Mecit Ömür Öztürk, yazdığı tüm kitaplarında okuruyla sohbet eden, dertleşen, sahici çözümler sunan bir yazar. Her kitabında fark edilen ilk şey, onun sakin kimliğinin eserlerine de yansıması. Hırsın, öfkenin insana getirdiği şerrin farkındayız. Seslerin yükselmesi, tehditlerin havada uçuşması ve cinayetler, insanın yegane kuvveti ve hakimiyeti kendinde görmesinden kaynaklanmıyor mu? Adaletsizlik ve merhametsizlik insanların yaşam çemberini kırıp, ruh bütünlüklerini kırmıyor mu her geçen gün? Tüm bunlar olup biterken elbette insanın manevi bütünlüğünü koruması, hâlini sürdürmesi hiç kolay değil. Ama elimizdeki enstrümanlara odaklanırsak, geçmişin ve geleceğin dertlerinden, endişelerinden bir nebze uzak durabilirsek, yolun açılmaması mümkün değil. Üstelik yol orada. Bizden istenen birkaç adım.
Ruhu Onaran Sohbetler serisinin ilk kitabı Sen Derviş Olamazsın'dı. Bu kitapta kişinin kendini çalışması ve manevi ilerleme üzerinde durmuştu Öztürk. İkinci kitap, Huzura Varınca. İsminden de anlaşılabileceği gibi kitabın bütününü kapsayan mesele namaz. Hikmetini anlamak için önemli çabalar göstermemiz gereken, hakikatini idrak edersek hem kendimizi hem de çevremizi etkileyebileceğimiz, yüzeysel meselelerden bizi koruyacak olan namaz. Hakkında sorularımızın ve sorgulamalarımızın hiç bitmediği, kimi zaman mazeretlerimiz kimi zaman da üşengeçliğimiz, yılgınlığımız yüzünden hakkını veremediğimiz namaz. Tam burada, bir büyüğümüzün sözü geldi aklıma. Hiçbir şey hak etmediğimiz hâlde, varlığımız için hiçbir bedel ödemediğimiz hâlde, sadece bir nefes alışverişimizin bile şükründen kaçındığımız hâlde, her namazdan sonra sayısız şeyler istiyoruz. Acaba bunda da bir hikmet aramak gerekmez mi?
"Bütün kâinat sistemini ve özellikle yeryüzünün bütün olanaklarını menfaatleri doğrultusunda kullanan insan, öncelikle ona bu büyük hizmeti ikram edenle irtibata geçmenin yoluna bakmalıdır. Şükran ve minnet duygularını ancak O'na takdim etmelidir. Bütün kâinattan istifade edebiliyor olmanın şükrü manasını taşıyan ibadetleri O'na yönelik olarak yerine getirmelidir. Şükür duygusunu en yüksek seviyelerde taşıyan ibadet, namazdır. Namazda kalp, nimetleri kendisine, sevdiklerine ve bütün insanlara ihsan edeni bulur. Nimetlerin gerçek kaynağının huzuruna çıktığını idrak edince de şükranın en kuvvetlisini sunma pozisyonuna yükselmiş olur. İşte, namaz, 'Beni yaratan, yaşatan ve besleyen yalnızca Allah'tır' manasının insanın hem kendine hem çevresine (meleklere, cinlere ve diğer insanlara) ilanıdır."
