30 Kasım 2021 Salı

Başkasının talihsizliği bizi neden keyiflendirir?

Duygular tarihi üzerine çalışan Tiffany Watt Smith'in kitaplarının dilimize kazandırılması çok önemli bir çaba. Önce Duygular Sözlüğü adlı çalışmasıyla bizi birçok duygunun ve dolayısıyla kelimenin tarihinde yolculuğa çıkarmıştı. Hemen birkaçını hatırlatmak isterim.

Papua Yeni Gine'nin dağlarında yaşayan Baining halkı, evlerine gelen misafirlerin bir ağırlık bıraktıklarına inanırlarmış. Bunun için evin dışına bir kâse su koyarlarmış. Ağırlığın ve kötü düşüncelerin bu su sayesinde evden çekileceğini düşünürlermiş. Buna da "awumbuk" derlermiş. Yıkık dökük binalara ve terk edilmiş yerlere karşı çekim duyma hissine Almancada "ruinenlust" denirmiş. 17. yüzyılda evlerinden uzakta savaşan İsviçreli paralı askerler arasında gizemli bir hastalık yayılmış. Tıp öğrencisi Johannes Hofer, "ineklerin boyunlarındaki öanların uzaktan gelen sesleriyle tetiklenen" bu hastalığı iki kelimeyi birleştirerek tanımlamış: Yunanca nostos (eve dönüş) ve algos (acı). Yani nostalgia. İngilizcedeki "happiness" sözcüğü Eski İskandinav dilindeki "happ" (fırsat, şans veya başarı) kökünden gelirmiş. 18. yüzyıldan önce "Tanrı'nın nuru üzerine olsun" demek için kullanılırmış. Guatama Buddha için sevinç, şanslı birkaç kişiye uğrayan bir duygu değil; sınırsız bir kaynakmış. Onun için "mudita" sözcüğü başkasının iyi talihi karşısında yaşanan sevinç anlamına gelirmiş. Mudita'yı hissettiğinizde başkasının mutluluğu sizin deponuzdaki mutluluğu azaltmaz, aksine artırırmış. Rönesans hekimleri, herkesin içinde biraz kara safra olduğunu ve bunun tüm hayatı etkileyeceğini düşünürmüş. Kara safra, MÖ 5. yüzyılda Hipokrat okulu tarafından ortaya çıkarılmış, adı da şöyle: melania chole (melankoli). Sabahları huysuz uyanmanın bir duygusu var: matutolypea. Romalı şafak tanrıçası Mater Matuta ile Yunanca keyifsizlik anlamına gelen "lype" sözcüğünün birleşiminden oluşuyor ve "sabah hüznü" anlamına geliyor. Bazen olmak istediğimiz yerden sıkılıp hiç bilmediğimiz bir yerde olmayı düşleriz. Finler bu duyguya "kaukokaipuu" demişler. Kauko (uzak diyarlar) ve kaipuu (hasret) sözcüklerinden oluşuyor. Tayland'da "greng jai" diye bir duygu var. Çok tanıdık: Karşımızdaki bize yardım etmek istediğinde, ona zahmet vermemek adına bu yardımı kabul etme isteksizliği. Endişeli olmak eski İngilizcede "wyrgan" kelimesinden gelirmiş. Anlamı: öldürmek ya da boğazlamak. Aşırı endişenin insana yaptığı da bu zaten.

Smith, Kolektif Kitap tarafından yayınlanan ikinci kitabında, işte bu duygulardan birini irdeliyor. Başkasının talihsizliğinden duyulan keyif: Schadenfreude. Bir politikacının korkunç biçimde dili sürçtüğünde, hırsız elindekini düşürüp paramparça ettiğinde, rakip takımın oyuncusu -ne acımasız ki- sakatlandığında, yakın bir arkadaşımızın -sanki ekmeğimize ortakmış gibi- işsiz kaldığını öğrendiğimizde, etrafına akıl vermekle ünlü birinin yaşlandığında aklını kaybetmesiyle, komşunun şov yaptığı arabası doluya tutulup kevgire döndüğünde, yarışmacının sabıkalı olduğuna vurgu yaparak onu rezil etmeye kalkışan jüri üyesi seneler sonra cezaevine girdiğinde, cani bir mafya liderinin karanlıktan korktuğunu okuduğumuzda, nice suçsuz insanı idama götüren hakimin boğularak öldüğünü işittiğimizde hep aynı duygu belirir içimizde: biraz şaşkınlık ama ağır basan ve hatta ferahlık veren bir neşe.

Peki neden? Yazar, bu duygunun çoğu zaman utanç verici bir his olduğunu söylese de oldukça insani olduğunu belirtiyor. Verdiği örnekler ve hikayeler insanın çok boyutlu yaşamını ve ruh halini aydınlatıyor: "Schadenfreude, ahlaki katılığın aksine duygusal esneklik kapasitemizin ve birbiriyle çelişkili görülen düşünce ve hisleri aynı anda zihnimizde tutma yeteneğimizin bir delilidir. Başka birinin başına gelen talihsizlik haberini duyduğumuzda bizi neşelendiren şey, hüsranlarımızda yalnız olmadığımızın, başarısızlar topluluğunun bir parçası olduğumuzun keşfidir. Schadenfreude bir kusur olabilir, kabul. Fakat ona muhtacız."

İnsan kendi 'Schadenfreude' duygusunu terbiye edebilir mi? Belki de gözden geçirmeye başlamak bile faydalar getirebilir. Smith, bu konuda birkaç öneride bulunuyor. Evvela Schadenfreude faydalıdır: Durduk yerde kendini değersiz hisseden bir insana bir anda şanslı hissettirebilir. Yaşamın absürtlüğünü görmeyi sağlar. Küçük bir üstünlük hissiyle yaşama yeniden tutundurur. Schadenfreude insanı etiketlemez: Birini teselli etmek isterken aynı zamanda kahkaha atmak da insana mahsustur. Duygusal esneklik hayatidir zira. Schadenfreude bilmek istemediğimiz şeyleri önümüze getirebilir: Kişinin başına gelenden neden zevk aldınız? Acıma duygunuzda zedelenme mi var? Kendinizi yetersiz ya da savunmasız mı hissediyorsunuz? Buyurun, kişisel terapi süreciniz başladı. Schadenfreude bazen itiraf ettirir: Sevdiğiniz bir kimsenin yaşadığı talihsizliğe gülüyorsanız, ona güvendiğiniz kadar durumu açıklayabilir böylece karşılıklı bir yüzleşme ve insanlığın köklerini keşfetme yolculuğu başlatabilirsiniz. Bazen itiraf etmek müthiş bir iyileşme sağlayabilir, hiç değilse iyi hissettirir zira dürüstlük nefis bir şeydir. Schadenfreude iki yönlüdür: Yani siz bir kişinin kötü anına gülümserken, o da sizin kötü bir anınıza gülümseyebilir. Bu durumda ya siz onun istediği bir şeye sahipsinizdir ya da geçmişte sahip olmuşsunuzdur. Demek ki ortada daha önce farkına varılmamış bir rekabet var. Tatlı bir rekabet, yaşama sevinci verebilir. Duyguları yeniden tanımanın ve onlar üzerine düşünmenin en güzel yanı, yaşamda orta yolu tutturmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu hatırlatmasıdır belki de.

"Zaman zaman, mükemmellik peşinde koşan bir dünyada, hatalarımızın terbiye edilmesi hatta idealde kökünün kurutulması gereken şeyler olduğu bir dünyada yaşıyormuşuz gibi hissedebiliriz. Schadenfreude'ya daha yakından bakmaksa farklı bir hikâye anlatır; başka insanların hatalarında -ve kendi hatalarımızda- bulabileceğimiz neşe ve rahatlamanın hikâyesi" diyor Smith ve şöyle devam ediyor: "Schadenfreude şeytanca görünebilir, fakat yakından baktığımızda çok daha karmaşık bir duygusal manzara ortaya çıkar. Üstünlük taslayan bir sırıtışın bir zafiyet emaresi olduğu meydana çıkar. Nefretmiş gibi görünebilen şey aslında çatışmalı bir tür sevgi ve aidiyet arzusudur. Başka birinin başına gelen talihsizlik haberini duyduğumuzda bizi neşelendiren şey, hüsranlarımızda yalnız olmadığımızın, başarısızlar topluluğunun bir parçası olduğumuzun keşfidir."

