oldun sanki? Benim babam bir şeycikler bilmezdi ama evinde sözü senden çok geçerdi,” dedi ve usulca, mahrem bir tavırla ilave etti: “Şu Şahende Anam sabahacak encek gibi dırlanır durur da bir yolunu bulup onu bile susturamazsın; ne edeyim ben senin okumanı?

Yusuf’un bu sözleri romanda ataerkil bir yapıyı gösterirken kadınların erkeklerden bir adım geride olduğunu erkeklerin ise istedikleri her şeyi yapabilecek güce sahip oldukları vurgulanır. Özellikle Muazzez’in, Yusuf’a söylediği şu sözler durumu ortaya daha belirgin bir şekilde çıkarır:

Ağabey, beni kaça sattınız?”, “Daha doğrusu beni kaça sattın?

Geçen zaman içinde ise Yusuf ile Muazzez mektebe gitmeye başlar fakat Yusuf zeki olmasına rağmen mektepte başarılı olamaz. Yaşadığı travmalardan dolayı mektebi yarıda bırakır. Günlerini zeytinlikte geçirmeye başlar. Tabii Yusuf’un genç bir delikanlı olması evdeki bazı şeylerin değişmesine de sebep olur. Verilen kararlarda Yusuf’un fikrileri önemsenir. O ne derse Selahaddin Bey onu yapar. Şahende Hanım bu durumdan hiç haz etmese de tek söz dahi edemez. Yusuf’tan korktuğu için bir adım geride durur. Muazzez ise çocukluktan genç kızlığa erişince Yusuf’un duyguları değişir. Kalbinde ona karşı derin hisler duymaya başlar. Fakat aklı ve kalbi arasında sürekli gelgitler yaşar. Ne Muazzez’e bir adım atabilir ne de ondan geri durabilir. Ruhunu saran karanlıkla baş başa kalır. Bir gün Kübra diye bir kızla zeytinlikte karşılaşır. Onun acıklı hikayesini öğrenir. Yardım etmek için anne ve kıza hizmetçi olarak çalışmalarını teklif eder. Onlar da Selahaddin Bey’in evinde çalışmaya başlar. Yalnız Kübra’nın hüzünlü bakışları Yusuf’un gözlerinden bir türlü gitmez ve kitapta bir gün onların mutlaka buluşacakları daima vurgulanır. Fakat Kübra romanın sonlarına doğru ortaya hiç çıkmaz.

Bu durum kitabın üç cilt olarak tasarlanmasıdır ki Sabahattin Ali’nin vefatı nedeniyle roman yarıda kalmış, Kübra karakteri ise bilinmezliğin içinde... Tekrar kitaba dönecek olursak bir gün Yusuf ve Muazzez bayram yerine giderler. Kasabanın en zengini Hilmi Bey’in oğlu Şakir, Muazzez’e orada laf atar, sarkıntılık yapar. Bunun üzerine Yusuf onu herkesin gözü önünde döver. Şakir bunu gururuna asla yediremez. İçinde intikam alma hırsı doğar. Muazzez ile evlenmeye karar verir. Hilmi Bey daha önceleri oğlunun her isteğini yerine getirdiği için bu isteğini de geri çevirmez. Bir oyun kurarak Selahaddin Bey’i kumar borcuna sokar. Karşılığında ise kızı Muazzez’i oğlu Şakir’e ister. Bunu duyan Yusuf, bakkal olan arkadaşı Ali’den borç alır ve borcu kapatır. Evlilik konusu ise çok uzamadan kapanmış olur. Fakat Şakir niyetinde kararlıdır. Muazzez’i elde etmeye kafasına koymuştur...