Namaz... Bir sığınma olarak düşünürsek, bizi dünyadan, kötülükten korur. Bir onarım olarak düşünürsek hem kendimizin hem de sevdiğimiz insanların ruhunu gönendirmeye vesile olur. Bir sakinlik imkânı olarak düşünürsek var olan manevi hastalıkları giderir ve karşılaşılabilecek manevi sorunlardan da uzak tutar. Bir ilerleyiş ve yükseliş yolu olduğunu anlayabilirsek, cebimizdeki kartvizitin, sahip olduğumuz malların ve uğrunda çaba gösterdiğimiz dünyevi şeylerin gelip geçici olduğunu idrak ettirir, asıl kazancın Hakk katında nerede durduğumuzla ilgili olduğunu öğretir. Tüm bunların önüne koymamız gereken bir başka sırrı da hatırlama ve hatırlatmadır. Kişiye, bir Sahibi'nin olduğunu hatırlatır namaz. Bugün insanların en büyük sorunları ait hissedememe, bağ kuramama, varoluşu anlamlandıramama olarak kabul ediliyor. Namaz, kişiyi varoluşsal vakumun içine çekerek ona kim olduğunu hatırlatır. Yaratıcın belli der. Sen, O'nun rızasını kazanmak ve O'nu yaşamının her anında hissetmek, O'nu yaşamak, O'nun ilminden nasip almak için neler yapıyorsun, yapmalısın, işte bunları hatırlatır. Bu hatırlama ve hatırlayış, insanı çok boyutlu bir alana, metafiziğe götürür. Pek çok insan, işte bu farkındalıktan sonra tasavvufla karşılaşmış, ondan beslenmeye başlamıştır, bunu da hatırlatmış olalım.
İbn Arabî'nin Namazın Sırları olarak tercüme edilmiş kitabını okuyanlar bilirler. İnsanı namaza götüren sebepler, o insanın yaratılış maksadıyla ilgilidir. Herkes kendi mizacına göre yaşar, ibadet eder, vazife görür. Herkesin namaza gidiş, namazı eda ediş biçimleri de bu sebeple farklıdır. Ancak namazla beraber pek çok hayrın, pek çok güzelliğin kaynağına yönelme de başlar. İbn Arabî, "Namaz da nurdur Allah, şeytanı nurlarla taşlamıştır. Öyleyse namaz, şeytanın kuldan uzaklaşmasını sağlayan şeydir. Allah şöyle buyurur: Namaz kötülükten ve ahlaksızlıktan alıkoyar. (Ankebut, 45)" der. Kulun şeytanından uzaklaşması, kendine yaklaşması için en büyük imkân, namazdır. Öztürk, kitabında "Kâmil bir namazda insanın bütün iç yapıları, hep birlikte aynı anda kendilerini yaratan Rabbimize yönelme hedefine kilitlenir. Kişinin iç dünyasındaki güç ve yetenekler, tam kapasite ve organize bir şekilde Allah'a yaklaşma eylemine yönelir. Allah'a yaklaşmak, O'nunla -hâşâ- fiziksel ya da maddî bakımdan değil, manevî olarak yakınlık kurmaktır. Bu yakınlaşma, bir yandan da kişinin Allah indinde itibar ve değerinin yükseliyor olmasının da ifadesidir. İnsanın, ilahi huzurda olma duygusunu yakalayabilmesi için öncelikle perdesini aşması lazımdır. Bu da en iyi namazla mümkün olabilir." derken İbn Arabî'nin Fütuhat'ından bir inceliğe işaret eder:
"Allahu Teâlâ, secdedeki kuluyla iftihar eder ve bunun sebebini mukarreb meleklere şöyle izah eder: Ben sizi bir amelinizi vesile etmeksizin kendime yaklaştırdım ve sizi meleklerimin seçkinlerinden yaptım. Şu secdedeki kuluma gelince onunla yakınlık makamı arasında nefsin arzuları, maddi istekler, geçim sıkıntıları, mal idaresi, aile ve arkadaşlar gibi pek çok engeller vardır. O, bunların hepsini aşarak secdeye kadar geldi ve yakınlaştı. Ey meleklerim! Bu kulumun kıyametini bilin ve benim uğrumda katlandığı sıkıntılar sebebiyle onun hakkını gözetin!"
Tefekkürün, samimiyetin, hakkaniyetin, teslimiyetin, ferahlığın, tasdik edişin, manevi kazancın merkezi olan namaz; her an bize açtığı sırlarıyla hem hediye hem de şifa olma vasfını anlamamız için bizi bekliyor. Mecit Ömür Öztürk'ün Huzura Varınca'sı, namazın kulluk direnci kazanmadaki önemini vurgulama noktasında zoru kolaylaştıran nitelikte bir başucu kitabı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Mecit Ömür Öztürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mecit Ömür Öztürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
25 Ekim 2024 Cuma
Kulluk direncini güçlendirmek ya da manevi yükseliş
31 Ocak 2024 Çarşamba
Kişinin kendini çalışması ya da manevi ilerleme
"Bir insan için en yüksek mertebe acziyettir. İnsan acziyetini idrak edip, bildiklerinin ancak Allah'ın kendine verdiği kadarı olduğunu anladığında Allah'ı bulmuş olur."
- Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu
"Bulduğun ile mutmain isen ne âlâ, değilsen aliyülâlâ."
- Hasan Lûtfi Şuşud, Fakir Sözleri
- Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu
"Bulduğun ile mutmain isen ne âlâ, değilsen aliyülâlâ."
- Hasan Lûtfi Şuşud, Fakir Sözleri
Giderek daha kolay kırılan insanlara mı dönüşüyoruz yoksa daha kolay kıran insanlara mı? Bazen en yakınımız, bazen yakınımız zannettiğimiz, bazen dost bildiğimiz ama en çok da sevdiğimiz. Kıran kırana bir mücadeleye dönüşen hayat her gün daha da kırıcı olurken, bizlerin de galiba teselliye daha fazla ihtiyacı var. Mecit Ömür Öztürk, Dervişin Teselli Koleksiyonu serisiyle başladığı teselli avcılığını sürdürüyor. Mecit Beyin en mühim özelliği, abonesi olduğumuz bakış açısını irfani dönüşüme sokması. Sen Derviş Olamazsın, tam da şu zor zamanların kitabı olmuş. Şimdi biraz kitabın içine süzülelim.
Mecit Ömür Öztürk evvela düşünce sistemimizin dünya yaşantısında ne kadar bozulduğundan bahsediyor. Kirli görüntüler ve kirli sesler giderek kirli zihinlere sebep oluyor. Yalnız kendini düşünen insanlar, kendini asla düşünmeyen insanlar, çevresini ve toplumu hiç düşünmeyenler bir yana; düşünmekten uzak yaşayanların ne kadar fazla olduğu da ayan beyan ortada. Yoksa dünya bu kadar korkunç bir hâle bürünmezdi şüphesiz. Düşünceyle kurduğumuz yanlış ilişki, bütün insanlığa bedel ödetiyor. "Yaratıcıdan bağımsız bir düşünce tanımı, insanı zihnin sınırlarına sıkıştırıp hapsetti" diyor yazar ve şöyle söylüyor: "İnsanın kapalı, mekanik bir evrende, hiç işaret/ayet olmaksızın yaşanabileceğine olan görüş çöktü ve insanlığa sırlara yayılmış bir iç sıkıntısı armağan etti."
Kıymetli bir büyüğüm tasavvufun aşırı duygusal, romantik bir boyuta hapsedilmesinin kişiye zarardan başka bir şey vermeyeceğini dile getirir hep. Ağlamak güzeldir ancak her fırsatta gözyaşlarına sığınmak bir şeylerden kaçmanın belirtisi oluyor sanırım. "Aman ya Fahr-i Âlem" demenin güzelliği fevkaladedir elbette ama günümüz insanı olayları işin içinden çıkılmaz şekilde dramatize ediyor. Bu sıkıntı, olaylara daha geniş bir pencereden bakmamanın, tevhid merkezli yaşamamanın bir belirtisi olsa gerek. Diğer yandan, dünyayı sadece sıkıntılardan ve imtihanlardan oluşan bir yer olarak görmek de başka bir garabet. Mecit Ömür Öztürk tam da burada çok güzel bir bakış açısı sunuyor: "Yaratılıştan maksat yalnızca insanın imtihan edilmesi olsaydı, böyle geniş bir kâinata, nimetlerde bunca renklilik ve çeşitliliğe gerek olmazdı. İnsanın imtihan edilmesi için daha dar bir mekân, daha kısıtlı imkânlar da yeterli olurdu. Yaratılıştan maksat, öncelikle ilahi isimlerin insan tarafından temsil edilmesidir."
