29 Kasım 2021 Pazartesi

Bir Filistin kadar uzak

“Düşmanlıklar zamanında işinizin, her şeyden önce gelen erdeminizi korumak, yani hayatta kalmak olduğunu varsayalım. Geri kalan her şey ikinci plandadır. Ancak, kesintisiz bir düşmanlıklar zamanında hiçbir şey ikinci planda olmaz. Her şey birinci gelir.”
- Gassan Kanafani, Filistin’in Çocukları: Hayfa’ya Dönüş

Kitabın lükse dönüştüğü bugünlerde sırtını yağlı kapıya dayamayan yayınevlerine şaşırıyorum. Hem butik yayınevi olacaksınız hem de okunmayacağını, dolayısıyla satmayacağını bile bile nitelikli kitaplar neşredeceksiniz. Bir okur olarak bu yayınevlerinin aldıkları riski takdir ederken kültür dünyamıza yaptıkları katkıdan dolayı müteşekkir olmamız gerektiğini düşünüyorum. O yayınevlerinden biri de nitelikli kitaplarıyla dikkat çeken Zoom Kitap. Yayınevinin ilgiyle takip ettiğim “not defterleri” serisinin üçüncüsü olan Düşmanlıklar Zamanı’nda görünüşte pek yabancısı olmadığımızı zannettiğimiz ama biraz dikkatli bakınca pek de aşina olmadığımız bir durumu ele alıyor: Filistin direnişi. Yabancısı olmadığımızı zannettiğimiz tabirine muhtemelen itiraz edilecektir. Zira bu ülkede İslamî hassasiyeti olan her birey bu konunun içinde kendine mutlaka bir konum bulur. Genelde de bu konum hamasi söylemi ağır basan bir ve hatta konforlu bir yerdir. Bizde mutat olduğu üzere Sünni (başka yerlerde başka) bakış açısına sahip bu konum imanî boyutta ele alınır. Düşüncenin alışık olduğumuz seyrini burada durdurarak kitaba gelirsek, Düşmanlıklar Zamanı meseleyi bu konuyla ilişkili ama farklı bir zaviyeden ele alıyor. Gassan Kanafani ve Filistin Direniş Edebiyatı alt başlığını taşıyan eser Filistin sorununa bir edebiyatçı olan Kanafani özelinde bakmaya çalışıyor.

Yazar Filistin sorununu İsrail’in bölgeyi işgal edişinin öncesinden başlayarak işgal sürecini, sonrasını ve Arap coğrafyasının verdiği tepkileri birlikte ele alıyor. Bu yönüyle yüz otuz iki sayfalık metin bir yandan Gassan Kanafani’yi (1936-1972) tanıtırken bir yandan da tarihsel süreci eşsüremli olarak okumaya imkân tanıyor. Kitap üç bölüm ve Kanafani’nin ABD’deki bir dostuna yazdığı duygu dolu bir mektubun yer aldığı Ek’ten oluşuyor. Bölümler sırasıyla Düşmanlıklar Zamanı, Mağlup ve Güneş, Umut ve Varlık Sebebi Olarak “Hata” isimlerini taşıyor. Müellif Ali Çakmak, Düşmanlıklar Zamanı adlı ilk bölümde Kanafani’nin kim olduğuna değinmiş ve onun içinde doğarak yetiştiği atmosferi gösterebilmek için sosyal, siyasi ve askeri gelişmeleri kronolojik şekilde aktarmış. İkinci bölüm olan Mağlup Güneş’te Kanafani’nin edebiyatı nasıl ve niçin kullandığını göstermeye çalışmış. Umut ve Varlık Sebebi Olarak “Hata” adlı üçüncü bölümde ise özellikle Kanafani sonrasında Filistin direnişinin geçirdiği aşamaları daha geniş bir perspektif ile değerlendirerek başta Edward Said (1935-2003) olmak üzere bir kısmı Yahudi olan birçok entelektüelin Filistin-İsrail sorunuyla ilgili eleştiri ve özeleştirilerine “hata” vurgusuyla yer vermiş. Ali Çakmak’ın her üç bölümde de Kanafani’nin gerçekliğe dayanan eserlerinde yaptığı alıntılarla onun edebiyat anlayışını açığa çıkarmayı denediğini söyleyebiliriz. Diğer yandan Kanafani’nin eserlerinde ele aldığı konuların kendi hayatındaki yaşanmışlıklardan örüntüler taşıdığını bir dipnot olarak belirtelim. Burada bir noktanın altını çizmek gerektiği kanaatindeyim. Yukarıda değindiğim üzere, Filistin’i ele alış biçimimizden dolayı pek bilmediğimiz yönlerinin ve kahramanlarının olduğunu ancak kapsamlı okumalar yaptığımızda anlayabiliyoruz. Gassam Kanafani onlardan birisi ve bu durum Filistin ile sınırla değil. Bu coğrafyada önemli işler yapmış birçok ismi tanımıyor olmamızın en önemli sebebi mezhep kutuplaşması ya da ideolojik saplantılarımız olduğu bir gerçek. Bu bağlamda Kanafani’ye Filistin ile ilgili sol, sosyalist literatür karıştırıldığında rastlanması tesadüf olmuyor. Söz konusu kutuplaşma ya da saplantıyı kısa süre önce ebediyete göç eden Sezai Karakoç’un (1933-2021) ardından konuşulanlar kanıtladı diye düşünüyorum. Hâsılı görmeme, aşağılama ya da indirgeme eğilimimiz bir kesimle sınırlı değil. Sağ, sol, laik, milliyetçi, dindar, muhafazakâr, seküler fark etmiyor. Farklı olduğumuzu düşünüp, söyleyip aynı tavrı takınıyoruz.

Tekrar konuya dönersek, kitapta ele alınan dönemle ilgili ‘karşılaştırmalı’ birkaç okuma yaptığınızda Kanafani’yi solun sahiplenmesinin nedenini de görüyorsunuz. Öncelikle Kanafani’nin katledilmeden birkaç yıl önce tümüyle sol, sosyalist, Marksist düşünceyi benimseyen bir isim olması bunun asıl nedenidir. Bununla birlikte sol literatürün vurgulayarak aktardığı bazı detaylar ilgi da ilginç. Bunların arasında Kanafani’nin Hıristiyan asıllı olduğu, misyoner okulunda okuduğu, Danimarkalı bir çocuk hakları savunucuyla evlendiği, dünyanın farklı yerlerindeki marjinal sol örgütlenmelerle dirsek temasında bulunduğu gibi değini ve vurguların maksatlı olduğu açıkça görülüyor. Diğer yandan Kanafani’nin Müslüman olduğu, babası tarafından misyoner okuluna gönderildiği ve Marksist düşünceye kayışıyla eşzamanlı olarak Tanrı inancında değişimler görüldüğünü aktaran kaynaklar da yok değil. Hangisinin doğru olduğundan ziyade söylemin kimin tezgâhından geçtiğiyle ilgileniyorum ve sonuç Cemil Meriç’in deyimiyle “aklımıza giydirdiğimiz deli gömlekleriyle” yaklaşıldığının kanıtı oluyor.

Eser her ne kadar biyografik bir metin olsa da Kanafani’nin eserlerinde yapılan alıntılar sayesinde farklı konuma yerleşiyor. Zaten kitabın amacı Kanafani üzerinden Filistin özelinde genel anlamda direniş edebiyatını örneği sunmak. Bu bağlamda Kanafani’nin eserlerinde sadece Filistin’deki işgal ve mücadele durumunun yer almadığını söyleyebiliriz. Zira Filistin’i çevreleyen Arap coğrafyasındaki değişimler de net şekilde görülür. Zaten Ali Çakmak Kanafani’yi değerlendirirken Filistin’deki siyasi, askeri ve sosyal seyir ile onun edebiyatının seyrinin etkileşim içinde olduğunu vurguluyor. Dolayısıyla kitap bugün Filistin’in simgesi hâline gelen savaş, saldırı, gerilla, bombalama gibi doğrudan yok edici, zarar verici şiddete yönelik fiili eylemlerin ötesinde daha felsefi ve edebi şeyleri konu ediniyor. Bu yönüyle Düşmanlıklar Zamanı’nın konuyu başka bir boyuta taşıyıp entelektüel seviyeyi yukarıya çektiğini söyleyebiliriz. Elbette bu eğilime ve yoruma pasifliğe yol açması nedeniyle karşı çıkanlar çoğunlukta olacaktır deyip konuyu kapatayım.

1936 yılında dönemin İngiliz Mandası olan Filistin’de dünyaya gelen Gassan Kanafani gençlik yıllarında Arap milliyetçiliğini benimsemiştir. On iki yaşında İsrail’in kuruluşuna ve sonrasında yaşananlara bakıldığında Kanafani’nin seçiminin mantığı anlaşılır. Zaten o dönem sadece Filistin’de değil Arapların arasında da Mısır’ın başını çektiği Arap milliyetçiliğinin kurtuluş sunacağı düşüncesi oldukça yaygındır. Mısır’ı 1956-1970 yılları arasında yöneten Cemal Abdünnasır (1918-1970) 1958’de Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olur. Amacı bütün Arap ulusları tek bir devlet altında birleştirmek olan bu girişim üç yıl sonra, 1961’de sona ermiştir. Arap Birliği idealinin önderi olan Abdünnasır’ın popülaritesinin sona ermesi ise 1967 Arap-İsrail Savaşı’yla (Altı Gün Savaşı) olmuştur. İsrail altı günde, aralarında Mısır, Suriye ve Ürdün’ün doğrudan, Suudi Arabistan, Irak, Cezayir, Tunus ve Fas’ın dolaylı olarak katıldığı Arap ittifakını yenilgiye uğratmıştır.