Olaylar giderek bir kördüğüm hâline dönünce Ali’nin ölümüne kadar uzayıp gider. Şakir zengin bir ailenin oğlu olduğu için ceza almadan bu cinayetten kurtulur. Kaza süsü verilerek bu vahim olayın üzeri kapatılır. Dönemin ise adaletten ne kadar uzak olduğu gözler önüne serilir. Muazzez ve Yusuf ise nihayet duygularını birbirlerine söyleyerek civar köylerden birine kaçıp orada gizlice evlenirler. Kaymakam Selahaddin Bey bunu duyunca çok mutlu olur. Şahende Hanım’ında dünyası başına yıkılır. Tabii bir zaman sonra neşe ve mutluluk yerini acılara ve karamsarlıklara bırakır. Kaymakam Selahaddin Bey’in ölümü her şeyi değiştirir. Yusuf’a, Muazzez’e ve Şahende Hanım’a bitmeyen bir kış yaşatır...

Yusuf, evinin geçimi için gezici köy tahsildarlığı yaparken Şahende Hanım fakirliğe dayanamayarak kızının aklını zehirli sözleriyle doldurur. Onu bir kukla gibi oynatarak istediklerini yaptırır. Evini içki ve eğlence yerine çevirir. Muazzez artık hem annesinin hem de başka adamların oyuncağı olur. Üstelik Şakir, Yusuf’tan almak istediği intikamı Muazzez’i kötü hallere düşürerek alır.

Ve bir gece Yusuf evine dönünce karısını başka adamların eğlencesi olduğunu görür. Öfkenden gözü dönerek Şahende’yi, Şakir’i ve Kaymakam'ı çekip vurur. Yalnızca Muazzez’i alarak atına binip Balıkesir tarafına gider fakat kalbini paramparça edecek bir gerçekle karşı karşıya kalır...

Ölümün hazin gölgesinde başlayan kara yazgısı sevdiği kadını, karısını kaybederek devam eder. Acı ve gözyaşı içinde değiştirmek istediği kaderi onu çok başka yollara koyar...

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"‘O gelmez artık!’ dedi.
‘Nereden biliyorsun?’ dedim.
‘Gidişinden belliydi!’ dedi."

" Hayatta hiçbir şey ona kıymetli görünmemiş, peşinden koşmak, erişmek, sahip olmak arzusunu vermemişti. Etrafına daima bir yabancı gözüyle bakmış, hiçbir yere bağlanmak arzusu duymamış, bu yalnızlığının gururu içinde memnun olmaya çalışmıştı."

"Kendinde her şeyi yapabilecek kuvveti görmek, sonra yapılacak hiçbir şey bulamamak... Tükenmek bilmez bir sabırla bir meçhulü beklemek... Ve nihayet bütün bunları sisli bir havadaki ağaçlar gibi belli belirsiz, karışık bir şekilde hissetmek... Bu, uzun zaman dayanılır şeylerden değildi."

"Hayatı olduğu gibi kabul etmeli ve ona ne bir şey ilave etmeli ne de ondan bir şey eksiltmeli..."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

11 Mart 2022 Cuma

Byung-Chul Han’ın melamet hırkası

Yeryüzüne Övgü’ye kadar; en azından dilimize kazandırılmış tüm kitaplarında bu çağın dinamiklerini teferruatıyla izah ve hatta tersyüz etmeye çalışan bir zihne sahip olduğunu görmüştük Byung-Chul Han’ın. İlgilendiği ve üzerine düşündüğü konular genel olarak tansiyonu en yüksek meseleleri oluşturuyor. Aşk, güzellik, iktidar, kapitalizm, ölüm, psikopolitika, şeffaflık, şiddet, yorgunluk ve zaman gibi ateş hattının içinde yer alan kavramları hırpaladığı, bu kavramları en azından şimdilik bir kenara bıraktığı bambaşka bir kitabı var artık dilimizde: Yeryüzüne Övgü. Han bu kez dairede, merkezde, tribünde ya da sahada değil, bahçelerde. Böceklerin, çiçeklerin ve tabiatın kendisine sunduklarını büyük bir şükürle kabul ederek, olabildiğince sade biçimde yorumluyor zihnindeki kâinatı. O ne kadar şaşırıyorsa, okur da o kadar şaşırıyor. Tüm dünyayı etkileyen bir salgın sebebiyle hepimizdeki ölüm dürtüsünün hararetlendiği şu zamanlarda, üstelik bu dürtüye dair yazdığı kitapla sinemize ciddi bir metafizik gerilim zerkeden Han, şimdi ne yapmak istemektedir de bize begonyadan, keçi söğüdünden, kedi fındığından, anemonlardan bahsetmektedir?

