14 Şubat 2022 Pazartesi

İçimizde kaybolan şarkılar bir gün bize dönecek mi?

Bir müzik terimi olarak kreşendo bir müzik eserinde seslerin gittikçe güçleneceğini belirten harekettir. Günlük hayatta ise bir olayın büyüyeceği, daha da ses getireceği manasında kullanılır. Peki, kreşendo bir çocuk kitabının ismi olursa ne olur?

Yazar Susanna Mattiangeli, Kreşendo kitabıyla işitme engelli bir çocuğun içinde yükselen müziğin sesine kulak vermemizi ister. Ulaşılabilirliğin söndürdüğü hayrete, şükrü gölgeleyen yalancı seslere, emeğin gücüne, içimizdeki müziği susturan yetişkinliğe Milo’nun sessiz dünyasından şahitlik etmemiz için bizi onun küçük kasabasına götürür. Milo’nun yaşadığı bu kasabada müzik eski coşkulu sesini, insanları kuşatan ahengini yitirmiştir. Tıpkı suyu verilmeyen, ışıktan mahrum kalan, özen gösterilmeyen çiçekler gibi solmuş, feri sönmüştür. Eskiden bu kasabanın kaldırım aralarından, duvar diplerinden arsız otlar gibi fışkıran müzik artık duyulmaz olmuştur. Sokaklar da insanların içi gibi kuraklaşmış ve sessizliğe gömülmüştür. Müzik artık evlerin pencerelerinden sokağa karışmamaktadır. Çünkü evlerde bir aile masasının etrafında birlikte dinlenen, keyfine birlikte varılan müziklerin yerini kişisel kulaklıklardaki müzikler almış; herkes sadece kendini mutlu edecek müzikleri dinlemeye başlamıştır.

Milo bu değişimi ses düzeyinde idrak edemese de şehrin canlılığını yitirdiğini gözlemler. İnsanlar Milo’ya ders kitaplarından müziğin ne olduğunu tarif etmeye çalışırlar, ona müziğe çiçekler gibi her gün özen gösterilmesi gerektiğini hatırlatırlar. Peki, bu insanlar bu hatırlatmaları yaparken müziği kendi elleriyle neden iterler?

Kreşendo’yu okurken zihnimizi kurcalayan bu sorunun günümüz dünyasına yansıyan birçok cevabı vardır elbette. Modern insan görselliğin zirvede olduğu bir dünyada sürekli kendini şaşırtan görüntüler arar. Maruz kaldığı yığının içinde debelenirken etrafında, bedeninde, ruhunda var olan güzellikleri sıradanlaştırır. Bu küçük mucizelere bakmak aklına gelmez, onları çantada keklik gördükçe yokluklarında nasıl hissedeceğini kestiremez hâle gelir. Hayret nazarının elini eteğini çektiği bir dünyada da mutsuz insanlar çoğalır. Ezberden ibaret olan, nefes almayan bilgilerle çocukların zihnine yerleştirilmeye çalışılanlar yetişkinlerin gerçek dünyasında ete kemiğe bürünmediği sürece çocukların ruhuna nakşetmeyecektir. Milo'nun bu kitaplardaki bilgilerle gerçek yaşam arasındaki uçurumu fark etmesi belki de onun içindeki sesle epeyce haşır neşir olmasıyla ilgilidir. Diğer insanlarla eksikliğinin bir bakıma eşitlendiği bu kasabada kalbinin sesi ve çocukluğun katıksız duyuşuyla keşif yolculuklarına çıkar. Küçük nesneler toplar, onları inceler ve resimlerini çizmeye başlar. Resim çizerken tüm bedenini ve ruhunu yaptığı işe verebilir çünkü hayatında gereksiz sesler, işini bölecek gürültüler yoktur. Yine bir keşif sırasında hurda yığınlarının arasında kıpırdayan bir bitki görür, canlılığı onu etkiler ve bitkiyi evine getirir. Keşfettiği bitkinin ne olduğuyla ilgili en ufak fikri olmasa da onu kendi elleriyle besler, yapraklarına özen gösterir, dallarındaki filizleri izler. O bitki ondaki eksikliği tamamlayan, hayatındaki boşluğu dolduran bir ses haline gelir. Bu bitki Milo dışarıdayken bile içini kıpırdatır, aklını sürekli meşgul eder. Hemen eve dönüp ona kavuşmak ister. Eve döndüğü bir gün evinin önünde yüzlerinde sıcak memnuniyetler gezinen, bedenlerini farklı şekillerde hareket ettiren insanlar görür. Milo, diğer insanlar gibi olmasa da ilk kez müziğin sesini içinde duyar ve onu zihninde şekillendirmeyi başarır. Evinde emek vererek büyüttüğü bitkinin rengârenk dalları pencerelerinden fışkırmıştır, bu dallar insanlara kadar uzanmış ve onları müziğin ritmiyle dansa kaldırmıştır. Kasabadaki insanlar bu uyanışla renk renk, çeşit çeşit müzik yetiştirmeye başlamışlar ve dans etmeyi hiç bırakmamışlardır.

Kreşendo bir çocuk kitabı olmasına rağmen yetişkinlerin dünyasına dair güçlü alt metinler barındırır. Müziğin tek bir çaba ve emekle bile bir sarmaşık gibi dünyanın dört bir yanındaki insanları kuşatabileceğini gösterir okura. İçimizdeki şarkıları canlandırmamızı, hayatın telaşlı koşturmacası içinde yitirdiğimiz çocukça notaları tekrar duymamızı, sahip olduklarımıza hürmet etmemizi, kaybettiklerimizi aramamızı, bulduklarımızı ise içimizdeki güzel kutularda muhafaza etmemizi ister. En kıymetlisi de dünyaya işitme engelli bir çocuğun gözünden bakmamızı sağlar.