1948’den beri çatışmalar nedeniyle evini terk eden Filistinlilere geri dönmeleri için imkân tanıyan İsrail hükümeti, onların mülklerine yerleştirdiği Yahudiler üzerinden, altı günde elde ettiği askeri zaferi psikolojik üstünlüğe dönüştürmek amacındadır. Buna karşın yıllar süren işgal, sürgün ve yenilgiye Arapların sessiz kalması ve hiçbir şey yapamaması Kanafani’yi hayal kırıklığına uğratmıştır. Mülteci olarak gidenlerden geri dönüşler yaşansa bile bulunan yer bırakılan yer değildir. İsrail’in dünyanın farklı yerlerinden getirdiği Yahudiler yurdundan edilen Filistinlilerin mülklerinin sahibidir artık. Mağdur Filistinlileri savunacak, onlara destek olacak hiç kimsenin olmadığını gören Kanafani Arap milliyetçiliğinden Marksizm’e doğru bir kayma yaşamıştır. Artık düşman başta Siyonizm olmak üzere emperyalizm, kolonyalizm ve Arap gericiliğidir. Ona göre Arap liderleri Arap toplumlarının arzusu yerine Siyonist İsrail ile işbirliği içinde hareket etmektedir. Kanafani 1968’den itibaren Arap ulusçuluğundan tamamen koparak Marksist görüşü benimsemiştir. Bu değişim Altı Gün Savaşı sonrasında ortaya çıkan Filistin gerilla örgütlenmesiyle de yakından ilgilidir. Sonraki yıllarda sosyalist bir örgüt olan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) sözcüsü ve uluslararası ilişkiler sorumlusu olmuştur. 1972 yılında henüz otuz altı yaşındayken Beyrut’ta MOSSAD tarafından yapılan bir suikast sonucu hayatını kaybetmiştir. Kısa hayatını işgal, sürgün, kaçış ve savaş içinde yaşayan Kanafani direniş mücadelesini edebiyat eserleri ve sanatsal çalışmalarıyla vermiştir. Lübnan’da yayınlanan The Daily Star gazetesi Kanafani katledildiğinde onun edebiyat ve sanatla yaptığı direniş mücadelesini "Hiç ateş etmemiş bir komando." şeklinde vurgulamıştır. Ali Çakmak Kanafani’nin edebiyatını adil bir düzlemde oluşturmaya gayret ettiğini belirtiyor. Yahudi imgesini doğrudan düşman olarak belirlemeyen ve öyle tanımlamaktan kaçınan Kanafani adil ve önyargısız bir dil oluşturmuştur. Eserlerinde empati kurarak ya da kahramanlarının iç seslerini aktararak aslında yapmak istemedikleri şeyleri yaptıklarını ya da yapmak zorunda bırakıldıklarını işlemiştir. Bir yanıyla onlar da sürgün yaşamaktadır ve bir kurtuluş umuduyla geldikleri topraklar onların muhayyilelerindeki Yahudilikten çok farklı çıkmıştır. Benzer bir yaşanmışlığı Yahudi asıllı Zygmunt Bauman’ın (1925-2017) hayatında da görürüz. Kendisi de sosyalist olan Bauman sosyalist devletinin politikalarını eleştirdiği için dışlandığı ülkesinden (Polonya) gitmek zorunda bırakıldığında (1969) ilk yer “ata yurdu” İsrail olur. Fakat İsrail devletinin uygulamalarını onaylamaması yüzünden orada da barınamaz ve kısa süre sonra (1971) İngiltere’ye gitmek zorunda kalır. Kanafani’nin de üzerinde durduğu konularda görüldüğü üzere o dönem Filistin’e göç ettirilen bazı Yahudilerin de aynı süreçleri yaşadığı anlaşılıyor.

Kitabın özellikle ikinci bölümümde Kanafani’nin edebiyat anlayışı üzerine duruluyor. Yazılanlara göre Kanafani öykülerinde Filistin-Yahudi ‘savaşını’ anlatır fakat bunu hamasi üslupla yapmamaya özen gösterir. Öncelikle toptancılıkla tüm Yahudileri düşman olarak betimleme kolaycılığı yerine o toplumun içinde insani yaşanmışlıkları olan bireyleri göstermeyi seçer. Filistin topraklarına göç eden -ya da ettirilen- Yahudileri yaşam süreçleriyle birlikte değerlendirmeye çalışır. Asırlardır Avrupa’da yaşadıkları yersiz-yurtsuzluk psikolojisini yanlarında getiren bu insanlar inandıkları ilkelere uygun ya da alışık oldukları veya arzuladıkları yaşam biçimi oluşmamıştır. Hatta Kanafani’nin eserlerindeki Yahudi karakterler kültür ve değerlerinin hızla yok olduğu korkusuyla yaşar ve aralarında bu gidişata karşı koymak isteyenler çıksa da egemen olan işgalci siyasi kesime boyun eğmek zorunda kalır.

Ali Çakmak, Gassan Kanafani için Filistin direniş edebiyatının ilkidir diyor. Kanafani’ye göre direniş edebiyatı Filistin toplumunun önemli bir dinamiğidir ve Filistin direnişi 1920’lerden beri buradan güç almaktadır. Bu direniş damarı Siyonist işgalin öncesine, İngiliz kolonyalizmine kadar uzanmaktadır. Kanafani’nin edebiyatı metaforlar ve alegoriler içermektedir. Bireysel hikâyelerin detaylarındaki muazzam yaşanmışlıklar ulusa teşmil etmektedir. Ali Çakmak Kanafani’nin edebiyatını Frederic Jameson’ı referans göstererek yorumluyor. Jameson’a göre bütün Üçüncü Dünya metinleri alegoriktir ve bu örnekler ulusal alegoriler olarak okunmalıdır. Bireysel deneyimi kolektif durumun başarı ölçütü olarak kullanarak anlatmak Üçüncü Dünya edebiyatının en önemli özelliklerindendir. Çakmak Kanafani’nin özellikle Güneşteki Adamlar’ının aynı kategoriye girdiğini belirtiyor. Romandaki sessizlik ve iktidarsızlık olgularıyla toprağından koparılarak mülksüzleştirilen Filistinlilerin hesap soramayışı anlatılmaktadır.

Kanafani’nin eserlerinde buruk bir her zaman ümit vardır ve özellikle bu bağlamda çocuklar ile gelecek önemli yer teşkil etmektedir. Fakat geç dönem eserlerinde görülen karamsar üslup Arap toplumunun parçalanmışlığına işaret eder. Filistin soyut anlamda da parçalanmış ve dağılmıştır. Kanafani yersiz yurtsuz bireylerden oluşan kahramanları üzerinden mülteci psikolojisini ele almıştır. Zaten onun yazdıkları yaşadıklarıdır ve eserleri en nihayetinde Filistin’in hikâyesidir. Kanafani romanlarında evrensel mutluluk ve üzüntüyü Filistin ve Filistinliler üzerinden göstermeyi dener. O, siyasi kimliğin edebiyatı değil, edebiyatın siyasi faaliyetleri belirlediğini vurgulamak için yazmaktadır. İşgal sonrasını konu alan yazılarında Filistinli artık kim diye sorar ve yanıtlar bulmaya çalışır. Bütün amacı güzel ve huzurlu geçmişinden kovulan Filistin halkına geleceğe dair birleştirici ümit vermektir. Onun edebiyatı birleştirici bir güçtür.

Kanafani’nin eserlerinde etik, estetik ve politik arasındaki ilişki zorlama değil gerçek ve doğaldır. Onun bazı eserlerindeki geçmiş-gelecek arasındaki dalgalanmaya dayalı kurmaca tekniği bilinçakışı yöntemini kullanan Batılı romancılarla bir arada anılmasını yol açmış, onlardan oldukça etkilendiği şeklinde yorumlanmıştır. Zaten kendisi de özellikle William Faulkner’ı kendisine yakın bulduğunu söylemiştir. Yazar yirminci yüzyıl Batı edebiyatının genelde Arap, özelde Kanafani’nin eserlerindeki etkisine değinerek konuyu detaylandırıyor.

Yazının sonunda bir şerh düşmek istiyorum. Ali Çakmak, İsrail’in yaptıklarını yanlış bulan isimler arasında Yahudi asıllı entelektüelleri de sayıyor. Bu isimler İsrail’in yirminci yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da maruz kaldıkları her ne varsa Filistin halkına uygulayarak Avrupa’nın oryantalist ve sömürgeci özelliklerini barındıran bir görürüm arz ettiğini belirtiyor. Farklı isimlere atıfla yapılan alıntı ve tartışmaları “Yahudilere Auschwitz’de yapılanlar, İsrail’in Filistin’de Filistin’e ve Filistinlilere yaptığı yanlışları doğru ya da haklı yapmayacağı” şeklinde özetleyebiliriz. Bu özete katılmakla birlikte yazarın çok temel bir sorunu gösteren yorumuna katılmadığımı belirtmek isterim. Çakmak’a göre İsrail’in giderek sağcılaşan ve saldırganlaşan tavrının izahını 1948’deki kuruluşunda, kuruluş politikaları ve felsefesinde aranması gerektiğini söylüyor. Bu tavrın köklerinin çok daha derinlere, eskilere gittiği, ortaya çıkışının kazanılan ya da verilen imkânlar ile ilişkili olduğu kanaatindeyim. Ayrıca Siyonist düşünceyi bu denli azgınlaştıran uğradıkları zulüm ve ötekileştirme değil bana göre. İsrailli olma idesi bir varoluş dinamiği olarak ‘şımarık’ hareket etmeyi kanıksamış bir eğilimdir. Zira etnisitelerini de belirleyen inançlarının bir dayatmasıdır bu. Belirli bir güce ve imkâna sahip olduklarında bugünün İsrail’i gibi davranmak zorundadırlar. Aksi hâlde yokturlar, yok olurlar. Bu yaklaşım Bauman’ın Holokost değerlendirmesiyle ilginç bir benzerlik gösteriyor. Bauman Holokost’un (katı) modernleşmenin zorunlu sonucu olduğunu ve onu Hitler güdümündeki Almanlar yapmasaydı yine de (birileri tarafından) yapılacağını söyler. İsrail’in kuruluşu ve sonrasındaki yaşananlar da Holokost’un ya da 1948 kuruluş felsefesinin sonucu değil, Yahudi kimliğinde içkin olan varoluş idesinin sonucudur. Siyonist düşünce öyle ya da böyle bir yolunu bulup yapacağını yapacaktı.