İnsanın tabiatla yüzleşir yüzleşmez farkına varacağı şey, bu dünyada sadece kendisinin olmadığıdır hiç şüphesiz. Han, “Yeryüzü, kendini mutlak kabul eden öznenin karşı kutbudur. Özneyi kendi tutsaklığından kurtarır.” diyor. Çünkü yeryüzü aynı zamanda bir özgürlük alanıdır. Özgürlük, insanın kesinliklerinden ve yanılgılarından kurtulmasıyla mümkün oluyorsa şayet; güvenliği ve huzuru aynı anda arama cesaretini göstermesi gereken insan için yeryüzü, dev bir savaş meydanıdır. Han, duyguların ve düşüncelerin modern mekanizmalar tarafından şekillendiği bu çağda esas savaşın insanın kendisinden kendine doğru seyrettiğini işaret ederek aslında bu kitabında bizi kendi seyr u sülûk’una tanık kılıyor. Zira şu ifadeler, okurlarının zihnini daima hırpalamış bir düşünür için fevkalade manevi: “Çiçekleri açmış bir bahçede bulunmak/eğleşmek beni yeniden inançlı biri yaptı. Cennet Bahçesi'nin var olduğuna ve olmaya devam edeceğine inanıyorum. Tanrıya inanıyorum, Yaradan'a, sürekli baştan başlayan ve böylece her şeyin yenilenmesini sağlayan bu Oyuncu'ya inanıyorum. İnsan da onun yarattığı bir varlık olarak bu oyuna katılmakla yükümlüdür. Biyolojik bir evrim yok. Her şey varlığını tanrısal bir devrime borçlu. Ben bunu tecrübe ettim.

Yeryüzü denince akıllara ilk gelen şeyler ciddi bir dönüşüm geçiriyor. Anlamı itibariyle devasa bir alanı ifade eden, insanın ufkunu genişleten, ona görgü kazandıran bir ifade yeryüzü. Bizim onu anlamlandırma çabamız ise akamete uğradı. Alışveriş merkezleri, plazalar, rezidanslar, tatil köyleri, gökdelenler derken geçici dünya hayatımız nihayete erdiğinde yeniden buluşacağımız toprakla ciddi bir kavgamız var. Mağlubu çoktan belli olan bu kavganın durdurulup, bir an evvel toprağın tüm teferruatıyla (bereketi, dokusu, haşmeti, kokusu) yeniden hatırlanması gerektiğine dair olabildiğince nazik konuşmaya çabalıyor Han: “Toprak ölü, cansız, suskun bir öz değildir, aksine, konuşkan bir özdür, yaşayan bir organizmadır. Taş bile yaşar. Yeryüzüne özen göstermek insanlığın acilen yerine getirmesi gereken bir ödev, bir sorumluluktur, çünkü o güzeldir, hatta harikuladedir. Özen, övgü talep eder. Bizler yeryüzüne karşı bütün saygımızı kaybetmiş durumdayız. Artık onu görmüyoruz ve işitmiyoruz.