Dili ve kurgusu itibariyle yer yer soyut bir hava sezeriz kitapta. Müzik, yitirdiğimiz ya da kıymetini bilmediğimiz birçok şeyin bir metaforudur aslında. Müziğin bitkiyle özdeşleştirilmesi; bize hayattaki devinimin bir parçası olduğumuzu, bu akış için ciddi bir çaba ve emekle donanmamız gerektiğini hatırlatır. Somut işlem dönemini tamamlamamış çocuklar için bu benzetmeler zihinlerinde tam olarak şekillenmeyebilir, bu nedenle kitabı yaş grubunu dikkate alarak ve ebeveyn önderliğinde okumak kitaptan alınan lezzeti artıracaktır. Kreşendo, hayatın ritmini tutmak ve içindeki şarkıları duymak isteyen herkesi sayfalarına davet ediyor…

Esra Türedi
twitter.com/esraturedi_

12 Şubat 2022 Cumartesi

Kitaplara adanmış asırlık bir ömür

Hep söylenegelir ya, kütüphanesi olan evde doğan bir çocuk kitap olmayan evdeki çocuğa göre talihlidir diye. Hakikatten öyledir… Kitap aşığı bir baba veya anne düşünün; çocuklarının bundan etkilenmemesi mümkün mü? Ocak ayında raflardaki yerini bulan Şefik Can’ın hatıralarını içeren muhteşem söyleşisini okuyunca aklıma geldi bu anekdot. O Şefik Can ki maaşının tamamını kitaba yatıran, daha Kuleli Askerî Lisesi’nde okurken hafta sonu iznini Sahaflar Çarşısı ve Beyazıt’ın meşhur kitapçılarında geçiren, hatta emekli oluncaya değin tek bir kat elbise ile idare edip giyim kuşam parasını bile kitaba yatıran bir bibliyofil! Mesnevî-i Şerif’i hakkıyla Türkçemize çeviren son dönemin en önemli ismi olan Şefik Can’ın bir Edebiyat öğretmeni olarak mesleğinin zaten kitap olduğu söylense de onun kitap aşkı sadece mesleğinden kaynaklanmıyor. Söyleşiyi okuyunca kitap aşkının çok makul sebepleri olduğunu görüyorsunuz, ama belki en önemli motivasyonu Müftü babasından intikal etmiş olmalı. 1915 yılında Rusların Tutak’ı işgali üzerine orayı terk etmek zorunda kalan Müftü Tevfik Efendi’nin ailesiyle yanına aldığı tek şey kitaplarıdır. Büyük bir kısmını da yanına alamaz zaruretten, en çok da buna yanar! Ama kitap aşkı olan kimseler için yeni bir kütüphane kurmamak kabil mi? Daha sonra görev yaptığı yerlerde yeniden kitap toplar… Hatta 1927’de İstanbul’a gelen oğlu Şefik Can’a sürekli kitap siparişleri verir durur. Büyük bir âlim olan hem Arapça hem Farsça edebiyatına yakından vakıf Müftü Tevfik Efendi’de kitap aşkı o seviyededir ki büyük oğlu Şefik Can bu sevginin vardığı boyutları şu şekilde anlatıyor: Müftü Tevfik Efendi ölüm döşeğindeyken kızını çağırır ve tarif ettiği yerden anahtarı alarak fetvahanenin kapısını kapatmasını ister. Müftü Tevfik Efendi, kızına yapması gerekeni izah ederken gerekçeyi de şöyle açıklar; “Birazdan insanlar gelir ve oluşan kalabalıkta kitapların başına bir hal gelebilir!

Ölüm anında dahi kitaplarını düşünen bu büyük insanın ölümden sonra kitaplarını düşünmeye devam ettiğini ve oğlunun rüyasına girerek telkinde bulunduğunu söylesem latife zannetmeyiniz! Hakikatten öyle; Şefik Can babasından intikal eden kıymetli bir yazmayı ehil gördüğü bir kişiye hediye ediyor 2000’lerin başında. O gece rüyasına giriyor ve kitabı yanlış kişiye verdiğini söylüyor! Demek ki kitap aşkı kıyamete dek süren bir iptila… Birbirinden harika, hayret ve heyecan uyandıran olayların anlatıldığı bu hatıratta Şefik Can’ın kitap sevgisinin diğer bir saikinin de üstadı Tahirü’l-Mevlevî olduğunu görüyoruz. Yine Kuleli’de talebe iken peşine düştüğü bir yazı onu İmam Şamil’e dair bir kitaba götürür. Kitapçı Hulusi Bey o kitabın müellifinin Taşkasap’ta yaşayan Tahirü’l-Mevlevî olduğunu ve onda muhakkak bir nüsha olacağını söyler. Aksaray’da Tahirü’l-Mevlevî’nin evini sora sora bulan genç askeri mektep öğrencisi kapının tokmağına vurunca hazret kapıyı açar. Kitap için geldiğini izah ettikten ve kendini tanıttıktan sonra, zamanı olmadığı için kitabı okula götürüp tekrar geri getirmesinin mümkün olup olmadığını sorar. Tabi kitaba olan meftuniyeti ve aşkı ehlince malum olan ve kitabı sevgiliye benzeten üstadın bu konudaki görüşünü bilmem söylemeye gerek var mı? “Evladım gel yukarıda kitabı mütalaa et! Ben kimseye kitap veremem!”. Şefik Can bu söze üzülür, zira kendisinin hangi okula mensup ve öğrenci numarasının ne olduğu üniformasında ayan beyandır. Ancak, kaderin garip cilvesi ki yıllar sonra öğretmen olarak atandığı Kuleli Askerî Lisesi’nde stajını yanında yapacağı hoca; onun mürşidi ve üstadı olacak, Mevlevîlik aşkını zerk edecek işte bu kitap âşığı şahıstır.

Hem babasından hem de üstadından kitap sevgisini kazanmış olan Şefik Can ise yukarıda belirtildiği gibi yemez içmez, varını yoğunu adeta kitaba yatırır ve şimdi Millet Kütüphanesi’ne intikal etmiş olan büyük kütüphanesini nice fedakarlıklar ile oluşturur. İşte böyle satın aldığı bazı kitapların sahipleniliş öykülerini de güzel ve tatlı bir üslupla anlatır. Örneğin Yüksekkaldırım’da bir kitapçının camekanında Divân-ı Kebir görür, eser öyle muhteşem yazılmış ve ciltlenmiş ki hemen dükkâna dalar ve eseri görmek ister. Takdim edilince kenarlarında da Mesnevî-i Şerif’in istinsah edildiğini, yani kopyalandığını görür. Daha da ilginci kitabın ortasına kalınca bir çivi çakılmış ve kitap örselenmiş bir haldedir. Bu muhteşem güzelliğin yeri kendi kütüphanesidir ve hemen fiyatını sorar. Yarım saat öncesinde kitapçıya bırakılan bu eşsiz eserin fiyatının 45 lira olduğunu söyler kitapçı, büyük para o zaman! Ancak yanında 15 lira vardır ve onu kaparo olarak vererek kitabı camekandan rafa çektirir. Aynı gün 30 lira borç bulur ve gelip kitabı satın alır. “… Çok harika, kalın ciltli, elyazması bir eser. Kitabı alabildiğime uzun süre inanamadım, hayran oldum. Kenarında altı cilt Mesnevî, ortasında Divân-ı Kebir. İçinde Rubâîler de var. Böyle bir eseri düşünmek bile heyecan veriyor insana” derken bir kitapseverin heyecanı bütün berraklığıyla görülüyor. Meşhur neyzen Halil Can bir servet değerindeki bu eseri satmasını ve büyük bir meblağ alacağını söylese de Şefik Can’ın parayla pulla işi yoktur. Kitabı satmaz elbette…