Dipnot:
1. Konu hakkında detaylı bir çalışma için Filistin'in Çocukları Hayfa'ya Dönüş ve Diğer Hikâyeler adlı eser tavsiye edilir.
2. Zoom Kitap’ın “not defterleri” serisinin ilk ikisi hakkında değerlendirmeler için aşağıdaki linklere bakılabilir:
- Ataç, Meriç, Caliban, Bandung
- Fransız Devrimi’nde Devrimci Olan Neydi?


Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

28 Kasım 2021 Pazar

Gogol’un “Burun”unu ararken

Bazen bir kitabın size anlattıklarını ancak büyük bir hacimle anlarsınız. Bazen de bir yazar size kısacık bir şans verir, yorulmadan anlayın diye hayatı. Yani demem o ki sözün tesiri hacminde değil niyet ve maharetindedir çoğu zaman. Bu girişi de özellikle buraya koymak istedi gönül zira groteks düzeyde mizah ve hicvin, bu kadar doğrudan ve bir nefeste aktarılması, elimize nerede ise lokmalık hükmünde bir metin sunmuş Burun’da…

Gogol bir şehir içi yolculuğunda okunacak kadar kısa öyküsünü 1833’te kaleme almaya başladı ve ilk yayınlanma denemesi 1835’te reddedildi. Neyse ki Puşkin vardı ve eseri kendi dergisi Savremennik’te “N. V. Gogol uzun süre bu şakanın basılmasını istemedi; ama biz, bu öyküde öyle şaşırtıcı, akla sığmaz, neşeli, özgün şeyler bulduk ki öykünün elyazmasının bize verdiği zevki okuyucularımızla paylaşmaya razı olması için kendisini güçlükle kandırabildik” notu ile yayınladı. Gogol’ün sonraki yıllarında Puşkinsiz bir dakikasının geçmemesinin en önemli sebeplerinden biri belki de bu hamiyetli tavır oldu. Roma’da yine Puşkin’in yönlendirmesi ile kaleme aldığı Ölü Canlar’ı bitirmeye çalışırken gelen ölüm haberinin yıkıcılığını burada anlatmaya çalışmak da bu manada beyhude olacaktı.

Gogol’un 1828’te Petersburg’a gelmesi ve memur olma çabalarının sonuç vermemesi ile Burun hikâyesindeki memur, aristokrat, bürokrat taşlamasının muhakkak ki ilintisi yüksek. Bu manada onun hemen her eserinde kendi zamanının hemen tüm sorunlarının alabildiğince canlı işlenmesi çok da garip değil. Bir çoğu bizatihi yaşadığı mağduriyet ve zorluklardan müteşekkil iken hele de.

Gogol’un Burun’u muhtemelen edebiyat tarihinin en gerçeküstü ama hiç de garipsenmeyen fenomenlerinden biri. Bunun izahını yapmak Gogol’un zekâsını göz ardı edince zor elbette, zira Gogol’un sadece Rus edebiyatına değil Dünya edebiyatına en büyük katkısı zaten bahse konu maharet. Günümüzün -gereksiz kullanılan- imge ve kelime oyunlarına kurban edilen edebi anlatısının yüzleşmesi gereken en reel sorunu da bu gibi duruyor. Çünkü bugün yayınlansa basit, klişe ve sonu belli bir rüya anlatısı olarak burun kıvırılacak olan Burun, kısacık gövdesine kendi çağı için tüm Rusya’nın en büyük sorunlarını sığdırır. Eserin okuyucusu evvela bunu fark etmeli.

Öte yandan, öykü, ana karakter Kovalev ve Burun’unu, daha doğrusu kayboluşunu konu alsa da Gogol’ın anlatmaya hikâyenin ortasından başlaması bir açıdan bakıldığında modern öykü ile post modernite arasındaki bir ilk işareti de hissettirmekte. Yani konunun da anlatımın da bir ilk örnek olarak görülmesi mühim.

Gogol’un Burun’u, absürt ve abartılı bir edebi “şaka” olarak kendisi tarafından tanımlansa da eser 19.yüzyıl ortalarında (1861) köylü serfliğin kaldırılması noktasında çok önemli bir süreci de başlatır. Zira Ölü Canlar ile zirve yapan eleştirel bakışın habercisi de bu hikâyedir. Rus toplumu ve devlet düzenindeki hissedilir yozlaşmayı bu kadar doğrudan anlatmak sonraları gelen birçok eserin de yolunu açacaktır. Ki “hepimiz Gogol’un Paltosundan çıktık” söylemi bu doğurucu/cesaretlendirici etkiyi tasdik eder.

Gogol sonraki eserlerinde çok güçlü şekilde görülecek doğrudan söyleme ve genelleme üslubuna bu eserde de sık sık başvurur. İvan Yakovleviç bütün kendini bilen küçük Rus esnaf ve sanatçısı gibi doğma büyüme bir ayyaştı derken olduğu gibi. Gördüğünü, hissettiğini, tespit ettiğini hızlıca anlatmak ister gibidir, ki çok genç bir yaşta ölümü iyi ki bunları bu kadar doğrudan ve dolanmadan söyledi dedirtir okuyucuya.

Bizde Cevdet Kudret’in ünlü Kulak’ı var Burun’u hatırlatan. Hikâyeler farklı ise de bürokratik tembellik ve memuriyete dair tespitler birbirine benzer. Belki de bu eseri de peşi sıra okumak keyifli olabilecektir kitap dostları için.

Son söz Gogol’un;

"Ancak şimdi üzerine biraz düşündükten sonra bu hikayede gerçekçi olmayan bir şeylerin olduğunu anlayabiliyoruz....Ama buna rağmen, eğer bu konuda biraz düşünürseniz içinde bir doğruluk payı olduğunu görürsünüz."

Galip Çağ
twitter.com/caggalip

Osmanlı devrinde patronaj sistemi

Günümüzde bir işe girdiğimizde, patron bize bedavaya maaş vermez, önce bizden iş yapmamızı, işine yaramamızı ister. Kariyerimiz ilerledikçe de yakınında durduğumuz makamlar değişir, hangi makama yakın durduğumuza göre de bizim makamımız ve çalıştığımız alandaki kıymetimiz belirlenir biraz. İçinde bulunduğumuz çevre, temasta olduğumuz insanlar, yaşadığımız şehir gibi dış etkenler de çoğu zaman hayatta ulaşacağımız noktaları belirler. Bugün üniversite tercihleri yapılırken bütün hocalar öğrencilerine “İstanbul,” telkininde bulunur örneğin. Kültürün başkenti İstanbul’dur çünkü. Hayatın hemen her alanında böyle bir sistem kurulmuştur, hep vardığı noktanın daha ilerisine çıkmak ister insan. Yaptığı iş ne olursa olsun, mühendis, doktor, hatta şair ise bile.

Asıl meseleye geçmeden önce şu hususa değinmenin yerinde olacağını düşünüyorum: Divan şiiri geleneğinde “mürettep divan,” denilen bir kavram vardır. Divan tertibi. Bu düzenlemeye göre bir divan oluşturacak kadar şiir yazmış-bu şiirler kaside, gazel başta olmak üzere terkib-bend, terci-bend, rubai, şarkı gibi klasik edebiyat içindeki pek çok türü kapsar-şair, divanını, baştan sona türler arasındaki şu sıralama ile tertib etmek zorundadır: Münacâtlar en başta, naatler münacâtların ardında, dört halifeye, ashab-ı kirama övgüler içeren şiirler mevcut ise bunlar naatlerin ardında, ve bunların ardında da şairin maişetini sağlaması için en mühim şiirler olan kasideler gelir. En sona bırakılan bölüm ise, kanımca şairin asıl sanatının ve poetik duruşunun görüldüğü “gazeliyat” bölümüdür. Bu tertibâtın en başında münâcât ve naatlerin gelmesi Osmanlı Devleti içindeki şer’î ve İslâmî düşünce sistemiyle açıklanabilir. Ancak bundan sonra derhal padişaha yazılmış mübalağalı övgülerle dolu kasidelerin gelmesinin altında hem padişahın, hem şairin, hem de şairin hamisinin/patronunun geleceğini belirleyen pek çok unsur vardır. Bu unsurlar nelerdir, neden vardır ve neleri sağlar? İşte bu soruların hepsine Şair ve Patron’da yanıt buluyoruz.

Osmanlı devrinde her halk tabakasından şairler olup, bendenizin gördüğü kadarıyla ulema tabakada bulunan şairler daha çok patron mevkiine geçmiş. Bazen patron padişah olmuş, bazen vezir-i azam, bazen paşalar, ve bazen ulema ve vükeladan yüksek mevkideki şiirden anlayan şahıslar. Padişahın ya da patron mevkîsindeki bir kimsenin iltifatına nail olan şaire şöyle ödüller verilirmiş: vakıf memuriyeti, maaş, kâtiplik vs. Ayrıca herhangi bir patrona ulaşan şair patronun yanında önemli sanat merkezlerine giderek, şair olarak kıymetini daha da artırabileceği fırsatlar yakalaması da cabası. Bulduğu patronun mevkiine göre de şairin mevkii de belirleniyor tabi. Bu durum şöyle örneklenebilir:

Patronun padişah olduğu durumlarda şair padişahtan hiç ayrılmaz, şairin bulunduğu makama ise “musahib” denilirmiş:

En büyük iltifat, padişahın musâhibi olmaktı. Musâhib, başka bir deyişle nedîm, karîn, hükümdarın arkadaşı gibi daima yanında bulundurduğu, özel yaşamına ortak yaptığı,danışmanı ve sırdaşıdır.