Bir şeylere sahip olmakla ömür tüketiyoruz. Okuduğumuz kitaplar bize her ne kadar "mal da yalan mülk de yalan" dese de bu önce hoşumuza gidiyor, sonra da bir alışveriş merkezine gidip hoşumuza giden şeyin tam aksini yapıyoruz. Bu hâl, doktorun "diyet şart" dediği bir hastanın kahvaltıda önce peynir, zeytin yiyip daha sonra da menemene, kaymağa, ekmeğe gömülmesine benziyor. Yaşamın tadının yalnızca elle tutulur, gözle görülür, kulakla duyulur şeylerden ibaret olduğunu zannediyoruz. Halbuki: "İnsanın varlık ve sahiplik iddiasıyla yaşam kararır. Kendisinin var değil, var edilen olduğunu anlamasıyla insan aydınlığa kavuşur. İnsan; enaniyeti bıraktığı, nefsinin kökende bir hiç olduğunu ve ilahi isimlerin tecelli ettiği bir aynadan ibaret bulunduğunu keşfettiği zaman, topyekûn bütün varlığı ve bitimsiz bir var olmayı kazanır."
Kıymetli bir büyüğüm tasavvufun aşırı duygusal, romantik bir boyuta hapsedilmesinin kişiye zarardan başka bir şey vermeyeceğini dile getirir hep. Ağlamak güzeldir ancak her fırsatta gözyaşlarına sığınmak bir şeylerden kaçmanın belirtisi oluyor sanırım. "Aman ya Fahr-i Âlem" demenin güzelliği fevkaladedir elbette ama günümüz insanı olayları işin içinden çıkılmaz şekilde dramatize ediyor. Bu sıkıntı, olaylara daha geniş bir pencereden bakmamanın, tevhid merkezli yaşamamanın bir belirtisi olsa gerek. Diğer yandan, dünyayı sadece sıkıntılardan ve imtihanlardan oluşan bir yer olarak görmek de başka bir garabet. Mecit Ömür Öztürk tam da burada çok güzel bir bakış açısı sunuyor: "Yaratılıştan maksat yalnızca insanın imtihan edilmesi olsaydı, böyle geniş bir kâinata, nimetlerde bunca renklilik ve çeşitliliğe gerek olmazdı. İnsanın imtihan edilmesi için daha dar bir mekân, daha kısıtlı imkânlar da yeterli olurdu. Yaratılıştan maksat, öncelikle ilahi isimlerin insan tarafından temsil edilmesidir."
Evet, ilahi isimler son derece hassas bir konu. İlm-i ledünün, yani tasavvufun en kritik konusu ilahi isimlerdir. Zira bizim Hakk'ı zâtıyla bilmemiz, öğrenmemiz, tanımamız mümkün değildir. Biz Hakk'ı ancak isimleriyle bilebiliriz, öğrenebiliriz, tanıyabiliriz. O isimler bize Hakk'ı daha çok sevdirdiği gibi kendimizi bilmemizi de sağlar. Çünkü Hakk, insandan işler. Hakk'la kurulacak ilişkimizde acziyet çok önemli bir prensiptir ancak çalışarak meleklerden bile üstün olabileceğimiz meselesi de önemlidir. Bu nasıl olur? Kalp aynası temizlenecek, ilahi isimlerin oradan yansıması kuvvetlenecek, böylece kul Hakk'la gören, Hakk'la yürüyen, Hakk'la işiten bir mertebeye kavuşacaktır. Bundan sonrası her şeyin Hakk'tan olduğunu bilen anlayıştır ki vahdet-i vücud'un anlattığı da başka bir şey değildir Mecit Ömür Öztürk şöyle yazıyor: "Bilmemiz gerekir ki hangi eylemde bulunursak bulunalım, o eylem öncelikle Allah'a yönelmiştir. Söylediğimiz bir söz, başkasının kulağına girmeden önce Allah'a varır. Verdiğimiz bir hediye, başkasının eline değmeden önce Allah'ın huzuruna takdim edilir. Bitirdiğimiz bir proje, sunmamız gereken kişiden önce Allah'a arz edilir. İşte bu sebeple insan, eylem ve üretimlerini, ilk muhatabanın Allah Teâlâ olduğunu bilerek yapmalıdır."