Byung-Chul Han’ın hiçbir kitabı, bittikten sonra okura huzur, merhamet ve sükûnet vermez. İçindeki çiçek çizimlerine bakarken mırıldandığım Bahçada Mor Meni türküsü eşliğinde bir oturuşta bitirdiğim Yeryüzüne Övgü bittiğinde kendimi Emirgan Korusu’na atmayı, biraz etrafı koklayıp yürüyüş yaptıktan sonra İstinye sahilinde balık ekmek yemeyi, akabinde şekerimi makul bir seviyeye yükseltmek için Kireçburnu Fırını’na uzanmayı istedim. Yapamadım çünkü Küçükçekmece’deyim. Han’ın sadık bir okurunu böyle bir krize sokacağını asla tahmin etmezdim. Böylece ve nihayet, bizi durulmaya sevk edecek zihinlerin munis bir yaşam sürenler kadar çağı koklayanlar arasından da çıkabildiğine tanık oluyoruz aslında. 20 Kasım 2017’de günlüğüne yazdığı bir notta, toprağın büyük bir sanatçı ve romantik olduğunu, içinde şükran duygusu doğurduğunu, bu duygu sebebiyle düşünecek çok şeye ulaştığını ve düşünmenin esasında şükran duymak anlamına geldiğini söyleyerek el frenini çekiyor Han. Geleceğin yeryüzünü hayal etmek için tuttuğu notlarda umudu asla elinden bırakmıyor. Bunu yüzeysel biçimde tabiattan süzülen romantizm olarak değerlendirmek hafiflik olur. Neticede bu tip insanları hamakta sallanarak ve yârinin önüne koyduğu meyve tabağından atıştırarak fikir üretenlerden ayırmak gerekiyor. Acıyı ve ıstırabı göze aldığı besbelli ki “Bahçeler bana Varlık ve Zaman’ı geri verdi” diyor.

Tabiatla yüzleşen -belki de ona tekrar kavuşan demeliyiz- insanların algılarının, sezgilerinin kuvvetlendiğine dair pek çok anı okumuşuzdur. Han da bir anısından bahsediyor. Bahçesinde, çok sevdiği bir söğüt varmış. Bir gün onu devrilmiş görünce üzülmüş. Yaprakları da iyice kurumuş. Ağacın gövdesinin iç tarafında kırmızı bir şey gözüne çarpmış ve bundan ağacın kanadığını hissetmiş. Nihayet, bu küçük söğüdün kendini toprağa bırakmasıyla birlikte bahçesinde kendini açığa vurmuş bir ölümle yüzleşmiş. Yas tutmuş ve bahçedeki anemonlarla birlikte onun arkasından ağlamış. Bahçelerin, çiçeklerin ve tabiatın gönlünü açan ışığına kendini iyice bırakmış. Bu arada Byung-Chul’un “parlak ışık” anlamına geldiğini de belirtelim.

Bir derviş mütevaziliği ve zarifliği var Byung-Chul Han’da kitap boyunca. Hölderlin ve Rilke atıflarıyla şairane bir yaşayışa da özlem duyuyor gibi. Gelecek dönemde insanın anlam arayışına ve bu arayışta maneviyatın yerine dair şedit oklar fırlatıp fırlatmayacağını bilemeyiz ancak şu yorumları yazsa yazsa bir Melami yazabilirdi diyebiliriz: “Ben hiç kimse olarak uykuya dalmak isterdim, isimsiz biri olarak. Bu bir kurtuluş olurdu. Bugün bizler sadece egoyla meşgul oluyoruz. Herkes birileri olmak istiyor, herkes otantik olmak istiyor, diğerinden daha farklı olmak istiyor. Böylece birbirlerinin aynısı oluyorlar. Ben isimsizleri özlüyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 23. sayısında yayınlanmıştır.

Suriçinde bir cevelân

Mustafa Kutlu, son kitabı Topkapı’dan Topkapı’ya’nın ilk cildiyle selâmladı okurları. Bu kitap Kutlu’nun son dönem kitaplarından ayrılıyor. Birincisi, oldukça eski bir tarihten geliyor bu yazılar: 1986 yılından. İkincisi ise, yazarın son dönemlerde yayımladığı fikir metinlerinden ziyade gezi yazısı diyebileceğimiz metinlerden oluşuyor bu kitap. Üst başlıkta zaten İstanbul gezi yazıları yazıyor diyenler için şunu söyleyebilirim: Sadece gezi yazılarından oluşmuyor bu kitap. Topkapı semtiyle Topkapı Sarayı arasındaki, suriçi diyebileceğimiz kısımda önemli gördüğü birçok şey hakkında kalem oynatmış yazar. Yani klasik gezi yazısı türünü aşıyor bazen, zaman zaman denemeye yöneliyor zaman zaman anılar giriyor işin içine. Zaman zaman Kutlu’nun fikirlerini, İstanbul’un nereden nereye geldiğini ya da getirildiğini okuyoruz. Kısacası şu: Kutlu bizi Topkapı semtinden alıyor, gördüğü birçok şeyle ilgili bir anı anlatıyor bir fikir belirtiyor ve bizi sarayın önünde bırakıyor.