O dönemin koşullarına göre düşünecek olursak, padişaha bu kadar yakın olunup da bir hatada bulunmanın ne kadar kötü sonuçlar doğuracağı da akla gelir:

Fatih Sultan Mehmed ile musiki ilminde sivrilmiş Mevlana Abdülkâdir arasındaki ilişki bu bakımdan ilginçtir. O, Vezirâzam Mahmud Paşa’nın kıskançlığını çekecek kadar Sultan ile yakınlık peydâ etmişti. İran’da ilm-i beyânda ve özellikle musikide üstâd olan Nahifî , Fatih’in yanından ayırmadığı bir musahibi olduğu halde bir yanlış hareketi üzerine saraydan atılmış, Bursa’da uzlete çekilmiş, geçimini sağlamak için büyüklere Arapça, Farsça ve Türkçe kasideler göndermeye başlamıştır.

Bütün bu işler, kitapta ulema, vezirler ve padişahlardan bunca sık bahsedilişine bakılırsa, elbette merkezde, payitahtta ya da merkeze yakın noktalarda ikamet şansı olan şairler için mümkündü. Bazen farklı sebeplerden ötürü şairler patronaj sistemine bir türlü dahil olamayıp, şiirlerinde bu şikayetlerini üstüne basa basa dile getiriyorlardı.

Feth-i kişver kılmağa eyler müheyyâ leşkeri
Yüz fesâd u fitne tahrikiyle bir kişver alır
Ol dahi âsâr-i emn ü istikametten berî

Eyleyüb nâ-dâna ‘arz-i fazl u izhâr-i hüner
Şermsâr etmek atâ ummak nedür zulm-i sarih


Mesihî gökten insen sana yok yer
Yürü var gel Arab’dan ya Acem’den


Şikayetname denince aklımıza hemen ilk gelen şair olan Fuzûlî dahi, payitahta ve devlet merkezine uzak olduğu için hami bulmak ve padişah ile kurbiyet kuramamasını şiirlerine yansıtıyordu:

Sâkin-i gûşe-i kanaat iken
Başıma düştü câh sevdâsı
Zevk-i ehl-i tama’ temennâsı
İstedimkim uluvv-i kadr bulam
Mazhar-i lutf-i padişah olam
Bilmedim kim şikeste-hâl olurum
Hased ehline pâymâl olurum


Şair ve Patron’dan çıkarılacak önemli sonuçlardan biri de, Osmanlı devrinde şiire ve sanatçıya gerçekten kıymet verildiği lakin, patronaj sistemine kendini dahil edememiş şairlerin (Fuzûlî gibi) geçim sıkıntısı çektiğidir. En bilindik şairlerden Bâkî’nin dahi, padişahın iltifatına nail olana kadar geçim sıkıntısı içerisinde olduğunu yazıyor Halil İnalcık Şair ve Patron’da. Bizim anladıklarımız, kendisine hâmi bulamamış bir şairin halinin pek iç açıcı olmadığı yönünde. Patrimonyal sistem, hem olmazsa olmaz denebilecek, hem de bu yüksek mevkiler elde edildiğinde sorumluluğu fazla olan bir sistem. Nitekim şu küçücük kitapta geçen hususiyetlerinin tamamını buraya aktarmak bile pek mümkün değil.

Bazı kitaplar insanın hayatına renk ve keyif katarken, bazıları da rikkat ve dikkat katar, Şair ve Patron’da ikinci başlıkta değerlendirilebilecek kitaplardandı diye düşünüyorum. Okumak isteyen herkese dikkatli ve feyizli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

24 Kasım 2021 Çarşamba

Zamanı geldiğinde herkes gider

İnsanın kendi olabilmesi için en fazla, en şiddetli, belki en kanlı savaşı yine kendisiyle vermesi gerekiyor. Mağlubu ve galibi aynı olan bir savaş bu. Çünkü iç savaşlar evvela bir ülkenin kendi kendisini yemesine sebep olur. İnsan da bir ülkedir. Bedeniyle, ruhuyla, kalbiyle, nefsiyle, duygularıyla ve düşünceleriyle, hatta davranışlarıyla; şehirler, köyler, kasabalar, yıkık binalar, terk edilmiş apartmanlar, kapısına kilit vurulmuş dergâhlar, ebediyen susmuş mezarlıklar ve kimsenin geçmediği köprüler, hiç kimsenin bilmediği yollar gibidir insan.

Madem insan bir ülkedir; onun ne barbarı biter ne işgalcisi. Ne casusu biter ne yağmacısı. Ne Mukadderat muharebeyle işler insan denen ülkede. Eğer şirket olsaydı insan, muharebeler değil muhasebeler karar verirdi gidişata. Oysa insan bir ülkedir ve en mahrem bilgileri vicdan denen her yanı mayınlı çekmecede saklıdır. İnsanın stratejisini aklı, hassasiyetlerini ise ahlakı belirler. Ahlak nedir? İnsanın kendisini, kendi hikâyesine inandırdığı bir bozgun. Kuyunun en altındaki merdiven. Göğe dizili bulutlar. Toprakla hemhal çiçekler. Eşyanın tabiatı insanın fıtratına mündemiçtir. Tabiat, fıtrat ve hakikat varlığı öylesine sarmalar ki insanın varoluşsal boşluğu düşmesi çoğu zaman bu sarmalın büyüsündendir. Sarsıldıkça temelleri güçlenen insan, kalbindeki ve ruhundaki tahribatın şiddetini ancak yalnızlığıyla ölçebilir, ne kadar yalnız kaldığıyla. Dil bunun için kutsaldır. Hiçbir şeyin anlatılamaz olamayacağına dair bir delildir dil. İnsanın kendi hikâyesine bir baş ve bir son yazarken, ortasındaki cebelleşmeyi bir arayış olarak biçimlendirir. Her anlatış, bir önceki anlatıştan farklıdır. Bu sebeple hatırlamak bir yanılgı, düşlemek kusursuz bir intihardır. İntihar ise şairin dediği gibi, geride kalanlara yönelik bir suçlamadır. İnsan her hayal kurduğunda ve her gördüğü düşte, mekânı ve zamanı olmayan bir iklime düşer. Karanlığın coğrafyası. Zarif yenilgilerin. İntihar edenlerin ilk seçeneği, arayışlarında elde edemedikleri varoluşsal yükselişe itiraz olarak yok edici bir düşüştür. Düşmek, hicrandır.

Tarık Tufan’ın yeni romanı Geç Kalan da işte bu hicranın, geç kalmanın, geriye bakmanın, en önce ve daima kendini suçlamanın, ruhsal arbedelerin, sis dağıldıktan sonra ortaya çıkan dehşetin, büyülü karamsarlığın ve imkânsız umudun romanı. İnsanın içinde yer eden, unutulmaz, onulmaz, dinmez acı denir hicran için, ayrılık acısı denir kısaca. Acaba kimden ayrılmanın? İnsan başkasından ayrılırken, kendinden de ayrılmış olamaz mı? O zamanki kendinden, o zamanki hâlinden ve duygularından? Hicran gelir ve insan denen ülkeyi yıkıp döker: “Hikâyenin başını ve sonunu kaybettin, hikâyene inancını yitirmenin ilk adımı bu; biraz zaman geçince izbe bir boşluğun içinde budalaca dolanıp duracaksın. İnsanın başına gelen en büyük musibet, kendi hikâyesine inancını yitirmesidir, zamanla öğrendin; uzaklara bakar gibi bakacaksın kendi yüzüne, çürümüş bir cesedin kokusundan uzaklaşmak ister gibi kaçacaksın kendi teninden, gelişigüzel mazeretler ayıplarını örtmeye kâfi gelmeyecek. Hicran yüreğine yerleşti bir kere.

Kendine başkalarının gözüyle bakabilen insanın, sefaletle burun buruna yaşayacağını anlatıyor Geç Kalan. Öte yandan; bir yazarın, başkalarının hayatına dokunmasının ne büyük bir sorumluluk olduğunu da yer yer okuyucuya gösteriyor. Bu aynı zamanda yazarla okur arasındaki bir duygusal antrenman. Sırtından yağlı boyaya yapışmış hareketsiz duran böceğe benzediğini düşünürken hikâyenin kahramanı, okur kendi hâline şükredebilir ve hatta kıvrak bir tebessümle o acılı paragrafı sonlandırabilir. Schadenfreude. Tarık Tufan’ın mahareti ise tam burada ortaya çıkıyor. O, kelimelerin hem şifa verdiğini hem de yeni yaralar açtığını gösteriyor anlatımında. Türkülere, sırlı dualara, kestane balına, zerdeçala, Âyetü’l-kürsî’ye, kekik suyuna aynı anda inanmanın, ancak insan denen ülkeye yakışacağını ortaya koyuyor.

Başkalarının acılarını anlamak mümkün değildir, öldükleri anlaşılır başkalarının. Bu yüzden ölüm en kolay anlaşılır bir şeydir. Esas mesele, ölümü kabullenmektir. Tıpkı ölüm gibi, kabullenilmeyen her şey insanın kaderinde bir döngü haline geliverir: “Hayatı parçalanan insanın asıl sancısı aklının, ruhunun ve kalbinin ayrı ayrı yerlere düşmesidir. İçindeki bölünmenin dayanılmaz ağrıları; içsel sürgün, sonsuz mahkûmiyet, en derin ayrılık hasreti. Ölmek, dirilmek, yeniden ölmek, dirilmek ve böylece uzayıp giden, her seferinde acıyı daha derinlere saplayan kederli döngü.