Şefik Can Hatıralar tam anlamıyla kitaba ve okumaya adanmış bereketli ve saf bir ömrü gözler önüne seriyor… Cumhuriyetin ilk on yıllarında İstanbul’un kitapçı dükkanları, sahafları ve müdavimleri öyle güzel anlatılmış ki Eşref Edip, Ömer Rıza Doğrul, Sevan Nişanyan’ın dedesi kitapçı Nişanyan, Muzaffer Ozak, Raif Yelkenci, Şemseddin Yeşil ve Yüksekkaldırım’daki Rum ve Yahudi kitapçılar… Osmanlı bakiyesi dünyada kitaba sahip çıkan sahaflar ve kitapçılar dünyasının bilinen ve bilinmeyen pek çok ayrıntısını veren bu mufassal ve hacimli hatırat, bilhassa kitabın, kitapçının ve sahafların tarihine meraklı okur için bulunmaz bir memba…

Cezmi Aşur

Kıbleyi nerede kaybettik?

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.”
- Hadis-i şerif

Toplumsal dönüşümler, kişisel tercihlerin ve temennilerin ötesinde kitleleri ikna edecek kanaat önderlerine, onları harekete geçirecek eylem adamlarına ve kararlı liderlere ihtiyaç duyar. Orta Asya’dan çıkıp Anadolu’yu yurt edinen, Viyana kapılarına kadar adalet ve barış tesis eden, İslam’la müşerref olup yüzlerce yıl İslam’a bayraktarlık yapan ecdadımız, yalnızca keskin kılıçlarıyla değil; bilhassa imanlarıyla mücadele etmişlerdir. Ecdadımızın en yüce davası “İ’lâ-yı Kelimetullah”tır. Fethedilen coğrafyalar birer sömürgeye dönüştürülmemiş; halkın dinine, diline karışılmamıştır. Türk sancağı, bütün mazlumlar için bir kurtuluş ümidi olmuştur. Bugün Amerika’nın uyguladığı “green card” uygulamasının ilk olarak Osmanlı Devleti tarafından uygulanmış olması da bu adalet şuurunun bir ifadesidir.

Ecdadımız, özellikle İslam’la müşerref olduktan sonra, şehir kurma ve şehirleri mamur kılma hususuna ehemmiyet göstermişlerdir. Fethedilen şehirlerdeki ibadethaneler yıkılmayıp şehirde Müslümanların yaşayacağı mahalleler inşa edilir ve söz konusu mahalleler cami merkezli düşünülürdü. Pek çok İslam şehrinde medreseler kurulmuş, astronomiden matematiğe, tıptan, kimyaya, felsefeden edebiyata kadar pek çok alanda öncü çalışmalar yapılmıştır. İlim adamları himaye edilir, kitap ve kütüphane önemsenirdi. Günümüzde sıklıkla karşılaştığımız; “Biz ne ara bu hale geldik?” ya da “Biz öyle bir ecdadın torunlarıyız ki…” şeklindeki serzenişler bir tür geçmişe özlemi ifade etmenin ötesinde içine düştüğümüz gafleti de açığa vuruyor.

Osmanlı Devleti’nin askerî ve ekonomik alanlarda özellikle Avrupalı devletler karşısında gerilemesi, toplumsal bir çözülmeye sebep olmuştur. Batılı devletlerin yeni ticaret yolları sayesinde ulaştıkları coğrafyaları sömürerek sağladıkları refahı ve İslam alimlerinin kitaplarını tercüme ederek ulaştıkları yeni bilimsel keşifleri onların yüksek medeniyetiymiş gibi algılayan hatalı zihniyet devletin kurtuluşunu Batılılaşmakta görmüş ve ferdinden kurumlarına kadar sistemli bir Batılılaşma hareketi başlamıştır. Yüzlerce yıldır toplumun dinamiklerini belirleyen kurumlar hakir görülerek Batılı kurumlar transfer edilmiş ve yine binlerce yıldır ecdadımızın zihin dünyasını oluşturan kavramların yerine yeni bir medeniyet tahayyülü sokulmak istenmiştir. Oysa kurumlar, toplumların ihtiyaçlarına göre oluşturulur. Siz başka bir medeniyet dairesi ait bir kurumu kendi toplumunuza taşımakla aynı ihtiyaçları da taşımış olursunuz. Bu da zaman içerisinde sizin de milli kimliğinizi kaybedip onlara benzeyeceğinizin habercisidir. Günümüz Türkiye’sinde adalet, eşitlik, millet, ümmet, özgürlük, modernizm, şehir ve kent gibi konularda düşünürken ya da soru sorarken olaylara Batılı bir zihniyetle yaklaşıyoruz. Batılılaşma sürecini yanlış okumuş olmak bizi Batılı bir toplum yapmamış olmakla birlikte İslamî hassasiyetleri zihinlerimizden uzaklaştırmış olduğunu üzülerek ifade etmeliyiz.