Fark ettiğim bir nokta da şu oldu. Mustafa Kutlu’yu yüz yüze olmasa bile kitaplarından tanıyanlar bilir, yazar en radikal fikirlerini bile hamasete düşmeden anlatmasını bilir. Sanki kalp kırmak istemez. Fakat bundan otuz beş yıl önceki Kutlu biraz daha köşeli anlatmış fikirlerini. Yani dönemin belediye başkanlarını veya yöneticilerini şehir konusunda eleştirmekten geri durmazken daha keskin ifadeler kullanmış. Elbette sadece eleştiri değil şehirle ilgili iyi yönleri vurgularken de keskinliğinden geri durmamış. Yani daha heyecanlı bir yazar var karşımızda. İstanbul’u seven, içindekilere değer veren, kişiler hakkında yazarken coşkusunu eksik etmeyen bir heyecanı görüyoruz onda. Fakat işin ilginç tarafı birçok kişi şu an diyor ya “İstanbul bitti” diye. Kutlu da o zamanlar aynı şeyleri söylüyor. Ya da o zamandan şimdiyi görüyor diyebiliriz: “İstanbul hormonal bozukluğu yüzünden aşırı büyüme hastalığına tutulan, tedavisi imkânsız görülerek günübirlik çareler ile avutulmaya çalışılan bir çocuk gibi: Yaşı 12. Boyu 1.70. Kilosu 80.

Bir sunuş yazısı ve yirmi beş denemeden oluşuyor kitap. Sunuş yazısında Kutlu kısaca, kendisinin ve ailesinin İstanbul’a geliş serüveninden, bu yazıların yazılış hikâyesinden ve kitabın fikrinin nasıl doğduğundan bahsediyor. Daha sonra denemeleri görüyoruz. Denemelerde sadece bir turist gibi suriçini dolaştırmıyor bize yazar. Mekân yazıları da gözümüze çarpıyor kişi portreleri de görüyoruz. Bunlar kitaba bir dinamizm ve zenginlik katmış. Tabii kişiler deyince anıları görmezden gelmek olmaz. Anılar, okura yetecek miktarda yer alıyor eserde. Üstte dediğim gibi Kutlu, kitabında mekân ve portre yazıları da yazdığı için, eserde Sultanahmet, sahaflar çarşısı, Türk Ocağı, Muzaffer Ozak gibi kişi ve mekânlar yer ediniyor kendine.

Bize İstanbul üzerinden genel olarak sosyolojik bir gözlem çıkarmış yazar. Önem verdiği kişi ve mekânları ayrı tutuyorum, toplumun kalanının yaşayışlarını, eğlencelerini, eğlence altında yapılan ‘saçma’ şeyleri, bazen keşmekeşi bazen de durulmayı, en nihayetinde insan hikâyelerini de es geçmeden aktarmış okura. Kısaca bize İstanbul’u anlatmaya çalışmış her yönüyle. Tabiî bu üç cilt olacağı bildirilen metinlerin ilk kitabı. Kalan iki ciltte bakalım İstanbul’un hangi noktasına götürecek bizi Kutlu.

Şunu söyleyebilirim son olarak: Yazılardan birine bakıyoruz, İstanbul çok değişti diyoruz, bir diğerine bakıyoruz İstanbul o zaman da aynıymış, hâlâ bu aksaklıklar devam ediyor diyoruz. Okur karar versin sonunda: Hangi İstanbul daha değerli(ydi)?

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13
* Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 23. sayısında yayınlanmıştır.