Canı yandığında, canının olduğu yeri çağırır insan. Delilerin boşluğu, şairlerin ilhamı, dervişlerin Allah’ı ve her âşığın yârini çağırması bundan. Canı yanan, canını zikreder ki yeniden can bulsun. Peki geride kalan, ölüme geç kalan, henüz hayatta olan biri, gideni nasıl çağırır? Tarık Tufan, bir çağrının hikâyesini, Firuzan’ın gölgesini, aşkın sınırsızlığını ve sonsuzluğunu hırpalıyor sayfalar boyunca. Asıl meselenin gözleri ve sözleri değil, karşılıklı biçimde özleri teslim etmek olduğunu, özgürce ve korkusuzca sevmenin büyük bedeller istediğini, esas aşkın mağlubiyetlerle örüldüğünü, Türkçenin tüm lezzetiyle okuyucuya sunuyor. Her âşığın çıkmazlarında kuvvet yahut yakıt olarak bir köşede duran türkülere, şarkılara, apartmanlara, filmlere, kitaplara, öfkelere, küsmelere ve ölüm selam duruyor. Belki de bizleri, yaşamın büyüsünü kaybettiğini düşündüğümüz anlarda aşkı hatırlayacağımız bir saygı duruşuna davet ediyor. Ölümlü olan insandan ölümsüz olan aşka, mümkün saygıların en güçlüsüne. Kendi kendine ama bütün kâinata savrulan bir sitem gibi: “Ölümsüzlüğe inanıyordunuz. Ölümsüzlüğe, berbat filmlere, işkembe çorbasına, taze zencefile, büyük sözlüklere ve kadere. Ölümsüzlüğe ve kadere aynı anda inanmanın kirli, kusurlu, kabahatli kumaşlarından, muteber hakikat hırkası dikiyordunuz kendinize. Dergâhtan kovulmuş dervişler. Arın, namusun kırık şişesi. Eşikte kalmış melamet. Kovulmanın yüz kızartıcı sancısı. Sırrı dökülmüş ayna.

Çığlıkların, yakarışların, ağlayışların, ağız dolusu gülemeyişlerin, iç çekişlerin, kısa ama sürekli sessizliklerin, bir ayağı kısa masa gibi güçsüz duruşların, bir el dahi sallayamayışların, son bir kez seni seviyorum diyemeyişlerin romanı Geç Kalan. Bir kuyu açmayı hüner bilen insanın, kendi içindeki kuyuyla -tek bir kuyu mu vardır insanın içinde?- bir türlü buluşamamasının, buluşup da su çekememesinin, su çekip de kana kana içememesinin romanı. Yarım kalmanın ve asla tamamlanmayacak olmanın bir vasiyetnamesi: “Allah sana merhamet etti, nefes verdi, aşk verdi, kelimeler verdi. Kıymetini bilemedin. Ne arıyorsun? Şimdi bir mağara bul kendine. Şimdi kendine üç yüz yıllık bir uyku bul. Besili bir buzağı bul ve kurban et. Ortasından yürüyerek geçebileceğin bir deniz. Göğe tırmanacak bir çarmıh. Karnına gizlenebileceğin bir balık. Sığınacak bir gemi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı 10 Kasım 2021'de edebiyathaber'de yayınlanmıştır.

22 Kasım 2021 Pazartesi

Sporun aynasından hayat

Radyoyla olan ilişkimizin son 20 yılda azalan bir eğri göstermesinin başlıca sebebi sosyal medyanın kuvvetlenmesi olsa gerek. Biraz da sadece dinlemekle yetinmeyip izlemek istememiz de olabilir. Oysa bir dönem radyo programlarıyla yaşardık. Spor programlarının da müzik programlarının da en kalitelileri; belki mekanın rahatlığından ve özgürlüğündan olsa gerek radyolarda yer alırdı. Toplu taşımadan başka bir araç kullanmayan birisi olarak Youtube ve Spotify gibi uygulamaların radyonun yerini çoktan aldığını görebiliyorum. Radyo belki de gülünç geliyor artık insanlara. Oysa hikâyesi varsa programın, çok güzel bir anı olarak kalabiliyor hafızada.

Ateş Arabaları; çekirdek dinleyici kitlesi olan, kalıcı izler bırakmış, sporumuzun ihtiyacı olan düşünme ve eleştirme noktasında ufuk açıcı bir radyo programıydı. NTV radyosunda yayın yapardı. 2014 Sedat Simavi Ödülleri'nde En İyi Radyo Programı dalında birincilik kazanmıştı.

Bir Galatasaraylı olarak Avrupa zaferlerinde aklımda kalan seslerin çoğunun Ercan Taner'e ait olması sebebiyle kendisine özel bir samimiyetim var. Çocukluğun izlerini takip edince Ercan Taner'le sık sık yollarımız kesişiyor. Mert Aydın'ı ise işini gerçekten iş olarak benimsemiş ve böylece bilgisini sürekli derinleştirmiş bir insan olarak tarif edebilirim. Yazıları ve televizyon programları vesilesiyle uzun bir dönem takip etmiş, sonra da ülkemizdeki futbol ortamının seviyesizleşmesi sebebiyle tüm yazarlardan uzaklaştığım gibi kendisinden de uzaklaşmıştım. Ateş Arabaları daha sonra kitap hâline getirildi ve NTV Yayınları tarafından yayınlandı. Sonra da baskılar tükendi, bulunmaz oldu. Zaten NTV Yayınları da kapandı. Şubat 2018'de Profil Kitap'ın yeniden bastığını görünce iştahlandım, bir solukta okudum. Ercan Taner'in önsözde dediği gibi geçmişi yeniden yaşatan ve günümüze farklı bakış getiren bir kitap Ateş Arabaları.

Kitap her ne kadar futbol alakalı olsa da içinde edebiyat, sinema; yani kitaplar ve filmler de geniş bir yer buluyor. Futbolla ilgili konuşmalarda, belirli bir takımın şehir tarihi de inceleniyor, tribün vaziyeti de. Bazı konu başlıklarından örnek verelim: "Asla Yalnız Yürümeyeceksin: Liverpool ve The Beatles", "Umberto Eco, Spor Kitapları, Wembley", "Nadia Comenaci, Sepp Maier, 70'ler ve Terör", "Kuzeyde Bir Spor Ülkesi: İsveç", "80'li Yıllar", "İki Futbol Devi: Barcelona ve Milan", "İki Gol Makinesi: Gerd Müller ve Lionel Messi", "60'lı Yıllar: George Best, The Beatles, JFK", "Dünya Kupası Tarihinden Sayfalar", "Kitaplar, Filmler, Geçmiş Zamanların Parlak Takımları", "Didier Drogba, Ben Johnson, Albert Camus, Baba Hakkı", "Irkçılık, Avrupa Futbolu, Sahada Gelen Ölümler", "Erdoğan Arıca, Naim Süleymanoğlu", "Laureus Ödülleri, Superbowl"...

Sadece Liverpool'un stadı Anfield Road'da değil, birçok statta çalınan, çok hoş bir şarkıdır You Will Never Walk Alone. Ancak bu şarkı Liverpool için yazılmamıştır. 1945'te Rodgers ve Hammerstein'ın Carousel isimli müzikallerinde yer alan bir şarkıdır. Eşini kaybeden bir kadını, kuzeni teselli eder ve "sana destek olacağız, asla yalnız yürümeyeceksin bu hayatı" der. Şarkının Liverpool tribünleriyle buluşmasını Mert Aydın şöyle anlatıyor: "Yıl 1963... Aslında önce 60'ların başında ilginç bir şekilde Manchester United tribünlerinde bu şarkı ilk kez söylenmeye başlıyor. Ama 1963'te Liverpool'lu bir grup Gerry & The Pacemakers bu şarkısı albümlerinde okuyorlar ve daha sonra ilginç bir şey oluyor. Stadın DJ'i, Anfield'da maçlardan önce tribünlere şarkılar çalan DJ, BBC'de o sırada ilk 10'da olan, haftanın en iyi 10 şarkısını sırayla çalıyor ve birinci sıraya geldiğinde You Will Never Walk Alone'u tüm tribünler birlikte söylüyor. Şarkı ilk 10'dan indikten sonra bile tribünler söylemeye devam ediyor. En sonunda Bill Shankly'nin de -o zamanki Liverpool menajeri- onayıyla şarkı bir anlamda neredeyse resmi Liverpool şarkısı halini alıyor."

Radyodaki sohbetin futboldan ansızın edebiyata geçmesi, hem futbol hem de edebiyat sever bir dinleyici için oldukça şaşırtıcı. Mesela Dünya kupaları ve Avrupa kupaları tarihinden bahsederken bir anda Umberto Eco ve onun efsanevî Ortaçağ kitabının bahse konu edilmesi şahane. Ardından 'iyi futbol dilencisi', çok sevdiğim Eduardo Galeano ile onun nefis kitabı Gölgede ve Güneşte Futbol'a değinilmesi pek güzel: "Galeano bir izleyici ama eli kalem tutan bir futbol izleyicisi. Zaman zaman çok amatörce yorumlar da okuyorsunuz. Yani amatörce yorum derken, normal bizim "kahvehane" yorumu dediğimiz yorumlardan da okuyorsunuz. Çünkü zaten profesyonel futbol yorumcusu olma gibi bir hedefi ve iddiası yok. Ama o kadar keyifle yazıyor ki siz de keyifle okuyabiliyorsunuz o belki de çok basit görünen yorumları."

Portekiz ve Hollanda futbolu, özellikle "futbolcu fabrikası" olmalarıyla meşhur. Bu anlamda kitaptaki Benfica, Porto, Sporting Lizbon konulu sayfalar oldukça zenginleştirici. Yine İsveç hakkındaki uzun sohbet de böyle. "İnsanlar ekmek keserken parmağını kesse ambulans giden bir ülkeden bahsediyoruz" diyor Ercan Taner. Ama öyle hikayeler anlatılıyor ki biz Türkler bunları pek bilmiyoruz. Mesela İsveç'te futbol terörünün yüksek boyutlarda olduğunu hiç bilmiyoruz. Tekrar Portekiz'e dönecek olursak, Mert Aydın ilginç bir 'lanet hikâyesi'nden bahsediyor: "Benfica 1961 ve 1962 Şampiyon Kulüpler Kupası'nda üst üste iki yıl Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazanıyor. 61'de Barcelona'yı, 62'de Real Madrid'i yenerek. Hani o efsane Madrid'i.. Takımın başında Macar kökenli çok önemli bir futbol direktörü var: Bela Guttman. Benfica ikinci şampiyonluktan sonra Bela Guttman'la yollarını ayırıyor. Guttman da beddua ediyor, diyor ki umarım benden sonra hiç Avrupa şampiyonluğu kazanamazsınız... Benfica 1963'te Milan'la, 1965'te İnter'le, 1968'de Manchester United'la, 1988'de PSV Eidhoven ile ve 1990'da Milan'la Şampiyon Kulüpler Kupası finali oynadı ve hiç birini kazanamadı."

