8 Kasım 2021 Pazartesi

Tarihin yanlış tarafına düşmek: Şeyh Bedreddin

Anakronik ve ideolojik bakış açısı, önemli şahsiyetleri kurgulanmış bir tarihin içine sokarak evvela onların anlaşılmasına mâni olur. Bu anlaşılmazlık neticesinde söz konusu şahsiyetler, tarihin sol yahut sağ yanına düşerek, hayatlarında belki de hiç önemi olmayan meselelerin, kavramların referansları olur. Meraklı okuyucu, durup dururken kendini bir sarmalın içinde bulur. Bu sarmalda temel kaynakların ve üzerine çalışılan şahsiyetin bizzat yazdığı eserlerin rengi maalesef ki yoktur. Bunların yerini araştırıcının siyasi gözlüğü almıştır. Dolayısıyla okuyucu, merak ettiği şahsiyeti daha tanımadan soğur veya okurken dahi onu belirli kavramların gölgesinde konumlandırır.

Türk tasavvuf tarihinin bu tip sıkıntılardan dolayı en çok zarar görmüş, kurgulanmış bir tarih anlayışının içine hapsedilmiş simalarından en önemlisi Şeyh Bedreddin’dir. Rumeli (Simavna) çocuğu olan, Fetret Devri gibi kıldan ince kılıçtan keskin bir zamanda yaşamış, zamanın en önemli hocalarından dersler (sarf, nahiv, fıkıh, hadis, astronomi, mantık, felsefe) almış, kelâm ve fıkıh âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî ve Anadolu’nun İbn Sînâ’sı diye anılan hekim Hacı Paşa ile ders arkadaşlığı yapmış, Sultan Berkuk’un oğlu Memlük sultanı Ferec’e sarayda üç yıla yakın eğitim vermiş, önceleri tasavvufa mesafeliyken evliliğinden sonra tavır değiştirip Ahlatlı Şeyh Seyyid Hüseyin’e intisap etmiş, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin sistemleştirdiği vahdet-i vücûd öğretisine sımsıkı bağlı kalmış, saltanat mücadelesinde bulunan Mûsâ Çelebi’ye kazasker olmuş, yazdığı İslâm hukukuna dair Câmiʿu’l-fusûleyn’i ve tasavvufa dair Vâridât’ı geniş coğrafyalarda okunmuş, hâlâ üzerlerinde büyük soru işaretleri gezinen müridlerinden Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal gibi isimlerin de etkisiyle isyancı kabul edilip Çelebi Sultan Mehmed tarafından idamına hükmedilmiş ve yine Rumeli’de (Serez) fânî alemden bâkî âleme göç etmiş, sadece bu paragraftan bile anlaşılabileceği gibi son derece destansı yaşamış, ardında efsanevi hikâyeler ve menkıbeler bırakmış nadide isimlerden biridir Şeyh Bedreddin. Onu bir başka Simavlı; hâcegân yolunun ulularından Ubeydullah Ahrâr’ın müridi, İstanbul’daki ilk Nakşibendî tekkesini kuran Emîr Buhârî’nin şeyhi, Nakşibendiyye’nin Anadolu ve Rumeli’de yayılmasına öncülük etmiş Abdullah-ı İlâhî şöyle değerlendirir: “Vâsılînin kutbu, Hakk’ı gerçekleştirenlerin sultânı, muvahhidinin delili… Şeyh Bedreddin diye bilinen şeriat ve din kemâlinin ta kendisi Kadı-oğlu Mahmud.

Hilmi Ziya Ülken, İslâm düşünürleri arasında en güçlü olarak İbnü’l-Arabî’yi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi ve Şeyh Bedreddin’i kabul ettiklerini söylerken, acaba Nâzım Hikmet neden sadece Şeyh Bedreddin’e dair destan yazmıştır diye bir soru sorabilir miyiz? Neden sormayalım? Bizi bir neticeye götürecekse, arı kovanına çomak sokmak götürecektir. “Nâzım Hikmet’i Şeyh Bedreddin Destanı’nı yazmaya iten neden, kendisine bir soy bulmak kaygusu idi. Bedreddin Destanı güzeldi, ama amacına ulaşmayan bir oka benziyordu. Çünkü târihsel diyalektik, Bedreddin hareketine göre değil, Osmanlı’nın kurmuş olduğu devlet çekirdeğine göre işliyordu” demiş Profesör Cahit Tanyol. Demek ki ortada, Bedreddin’i merkeze alarak devletle insan, siyasetle velayet, akılla iman ve hatta tasavvufla isyan arasında olabildiğince makul bir denge kurabilecek çalışmalara ihtiyaç var. İşte, Samet Altıntaş’ın Ben Şeyh Bedreddin: Derviş-Devlet-İsyan’ı, bu cesareti ve özgünlüğü ilk sayfasından son sayfasına dek taşıyan bir çalışma. Altıntaş, tarihin mutlak değil muğlak olduğunu hatırlatırken, asıl hikâyenin çoğu zaman geçmişin net alanlarında değil flu alanlarında saklandığını söylüyor.