Abdurrahman Arslan, Beyan Yayınları’ndan çıkan kitabı Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm adlı kitabında İslam ve cemaat, Kemalizm, Din ve devlet, Arap Baharı, Kapitalizm, medrese, özgürlük, adalet, modernizm ve kent kavramları üzerinde Müslümanca bir zihinle düşünüyor. Asım Öz tarafından yayıma hazırlanan kitap, Abdurrahman Arslan’ın söyleşilerinden oluşuyor. Kitaba da ismini veren konuya dair şu ifadeleri kullanıyor hocamız: “Sudanlı Müslüman düşünür Hasan Turabi’nin dediği gibi ‘Müslüman dünya kıblesini arıyor.’ Evet, kıblemizi arıyoruz; güzel bir teşhis. Neyin doğru, neyin yanlış; neyin kalıcı, neyin aktüel olduğunu bilmiyoruz artık. Birçok önemli meseleyi yanlış zeminlerde tartışıyoruz. Cemaatle sivil toplumu birbirinin muadili olarak görüyoruz. Mesela kadın-erkek ilişkilerini feminist bir bağlam içinde İslam adına tartışıyoruz. Feminist taleple eşitlik temelinde tartışıyoruz fakat meseleyi İslam’ın ölçüsü olan adalet temelinde nedense hiç tartışamadık. Bu, zihnen oluşumuzun, bize ait Arşimet noktalarının kaybolduğunun ifadesidir.” Bu sözlerde esas hocanın esas şikâyet ettiği şey meselenin kendisinden ziyade meseleyi tartışırken Batılı bir zihniyetin esiri oluşumuz. Abdurrahman Arslan Hocamız 28 Şubat’a dair de şunları söylüyor: “28 Şubat’ın yapmaya çalıştığı ‘devleti Müslümanlardan arındırma’ ya da ‘İslam’ın siyasal ve kamusal alandan kovulması’ gibi teşebbüsler umulan neticeyi vermeyecektir. Burada esas sorun, Müslümanlarla ilgilidir: 28 Şubat’ı milat ilan ederek her şeyi ona yüklemek nihayette Müslümanların kendi isteklerini, dünyaya ne kadar düşkün olmaya başladıklarını görmelerine engel teşkil etmektedir. Nitekim şimdilerde şahit olduklarımız da maalesef budur.” Bu ifadeleri 2001 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide söylüyor hocamız. Özellikle günümüzde, iktidara bir şekilde yakınlaşan Muhafazakârların makam ve mevki için tevessül ettiklerini düşündüğümüzde hocamızın ne denli isabetli bir değerlendirme yaptığını anlayabiliyoruz.

Başörtüsü mücadelesinde de kazanımlarımızın bizi yanılttığını ifade ediyor hocamız ve özellikle başörtüsü serbestliğinin bir insan hakları meselesi ya da demokratik bir hak talebi olarak ortaya konmasının meseleyi yüzeyselleştirdiğini ve Allah’ın emri olan örtünmenin sanki demokratik bir hakmış gibi algılanmasıyla düşünsel bir kırılma yaşanmasına yol açtığını vurguluyor. Bu süreçte feminist hareketin de etkisiyle başörtülü kadın kamusal alanda kendine daha geniş yer bulmuş ve muhafazakâr kadının kamusal alandaki vatandaşlık ve meslekî rolü, evin içindeki annelik rolünün önüne geçmiştir. Aile kurumunun birleştirici unsuru olan annenin evin dışına çıkma özgürlüğü gibi okunan ama esasen annenin evden kovulma süreci şeklinde gelişen çalışan kadın meselesi bugün itibariyle bakıcı, kreş, çocuk eğitimi, aile içi şiddet, boşanma, yaşlı bakım evleri, tüketim çılgınlığı, toplumsal bunalım gibi akla gelebilecek pek çok problemi gündemimize soktu. Bu hususta “İslam adalet dinidir, eşitlik dini değildir.” uyarısını yapıyor hocamız.

Müslümanların kıblesini kaybetmesini şu şekilde açıklıyor Abdurrahman Arslan: “Siz başkası üzerinden düşüncenizi ve eyleminizi kurguladığınızda, sadece onun kaygısı ya da anlayışı üzerinden kurarsınız. Böyle bir durumda ise adalet olmayabilir ortada. Tabiî bu bizim ahlâkî anlayışmızda da ciddi zaaflar yaratıyor. Bir kere bu bizi pragmatizme davet ediyor. Pragmatizmin vardığı nokta oportünizmdir. Bugün Müslümanlarda gördüğümüz ahlâkî tutarsızlığın önemli sebeplerinden birisi budur. Müslüman kendi yaptıkları üzerinde düşünmüyor. Tam tersine, yaptıklarını öteki bağlamında değerlendiriyor.” İktisadi faaliyetlerine meşruiyet zemini bulmaya çalışan günümüz Müslümanları, Allah’ın ölçüleri yerine birbirlerinin faaliyetlerini kıstas göstererek başkalarının günahlarıyla kendi cennetlerini inşa etmeye çalışıyorlar. Başkalarının günahının bizi cennete götürmeyeceğini unutuyoruz.

Devletin din eğitimi vermesinden aile içi anlaşmazlıklara dahil olmasına, oruç ibadetinin vücut sağlığına yararları konusunda doktorların açıklamalarından şehir ve kent arasındaki farka, dindarlıktan tasavvufa kadar çeşitli konularda düşüncelerini açıklıyor hocamız. İslam’ın bir şehir dini olduğunu ve kentlerin İslam’ın özüne uygun olmadığını belirtiyor. İslam’da cemaat şuurunun önemine değinen Abdurrahman Arslan hoca, cami ekseninde teşekkül eden cemaat anlayışının bugün itibariyle etkisizleşmiş olmasını eleştiriyor. Müslümanların sivil toplum örgütü kurarak cemaat şuurunu koruyamayacaklarını ve gerçek anlamda cemaat şuurunun fıkıh ve tasavvuf sayesinde mümkün olabileceğini savunuyor.

Yahya Kemal’in ifadesiyle bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak Viyana kapılarına kadar giden ecdadımızın kanaat üzere inşa edilen ve İslamî hassasiyetlere dayanan yaşam biçimi yerini muhafazakâr kadın modasına, sünnet düğünlerinde sema gösterilerine bırakmış durumda. Tasavvufa dair iki kelam etmeye kalktığımızda “Yahu hangi devirde yaşıyoruz!” diyen bir Müslüman’ın zihninin esir olmadığını iddia etmek oldukça ahmakça olsa gerek. Yazımı hocamızın özellikle üniversite gençliğine tavsiye ettiği bir kitapla bitireyim: Mekke’ye Giden Yol. Kitabın yazarı Muhammed Esed; Libya’nın bağımsızlık mücadelesine katılmış, Pakistan’ın Birleşmiş Milletlerdeki delegeliğini yapmış Yahudi asıllı bir Avusturyalı. Kitabın arka kapağındaki ”İslâm dünyasının iç yüzünü, canlı gerçeğini ve Batı’ya karşı direniş destanını anlatan eşsiz bir edebî eser.” ifadeleri dikkat çekiyor.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