Yere kapaklanan birini gördüğümüzde, biz de kahkaha tufanına kapılabiliriz ama şunu da önemsememiz gerekiyor: yaşam yolunda her zaman dümdüz gidilemiyor. Düşe kalka yürünüyor ve bunu öğrenmek dahi huzur veriyor O hâlde schadenfreude için selamet diyebilir miyiz? Neden olmasın.

Yağız Gönüler

Gönülleri terbiye eden kaynak: Müzekki'n Nüfûs

"Gönül penceresine can kulağımı koydum
Dudak görmedim ammâ konuşulanı duydum."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Bir eseri değerli kılan, zamanının ötesine seslenebilmesinin ötesinde yüzünü kendi zamanının sorunlarına çevirmesidir. Aynı şekilde bir yazarı güçlü ve değerli kılan esas unsur tanık olduğu sorunlara kayıtsız kalmaması ve dahi çözüm önerilerinde bulunması yani toplumu olumlu yönde dönüştürmeye dair bir planı olmasıdır. 15. yüzyıl Anadolu’su Eşrefoğlu Rûmî’nin kendi ifadesiyle, “… münafıkların çoğaldığı, meşâyihe ve meşâyih sözüne itibar edilmediği, beylerin zalim, kadıların rüşvetçi ve müderrislerin fâsık olduğu, vâizlerin dünya için vaaz edip akçe biriktirdikleri…” bir yer haline gelmiştir. Eşrefoğlu Rûmî, böyle bir toplumsal ortamda halkı doğru yola sevk etmek amacıyla özellikle Türkçe olarak kaleme aldığı Müzekki’n Nüfûs'ta; ayet ve hadisler ışığında ahlaki anlayışını temellendirmiş, pek çok sûfînin menkıbelerinden örnekler vermiştir; toplumsal hayattaki huzurun, insanın nefsini eğitmekten geçtiğini vurgulamıştır. Anadolu sahasında bu alanda verilen ilk eserlerden biri olan Müzekki’n Nüfûs dilinin Türkçe olması ve anlatımındaki samimiyet sayesinde Türk halkı tarafından kısa zamanda benimsenmiş ve toplumun din ve ahlâk anlayışına tesir etmiştir.

Bir mukaddimenin ardından iki bölüme ayrılan eserin ilk bölümünde; dünya sevgisi, cimrilik ve cömertlik, nefsi emmarenin ilacı, ölümün tarifi, kabirden önceki sual, kıyamet, sırat, cennet, cehennem, sabır ve tevekkül gibi daha çok teorik sayılabilecek alt başlıklara ayrılırken ikinci bölümde gönüllerin terbiyesi, velilik, cemiyetten kaçıp uzaklaşma, zikir, mürşid-i kâmil, teslim, güzel ahlâk, âdâb-ı meşayih, zikrin telkini, halvet ve nasihat gibi gündelik ve toplumsal hayatı düzenlemeye yönelik konular ele alınmıştır. Her bölümde çeşitli hikâyeler (menkıbeler), ayet ve hadislerle mesele izah edildikten sonra bölümlerin sonunda müellifin kendine ait şiirlere de yer verilmiştir.

Eseri yayıma hazırlayan Abdullah Uçman, Eşrefoğlu’nun eseri;“Cemî hayrın başı korku üzerine olmaktır ve cemî şerrin başı korkusuz olmaktır, kimde kim korku varsa o eminliktedir!” düsturundan hareketle daha çok halkın korku damarına yönelerek…” kaleme aldığını belirtiyor. Buradaki korku Allah’tan korkmaktır zira Allah’tan korkan gayrıdan korkusuz olur. Gayrıdan korkusuz olmak, Allah’tan başka dost aramamaktır; bu da tevhide giden en kısa yolu bulmayı sağlar. “Sen çıkarsan aradan kalır şeksiz Yaradan” diyen Lütfi Filiz’in de aynı yolu başka bir açıdan tarif ettiğini söyleyebiliriz. Bu, gönül aynasını cilalamaktan yani dünyaya dair bütün sevgilerden arındırmakla mümkün olur. Cilalanmış bir gönül, Mevlânâ’nın “Gönül penceresine can kulağımı koydum / dudak görmedim ammâ konuşulanı duydum” beytinin sırrına erebilir.

Eşrefoğlu Rûmî, eserini bir sohbet havasında kaleme almış ve okuyucusuna genellikle “ey aziz” şeklinde hitap etmiştir. Bu ifade hem insanın yaradılışındaki yüce sırrı işaret etmesi hem de muhatabının az çok tasavvuf terbiyesinden geçmiş olduğunu var sayması bakımlarından önemlidir. Kitabın mukaddime bölümünde uyarı mahiyetinde şunları söylüyor: “Ey aziz, bir söz kim, Tanrı’dan, ya Resûl’den, ya sahabîden, ya meşâyihten söylenile, sen inanıcı ol! Zira inanmak kişiyi saadete iletir. İnkârı koy, İnkâr eden kişiler bu kitabın saadetinden mahrumdur.” Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’in sohbetlerini (sav) Mekke’li müşrikler de dinlemişler ama istifade edememişlerdir. “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.” ayetinin hükmünce nasipsiz kalmışlardır. Eşrefoğlu Rûmî, “ey aziz” diye hitap ettiği okuyucusunun kitaba açık bir kalple yaklaşmasını ve kitaptan istifade etmesini istiyor.

Peygamber Efendimiz’in (sav) bir hadisini dönemin diliyle şöyle aktarıyor: “Dünya ıssına âhiret haramdır ve âhiret ıssına dünya haramdır ve Allahu Teâlâ hazretin ıssına ikisi bile haramdır.” Yani dünyayı isteyene ahiret, ahireti isteyene dünya, Allah’ı isteyene ise her ikisi haramdır. Bu hadis, riyakâr din adamlarına ve tasavvuf yolunun başında bulunanlara bir uyarı niteliğindedir. Cimrilik bahsinde örnek verdiği bir hadiste Peygamber Efendimiz (sav): “Cimri zâhid bile olsa cennete giremez.” buyuruyor. Cimrilik; nefsin iştahını kabartan ve gönlü dünyaya bağlayan bir haslettir. Bu nedenle nefsini terbiye etmek isteyenin evvela cömert olması gerekir. “Bir hayırlı amelle gelene, onun on katı karşılık vardır.” ayetinin sırrınca cömert olup cömertlik bulmak gerekir. Fukaraya karşı eli açık olmanın önemini vurgulayan Eşrefoğlu Rûmî, “Çün fukaraya vermek Allah’a vermektir ve fukara eli Allah elidir. Pes minnet etmek hatadır.” diyor.

Eşrefoğlu Rûmî, cimrilik ve cömertlik bahsinde Yüce Allah’ın Musa (as) hitaben şöyle söylediğini belirtiyor: “Fakir midir ol kim ben onun Mevlâsı olam? Garip midir ol kim ben onun mûnisi olam? Hasta mıdır ol kim ben onun tabibi olam? Allah’a kul olan dünyadan hür olur. Gönlünden dünya sevgisini, dünya korkusunu, dünya telaşını atabilen kişi boynundan yularını da kurtarmış olur."

Tasavvuf eğitiminin temelinde az yemek, az uyumak, az konuşmak ve uzlet yatar. Bütün bunlar nefsi uyandırmamak ve bu suretle gönül otağını temizlemek içindir. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisinde; “Şeytan insanoğlunun damarları içinde kan gibi dolaşır; onun dolaşmasına engel olmak ve damarları daraltmak ise ancak açlık ve susuzlukla mümkündür.” buyurmuştur. Cenab-ı Hak, yüce Kur’an’da insanın gaflette olduğunu ifade ediyor. İnsan dünyanın geçici bir gölgelik olduğunu idrak edebilse ebedi yurdu için azık biriktirmekten bir an bile gafil olmazdı. Bu nedenle tövbe kapısı açıktır. Lakin samimi ve halis bir tövbe olmayınca şeytan insanı tövbeyle dahi kandırır.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

29 Kasım 2021 Pazartesi

Hayat denen karnavalın neresindesiniz?