Manevi ilerleyiş, kişinin kendisini çalışmasıyla mümkündür. Kendimizi nasıl çalışırız? Bu, başlangıç aşamasından sonra insana büyük lezzet veren ve aynı zamanda büyük ilerlemelere vesile olan bir çalışmadır. Kararlı olmak, çok boyutlu düşünmek, belirli bir disiplin elde etmek; nihayet insanı o aradığı ve özlediği kalp ferahlığına ulaştıracaktır. Her şeyin kalpte ve kalp çevresinde olup bittiği düşünülürse, Hakk'ın verdiği en büyük armağanlardan biri olan akılla kalp arasında kurulacak bir denge, insanı en sağlam ipe tutunduracaktır. Bu ipe tutunmak için gayret nasıl olmazsa olmazsa, varılacak istasyonlarda yaşanacak hayret de o kadar zevk vericidir. Buna da ilahi zevk dense yeridir. Başlangıç aşaması nedir diye sorulacak olursa, aslında bu başlangıcın hiçbir zaman sona ermeyeceği de hatırlatarak şöyle demek gerekir: benliğinden vazgeç, benliğini çıkar aradan, benlik iddia etme. Hiçbir şeyin sahibi değilsin. Bil bunu, gör kendini, bul Rabb'ini. Mecit Ömür Öztürk de bu ilk adıma dair şu değerli bilgiyi fısıldıyor okuyucuya: "Ene, kendisini sahiplenmekten vazgeçip, benim de bir sahibim var, deyince, görünürde benim yaptığım ve ürettiğim şeyleri hakikatte yapan biri var, bana bunları o yaptırıyor, diye düşününce aydınlanma ve nurlanma yolunun ilk adımını atmış demektir."
Sohbet, iyilik, niyet, ilahi lezzetler, teslimiyet, enaniyet, kader, hikmet, beden-ruh ilişkisi, sanatın ilahi kökenleri, fıtrat, hakikat, mutluluk, imtihanlar ve kalbin hâlleri gibi konular/kavramlar üzerine yepyeni bakış açıları kazandıran, insan ruhuna onarıcı tesiri olan bir kitap Sen Derviş Olamazsın.
Yağız Gönüler
25 Mart 2022 Cuma
Hayatın satır aralarını okumak
“İnsanın gerek yaşadığı gerek şahit olduğu bütün hadiselerin anlamı kişiye dönüktür ve kişi için özel anlamlar taşımaktadır. Hadiseler Allah’ın akıştaki ayetleridir ve kişi kendini onlara bizzat muhatap kabul ettiğinde, onlar da anlamlarını ele vermeye, sırlarını açmaya başlar.”
An’daki, geçmişteki ve gelecekteki hadiselerin, dinlemesini bilirsek eğer, nasıl da bizimle konuştuğunu fark ettiniz mi hiç? Tanıdık gelen bir yüz, beklenmedik anda gelen bir telefon, uyarı olmamasına rağmen yağan yağmur, geç kaldığımız toplantılar ve hatta bize dokunmadığını düşündüğümüz her olay. Mesela otobüste arkamızda oturan iki insanın sohbeti, yanımızdan geçen arabada çalan bir şarkı, restoranda garsonun elinden yere düşüp de kırılan bir tabak…
Evrenin kanunudur malum, her şey sebepler dairesinde gerçekleşir ve bir nihayete, bir sonuca bağlanır. Yaşadıklarımızı gelişigüzel tesadüfler perspektifinden değerlendirdiğimizde hem deneyimlerimiz hem de bu deneyimleri bizzat tecrübe eden bizler değersizleşmeye başlarız. Oysa öyle değildir; insan eşref-i mahlukattır, kıymetlidir ve aldığımız her nefes dahil olmak üzere attığımız, atmadığımız, atamadığımız tüm adımlar da Rabb’imizin bizimle kurduğu bağlardan bir tanesidir. İnsan, galiba önce kıymetli olduğuna inanmalı, bizi yaratanın bizimle bir şekilde “konuştuğunu” böyle kabul edebiliriz ancak.