Futbolun endüstriyelleşmesinin sadece taraftarları değil, sporun içinden sesleri de rahatsız ettiğini bilmek gelecek adına umut verici. Mert Aydın bu konuda önemli yorumlar yapıyor. Bir dönem şampiyon takımın alkışlanması gerektiğine dair yapılan yorumların şu anda çok geçersiz olduğunu, henüz o ortamı hazırlayacak ögelerin azlığını ifade ediyor. Diğer taraftan eskiden olduğu gibi derbiden önceki gecelerde 400-500 kişinin bir araya gelip dövüşmesinden artık eser kalmadığını da söylüyor.

Kitaplardan bahsedilirken Mert Aydın ilginç bir konuyu açıyor: O zamanlar henüz anılarını yazmayan Yılmaz Vural, tecrübeleri ve anıları... Kuzeyden güneye, doğudan batıya birçok şehir tanıdı, takım çalıştırdı; insanlar, coğrafyalar, davranışlar ve daha nice konu. Nitekim yazdı da Vural. İnadım İnat dedi. Sadece o değil diğer birçok futbol emekçisi yazsa, okusak diye yorumluyor Aydın. Çok da haklı. Ancak maalesef ki spor insanları arasında eli kalem tutan isimler pek yok bizde. Belki olanlar da kendilerini gizliyorlar. Eşe dosta kitap yazdıranlar da vardır elbette... Ercan Taner'in kitap konusunda önerdiği isimlerden biri de Simon Kuper. Özellikle de Ajax, Hollandalılar ve Savaş.

İşlenen konulardan biri de ırkçılık. Bu önemli konu hakkında, pek düşünülmeyen noktalara temas etmiş Ercan Taner ve Mert Aydın. Taner'in yorumu şöyle: "Irkçılar şunu da belirledi: Futbol her şeyin aynası. Futbol sahalarında yapılacak her şey dünya tarafından görülecek. Yani ırkçı propagandanın içinde bu da yer alıyor. Almanya olsun, İtalya olsun, İspanya'sı olsun. Bu yüzden bu tür ülkelerde bu tarz eylemlerin yapılması için stadyumlar seçiliyor. Stad dışında da sizin yabancı olduğunuzu anladıkları anda, hele siyahî olduğunuzu gördükleri takdirde onların arasına düşerseniz yapacak bir şey kalmıyor; ya hakarete uğruyorsunuz ya da darpla karşı karşıya kalıyorsunuz."

Burada İtalya futbolundan bir gerçeği de hatırlatmak gerek. SS Lazio takımı meşhurdur, bilinir. 1900 yılında İtalyan ordusundan bir grup subay kuruyor Lazio'yu. Takımın en önemli destekçisi ise dönemin İtalya diktatörü Benito Mussolini. Her ne kadar takımın isminde SS harfleri Societa Sportiva olarak resmî kayıtlara geçse de aslında bu harfler Waffen SS 'hatırası'nı yaşatıyor. Waffen SS, SS'in tıpkı Gestapo ve Totenkopf Division gibi bir kolu. Heinrich Himmler tarafından kuruluyor. Giyimleriyle şık, elit ve daha çok 'ajan işi' icraatlarıyla ünlü. Elbette ırkçıydılar ve çok fazla faili meçhul cinayete adları karışmıştı. İtalya'da birçok takım Societa Sportiva kısaltması olan SS harflerini kullandı ama II. Dünya Savaşı'ndan hemen sonra Waffen SS akla geliyor diye kaldırdılar. Dolayısıyla Lazio, kulübün kuruluş politikasını ve kurucularını koruyor, tribünü incelendiğinde bu açık biçimde görülür. Hatta bazen ırkçı futbolcuları kadrolarına katıp onları takım kaptanı bile yapıyorlar; Paolo Di Canio gibi. Bu noktada The Sun'daki Richard Forrester imzalı yazı okunabilir.

Ercan Taner'in anlattığı, ırkçılığın tam karşısında bir adamın, Bob Marley'in bir hikâyesiyle bu konunun ağır havasını dağıtalım: "Bob Marley top oynarken ayağında, sol başparmağında bir yara çıkıyor. Ona doktora gitmesi gerektiğini söylüyorlar, çünkü geçmiyor yara. ''Geçer geçer'' diyor ve en sonunda doktora gidiyor. Doktor ''eşine ender rastlanan bir kansere yakalanmışsın'' diyor. Deriyle ilgili olarak parmağını kesmek gerekiyor. Bob Marley inancına göre mezara ayağının ya da hiçbir uzvunun kesilmeden girmesi taraftarıydı. Böylece tedaviyi kesinlikle reddediyor ünlü şarkıcı. Operasyon geçirmesi için bayağı uğraşıyorlar, kabul etmiyor. Daha sonra ABD'ye inerken uçakta fenalaşıp hayata veda ediyor. Bir maç... futbol uğruna ayağında çıkan bir yara belki onun için bir işaret olabilirdi. Ama kaderine razı olmuş ve hayatını kaybetmiş."

Ateş Arabaları kitabı, ismini Hugh Hudson imzalı 1981 yapımı filmden alıyor, Chariots of Fire. Filmin dört Oscar'ı olduğunu belirtelim. Biri Yahudi diğeri Hıristiyan iki İngiliz atletin, 1924 Paris Olimpiyatları'ndaki hikâyesini anlatır. Kitapla birlikte tavsiye olunur.

Yağız Gönüler 
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 32 sayısında yayınlanmıştır.

19 Kasım 2021 Cuma

Hayatı tasavvufî hassasiyetlerle yaşamak

"Geç geçenden ibn-i vakt ol gözle hâl
Anma ferdâ gussasın ferdâya sal."
- Niyâzî-i Mısrî

İnsanın kadim meselelerinden biri de hayatı anlamlandırmaktır. Hayatı anlamlandırmak, varlığı anlamlandırmak demektir. Bu sayede kendi varlığına anlam bulmayı hedefleyen insan, bu anlam çerçevesinde kendi varlık gerçeğini bulacak ve kendini gerçekleştirecektir. Din, felsefe ve fikir akımları yoluyla esas amaçlanan budur. Bu arayış sürecinde insanın kendinden yola çıkması bir zaruret olmakla birlikte kendini esas kabul etmesi insanı bir çıkmazın içine sürükler. “Nefsini bilen Rabb’ini bilir.” hükmünce insanın varlığını bilmeye, anlamaya ve anlamlandırmaya kendinden başlaması doğaldır. “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen” diyen Şeyh Galip, insanın içinde âlemin bir numunesini taşıdığını ifade etmiştir. Bu noktada sorulması gereken bir soru daha çıkar karşımıza: İnsan kendini, kendi kendine bilebilir mi? Bilginin insan tarafından keşfedilen bir şey olduğunu kabul edersek varlığın sırlarının bilinmesi noktasında kendimizi insan aklıyla sınırlamış oluruz. Oysa esas bilginin ilham yoluyla insana bahşedildiğini kabul etmek varlığın bütün sırlarıyla bilinmesini mümkün kılar.

İslam dini, tek başına dünya ya da ahiret dini değildir. Dünya hayatını adalet ve merhamet duyguları ekseninde şekillendirirken ahiret yurdundaki ebedî saadete kavuşmak için uyulması gereken kuralları da ortaya koyar. Bu nedenle bir Müslüman hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyayı, her an ölecekmiş gibi öbür dünyayı düşünür. Toplumsal ilişkilerin belirlenmesinde, ibadetlere gösterilen hassasiyette, insan dışındaki canlılarla münasebette ve gündelik hayatın içinde Kur’an ve sünnete uygun bir tavır geliştirebilmek bir Müslüman’ın hem dünya hem ahiret saadeti için titizlikle uyduğu bir hassasiyettir. Özellikle tasavvuf geleneği içinde bu hassasiyet kendine çok daha geniş bir yer bulmuştur. Hz. Ebu Bekir’in: “Ya Rab! Benim vücudumu öyle büyüt ki cehennemi doldursun da başkasına yer kalmasın.” sözünde zirve noktasına erişen özgecilik anlayışı, sûfîlerin hayata bakış açılarını da şekillendirmiştir. Yunus Emre’nin: “Yaratılanı hoş gördük Yaratandan ötürü” dizelerinde ifadesini bulduğu gibi bütün yaratılmışlara engin bir hoşgörüyle bakmışlardır. Her vaktin bir hükmü olduğuna ve insanın vaktin hükmüne göre hareket etmesi gerektiğine inanmışlar ve “ibn-i vakt olmak” düsturunu benimsemişlerdir. Böylece Hakk’ın hükmüne boyun eğmişler ve zamanın hükmünden kurtulmuşlardır.