Doğuyoruz, ailemizin bizim için hayal ettiklerini öğrenerek ve kabullenerek büyüyoruz. Sonrasında, onların hayalleri bizim hayallerimize dönüşüyor, ulaşmamız gereken hedefler ediniyoruz. Okulda başarı, ilişkilerde başarı, kariyerde başarı, aşkta başarı; başardığımızı düşündüğümüz her şey için listeye bir tik atıyoruz. Hedeflerimiz, isteklerimiz ve sahip olmak istediklerimizle ilgili bitmeyen listelerimizle hayat bir karnaval gibi görünüyor. Peki, sahiden öyle mi? Tik attıklarımızın bize neler kazandırdığını düşünürken sevinen kim? Aileniz? Patronunuz? Ölüler Nasıl Düşler aracılığıyla Lydia Millet şunu soruyor: Siz bu karnavalın neresindesiniz?

T.’nin hayatını şöyle özetleyebiliriz: Her gün işe gidiyor, başarılı olmak için gerekli hamleleri yapıyor, hep daha fazlasını istiyor, varması gerektiği yerden emin, genellikle sonucu çıkarlarına yönelik olanlar dışında hiçbir şeyi sorgulamıyor ve daha çok para kazanmak için kaybettiklerini ya da hiç ulaşamadıklarını umursamıyor. T.’nin hayatının özeti, kapitalist sistemin değer yargılarına göre yetiştirilen, başarıya odaklanan, doğadan kopan ve güce bağımlı hale getirilen bizlerin hayatının da özeti gibi okunabilir aslında. Lydia Millet, belki de bu yüzden karakterinin ismini vurgulamaktan geri duruyor çünkü ne yazık ki T.’nin yerine herhangi birinin ismi yazılabilir. Mevcut sisteme entegre olmuş yaşamlarıyla çoğu insan, aynı bu romanın baş kahramanı T. gibi sahip olmak, fethetmek ve bunun keyfini çıkarmak üzerine inşa ettiği hayatlar sürdürüyor.

T., her kariyerist ve güç peşinde koşan birey gibi, yola ve ilerlemeye inanıyor. Doğduğun yerden uzaklara gitmek, doğduğun kişi olarak kalmamak, sürekli ilerlemek ve birilerini arkada bırakmak güce doğru yapılan yolculuğunun olmazsa olmazları. Onun için durmak, felaket anlamına geliyor. Durmak, güce giden yolun tıkanması, başkaları güce adım adım yaklaşıyorken onun yerinde sayması anlamına geliyor. "Yolların olmadığı bir dünya neye benzerdi acaba? Düşününce bile ürkütücüydü. Yolların olmadığı bir dünya! O zaman hiçbir yere gidemezdi ki. Olduğu yerden ayrılamaz, bütün ömrünü doğduğu yerde geçirirdi."

Kahramanımızın hayatında dört eşik var; paraya, güce olan inancını derinden sarsan ve hem kendi doğasına hem de evrene doğru yolculuğa çıktığı dört durak: Arabasıyla çarparak öldürdüğü kır kurdu, Beth’in ölümü, Casey’le yollarının kesişmesi ve hayvanat bahçelerini ziyaretleri. T.’nin hayatındaki bu eşikler, onun kendi içine dönmesini ve doğayla kopan bağını yeniden örmesini tetikliyor. Beklemediği zamanlarda yitirmekle tanışan T., bu kayıplarla birlikte yıllardır yola devam ettiği kimliğini de yitiriyor. Kendini bulma yolculuğuna başlayan T., yüzünü doğaya dönüyor: "On dokuzuncu yüzyılda İngiltere’nin vahşi doğasına olan da buydu: şehirlere, çiftliklere, kirliliğe kurban gitmeden önce horlanıp göz ardı edilen doğa, ondan geriye hemen hiçbir şey kalmadığında, şiirlere resimlere konu olmuş, maneviyata çıkan en kestirme yol haline gelmişti."

Ölüler Nasıl Düşler, insanın hayatındaki anlam arayışının, öğrenilmiş anlamlara tutunmasının ve kendisine öğretilen bu anlamları yitirmesinin sınırlarında geziniyor. Yavaş ve derinden ilerleyen monologlar, okuru, uzun süren ve iz bırakan sorgulamalara vardırabilir. Kimim? Ne istiyorum? Olmak istediğim yerde miyim yoksa bana olmamı söyledikleri yerde mi?

Kitabın akışı, T.’nin evrimi olarak da yorumlanabilir. Aslında son zamanlarda sıkça duyduğumuz doğaya dönüş hikayelerini bile anımsayabilirsiniz. Kahramanımız T.’nin, aslında mevcut sistemde yaşayan herkesin, hayatındaki akış benzer: Doğuyoruz, yürüyoruz, okumayı öğreniyoruz, üniversiteyi bitiriyoruz, işe başlıyoruz, orta sınıf imkanlarına kavuşuyoruz, daha fazlasını istiyoruz, stres nedeniyle hasta oluyoruz, istifa etme cesareti gösteriyoruz ve doğaya dönüp büyük şehirleri terk ediyoruz. Ölüler Nasıl Düşler, T.’nin kapitalizmin çarkına dahil oluşuna tanıklık ettiğimiz ve sonrasında, kendisini kır kurduyla özdeşleştirdiği bambaşka bir kimlik kurma çabasına şaştığımız, okurun da bu yolculuğa kendi kimliği ve hayatla ilişkisi üzerine düşüncelere dalarak eşlik ettiği zengin bir anlatı. Ancak bu anlatıda süslü cümleler, büyüt öğütler yok: kitabı bitirdiğimiz de anlıyoruz ki olan, olduğu şekliyle anlatıldığında da hayli öğretici ve sarsıcı.

Özge Uysal

Bir Filistin kadar uzak

“Düşmanlıklar zamanında işinizin, her şeyden önce gelen erdeminizi korumak, yani hayatta kalmak olduğunu varsayalım. Geri kalan her şey ikinci plandadır. Ancak, kesintisiz bir düşmanlıklar zamanında hiçbir şey ikinci planda olmaz. Her şey birinci gelir.”
- Gassan Kanafani, Filistin’in Çocukları: Hayfa’ya Dönüş

Kitabın lükse dönüştüğü bugünlerde sırtını yağlı kapıya dayamayan yayınevlerine şaşırıyorum. Hem butik yayınevi olacaksınız hem de okunmayacağını, dolayısıyla satmayacağını bile bile nitelikli kitaplar neşredeceksiniz. Bir okur olarak bu yayınevlerinin aldıkları riski takdir ederken kültür dünyamıza yaptıkları katkıdan dolayı müteşekkir olmamız gerektiğini düşünüyorum. O yayınevlerinden biri de nitelikli kitaplarıyla dikkat çeken Zoom Kitap. Yayınevinin ilgiyle takip ettiğim “not defterleri” serisinin üçüncüsü olan Düşmanlıklar Zamanı’nda görünüşte pek yabancısı olmadığımızı zannettiğimiz ama biraz dikkatli bakınca pek de aşina olmadığımız bir durumu ele alıyor: Filistin direnişi. Yabancısı olmadığımızı zannettiğimiz tabirine muhtemelen itiraz edilecektir. Zira bu ülkede İslamî hassasiyeti olan her birey bu konunun içinde kendine mutlaka bir konum bulur. Genelde de bu konum hamasi söylemi ağır basan bir ve hatta konforlu bir yerdir. Bizde mutat olduğu üzere Sünni (başka yerlerde başka) bakış açısına sahip bu konum imanî boyutta ele alınır. Düşüncenin alışık olduğumuz seyrini burada durdurarak kitaba gelirsek, Düşmanlıklar Zamanı meseleyi bu konuyla ilişkili ama farklı bir zaviyeden ele alıyor. Gassan Kanafani ve Filistin Direniş Edebiyatı alt başlığını taşıyan eser Filistin sorununa bir edebiyatçı olan Kanafani özelinde bakmaya çalışıyor.