5 Şubat 2022 Cumartesi

İnsan izinden bilinir

"Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası."
- Yûnus Emre

İnsan elbette sözle anlaşır ancak sözün anlam kazanabilmesi için anlatıcı ile dinleyicinin anlam dünyalarının kesişmesi gerekir. Bununla birlikte söz konusu bilginin de hem anlatıcı hem dinleyici tarafından gerek gündelik yaşamlarında gerekse zihinsel dünyalarında bir karşılığı olmalı. Günümüz insanının muhayyilesinde tasavvufi gerçekleri idrak edecek bir zemin oluşturmak oldukça güçtür. Tasavvuf, İslam coğrafyasında güçlü bir şekilde yaşandığı dönemlerde dahi pek çok rumuz kullanarak kendini ifade edebilmişken günümüzde öncelikle bu rumuzların çözülmesi ve daha sonra da günümüz zihniyetinde bu rumuzlara karşılık gelecek yeni rumuzlar bulunması gerekir. Bu anlamda düşünüldüğünde özellikle Lütfi Filiz’in Noktanın Sonsuzluğu isimli dört ciltlik eseri, günümüz insanının tasavvufu anlaması noktasında oldukça önemlidir. Lütfi Filiz, özellikle fizik bilimi başta olmak üzere yirminci yüzyılda ulaşılan bilimsel veriler ışığında, günümüz toplumsal ve siyasal yapısından hareketle tasavvufi kavramlara açıklık getiriyor.

Yûnus Emre’nin yukarıda zikrettiğimiz dizelerinde de rumuzlu bir anlatım var: Dilsiz nasıl bir haber getirebilir, kulaksız bu haberi nasıl dinleyebilir. İlk dizedeki çelişkinin açıklaması ikinci dizede veriliyor. Dilsizin de kulaksızın da anlaşmak için kullanacağı şey “can”dır. Ama bugünkü manada can değil. Yine Yunus’un bir başka şiirinde; “Ten fanidir, can ölmez, çün gitti geri gelmez / ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” diyerek ifade ettiği üzere ölümlüleri yaratan ve ölümsüz olanla irtibat kurduğumuz “can”dır. İnsan, diliyle söyler; kulağıyla duyar lakin dil de kulak da ölümlü olduğu için bunlarla ancak bu dünyaya ait olanları söyleyebilir ya da duyabilir. Ötelerin ötesini duyabilmek için can dili, can kulağı gerekir.

İşte, Sadık Yalsızuçanlar’ın Gezgin romanında hayatını anlatmaya çalıştığı İbn-i Arabî can gözüyle görmüş, can diliyle söylemiş bir insan-ı kâmil. Sadık Yalsızuçanlar, kronolojik bir hayat hikâyesi anlatmak yerine İbn-i Arabî’yi tasavvuf anlayışı içinde bir tekâmül serüveni içinde anlatıyor. Henüz on dokuz yaşında olmasına rağmen devrin filozoflarıyla hikmet tartışması yapabilecek kadar saf bilgiye ulaşmış, ilham ve keşif yoluyla öğrendiklerini ilmi bir metodla sürekli not eden Gezgin sistematik bir şekilde eserlerini ortaya koyuyor. Endülüs’te başlayıp, Fas, Arabistan, Suriye, Filistin ve Anadolu’ya uzanan bir yolculuğun hem kendi içinde kemâle erişini hem de bıraktığı eserlerle gerek çağının sufilerini gerekse sonraki çağların sufilerini etkileyen vahdet-i vücut anlayışını okuyabiliyoruz romanda.

Gezgin’in Filozofla karşılaştığı sahnede tevhit anlayışı şu şekilde veriliyor: “Sanki üç kişiydiler, Filozof, Gezgin ve Sessizlik. Filozof, Gezginle Sessizlik’i ayrı birer varlıkmış gibi hissediyordu. Sonra bu duygusu dağıldı, sadece Gezgin’i görmeye başladı. Kendisi de sanki yok olmuştu. Sadece o vardı.” İnsanın bir kâmil insan karşısında kendi benliğinden sıyrılarak Allah’ın birliğini ve bütün varlıkların Allah’ın varlığının bir yansıması olduğu idrak etmesi günümüz insanı için teorik olarak kolay görünse de bunu hakka’l yakin derecede bilmek pek kolay değil. Kendi varlığını yok kabul etmek günümüz insanı için oldukça romantik görünüyor. Burada İslâm inancının ve tasavvufun “Teslim ol ki hür olasın.” düsturunun önemi ortaya çıkıyor.

Devrin hükümdarları kendisinin fikirlerine başvurmuş, İbn-i Arabî bu istekleri herhangi bir makam veya mevki almamak karşılığında yerine getirmiştir. Saltanattan, şöhretten mümkün olduğunca uzak durmuş ama devrin sultanlarına alem-i İslam’ın selameti için tavsiyelerde bulunmaktan geri durmamıştır. Kitaplarını yazma amacına yönelik Gezgin’in ağzından şunları söyletiyor Yalsızuçanlar: “Bu kitapları yazarken yazarlık yapmak istemiş ya da belirli bir amaç gütmüş değilim. Ama kalbimi yakan ve göğsümü sıkıştıran bir ilhamı aktarmak zorundayım.” Bu ifade bize hem İbn-i Arabî’nin gerçek bilginin kaynağıyla ilgili fikirleri hem de dünyaya bakışı hakkında bilgi veriyor. Yalsızuçanlar’ın Gezgin’in ağzından aktardığı şu sözler de İbn-i Arabî’nin vahdet-i vücut anlayışını izah etmesi bakımından önemli: “Yalnızlık ona mahsustur. Yaratıcı’ya oranla O’ndan gayrı olarak algılanan her şey, bir yanılsamadan ibarettir. O’ndan başkasına ad olarak kullandığımız her sözcük bir ikilik içeriyor, aşılması gereken bir eksikliğe işaret ediyor. Rab ile kul arasında bir ayrımdan söz edilince, bu ikilik, aşılması gereken sınırlar üretiyor. Oysa varlık birdir, ikilksiz Tek’in dışında ne varsa bir hayal, bir gölgedir.” Bu ifadeleri günümüzün seküler zihniyeti insanın kendini Tanrılaştırması biçiminde yorumlayarak büyük bir hataya düşüyor. Bu sözlerde esas ifade edilen; sadece insanın değil, Yaratıcı dışındaki hiçbir şeyin bir varlığının olmadığıdır. Var olan tek şey tecellidir. Tecelli ise yine O’na aittir.