Naçizane bir de öneri bırakmak isterim bu yazıya. Yaşamınızdaki küçük detayları fark edene kadar büyük olaylardan başlayın. Bir kağıdahayatınızın dönüm noktalarını yazın, ardından anımsadığınız öncesi ve sonrası olay örgüsünü çıkarın. İçinde mutlaka eşsiz bir uyum ve şükredilecek sebepler bulacaksınız, eminim bundan. Bunun bir adım ötesi ise her an karşısında gayretle tefekkür etmek ve “neden” diye sormak. Bu hadise bana ne anlatıyor, sorusunun peşine düşmek.
Olayların dilini yeni bir yabancı dil gibi düşünmek gerekiyor, hiçbir dili bir anda kolayca öğrenemeyiz, emek vermek, çabalamak şart. Hatta rüyalarımızda öğrendiğimiz o dilde konuştuğumuzu görürsek gerçek bir öğrenme sürecinde olduğumuzu söyleriz hep. İşte bu noktaya gelince fark edeceğiz ki rüyalar dahi hayal olmanın çok ötesinde, birer haberci.
Başıboş, öylesine yaşayan varlıklar değiliz hiçbirimiz. Haliyle günlerden bir gün saatimin çalmamasıyla geç uyanmamın da gün içindeki tüm aktivitelere geç başlamamın da bir sebebi, bir anlamı var. Bunu en çok tanıştığım insanlarda fark ediyorum ben. Ne oldu da birbirimizin hayatına girdik, neden diye düşünürken buluyorum kendimi sık sık ve bazen o an, bazen yıllar sonra aldığım cevapların mükemmelliği karşısında hem hayret hem şükrediyorum.
Konuyla ilgili birkaç ayet-i kerimeyi de şuraya not düşeyim madem, belki üzerinde hep beraber düşünürüz.
“O, kullarının üstünde yegâne tasarruf sahibidir.” (Enam, 18)
“Onun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi bile bilir." (Enam, 59)
“Sizi de fiillerinizi de yaratan Allah’tır.” (Saffat, 96)
“Rabbin seni seçecek ve olayların dilini sana O öğretecek.” (Yusuf, 6)
Hayy Kitap’tan yayınlanan, Mecit Ömür Öztürk imzalı Yaşamın Gizli İşaretleri: Yaklaşan Hadiselerin Metafiziği kitabı işte tüm bunları ve çok daha fazlasını konu ediniyor. Altı bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde gündelik hadiselerin hiç de boşuna olmadığının, muhakkak bir plan çerçevesi içinde gerçekleştiğinin ve inceden inceye bir anlamı olduğunun altını üstüne basa basa çiziyor yazar. İkinci bölümde tevil-i ehadis ilmi ile ilk bölümde anlattığı mevzuları daha da derinleştiriyor.
Üçüncü bölüm tüm bu anlatılanların bir insan (Hikmet Efendi) üzerinden örneklendirilmesi, haliyle okuyucunun zihninde kavramların somutlaştırılması bakımından çok kıymetli. Yazar bu kişinin ismi değiştirilmiş gerçek bir insan olduğunu belirtiyor kitapta. Dördüncü bölüm ise Hikmet Efendi’nin başına gelen her bir olayı tevil-i ehadis rehberliğinde yorumlanmasından oluşuyor.
Beşinci bölümde tevafuk kelimesinin ne olduğundan, ayetlerde, hadislerde ve sahabe hayatındaki karşılıklarından söz edilirken, son bölüm de hissikablelvuku yani yaklaşan hadiselerin sezilmesine ayrılmış.
Kitap hem akıcı dili hem okuyucuyu düşünmeye sevk etmesi ve tüm bunları örneklendirerek somutlaştırması bakımından oldukça başarılı. Yaşamın Gizli İşaretleri yaşadığınız her anın, en azından başınıza gelen olayların anlamını, derinliğini ve faydalarını her satırında hissettiriyor.
Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)