Yazar Filistin sorununu İsrail’in bölgeyi işgal edişinin öncesinden başlayarak işgal sürecini, sonrasını ve Arap coğrafyasının verdiği tepkileri birlikte ele alıyor. Bu yönüyle yüz otuz iki sayfalık metin bir yandan Gassan Kanafani’yi (1936-1972) tanıtırken bir yandan da tarihsel süreci eşsüremli olarak okumaya imkân tanıyor. Kitap üç bölüm ve Kanafani’nin ABD’deki bir dostuna yazdığı duygu dolu bir mektubun yer aldığı Ek’ten oluşuyor. Bölümler sırasıyla Düşmanlıklar Zamanı, Mağlup ve Güneş, Umut ve Varlık Sebebi Olarak “Hata” isimlerini taşıyor. Müellif Ali Çakmak, Düşmanlıklar Zamanı adlı ilk bölümde Kanafani’nin kim olduğuna değinmiş ve onun içinde doğarak yetiştiği atmosferi gösterebilmek için sosyal, siyasi ve askeri gelişmeleri kronolojik şekilde aktarmış. İkinci bölüm olan Mağlup Güneş’te Kanafani’nin edebiyatı nasıl ve niçin kullandığını göstermeye çalışmış. Umut ve Varlık Sebebi Olarak “Hata” adlı üçüncü bölümde ise özellikle Kanafani sonrasında Filistin direnişinin geçirdiği aşamaları daha geniş bir perspektif ile değerlendirerek başta Edward Said (1935-2003) olmak üzere bir kısmı Yahudi olan birçok entelektüelin Filistin-İsrail sorunuyla ilgili eleştiri ve özeleştirilerine “hata” vurgusuyla yer vermiş. Ali Çakmak’ın her üç bölümde de Kanafani’nin gerçekliğe dayanan eserlerinde yaptığı alıntılarla onun edebiyat anlayışını açığa çıkarmayı denediğini söyleyebiliriz. Diğer yandan Kanafani’nin eserlerinde ele aldığı konuların kendi hayatındaki yaşanmışlıklardan örüntüler taşıdığını bir dipnot olarak belirtelim. Burada bir noktanın altını çizmek gerektiği kanaatindeyim. Yukarıda değindiğim üzere, Filistin’i ele alış biçimimizden dolayı pek bilmediğimiz yönlerinin ve kahramanlarının olduğunu ancak kapsamlı okumalar yaptığımızda anlayabiliyoruz. Gassam Kanafani onlardan birisi ve bu durum Filistin ile sınırla değil. Bu coğrafyada önemli işler yapmış birçok ismi tanımıyor olmamızın en önemli sebebi mezhep kutuplaşması ya da ideolojik saplantılarımız olduğu bir gerçek. Bu bağlamda Kanafani’ye Filistin ile ilgili sol, sosyalist literatür karıştırıldığında rastlanması tesadüf olmuyor. Söz konusu kutuplaşma ya da saplantıyı kısa süre önce ebediyete göç eden Sezai Karakoç’un (1933-2021) ardından konuşulanlar kanıtladı diye düşünüyorum. Hâsılı görmeme, aşağılama ya da indirgeme eğilimimiz bir kesimle sınırlı değil. Sağ, sol, laik, milliyetçi, dindar, muhafazakâr, seküler fark etmiyor. Farklı olduğumuzu düşünüp, söyleyip aynı tavrı takınıyoruz.

Tekrar konuya dönersek, kitapta ele alınan dönemle ilgili ‘karşılaştırmalı’ birkaç okuma yaptığınızda Kanafani’yi solun sahiplenmesinin nedenini de görüyorsunuz. Öncelikle Kanafani’nin katledilmeden birkaç yıl önce tümüyle sol, sosyalist, Marksist düşünceyi benimseyen bir isim olması bunun asıl nedenidir. Bununla birlikte sol literatürün vurgulayarak aktardığı bazı detaylar ilgi da ilginç. Bunların arasında Kanafani’nin Hıristiyan asıllı olduğu, misyoner okulunda okuduğu, Danimarkalı bir çocuk hakları savunucuyla evlendiği, dünyanın farklı yerlerindeki marjinal sol örgütlenmelerle dirsek temasında bulunduğu gibi değini ve vurguların maksatlı olduğu açıkça görülüyor. Diğer yandan Kanafani’nin Müslüman olduğu, babası tarafından misyoner okuluna gönderildiği ve Marksist düşünceye kayışıyla eşzamanlı olarak Tanrı inancında değişimler görüldüğünü aktaran kaynaklar da yok değil. Hangisinin doğru olduğundan ziyade söylemin kimin tezgâhından geçtiğiyle ilgileniyorum ve sonuç Cemil Meriç’in deyimiyle “aklımıza giydirdiğimiz deli gömlekleriyle” yaklaşıldığının kanıtı oluyor.

Eser her ne kadar biyografik bir metin olsa da Kanafani’nin eserlerinde yapılan alıntılar sayesinde farklı konuma yerleşiyor. Zaten kitabın amacı Kanafani üzerinden Filistin özelinde genel anlamda direniş edebiyatını örneği sunmak. Bu bağlamda Kanafani’nin eserlerinde sadece Filistin’deki işgal ve mücadele durumunun yer almadığını söyleyebiliriz. Zira Filistin’i çevreleyen Arap coğrafyasındaki değişimler de net şekilde görülür. Zaten Ali Çakmak Kanafani’yi değerlendirirken Filistin’deki siyasi, askeri ve sosyal seyir ile onun edebiyatının seyrinin etkileşim içinde olduğunu vurguluyor. Dolayısıyla kitap bugün Filistin’in simgesi hâline gelen savaş, saldırı, gerilla, bombalama gibi doğrudan yok edici, zarar verici şiddete yönelik fiili eylemlerin ötesinde daha felsefi ve edebi şeyleri konu ediniyor. Bu yönüyle Düşmanlıklar Zamanı’nın konuyu başka bir boyuta taşıyıp entelektüel seviyeyi yukarıya çektiğini söyleyebiliriz. Elbette bu eğilime ve yoruma pasifliğe yol açması nedeniyle karşı çıkanlar çoğunlukta olacaktır deyip konuyu kapatayım.

1936 yılında dönemin İngiliz Mandası olan Filistin’de dünyaya gelen Gassan Kanafani gençlik yıllarında Arap milliyetçiliğini benimsemiştir. On iki yaşında İsrail’in kuruluşuna ve sonrasında yaşananlara bakıldığında Kanafani’nin seçiminin mantığı anlaşılır. Zaten o dönem sadece Filistin’de değil Arapların arasında da Mısır’ın başını çektiği Arap milliyetçiliğinin kurtuluş sunacağı düşüncesi oldukça yaygındır. Mısır’ı 1956-1970 yılları arasında yöneten Cemal Abdünnasır (1918-1970) 1958’de Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olur. Amacı bütün Arap ulusları tek bir devlet altında birleştirmek olan bu girişim üç yıl sonra, 1961’de sona ermiştir. Arap Birliği idealinin önderi olan Abdünnasır’ın popülaritesinin sona ermesi ise 1967 Arap-İsrail Savaşı’yla (Altı Gün Savaşı) olmuştur. İsrail altı günde, aralarında Mısır, Suriye ve Ürdün’ün doğrudan, Suudi Arabistan, Irak, Cezayir, Tunus ve Fas’ın dolaylı olarak katıldığı Arap ittifakını yenilgiye uğratmıştır.