Yalsızuçanlar’ın romanı bize sadece İbn-i Arabî’nin hayatını sunmuyor. Dönemin İslam bilginleri, mutasavvıfları, siyasi olayları ve bütün bunların içinde İbn-i Arabî’nin tasavvuf anlayışını, insan-ı kâmilin özelliklerini ve dünya hayatının geçici bir yolculuk olduğunu okuyoruz Gezgin romanında.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

3 Şubat 2022 Perşembe

Kalplerimizin yaşı yoktur

Çocuk kitapları çocuklar için yazılmış olsa da aslında yetişkinlerin dünyasını da yansıtır ki zaten bildiğiniz üzere bu kitapların yazarları da yetişkinlerdir. İçinden gelerek, özenerek eser üreten her yazar çocuk kitabı dahi olsa insanların genelini ilgilendiren bir meseleye dokunur. Bundan daha da güzeli böyle bir kitabın kalplere dokunacak olmasıdır. Kalplerimizin yaşı yoktur. Samimiyetle yazılan her eser okurda iz bırakır, belki insanı sorgulatır ve her okunduğu yaşta farklı anlamlar kazanır. Öyleyse nitelikli çocuk kitaplarının belki okunmaya başlanırken uygun bir yaş sınırı vardır ancak ondan sonrası için bir yaş sınırı belirlemek abestir. Ne de olsa ölene kadar hayatımızın başlangıcı olan çocukluğumuz içimizde bir yerlerdedir.

Böyle bir girizgahtan sonra kalbime dokunan bir çocuk kitabından söz etmek isterim: Evsiz Ben’in Hikâyesi. Kitabın yazarı Özgür Aras Tüfek, kendisi Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni ama şimdilerde bir rüyanın içinde gezer gibi İstanbul Masal Okulunda çocuklara masallar anlatıyor. Yazarın daha önceden dilimizi korumanın önemini hatırlatan Türkçenin Muhafızları adlı bir serisi yayınlandı. Yakın zamanda da Evsiz Ben’in Hikâyesi okurlarla buluştu. Evsiz Ben’in Hikâyesi küçük dağ çileği ile sakız ağacı arasında geçen konuşmalarla başlar. Dağ çileği diğer çileklerden küçük -farklı- olduğu için üzülmekte, sakız ağacına dert yanmaktadır. Ama sonra diğer çilekler koparılırken kendisi küçük olduğu için koparılmayınca ve çok sevdiği sakız ağacının yanında kalınca bunun çok da kötü bir şey olmadığını anlar. Sakız ağacı ona gün gelip büyüyeceğini ve elbet onun da koparılacağını söyleyince küçük çilek ama benim evim burası, diye itiraz eder. Sakız ağacı ev ne demektir minik dağ çileğim, diye sorduğunda çileğin verdiği cevap tüm kitabın can alıcı noktasını bize özetler: Ev içinde rahat ettiğimiz, huzur bulduğumuz, sevdiğimiz, sevildiğimiz yerdir. Bunun üzerine sakız ağacı ona esas hikayemiz olan Evsiz Ben’in hikayesini anlatmaya başlar.

Evsiz Ben bir zamanlar bu çilek tarlalarında gezinen salyangozlardan biridir. Ancak o diğer salyangozlardan farklıdır; sırtında onu kötü havalardan, tehlikelerden koruyacak bir kabuğu yani evi yoktur. Bu da diğer salyangozlar arasında alay konusu olmuştur, Evsiz Ben mutsuzdur. Gün gelir evini aramak için yola çıkmaya karar verir. Buradaki yol motifi birçok hikayede karşımıza çıkar. Mutsuz/rahatsız olan kahraman gerçekten kahraman olabilmek için zorlu bir süreçten geçmelidir. Kahramanların bu cesareti gösterdiği ve zorlukları göze alıp yola koyulduğu noktada hikayeler de başlar. Evsiz Ben yaşlı salyangozun ona verdiği ayna, ip ve sopayla evini aramak için yola çıkar. Bu üç nesne yolculuğunda Evsiz Ben’e yardımcı olur. Yollarda çok yorulduğunda sopasından destek alır, aynasının ışığını yansıtarak tarla farelerini yardıma çağırır, ipini su kuyusundan çıkmak için kullanır. Yine de havasına, suyuna alışamadığı bu bilmediği yerlerde yorgunluktan bitap düşer ve uyuyakalır. Uyandığında bir turna kuşuyla gökyüzüne doğru çıkmaktadır. İlk başta korksa da korktuğu gibi olmaz, daha önce tarla fareleriyle olduğu gibi turna kuşuyla da dost olur ve neden bu yola çıktığını ona da anlatır. Turna kuşu kendisini sürpriz bir yere götürecektir. Acaba Evsiz Ben orada evini bulabilecek midir?

Hikayenin sonu okur için sürpriz ve düşündürücü bir sonla biter. Turna Kuşu Evsiz Ben’i öyle bir yere getirir ki Evsiz Ben şaşkınlık içinde kalır. Çünkü bu yerde kendisi gibi kabuksuz olan bir sürü salyangoz dolaşmaktadır. Bunlar sümüklü böceklerdir ve Evsiz Ben de aslında bir salyangoz değil sümüklü böcektir. Meğer onda bir eksiklik/kusur yoktur sadece ait olduğu yerde değildir. Ama Evsiz Ben hikayesini, arayışını, yolda olma halini öyle sevmiştir ki burada da uzun süre kalmamaya ve gezmeye karar verir. Çünkü belki de bir yerlerde bu hikayeyi duymaya ihtiyacı olan birileri onu beklemektedir.

Kitap bitince düşündüm ki hangimiz hayatın bir dönemecinde kendimizi diğerlerinden farklı, eksik görmedik ki? Hangimiz acımızı biricik bilip kendimizi yalnız hissetmedik? Belki hepimiz hissettik ama kaçımız Evsiz Ben gibi cesaretle evimizi yani huzur bulacağımız yeri/beni aramaya cesaret edebildik? Ve bu yola çıkınca asıl olanın aramak olduğunu idrak edebildik? Yazımızı Kemal Sayar’ın şu sözleriyle bitirelim: "Mutluluk arayışını bir kenara bırakalım artık, arayışın mutluluğu bize yeter. Bir bitiş çizgisi yok, aceleye mahal yok. Yolda olmak, büyümek ve en güzelin, en doğrunun izini sürmek. Gönlün yolla sermest olduysa, daha ne istiyorsun?"