Süleyman Uludağ, Hayata Sûfî Gözüyle Bakmak adlı kitabında tasavvufun hayatı hangi hassasiyetlerle okuduğunu irdeliyor. Hayatın her alanında olduğu gibi tasavvufta da sahtekârlar kendi çıkarları için halkın maneviyatını kötüye kullanmışlar. Süleyman Uludağ, hayata tasavvufî bir gözle bakarken samimi sûfîlerin tavırlarını esas alıyor: “Sûfîler halkın ruhsatlara ve cevaz hâline göre hareketlerini hoş görür ama bir sûfînin azimet yolunu bırakıp ruhsat yolunu tutmasını hiç hoş görmez, hatta bunu onun talihsizliğine bağlar, yoldan çıkmanın bir işareti sayarlar.” Süleyman Uludağ, halkın fetva ehli; sûfîlerin ise takva ehli olduğunu vurguluyor. İbadetlerin kabul edilmesi için şer’i hükümlere göre şekil itibariyle belirli şartları taşıması yeterli iken sûfîler ibadetlerin manevi boyutunu da hesaba katarak namaz, oruç, zekât, hac ve diğer ibadetleri ayetler ve hadislerin ışığında ve samimiyet ekseninde değerlendirmişlerdir. Bütün bu değerlendirmelerin esasında “kendine varlık payesi vermemek ve dünyadan geçmek” ilkesi yatar.

Namazla ilgili bölümde şu örnekleri veriyor Uludağ: “Zeynelabidin namaz kılacağı zaman rengi değişir, kızarır, bozarırmış. Bunun sebebi sorulunca, ‘Kimin huzuruna çıktığımı biliyor musunuz?’ dermiş.Cüneyd Bağdadî demiştir ki: “Namaz dünya ile ilgili bağlarını koparmak, dikkati bir noktada yoğunlaştırmak ve Allah’ın huzurunda bulunmaktır.İbn Sâlim şöyle demiştir: “Niyet Allah ile Allah için ve Allah’tandır. Namazdaki kusurlar ise düşman olan şeytandandır. Bu tür noksanlıklar çok bile olsa Allah ile Allah için ve Allah’tan olan niyetin yanında hafif kalır.” Sûfîler, “Namaz, dinin direğidir.” düsturunca bir ömür kendilerini namazda kabul ederek yaşamışlardır zira insanın Allah’ın huzurunda bulunmadığı bir an yoktur. Bu durumu beyan edercesine Süleyman Uludağ, “Elif kıyamdır, dâl rükûdur, mim de secde. Üç harf bir araya geldi mi ADM آدمolur. Elif gençlik, dâl ihtiyarlık, mim ise fenadır, fani olmaktır.” diyor. Bu ifadelerden de namazı teslim olmuş bir hayat sürmek olarak anlamak gerekir. Mülk suresinde, “Sizin için O, arzı zelil (ayak basılan ve çiğnenen bir mekân) kılmıştır.” buyruluyor. Süleyman Uludağ bu ayete dair şunları söylüyor: “Yani zelil insanın yeryüzüne basmasıyla arz zelil olmuştur. İşte bundan dolayı bu durumu tamir etmek için en şerefli organ olan yüzü yere koyup secde etmekle emrolunmuştur insan. Ve yine bundan dolayı, insan secde halinde iken Allah’a en yakın bir vaziyette bulunur. Çünkü o, bu halde aynı zamanda üzerine bastığı yeryüzünün de gönlünü almaya çalışmaktadır. Namaz, cemi-i ibadettir, yani bütün ibâdetleri kapsar. Namazda yeme içme olmadığı için oruca benzer, duayı ve zikri de içerir.

Zekât, toplumsal dayanışmanın sağlanması için oldukça mühim bir ibadettir. Her ne kadar kırkta bir olarak belirlenmiş ise de sûfîler bilir ki bu ölçü avam için geçerlidir. Onlar, dünyalık varlıklarını ahirette çok kârlı bir alışveriş için satmayı tercih etmişlerdir. Allah’ın verdiğini diğer insanlarla paylaşıp vermediğinde şükretmeyi şiar edinmişler, zekâtı, toprağın altına gömülen bir tohum gibi görmüşlerdir. Süleyman Uludağ bu konuda Mevlana’dan referansla şunları söylüyor: “Mevlana’nın dediği gibi eğer iyiyi verirsen iyiyi, altın verirsen mücevheratı alırsın. İyi ürün almak istiyorsan iyi tohum ek, kaliteli fidan dik. Ey kardeş! Cömertliğin en mükemmel mertebesi nefsin karanlıklarından kurtulmaktır, bedensel hazları ve zevkleri terk etmektir. Hz. Mevlana, imsak (eli sıkı olmak) küfr-i tarikattır, demektedir. Eğer bu yolda ekmeği, ilmi, irfanı, bedeni, canı cömertçe harcayamaz ve cimrilik yaparsan bunları elde tutar, kimseye bir şey vermezsen küfr-i tarikat, bud-i hakikat olur.” İnsanın bütün varlığı, Hakk'ın emanetidir. İnsan verirse kendinden vermez ancak kendine emanet edilen Allah’ın malından verir. Sûfîler bu düşünceyle ellerinde bir şey bulundurmayı tercih etmemişlerdir.

Oruç; belirlenmiş vakitlerde yeme, içme ve cinsi münasebette bulunmamaktır. Cenab-ı Hakk orucun, önceki ümmetlere de farz olduğu gibi bizlere de farz olduğunu belirtmiştir. Peygamber Efendimizin (sav) oruç ibadetine ehemmiyet verdiğini ve bir gün oruç tutup bir gün yemek yediğini biliyoruz. Elbette oruç tutmakta müminler için pek çok rahmetler var. Sûfîlerin pek çoğu midenin aç bırakılmasının hikmete ulaşmada önemli olduğunu belirtmişlerdir. Sehl bin Abdullah Tusterî’nin şu sözleri kendisinden sonraki sûfîlerce de benimsenmiştir: “Abdalı abdal mertebesine çıkaran kıllet-i taam (az yemek) , kıllet-i menam (az uyku), kıllet-i kelâm (az konuşma) ve inzivadır.” Bu ifadeden orucun sadece mideye ya da cinsel organlara değil, göze, kulağa, dile ve bütün bir bedene tutturulması gerektiğini anlıyoruz. İnsan, ruh ve bedenden müteşekkildir. Bedeni doyanın ruhu aç kalır ve insan bedenin arzularına mahkûm olur. Bedeni aç kalanın ise ruhu hikmet pınarlarıyla doyurulur. Ruhu doyanın bedene ihtiyacı kalmaz, artık bedene wyalnızca ruhun elbisesi olarak değer verir. Zünnûn-ı Mısrî, “Hikmet dolu midede bulunmaz.” diyerek aynı hakikâti işaret eder. Süleyman Uludağ, açlıkla ilgili de şunları söylüyor: “Açlık Hakk’ın yemeğidir. Aç olan kişi Allah’ın misafiridir; ona O yedirir, içirir. Manevi rızıktan bol bol ye. Ne kadar yersen ye temiz kalırsın, tüy gibi hafif olursun. Bu gıda ne yel yapar, ne mide ekşitir, ne de geğirtir. Maddi gıda öyle mi? Az yersen karga gibi aç kalırsın, çok yersen miden bozulur.

Maddi imkânı el veren her Müslüman’ın ömründe bir defa Hacca gitmesi farzdır ancak hacca gitmek gösterişten uzak ve Allah rızası için olmalıdır. Sezai Karakoç, kendisini hacca davet eden diyanet yetkilisine, “Bana hac henüz farz olmadı. Farz olduğu zaman giderim inşallah.” cevabını vermiş; “Efendim, Diyanet olarak sizi biz hacca götürmek istiyoruz” deyince, “Ben milletin parasıyla hacca gitmem” yanıtını vermiş. “Üstadım! Bu ümmeti bir Arafat manifestosundan niçin mahrum ediyorsunuz?” çıkışıma karşılık sûfîyane bir tavırla şu cevabı vermiş: “Hoca! Arafat’a manifesto yazmaya gidilmez, Vakfe’ye durmaya gidilir.” Sufiler hac ibadetini oldukça önemsemiş, yürüyerek dahi olsa hacca gitmişlerdir. Bununla beraber esas beytullah’ın mü’minin gönlü olduğunu savunmuşlar ve gönül yıkmayı Kâbe’yi yıkmak gibi görmüşlerdir. Şeyh Sa’di: “Arkadaş! Bu yolla Kâbe’ye varamazsın. Zira bu yol Çin’e gider.” Süleyman Uludağ, “Demek ki Kâbe’yi ziyaret etmekten maksat; ahlâkı düzeltmek, nefsi terbiye etmek, ruhu kötü duygulardan arındırmak, iyi ve erdemli bir insan olmak ve böylece Allah’ın yakınlığını kazanmaktır.” diyerek hac ibadetinin özünü ifade ediyor.

Sûfîlerin ibadetlere dair titizliklerinin yanı sıra bütün davranışlarında samimiyet ve Allah rızası hâkimdir. Bayezid Bistamî: “Bir kimse su üstünde yürüse veya havada uçsa onun bu durumuna bakıp aldanmayınız, bundan önce onun dinî emirler ve yasaklar karşısındaki durumuna bakınız.” derken tasavvufta esas olanın keramet göstermek değil istikamet üzere olmak olduğunu işaret eder. Sûfîler, rızkın Allah’tan olduğunu bilir ve kahrın da lütfun da O’ndan gelen nimetler olduğunu kabul eder. “Dede himmet, oğlum hizmet” prensibi, kişiye çalıştığının dışında bir şey olmadığını beyan eder. Bütün bunlarla beraber sûfiler kendilerini kurtulmuş olarak görmez, daima havf ve reca arasında bulunurlar.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

16 Kasım 2021 Salı

İnsan olmanın anlamına dair futbol neler söyler?

"Ben bir futbol tanrısına değil, sadece Tanrı'ya inanıyorum. Hayatta olup biten her şeyin bir anlamı olduğu kanaatindeyim. Bir gün gelecek ve ben bu yaşadığım günün ne anlama geldiğini anlayacağım."
- Jürgen Klopp (Elmar Neveling)

90 dakika bittikten sonra oyuncular soyunma odalarına geçerler. Galibiyetten sonra sevinç, mağlubiyetten sonra sessizlik hakimdir. İkincisi için keder diyebilirdim ama bu pek az futbolcuda görünen bir meziyet: takımla bir, taraftarla bir olmak. Futbolun bizi bir yönüyle keyiflendiren diğer yönüyle iğrendiren tarafları, zihnimizin yanı sıra duygusal anlamda gösterdiğimiz reaksiyonlarla çok içli dışlı.