1948’den beri çatışmalar nedeniyle evini terk eden Filistinlilere geri dönmeleri için imkân tanıyan İsrail hükümeti, onların mülklerine yerleştirdiği Yahudiler üzerinden, altı günde elde ettiği askeri zaferi psikolojik üstünlüğe dönüştürmek amacındadır. Buna karşın yıllar süren işgal, sürgün ve yenilgiye Arapların sessiz kalması ve hiçbir şey yapamaması Kanafani’yi hayal kırıklığına uğratmıştır. Mülteci olarak gidenlerden geri dönüşler yaşansa bile bulunan yer bırakılan yer değildir. İsrail’in dünyanın farklı yerlerinden getirdiği Yahudiler yurdundan edilen Filistinlilerin mülklerinin sahibidir artık. Mağdur Filistinlileri savunacak, onlara destek olacak hiç kimsenin olmadığını gören Kanafani Arap milliyetçiliğinden Marksizm’e doğru bir kayma yaşamıştır. Artık düşman başta Siyonizm olmak üzere emperyalizm, kolonyalizm ve Arap gericiliğidir. Ona göre Arap liderleri Arap toplumlarının arzusu yerine Siyonist İsrail ile işbirliği içinde hareket etmektedir. Kanafani 1968’den itibaren Arap ulusçuluğundan tamamen koparak Marksist görüşü benimsemiştir. Bu değişim Altı Gün Savaşı sonrasında ortaya çıkan Filistin gerilla örgütlenmesiyle de yakından ilgilidir. Sonraki yıllarda sosyalist bir örgüt olan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) sözcüsü ve uluslararası ilişkiler sorumlusu olmuştur. 1972 yılında henüz otuz altı yaşındayken Beyrut’ta MOSSAD tarafından yapılan bir suikast sonucu hayatını kaybetmiştir. Kısa hayatını işgal, sürgün, kaçış ve savaş içinde yaşayan Kanafani direniş mücadelesini edebiyat eserleri ve sanatsal çalışmalarıyla vermiştir. Lübnan’da yayınlanan The Daily Star gazetesi Kanafani katledildiğinde onun edebiyat ve sanatla yaptığı direniş mücadelesini "Hiç ateş etmemiş bir komando." şeklinde vurgulamıştır. Ali Çakmak Kanafani’nin edebiyatını adil bir düzlemde oluşturmaya gayret ettiğini belirtiyor. Yahudi imgesini doğrudan düşman olarak belirlemeyen ve öyle tanımlamaktan kaçınan Kanafani adil ve önyargısız bir dil oluşturmuştur. Eserlerinde empati kurarak ya da kahramanlarının iç seslerini aktararak aslında yapmak istemedikleri şeyleri yaptıklarını ya da yapmak zorunda bırakıldıklarını işlemiştir. Bir yanıyla onlar da sürgün yaşamaktadır ve bir kurtuluş umuduyla geldikleri topraklar onların muhayyilelerindeki Yahudilikten çok farklı çıkmıştır. Benzer bir yaşanmışlığı Yahudi asıllı Zygmunt Bauman’ın (1925-2017) hayatında da görürüz. Kendisi de sosyalist olan Bauman sosyalist devletinin politikalarını eleştirdiği için dışlandığı ülkesinden (Polonya) gitmek zorunda bırakıldığında (1969) ilk yer “ata yurdu” İsrail olur. Fakat İsrail devletinin uygulamalarını onaylamaması yüzünden orada da barınamaz ve kısa süre sonra (1971) İngiltere’ye gitmek zorunda kalır. Kanafani’nin de üzerinde durduğu konularda görüldüğü üzere o dönem Filistin’e göç ettirilen bazı Yahudilerin de aynı süreçleri yaşadığı anlaşılıyor.

Kitabın özellikle ikinci bölümümde Kanafani’nin edebiyat anlayışı üzerine duruluyor. Yazılanlara göre Kanafani öykülerinde Filistin-Yahudi ‘savaşını’ anlatır fakat bunu hamasi üslupla yapmamaya özen gösterir. Öncelikle toptancılıkla tüm Yahudileri düşman olarak betimleme kolaycılığı yerine o toplumun içinde insani yaşanmışlıkları olan bireyleri göstermeyi seçer. Filistin topraklarına göç eden -ya da ettirilen- Yahudileri yaşam süreçleriyle birlikte değerlendirmeye çalışır. Asırlardır Avrupa’da yaşadıkları yersiz-yurtsuzluk psikolojisini yanlarında getiren bu insanlar inandıkları ilkelere uygun ya da alışık oldukları veya arzuladıkları yaşam biçimi oluşmamıştır. Hatta Kanafani’nin eserlerindeki Yahudi karakterler kültür ve değerlerinin hızla yok olduğu korkusuyla yaşar ve aralarında bu gidişata karşı koymak isteyenler çıksa da egemen olan işgalci siyasi kesime boyun eğmek zorunda kalır.

Ali Çakmak, Gassan Kanafani için Filistin direniş edebiyatının ilkidir diyor. Kanafani’ye göre direniş edebiyatı Filistin toplumunun önemli bir dinamiğidir ve Filistin direnişi 1920’lerden beri buradan güç almaktadır. Bu direniş damarı Siyonist işgalin öncesine, İngiliz kolonyalizmine kadar uzanmaktadır. Kanafani’nin edebiyatı metaforlar ve alegoriler içermektedir. Bireysel hikâyelerin detaylarındaki muazzam yaşanmışlıklar ulusa teşmil etmektedir. Ali Çakmak Kanafani’nin edebiyatını Frederic Jameson’ı referans göstererek yorumluyor. Jameson’a göre bütün Üçüncü Dünya metinleri alegoriktir ve bu örnekler ulusal alegoriler olarak okunmalıdır. Bireysel deneyimi kolektif durumun başarı ölçütü olarak kullanarak anlatmak Üçüncü Dünya edebiyatının en önemli özelliklerindendir. Çakmak Kanafani’nin özellikle Güneşteki Adamlar’ının aynı kategoriye girdiğini belirtiyor. Romandaki sessizlik ve iktidarsızlık olgularıyla toprağından koparılarak mülksüzleştirilen Filistinlilerin hesap soramayışı anlatılmaktadır.

Kanafani’nin eserlerinde buruk bir her zaman ümit vardır ve özellikle bu bağlamda çocuklar ile gelecek önemli yer teşkil etmektedir. Fakat geç dönem eserlerinde görülen karamsar üslup Arap toplumunun parçalanmışlığına işaret eder. Filistin soyut anlamda da parçalanmış ve dağılmıştır. Kanafani yersiz yurtsuz bireylerden oluşan kahramanları üzerinden mülteci psikolojisini ele almıştır. Zaten onun yazdıkları yaşadıklarıdır ve eserleri en nihayetinde Filistin’in hikâyesidir. Kanafani romanlarında evrensel mutluluk ve üzüntüyü Filistin ve Filistinliler üzerinden göstermeyi dener. O, siyasi kimliğin edebiyatı değil, edebiyatın siyasi faaliyetleri belirlediğini vurgulamak için yazmaktadır. İşgal sonrasını konu alan yazılarında Filistinli artık kim diye sorar ve yanıtlar bulmaya çalışır. Bütün amacı güzel ve huzurlu geçmişinden kovulan Filistin halkına geleceğe dair birleştirici ümit vermektir. Onun edebiyatı birleştirici bir güçtür.

Kanafani’nin eserlerinde etik, estetik ve politik arasındaki ilişki zorlama değil gerçek ve doğaldır. Onun bazı eserlerindeki geçmiş-gelecek arasındaki dalgalanmaya dayalı kurmaca tekniği bilinçakışı yöntemini kullanan Batılı romancılarla bir arada anılmasını yol açmış, onlardan oldukça etkilendiği şeklinde yorumlanmıştır. Zaten kendisi de özellikle William Faulkner’ı kendisine yakın bulduğunu söylemiştir. Yazar yirminci yüzyıl Batı edebiyatının genelde Arap, özelde Kanafani’nin eserlerindeki etkisine değinerek konuyu detaylandırıyor.