Zeynep Odabaş
twitter.com/zeynneppakyol

Bir aptal bir aptala

“Bireysel ve kolektif tarihimizin gerçek ve ahlaki yüzü, ayrılıklar ve birleşmeler, trajedi ve komedinin sahnelendiği büyük oyundan başka bir şey değildir.”
- Maxime Rovere

Her gün onlarca insanla karşılaşıyoruz ve herhangi bir hukukumuzun olmasına gerek kalmadan hemen hemen hepsi hakkında bir fikrimiz oluşuyor. Dahası, yaşadığımız çağda artık bu karşılaşmaların yüz yüze ya da kanlı canlı olması gerekmiyor. Kitle iletişim araçları, internet teknolojileri, sosyal medya uygulamaları derken gerçek ile sanalın iç içe geçtiği büyük bir curcunanın içinde buluyoruz kendimizi. Pragmatizm eksenli zaaf ve eğilimlerimize zamanın ruhu da eklenince bu karşılaşmaların sonucunda yüzeysel fikirlerin yumağı hâline geliyor zihnimiz. Pragmatik yönümüz (bunu ahlaki ve/veya etik tutum şeklinde yorumlayanlar olacaktır) insanlar hakkındaki bütün fikirlerimizi uygun ortam olduğuna kanaat getirmediğimiz sürece açığa vurmamayı salık veriyor. Biz de öyle yapıyoruz. Esasında bu düşüncelerimizin genelinin ham fikir olduğunu söyleyebiliriz. Zira birden belirmiş ve zihinsel süreçlerden geçerek işlenmeden oluşmuştur. Dolayısıyla bunlar fikirden ziyade yargı, hatta birçoğu önyargıdır. Peki, hemen yukarıda paranteze alınan, sırtımızı dayayıp kendimizi temize çektiğimiz ahlak ya da etik bu işin neresinde?

Kolektif Kitap’tan çıkan "Aptallarla ne Yapmalı?" meselenin tam da bu yönüne eğiliyor ve felsefi açıdan sorguluyor. Kitap aptallığın felsefi boyutuna değinmesine değiniyor fakat felsefe tarihinin, aptallığın karşıtı olarak konumlandırdığı akıl üzerinden oluştuğu için filozofların aptallarla uğraşamayacak kadar yoğun olduklarının da altını çiziyor. Felsefenin ya da filozofların laftan anlamayana bir şeyler anlatmaya çalışarak zamanını boşa harcamayacağını söylüyor. Filozoflar açısından aptallık aklı kullanmayanların içinde bulunduğu teknik bir durumdur. Gelelim en önemli kısma: Bu teknik durumu derinlemesine analiz eden yazar Maxime Rovere, çalışmasını “etkileşimsel etik” şeklinde tanımlıyor. Henüz ahlakı ve etiği zihinsel açıdan hazmedememiş ‘etkileşenler güruhu’ için ne kadar da uç bir tanımlama demekten başka bir şey gelmiyor elden. Bununla birlikte yazarın nihai amacını alt başlıkta net olarak anlıyoruz: Rovere, “onlardan biri olmamak için” diyerek okurun içine bir kurt düşürmüyor değil. Ki, kurt’un akıbeti kitap bittiğinde ortaya çıkıyor. Psikoloji ve sosyoloji başta olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanıyla iç içe olan yüz altmış sayfalık kitap Türkçeye Servet Ugan’a tarafından çevrilmiş.

Aptallarla ne Yapmalı gerek isim gerekse içerik açısından ilk bakışta eğlenceli gibi görünüyor -ki öyle olmadığını söyleyemeyiz- fakat ilerledikçe aslında insanın kendisiyle yüzleşmesine neden oluyor. Öncelikle söylemek gerekir ki, çalışmanın üzerine inşa edildiği ‘aptal’ kelimesinin günlük hayattaki karşılığı biraz muğlak. Sözlük karşılığı üzerinden hareket edildiğinde uzlaşılan bir anlam bulunabiliyor fakat birini işaret etmeye kalkışıldığında sorunlu hâle geliyor. Basitleştirerek söylersek yazarın şöyle bir tespiti var: Aptallık birini işaret ettiğinde öznel bir tabir olduğundan işaret edenle sınırlı kalıyor. Bir anlamda göreceli bir duruma dönüşüyor ve herkes herkesin aptalı olmaktan uzak değil. Birisini aptal olarak niteleyen bir başkasının aptalı konumunda olabiliyor. Dolayısıyla aptallık net ve nesnel bir konumlanma bulamıyor. Bütün bu söylediklerine rağmen bir tanım getirmekten geri durmayan Rovere göre aptal, “Başkalarına saygı göstermeyip sıradan sağduyu ilklerini bile hiçe sayarak birlikte yaşamanın koşullarını ortadan kaldıran kişidir.

Yazar aptallardan kurtulmanın mümkün olmadığını, onlarla mücadele etmenin ise çok zorlu olduğunu belirtiyor. Zira bir aptalla mücadele etmeye kalkışmak aptallaşmanın adımlarından biridir. Aptallık bulaşıcıdır ve muhatabını aklın atıl bırakıldığı bataklığa çeker. Aptallaşmaya neden olan bir diğer tutum başka birini aptal olarak nitelemektir. Çünkü birini aptal olarak nitelemek öznel bir yargıyla hiyerarşik bir konumlanmayı beraberinde getirir ve niteleyenin kendisinin üstün olduğu düşüncesine dayanır. Tipik aptal tavrının arka planında da bu vardır. Bu tehlikelerden sakınabilmenin yolu aptalları tanımaktan geçmektedir. Rovere göre aptallar herhangi bir şeyi kabul etmez, fikri sabittir, inatçıdır, ne olduğuna bakmadan savaş ister, şiddet yanlısıdır, yıkıcıdır, bilinç dışı hareket eder, kolay olanı seçer, uyumsuzdur, diyalogdan uzaktır, iletişime kapalıdır… Rovere bu aşamada bazı önerilerde bulunuyor. Kişinin aptalların yaptıklarını salt manada kötülük olarak ele almayıp iyilikle yaklaşması, kendisiyle yüzleşip duygularını kontrol ederek meydan okuması ve üstün olduğu düşüncesiyle ahlaki ders vermekten kaçınması aptallarla mücadele etmenin işe yarar yöntemleri olabilir. Görünüşte basit öneriler fakat insanın doğası bu basit önerilere uymaya izin verir mi, orası tartışılır. Zira kötülük konusu, tahammül eşiği, ahlaki görelilik son derece kaygan bir zemine sahip.