"Futbol benim için hayatım boyunca bir tutkuydu, hatta bu hayatı bir arada tutan ve başka insanların hayatına bağlayan az sayıdaki şeyden biriydi" diyor Simon Critchley. Aslında her futbolseverin için futbolun büyülü dünyası, daha başka büyülü dünyalara kapı açan bir genişliğe sahip. "Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz?", işte bu genişliğin felsefesini irdeleyen bir kitap.

Modern zamanların insanına, kendi iç yolculuğunu derinleştirmesi anlamında psikoterapistlerin de tasavvufçuların da telkini aslında aynıdır. Kavramlar farklıdır. Mesela psikoterapistler "şimdi ve burada" olmayı önerirler. Tasavvufçular ise "anda" olmayı. Yapılan işe tamamen konsantre olmayı, yani özümsemeyi. Kavramlar farklı olsa da niyet aynıdır. Keşif, gözlem ve dil olanaklarını tam manasıyla kullanabilme, beynin eleştiren ve yorumlayan taraflarını daha kuvvetli biçimde çalıştırma...

Böylelikle insan neyle meşgul olursa olsun, meşgalesi ne olursa olsun ona yoğunlaşır. Buna "tek çekirdekli yaşam" da diyebiliriz. Oysa günümüzde gerek iş yerinde gerek evde çok çekirdekli yaşamak durumunda kalabiliyoruz. Hayat bizden çok şey istiyor ve bu istekleri karşılarken yoruluyoruz. Bir tutkumuz olsa da onunla her şeyden uzaklaşsak, diyoruz. Kitap, bir büyük tutkunun insan zihninde nasıl yer bulduğuna dair çok şey söylüyor: "Kişinin takımına bağlılığı dogmatizme düştüğünde ya da sözlü, hatta fiziksel şiddete vardığında bu durumu sadece işlerin zıvanadan çıkması ile açıklayamayız. Burada futbolun bütün meselesi ıskalanmış demektir. Kanımca futbolun mayasında hem kişinin takımına tutkuyla bağlı olmasını mümkün kılan hem de başkalarının kendi takımlarını canıgönülden desteklemesini hoş görmeyi, anlamayı, hatta teşvik etmeyi sağlayan bir rasyonellik var."

Doksan dakika başlar başlamaz bir futbol tutkunu için zaman berraklaşır. Tribündeki taraftar da televizyon karşısındaki izleyici de o her bir saniyeyi ve dakikayı bütünüyle hisseder. Aslında her şey turnikelerden geçip stattaki yeri aldıktan sonra başlar. Stat gözümüzün önündedir: yemyeşil çimler, saha çizgileri, diğer taraftarlar, ısınan futbolcular ve hakemler, rakip takımın taraftarları, bayraklar, atkılar, formalar. Hakemin başlama düdüğü çaldığında tefekkür ve dikkat kesilme dost olur. Zihin o kadar kuvvetli çalışır ki bir yandan oyunun gidişatı süzülür, diğer yandan yorum yapılır. Tezahürat ve tepki (sevinç-keder) ise cabası.

Görüntü ve ses muazzam bir ahenk oluşturur insanın içinde. Aslında futbolda, hem oyun içinde hem de oyun dışında ahenksizliğin ahengi vardır. Çünkü futbol basittir, basit oynandıkça zevk verir, basit oldukça güzelliği ve estetiği gösterir. Tamam, matematiği bol olabilir ancak en sarsıcı maçların ve başarıların ardına bakıldığında, oyunun şöyle oynandığını söylüyor Critchley: Kontrol-pas, kontrol-pas, boş alana hareketlen, topu al, şut ve gol. Hemen bir maç örneği: 2014 Dünya Kupası'nda Almanya'nın Brezilya'yı 7-1'lik harikulade bir destruktion'la (imha) parçalaması. Critchley futbola felsefi bir gelenek olan fenomenolojiyle bakıyor. 20. yüzyılın başında Edmund Husserl'in yazılarıyla başlayan bu gelenek Martin Heidegger, Jean-Paul Sartre ve Maurice Merleau-Ponty'nin eserleriyle ve varoluş felsefesinin de 'desteğiyle' genişlemişti. Yazar hemen şöyle tanımlıyor bu geleneği: "Fenomenoloji, gündelik varoluşumuzda bize kendini gösteren şeylerin tasvir edilmesidir."

Simon Critchley; mekân, zaman, tutku, akıl, estetik, ahlak, siyaset gibi meselelerde felsefi açıdan doğru bulduğu şeylerin en çok da futbolda doğru olduğuna inanıyor. Dolayısıyla futbol ne keyfe keder bir oyun onun için ne de bir sürü adamın bir topun peşinden gidip gelmesi. "Futbolda olan biteni anlamak için hem oyuncular hem de taraftarların kendi kafalarından çıkmaları gerekir" diyor yazar. Yani öznelere ve nesnelere takılıp kalmadan, gevşemenin getirdiği ciddiyetle beraber sahadan yansıyan her şeyi zamanı hissederek yaşamak, tekrar tekrar yaşamak. Maç bittiğinde gözler son teknoloji bir fotoğraf makinesi gibi çalışmış, kulaklar müziğin her tonunu keşfetmiştir. Bilme eylemini doyasıya yaşamış olan taraftar, manevi tatmin noktasında zirvededir, sonuç ne olursa olsun: "En heyecanlı, nefes kesici, korku ve acıma uyandırıcı maçı izliyor olabiliriz, ama sonra düdük çalar, maç biter ve hayatlarımıza döneriz; işimize gücümüze bakarız, çimleri biçeriz, çay demleriz, Facebook'a bakarız. Hiçbir şey kökten değişmez. Hayat devam eder. Kim bilir, belki sonra başka bir maç olacaktır. Dramaya da, futbola da ahlaki bir eğitim olarak bakmak için bir neden göremiyorum. Futbolseverlerin böyle bir eğitime ihtiyacı yok, oyunu gayet iyi biliyorlar zaten. Tabii daha çok bilebilir, bilmek isteyebilirler, ama futbolseverlerin büyük çoğunluğu etkileyici bir bilgi temeliyle başlar."

Aptallıkla zekanın bir arada olabildiği yegane şeydir futbol yazar için. Bir pozisyonda hakemi kandırmaya yeltenen ve sarı kart görerek rezil olan futbolcu başka bir pozisyonda 40 metre uzaklıktaki arkadaşının ayak parmaklarına nefis bir pas gönderebilir. Hatırlayalım, dünyanın en zeki futbolcularından biri olarak gösterilen Zinedine Zidane, 2006 Dünya Kupası finali gibi bir maçta Marco Materazzi'ye kafa atarak kırmızı kart görmüş; futbolculuk kariyerine hiçbir futbol tutkununun istemediği bir biçimde veda etmiştir. "Kahramanlık her zaman kendini mahvetmeye ve yıkıma yol açar" diyor Critchley. Bazen kahramanlık yapmadan da yıkıma gidilebilir. Onun da örneği teknik direktör camiasından gelsin: Claudio Ranieri Temmuz 2015'te Leicester City menajerliğine getirilmiş, 2016 Mayıs'ında takımını on puan farkla şampiyon yapmış, dokuz ay sonra ise hemen hemen her taraftara ve kulüp yöneticisine 'başkası adına utanma' hâlini hissettirircesine kovulmuştur.

Kısacası futbol ne sadece rakamlardan ibarettir ne de reklamlardan. Onun içinde hayata ve insana dokunan, dokunması mümkün olan her şey ama her şey vardır. Nedir hayatı ve insanı daima ayakta tutan? Umut. İşte futbolun kaynağı: "Futbol galibiyetten ibaret değil. Genelde mağlubiyete dair. Öyle olmalı. Fakat futbola dair ilginç şeylerden biri mağlubiyetin kendisi değil. Öldürücü olan mağlubiyet değil. Hep yenilenen umut. Her yeni sezonun sunduğu umut. Umut ayağınızı gıdıklar, ama bir de bakarsınız ki -şair ve klasikçi Anne Carson'ın dediği gibi- tabanlarınız yanıyor. Futbol çoğu zaman kendinizi haklı gördüğünüz için adaletsiz bulduğunuz bir deneyim olabilir; mağlubiyet hakemin saçma sapan kararlar vermesine, sahanın veya hava koşullarının kötü olmasına bağlanabilir. Ama kimi zaman söz konusu olan, rakip oyuncuların sizin takımdan düpedüz daha iyi oynamasıdır. Takımınızın yeterince iyi olmadığını fark edince başka türlü bir acı duyarsınız. Yine de gıdıklayıcı umut alazlanmaya ve yanmaya devam eder."

Kitabın sonları, yazımızın başına çağırıyor. "Taraftar olmak anların tarihi için yaşamaktır, anların tarihiyle ve tarihi içinde yaşamaktır. Taraftar olmak böyle bir tarihi yaratmak ve sahiplenmektir, daha doğrusu birlikte yaratmaktır, başkalarıyla paylaşabilmek ve anlatabilmektir, yeni anlar yaratma imkânını haiz olmaktır" diyor. Otobüs beklerken de, statta bağırırken de, eve dönerken de birdir, bütündür taraftar. İnsanların olması gerektiği gibi belki de. Öte yandan bu kolektiflik içinde biricikliği de temsil eder, tektir ve eşsizdir taraftar. Futbol işte bu döngüyü içinde barındırır. Hem varlığı hem yokluğu. Umutla beslenen sonsuz bir döngü. Güzelliğin döngüsü.

Her türlü endüstriyelleşme ve reklam işgaline maruz kalsa da Arjantinli 'deli-dahi' teknik direktör Marcelo Bielsa'nın dediği gibi: "Futbolun özü güzelliğe hizmet eden bir jesttir."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* 24 Mart 2018'de Millî Gazete'de yayınlanan yazının genişletilmiş hâlidir.