Yazının sonunda bir şerh düşmek istiyorum. Ali Çakmak, İsrail’in yaptıklarını yanlış bulan isimler arasında Yahudi asıllı entelektüelleri de sayıyor. Bu isimler İsrail’in yirminci yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da maruz kaldıkları her ne varsa Filistin halkına uygulayarak Avrupa’nın oryantalist ve sömürgeci özelliklerini barındıran bir görürüm arz ettiğini belirtiyor. Farklı isimlere atıfla yapılan alıntı ve tartışmaları “Yahudilere Auschwitz’de yapılanlar, İsrail’in Filistin’de Filistin’e ve Filistinlilere yaptığı yanlışları doğru ya da haklı yapmayacağı” şeklinde özetleyebiliriz. Bu özete katılmakla birlikte yazarın çok temel bir sorunu gösteren yorumuna katılmadığımı belirtmek isterim. Çakmak’a göre İsrail’in giderek sağcılaşan ve saldırganlaşan tavrının izahını 1948’deki kuruluşunda, kuruluş politikaları ve felsefesinde aranması gerektiğini söylüyor. Bu tavrın köklerinin çok daha derinlere, eskilere gittiği, ortaya çıkışının kazanılan ya da verilen imkânlar ile ilişkili olduğu kanaatindeyim. Ayrıca Siyonist düşünceyi bu denli azgınlaştıran uğradıkları zulüm ve ötekileştirme değil bana göre. İsrailli olma idesi bir varoluş dinamiği olarak ‘şımarık’ hareket etmeyi kanıksamış bir eğilimdir. Zira etnisitelerini de belirleyen inançlarının bir dayatmasıdır bu. Belirli bir güce ve imkâna sahip olduklarında bugünün İsrail’i gibi davranmak zorundadırlar. Aksi hâlde yokturlar, yok olurlar. Bu yaklaşım Bauman’ın Holokost değerlendirmesiyle ilginç bir benzerlik gösteriyor. Bauman Holokost’un (katı) modernleşmenin zorunlu sonucu olduğunu ve onu Hitler güdümündeki Almanlar yapmasaydı yine de (birileri tarafından) yapılacağını söyler. İsrail’in kuruluşu ve sonrasındaki yaşananlar da Holokost’un ya da 1948 kuruluş felsefesinin sonucu değil, Yahudi kimliğinde içkin olan varoluş idesinin sonucudur. Siyonist düşünce öyle ya da böyle bir yolunu bulup yapacağını yapacaktı.

Dipnot:
1. Konu hakkında detaylı bir çalışma için Filistin'in Çocukları Hayfa'ya Dönüş ve Diğer Hikâyeler adlı eser tavsiye edilir.
2. Zoom Kitap’ın “not defterleri” serisinin ilk ikisi hakkında değerlendirmeler için aşağıdaki linklere bakılabilir:
- Ataç, Meriç, Caliban, Bandung
- Fransız Devrimi’nde Devrimci Olan Neydi?


Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

28 Kasım 2021 Pazar

Gogol’un “Burun”unu ararken

Bazen bir kitabın size anlattıklarını ancak büyük bir hacimle anlarsınız. Bazen de bir yazar size kısacık bir şans verir, yorulmadan anlayın diye hayatı. Yani demem o ki sözün tesiri hacminde değil niyet ve maharetindedir çoğu zaman. Bu girişi de özellikle buraya koymak istedi gönül zira groteks düzeyde mizah ve hicvin, bu kadar doğrudan ve bir nefeste aktarılması, elimize nerede ise lokmalık hükmünde bir metin sunmuş Burun’da…

Gogol bir şehir içi yolculuğunda okunacak kadar kısa öyküsünü 1833’te kaleme almaya başladı ve ilk yayınlanma denemesi 1835’te reddedildi. Neyse ki Puşkin vardı ve eseri kendi dergisi Savremennik’te “N. V. Gogol uzun süre bu şakanın basılmasını istemedi; ama biz, bu öyküde öyle şaşırtıcı, akla sığmaz, neşeli, özgün şeyler bulduk ki öykünün elyazmasının bize verdiği zevki okuyucularımızla paylaşmaya razı olması için kendisini güçlükle kandırabildik” notu ile yayınladı. Gogol’ün sonraki yıllarında Puşkinsiz bir dakikasının geçmemesinin en önemli sebeplerinden biri belki de bu hamiyetli tavır oldu. Roma’da yine Puşkin’in yönlendirmesi ile kaleme aldığı Ölü Canlar’ı bitirmeye çalışırken gelen ölüm haberinin yıkıcılığını burada anlatmaya çalışmak da bu manada beyhude olacaktı.

Gogol’un 1828’te Petersburg’a gelmesi ve memur olma çabalarının sonuç vermemesi ile Burun hikâyesindeki memur, aristokrat, bürokrat taşlamasının muhakkak ki ilintisi yüksek. Bu manada onun hemen her eserinde kendi zamanının hemen tüm sorunlarının alabildiğince canlı işlenmesi çok da garip değil. Bir çoğu bizatihi yaşadığı mağduriyet ve zorluklardan müteşekkil iken hele de.

Gogol’un Burun’u muhtemelen edebiyat tarihinin en gerçeküstü ama hiç de garipsenmeyen fenomenlerinden biri. Bunun izahını yapmak Gogol’un zekâsını göz ardı edince zor elbette, zira Gogol’un sadece Rus edebiyatına değil Dünya edebiyatına en büyük katkısı zaten bahse konu maharet. Günümüzün -gereksiz kullanılan- imge ve kelime oyunlarına kurban edilen edebi anlatısının yüzleşmesi gereken en reel sorunu da bu gibi duruyor. Çünkü bugün yayınlansa basit, klişe ve sonu belli bir rüya anlatısı olarak burun kıvırılacak olan Burun, kısacık gövdesine kendi çağı için tüm Rusya’nın en büyük sorunlarını sığdırır. Eserin okuyucusu evvela bunu fark etmeli.

Öte yandan, öykü, ana karakter Kovalev ve Burun’unu, daha doğrusu kayboluşunu konu alsa da Gogol’ın anlatmaya hikâyenin ortasından başlaması bir açıdan bakıldığında modern öykü ile post modernite arasındaki bir ilk işareti de hissettirmekte. Yani konunun da anlatımın da bir ilk örnek olarak görülmesi mühim.

Gogol’un Burun’u, absürt ve abartılı bir edebi “şaka” olarak kendisi tarafından tanımlansa da eser 19.yüzyıl ortalarında (1861) köylü serfliğin kaldırılması noktasında çok önemli bir süreci de başlatır. Zira Ölü Canlar ile zirve yapan eleştirel bakışın habercisi de bu hikâyedir. Rus toplumu ve devlet düzenindeki hissedilir yozlaşmayı bu kadar doğrudan anlatmak sonraları gelen birçok eserin de yolunu açacaktır. Ki “hepimiz Gogol’un Paltosundan çıktık” söylemi bu doğurucu/cesaretlendirici etkiyi tasdik eder.

Gogol sonraki eserlerinde çok güçlü şekilde görülecek doğrudan söyleme ve genelleme üslubuna bu eserde de sık sık başvurur. İvan Yakovleviç bütün kendini bilen küçük Rus esnaf ve sanatçısı gibi doğma büyüme bir ayyaştı derken olduğu gibi. Gördüğünü, hissettiğini, tespit ettiğini hızlıca anlatmak ister gibidir, ki çok genç bir yaşta ölümü iyi ki bunları bu kadar doğrudan ve dolanmadan söyledi dedirtir okuyucuya.

Bizde Cevdet Kudret’in ünlü Kulak’ı var Burun’u hatırlatan. Hikâyeler farklı ise de bürokratik tembellik ve memuriyete dair tespitler birbirine benzer. Belki de bu eseri de peşi sıra okumak keyifli olabilecektir kitap dostları için.

Son söz Gogol’un;

"Ancak şimdi üzerine biraz düşündükten sonra bu hikayede gerçekçi olmayan bir şeylerin olduğunu anlayabiliyoruz....Ama buna rağmen, eğer bu konuda biraz düşünürseniz içinde bir doğruluk payı olduğunu görürsünüz."