Aptallarla ne Yapmalı’da aptallığın iradi olup olmadığı, ahlaki durumu, etik boyutu, genetik yönü ile psikolojik, sosyolojik ve felsefi bağlamına dair kapsamlı analizler yer alıyor. Buna göre aptallık hukuki değil, olgusal bir şeydir ve yaptırım açısından ancak toplumsal değerler çerçevesinde bir karşılığı olabilir. Dolayısıyla hukuk ve ahlak gibi normlar aptallığı yok etmede yetersizdir. Diğer yandan toplum zorunlu olarak aptal üretir, devlet otoritesi için aptalı ister. Ne aptal ne de aptallık bitirilemez, yok edilemez. O hâlde aptallarla yaşamaya alışmak zorundayız fakat aynı zamanda aptallığın hayatı zorlaştırmasına da izin vermememiz gerekir. Bu da aptallarla nasıl mücadele edileceğini bilmek ve aptallık tuzağına düşmemenin yollarını bulmaktan geçer. Kitap tam olarak buradaki farkındalığın izini sürüyor ve mümkünlüğünü arıyor. Hülasası, aptallardan kurtulmak mümkün olmadığına göre, etkisini azaltmayı deneyebiliriz diyor. Fakat sonsöz kesinlikle bu değil çünkü içe düşen ‘kurt’ boş durmuyor. Kitaba göre istisnasız her insanın takındığı bir tavır olarak bir başka insanı aptal olarak nitelemesi aptallık ise, aptal olmadığında ısrar edecek birileri çıkar mı?

Ya da hiç kimse aptal değil!

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

27 Ocak 2022 Perşembe

Bozkırdan insan hikâyeleri

Ethem Baran’ın son öykü kitabı Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor, yakın zamanda İletişim Yayınları tarafından neşredildi. Kitap üslûp açısından Ethem Baran öykücülüğünde farklı bir yerde bulunuyor. Diğer kitaplarındaki şiirsel ve imgesel anlatım yerini daha sade, düz, anlaşılır bir anlatıma ve önceki kitaplarına göre daha kısa cümlelere bırakmış. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum; çünkü yer yer önceki üslûbundan sahneler de yer alıyor kitapta. Yazar, bilerek böyle yazdım der gibi bir yol tutturmuş.

İki bölümden (Boş Geçmeyelim, Baş Dönmesi) ve ilk bölümde iki, ikinci bölümde altı öykü olmak üzere toplam sekiz öyküden oluşuyor kitap. Bu öykü sayısı da Baran için az sayılabilir. İlk bölümün öyküleri “Furkan” ve “Nisa” birbiriyle bağlantılı bir şekilde oluşturulmuş. Bir novella da diyebiliriz bu bölüm için. Zaten kitabın yarıdan fazlası bu iki öyküden oluşuyor. Furkan’da, ergenliğinin ortasındaki bir gencin iç monologlarını görüyoruz. Karakterin içinde bulunduğu ruh halini, topluma, ailesine, kurumlara bakışını çok başarılı oluşturmuş yazar. Genelde isyankâr ve sorgulayıcı görüyoruz karakteri. Babayla problem, mutsuzluk, belirsizlik ve platonik aşk öykünün genel atmosferini oluşturuyor. Aşırı detaya girmeden, Türkiye’nin muhafazakâr kesimine de (din tüccarlığı üzerinden) bir eleştiri topu atıyor yazar. Zaten karakterlerin isimlerinden de (Furkan, Nisa) anlaşılabilir hangi kesimin hikâyesini yazdığı.

İkinci öyküde ise bir kadın karakter görürüz ki bu, kitapta çok karşımıza çıkan bir durum değildir. Baba ve aile problemi iki öyküde de temel sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Buna bu öyküde alttan alta yalnızlık duygusu da ekleniyor: “Herkes kendince, hayatta kalabilmek için gerekli silahları bulmuş ya da onlara baştan verilmiş. Benim sadece kitaplarım var.” Yine tek karakterli bir öykü diyebiliriz Nisa’ya da. Fakat bu iki öykü de lirizm açısından zengin öyküler. Yazar zaman zaman ‘ben’ zaman zaman da “ilahi bakış açısı” anlatımıyla öykülerini zenginleştirmiş fakat karmaşıklaştırmamış. İki gencin problemlerini toplumsal bazı aksaklıklar içinde eritip başarılı iki öykü karşımıza çıkarmış.

Baş Dönmesi” bölümü birbirinden bağımsız altı öyküden oluşuyor. Yine duygu odaklı öyküler yazan Baran, “Tıkır Tıkır” öyküsünde farklı bir yola girmiş ve baston metaforuyla toplumun aynılaşması ve kutuplaşmasını işlemiş. İnsanın sevdiği yerde dahi yalnız kalabileceğini ve ‘bizim gibi olmayan haksızdır’ bakışını kısacık öyküde çok başarılı anlatmış.

Diğer kitaplarında da ara ara gördüğümüz, günümüz edebiyatının aksayan yönlerini ele aldığı bir öyküyü bu kitapta da görüyoruz: “Bay WC Sıcak Duş Emanet Alınır.” Yine duygu temalı (hayal kırıklığı) bu öyküde günümüzün hem okur hem yazarlarına da eleştiriler yok değil.

Gözleri Dolana Dolana” ve “Her Yaz” öyküleri tıpkı ilk bölümdeki gibi, genç karakterlerin gönül işlerini tema olarak ele alıyor ancak baygın, ağlak bir romantizm görmüyoruz hiçbir zaman. Ancak mutluluk da görmüyoruz. Karakterler ve öykü umutla umutsuzluk arasında, umutsuzluğa doğru bir akışta işleniyor.

Yazarın genel olarak dili kullanımı oldukça iyi. Diğer kitaplarında olan, daha çok taşra anlatımını kırmış, insana ve duygulara yönelmiş bu kitabında. Tam bir bozkır öykücüsü Baran ve buranın toplumunu gözleme kabiliyeti üst düzeyde. Ayrıca iç monolog öyküleri ayrı bir başarılı. “Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor”un yazarın en iyi bir iki kitabından biri olduğunu düşünüyorum.

Mehmet Akif Öztürk