Galip Çağ
twitter.com/caggalip

Osmanlı devrinde patronaj sistemi

Günümüzde bir işe girdiğimizde, patron bize bedavaya maaş vermez, önce bizden iş yapmamızı, işine yaramamızı ister. Kariyerimiz ilerledikçe de yakınında durduğumuz makamlar değişir, hangi makama yakın durduğumuza göre de bizim makamımız ve çalıştığımız alandaki kıymetimiz belirlenir biraz. İçinde bulunduğumuz çevre, temasta olduğumuz insanlar, yaşadığımız şehir gibi dış etkenler de çoğu zaman hayatta ulaşacağımız noktaları belirler. Bugün üniversite tercihleri yapılırken bütün hocalar öğrencilerine “İstanbul,” telkininde bulunur örneğin. Kültürün başkenti İstanbul’dur çünkü. Hayatın hemen her alanında böyle bir sistem kurulmuştur, hep vardığı noktanın daha ilerisine çıkmak ister insan. Yaptığı iş ne olursa olsun, mühendis, doktor, hatta şair ise bile.

Asıl meseleye geçmeden önce şu hususa değinmenin yerinde olacağını düşünüyorum: Divan şiiri geleneğinde “mürettep divan,” denilen bir kavram vardır. Divan tertibi. Bu düzenlemeye göre bir divan oluşturacak kadar şiir yazmış-bu şiirler kaside, gazel başta olmak üzere terkib-bend, terci-bend, rubai, şarkı gibi klasik edebiyat içindeki pek çok türü kapsar-şair, divanını, baştan sona türler arasındaki şu sıralama ile tertib etmek zorundadır: Münacâtlar en başta, naatler münacâtların ardında, dört halifeye, ashab-ı kirama övgüler içeren şiirler mevcut ise bunlar naatlerin ardında, ve bunların ardında da şairin maişetini sağlaması için en mühim şiirler olan kasideler gelir. En sona bırakılan bölüm ise, kanımca şairin asıl sanatının ve poetik duruşunun görüldüğü “gazeliyat” bölümüdür. Bu tertibâtın en başında münâcât ve naatlerin gelmesi Osmanlı Devleti içindeki şer’î ve İslâmî düşünce sistemiyle açıklanabilir. Ancak bundan sonra derhal padişaha yazılmış mübalağalı övgülerle dolu kasidelerin gelmesinin altında hem padişahın, hem şairin, hem de şairin hamisinin/patronunun geleceğini belirleyen pek çok unsur vardır. Bu unsurlar nelerdir, neden vardır ve neleri sağlar? İşte bu soruların hepsine Şair ve Patron’da yanıt buluyoruz.

Osmanlı devrinde her halk tabakasından şairler olup, bendenizin gördüğü kadarıyla ulema tabakada bulunan şairler daha çok patron mevkiine geçmiş. Bazen patron padişah olmuş, bazen vezir-i azam, bazen paşalar, ve bazen ulema ve vükeladan yüksek mevkideki şiirden anlayan şahıslar. Padişahın ya da patron mevkîsindeki bir kimsenin iltifatına nail olan şaire şöyle ödüller verilirmiş: vakıf memuriyeti, maaş, kâtiplik vs. Ayrıca herhangi bir patrona ulaşan şair patronun yanında önemli sanat merkezlerine giderek, şair olarak kıymetini daha da artırabileceği fırsatlar yakalaması da cabası. Bulduğu patronun mevkiine göre de şairin mevkii de belirleniyor tabi. Bu durum şöyle örneklenebilir:

Patronun padişah olduğu durumlarda şair padişahtan hiç ayrılmaz, şairin bulunduğu makama ise “musahib” denilirmiş:

En büyük iltifat, padişahın musâhibi olmaktı. Musâhib, başka bir deyişle nedîm, karîn, hükümdarın arkadaşı gibi daima yanında bulundurduğu, özel yaşamına ortak yaptığı,danışmanı ve sırdaşıdır.

O dönemin koşullarına göre düşünecek olursak, padişaha bu kadar yakın olunup da bir hatada bulunmanın ne kadar kötü sonuçlar doğuracağı da akla gelir:

Fatih Sultan Mehmed ile musiki ilminde sivrilmiş Mevlana Abdülkâdir arasındaki ilişki bu bakımdan ilginçtir. O, Vezirâzam Mahmud Paşa’nın kıskançlığını çekecek kadar Sultan ile yakınlık peydâ etmişti. İran’da ilm-i beyânda ve özellikle musikide üstâd olan Nahifî , Fatih’in yanından ayırmadığı bir musahibi olduğu halde bir yanlış hareketi üzerine saraydan atılmış, Bursa’da uzlete çekilmiş, geçimini sağlamak için büyüklere Arapça, Farsça ve Türkçe kasideler göndermeye başlamıştır.

Bütün bu işler, kitapta ulema, vezirler ve padişahlardan bunca sık bahsedilişine bakılırsa, elbette merkezde, payitahtta ya da merkeze yakın noktalarda ikamet şansı olan şairler için mümkündü. Bazen farklı sebeplerden ötürü şairler patronaj sistemine bir türlü dahil olamayıp, şiirlerinde bu şikayetlerini üstüne basa basa dile getiriyorlardı.

Feth-i kişver kılmağa eyler müheyyâ leşkeri
Yüz fesâd u fitne tahrikiyle bir kişver alır
Ol dahi âsâr-i emn ü istikametten berî

Eyleyüb nâ-dâna ‘arz-i fazl u izhâr-i hüner
Şermsâr etmek atâ ummak nedür zulm-i sarih


Mesihî gökten insen sana yok yer
Yürü var gel Arab’dan ya Acem’den


Şikayetname denince aklımıza hemen ilk gelen şair olan Fuzûlî dahi, payitahta ve devlet merkezine uzak olduğu için hami bulmak ve padişah ile kurbiyet kuramamasını şiirlerine yansıtıyordu:

Sâkin-i gûşe-i kanaat iken
Başıma düştü câh sevdâsı
Zevk-i ehl-i tama’ temennâsı
İstedimkim uluvv-i kadr bulam
Mazhar-i lutf-i padişah olam
Bilmedim kim şikeste-hâl olurum
Hased ehline pâymâl olurum


Şair ve Patron’dan çıkarılacak önemli sonuçlardan biri de, Osmanlı devrinde şiire ve sanatçıya gerçekten kıymet verildiği lakin, patronaj sistemine kendini dahil edememiş şairlerin (Fuzûlî gibi) geçim sıkıntısı çektiğidir. En bilindik şairlerden Bâkî’nin dahi, padişahın iltifatına nail olana kadar geçim sıkıntısı içerisinde olduğunu yazıyor Halil İnalcık Şair ve Patron’da. Bizim anladıklarımız, kendisine hâmi bulamamış bir şairin halinin pek iç açıcı olmadığı yönünde. Patrimonyal sistem, hem olmazsa olmaz denebilecek, hem de bu yüksek mevkiler elde edildiğinde sorumluluğu fazla olan bir sistem. Nitekim şu küçücük kitapta geçen hususiyetlerinin tamamını buraya aktarmak bile pek mümkün değil.

Bazı kitaplar insanın hayatına renk ve keyif katarken, bazıları da rikkat ve dikkat katar, Şair ve Patron’da ikinci başlıkta değerlendirilebilecek kitaplardandı diye düşünüyorum. Okumak isteyen herkese dikkatli ve feyizli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

24 Kasım 2021 Çarşamba

Zamanı geldiğinde herkes gider

İnsanın kendi olabilmesi için en fazla, en şiddetli, belki en kanlı savaşı yine kendisiyle vermesi gerekiyor. Mağlubu ve galibi aynı olan bir savaş bu. Çünkü iç savaşlar evvela bir ülkenin kendi kendisini yemesine sebep olur. İnsan da bir ülkedir. Bedeniyle, ruhuyla, kalbiyle, nefsiyle, duygularıyla ve düşünceleriyle, hatta davranışlarıyla; şehirler, köyler, kasabalar, yıkık binalar, terk edilmiş apartmanlar, kapısına kilit vurulmuş dergâhlar, ebediyen susmuş mezarlıklar ve kimsenin geçmediği köprüler, hiç kimsenin bilmediği yollar gibidir insan.

Madem insan bir ülkedir; onun ne barbarı biter ne işgalcisi. Ne casusu biter ne yağmacısı. Ne Mukadderat muharebeyle işler insan denen ülkede. Eğer şirket olsaydı insan, muharebeler değil muhasebeler karar verirdi gidişata. Oysa insan bir ülkedir ve en mahrem bilgileri vicdan denen her yanı mayınlı çekmecede saklıdır. İnsanın stratejisini aklı, hassasiyetlerini ise ahlakı belirler. Ahlak nedir? İnsanın kendisini, kendi hikâyesine inandırdığı bir bozgun. Kuyunun en altındaki merdiven. Göğe dizili bulutlar. Toprakla hemhal çiçekler. Eşyanın tabiatı insanın fıtratına mündemiçtir. Tabiat, fıtrat ve hakikat varlığı öylesine sarmalar ki insanın varoluşsal boşluğu düşmesi çoğu zaman bu sarmalın büyüsündendir. Sarsıldıkça temelleri güçlenen insan, kalbindeki ve ruhundaki tahribatın şiddetini ancak yalnızlığıyla ölçebilir, ne kadar yalnız kaldığıyla. Dil bunun için kutsaldır. Hiçbir şeyin anlatılamaz olamayacağına dair bir delildir dil. İnsanın kendi hikâyesine bir baş ve bir son yazarken, ortasındaki cebelleşmeyi bir arayış olarak biçimlendirir. Her anlatış, bir önceki anlatıştan farklıdır. Bu sebeple hatırlamak bir yanılgı, düşlemek kusursuz bir intihardır. İntihar ise şairin dediği gibi, geride kalanlara yönelik bir suçlamadır. İnsan her hayal kurduğunda ve her gördüğü düşte, mekânı ve zamanı olmayan bir iklime düşer. Karanlığın coğrafyası. Zarif yenilgilerin. İntihar edenlerin ilk seçeneği, arayışlarında elde edemedikleri varoluşsal yükselişe itiraz olarak yok edici bir düşüştür. Düşmek, hicrandır.

Tarık Tufan’ın yeni romanı Geç Kalan da işte bu hicranın, geç kalmanın, geriye bakmanın, en önce ve daima kendini suçlamanın, ruhsal arbedelerin, sis dağıldıktan sonra ortaya çıkan dehşetin, büyülü karamsarlığın ve imkânsız umudun romanı. İnsanın içinde yer eden, unutulmaz, onulmaz, dinmez acı denir hicran için, ayrılık acısı denir kısaca. Acaba kimden ayrılmanın? İnsan başkasından ayrılırken, kendinden de ayrılmış olamaz mı? O zamanki kendinden, o zamanki hâlinden ve duygularından? Hicran gelir ve insan denen ülkeyi yıkıp döker: “Hikâyenin başını ve sonunu kaybettin, hikâyene inancını yitirmenin ilk adımı bu; biraz zaman geçince izbe bir boşluğun içinde budalaca dolanıp duracaksın. İnsanın başına gelen en büyük musibet, kendi hikâyesine inancını yitirmesidir, zamanla öğrendin; uzaklara bakar gibi bakacaksın kendi yüzüne, çürümüş bir cesedin kokusundan uzaklaşmak ister gibi kaçacaksın kendi teninden, gelişigüzel mazeretler ayıplarını örtmeye kâfi gelmeyecek. Hicran yüreğine yerleşti bir kere.

Kendine başkalarının gözüyle bakabilen insanın, sefaletle burun buruna yaşayacağını anlatıyor Geç Kalan. Öte yandan; bir yazarın, başkalarının hayatına dokunmasının ne büyük bir sorumluluk olduğunu da yer yer okuyucuya gösteriyor. Bu aynı zamanda yazarla okur arasındaki bir duygusal antrenman. Sırtından yağlı boyaya yapışmış hareketsiz duran böceğe benzediğini düşünürken hikâyenin kahramanı, okur kendi hâline şükredebilir ve hatta kıvrak bir tebessümle o acılı paragrafı sonlandırabilir. Schadenfreude. Tarık Tufan’ın mahareti ise tam burada ortaya çıkıyor. O, kelimelerin hem şifa verdiğini hem de yeni yaralar açtığını gösteriyor anlatımında. Türkülere, sırlı dualara, kestane balına, zerdeçala, Âyetü’l-kürsî’ye, kekik suyuna aynı anda inanmanın, ancak insan denen ülkeye yakışacağını ortaya koyuyor.

Başkalarının acılarını anlamak mümkün değildir, öldükleri anlaşılır başkalarının. Bu yüzden ölüm en kolay anlaşılır bir şeydir. Esas mesele, ölümü kabullenmektir. Tıpkı ölüm gibi, kabullenilmeyen her şey insanın kaderinde bir döngü haline geliverir: “Hayatı parçalanan insanın asıl sancısı aklının, ruhunun ve kalbinin ayrı ayrı yerlere düşmesidir. İçindeki bölünmenin dayanılmaz ağrıları; içsel sürgün, sonsuz mahkûmiyet, en derin ayrılık hasreti. Ölmek, dirilmek, yeniden ölmek, dirilmek ve böylece uzayıp giden, her seferinde acıyı daha derinlere saplayan kederli döngü.

Canı yandığında, canının olduğu yeri çağırır insan. Delilerin boşluğu, şairlerin ilhamı, dervişlerin Allah’ı ve her âşığın yârini çağırması bundan. Canı yanan, canını zikreder ki yeniden can bulsun. Peki geride kalan, ölüme geç kalan, henüz hayatta olan biri, gideni nasıl çağırır? Tarık Tufan, bir çağrının hikâyesini, Firuzan’ın gölgesini, aşkın sınırsızlığını ve sonsuzluğunu hırpalıyor sayfalar boyunca. Asıl meselenin gözleri ve sözleri değil, karşılıklı biçimde özleri teslim etmek olduğunu, özgürce ve korkusuzca sevmenin büyük bedeller istediğini, esas aşkın mağlubiyetlerle örüldüğünü, Türkçenin tüm lezzetiyle okuyucuya sunuyor. Her âşığın çıkmazlarında kuvvet yahut yakıt olarak bir köşede duran türkülere, şarkılara, apartmanlara, filmlere, kitaplara, öfkelere, küsmelere ve ölüm selam duruyor. Belki de bizleri, yaşamın büyüsünü kaybettiğini düşündüğümüz anlarda aşkı hatırlayacağımız bir saygı duruşuna davet ediyor. Ölümlü olan insandan ölümsüz olan aşka, mümkün saygıların en güçlüsüne. Kendi kendine ama bütün kâinata savrulan bir sitem gibi: “Ölümsüzlüğe inanıyordunuz. Ölümsüzlüğe, berbat filmlere, işkembe çorbasına, taze zencefile, büyük sözlüklere ve kadere. Ölümsüzlüğe ve kadere aynı anda inanmanın kirli, kusurlu, kabahatli kumaşlarından, muteber hakikat hırkası dikiyordunuz kendinize. Dergâhtan kovulmuş dervişler. Arın, namusun kırık şişesi. Eşikte kalmış melamet. Kovulmanın yüz kızartıcı sancısı. Sırrı dökülmüş ayna.

Çığlıkların, yakarışların, ağlayışların, ağız dolusu gülemeyişlerin, iç çekişlerin, kısa ama sürekli sessizliklerin, bir ayağı kısa masa gibi güçsüz duruşların, bir el dahi sallayamayışların, son bir kez seni seviyorum diyemeyişlerin romanı Geç Kalan. Bir kuyu açmayı hüner bilen insanın, kendi içindeki kuyuyla -tek bir kuyu mu vardır insanın içinde?- bir türlü buluşamamasının, buluşup da su çekememesinin, su çekip de kana kana içememesinin romanı. Yarım kalmanın ve asla tamamlanmayacak olmanın bir vasiyetnamesi: “Allah sana merhamet etti, nefes verdi, aşk verdi, kelimeler verdi. Kıymetini bilemedin. Ne arıyorsun? Şimdi bir mağara bul kendine. Şimdi kendine üç yüz yıllık bir uyku bul. Besili bir buzağı bul ve kurban et. Ortasından yürüyerek geçebileceğin bir deniz. Göğe tırmanacak bir çarmıh. Karnına gizlenebileceğin bir balık. Sığınacak bir gemi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı 10 Kasım 2021'de edebiyathaber'de yayınlanmıştır.