Osmanlı’nın idari mekanizmasına itiraz ettiği için sağcılar tarafından dudak bükülen Bedreddin, solcuların her fırsatta yaklaşmaya çalıştığı bir isim. Yine sağcılar tarafından zındıklıkla itham edilen Bedreddin, solcular için hakiki bir komünist. Onu anlamak ve tanımak isteyen bir meraklı kendini çok büyük bir kaosun içinde buluyor böylece. İşi hiç de kolay değil. Bir taraftan dünyevi arzular, diğer yandan siyasi ihtiraslar sebebiyle çoktan yorumlanmış bir Bedreddin var karşısında. Yazar, dekoderi kitabın en başında kuruyor: “Bedreddin figürü sofistike bir biyografi aslında. Hem öyle marşlar okunarak değil, az biraz Muhyiddin İbnü’l-Arabî’yi bilmekle belki anlaşılabilir. Çünkü ilerleyen satırlarda da karşımıza çıkacağı üzere Simavlı’nın vahdet-i vücûd anlayışıyla hemhal olması, hayatını baştan ayağa değiştirecek bir tavır olacaktır. Evet, ‘hakikat’in vizöründen maziye bakmak perdeyi çekip pencereden gelen soğuk havayı teneffüs etmek gibidir.

Ben Şeyh Bedreddin, ‘art of storytelling’ örneği bir kitap. Samet Altıntaş gözüne yakın (yakîn) gözlüğünü takıp, Michel Balivet’ye göre “belli düşünce hareketlerinin ve sospolitik gerginliklerin kesişme noktasında yer aldığı açık” olan Bedreddin’in üzerine tozlanmış perdeleri kaldırarak gidiyor. Edebiyatın gölgesinde serinleyerek tarihin aralık kalmış pencerelerini de kapatıyor, cereyanın metafizik olanına işaret ediyor. Bunu yaparken önemli sorular sormayı da unutmuyor: “Şeyh, tımar sistemine tamamen, büsbütün, baştan sona karşı mıydı; yoksa uygulamadaki suiistimalleri tashih etme yolunu mu seçmişti?

Kitabın bol fotoğraflı, bol referanslı oluşu, bir belgesel çekimine misafir ediyor okuru. Belki de Altıntaş’ın en etkileyici taktiği, çalışmasını kuşatan İsmet Özel şiirleri. Açıkçası bunca yıl İsmet Özel okumuş biri olarak, dizelerin Şeyh Bedreddin’e ne kadar uyduğunu keşfetmek büyüleyici oldu. Buyurun, celladına gülümseyip gülümsemediğini bil(e)mediğimiz Bedreddin’in hafızalardaki fotoğrafının şerhi: “Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat / her şeyi gördüm içim rahat / gök yarıldı, çamura can verildi / linç edilmem için artık bütün deliller elde…

1924 yılında mübâdele yoluyla Serez’i gözyaşları içinde terk eden Türkler, ihtimal ki türbesini kazıp Şeyh Bedreddin’in kemiklerini kendilerince güvenceye alırlar. Kemikler uzun seneler Sultanahmet Camii’de -bazı rivayetlere Fatih Camii’nde- ve 1961 yılına dek Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilir. Bakanlar Kurulu kararı ile 29 Kasım 1961 günü İstanbul’da, Divanyolu üzerindeki II. Mahmud Türbesi’nde toprağa verilir. Ne kadar ilginçtir ki Osmanlı’ya isyân eden Şeyh Bedreddin’i cumhuriyet idaresi sahiplenmiş, padişah ve devlet ricalinin mezarlarının merkezine yerleştirmiştir. Ahmed Güner Sayar bu durumu “akıl ve akılcılıkla açıklanamaz” sözleriyle değerlendirir. Kitaptan şu şaşırtıcı satırlarla/sorularla yazıma nihayet vermek isterim: “Çelebi Mehmed’in kızı Hafsa Sultan tarafından Şeyh’in idamından yirmi üç sene sonra, yani 1443’te Bursa’da inşa ettirdiği caminin adının Bedreddin olması tesadüf müdür, ya da Şeyh’e karşı geç kalınmış bir devlet özrü müdür? Ve Nâzım annesi Ayşe Celile Hanım’ın oğlunu görmek için 1949’da Bursa’ya gelip, Bedreddin Camii’nin yakınlarında ev tutması tarihten bir ikaz mıdır?

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
*Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 21. sayısında yayınlandı.

Ubeydullah Ahrâr'ın irfan sohbetleri

Gerek İslam dininin yayılmasında gerekse toplumsal hayatın İslamî hassasiyetlere göre şekillenmesinde sohbetin önemli bir yeri vardır. Ömürlerini Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) sohbetleriyle bereketlendiren sahabîler ve özellikle “ashab-ı suffe” olarak tanınan şanslı grup, İslam’ın ilk dönemlerinde “cahiliye toplumu” olarak nitelenen bir toplumdan “asr-ı saadet” olarak nitelenecek bir toplum oluşturmayı büyük oranda sohbetin bereketiyle başarabilmiştir. Bu büyük değişim elbette Allah’ın takdiridir ve Allah, ol deyince oldurandır ama ilmini ve kudretini sebeplere gizlemiştir. Bu büyük değişimdeki “ol” emrinin ardına gizlendiği sebeplerin başında “sohbet” gelir.

Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyuran iki cihan serverinin ahlâk anlayışını toplumsal hayatın temeli yapmayı amaçlayan tasavvuf, bir yandan da “Biz ona şah damarından daha yakınız.” buyuran Cenab-ı Hakk’ın varlığının sırlarını araştırmış ve insanda Hakk’ın varlığını keşfetmeye çalışmıştır. “Ben yere göğe sığmadım, mümin kulumun gönlüne sığdım.” mealindeki hadis-i kutsinin ışığında Hakk’ın tecelligâhı olarak gönlü esas almıştır. Bu sebeple sohbet halkaları ile insanın nefis terbiyesini tamamlayıp gönül gözünün açılması yoluyla da İlahî sırlara ulaşmasını beklemiştir. Bu, oldukça uzun ve meşakkatli bir süreç olduğu için mutlaka ehil bir rehber eşliğinde gerçekleştirilmelidir. Bu noktada dervişin kendi fıtratına uygun bir mürşide intisap etmesi gerekir. Bir kapıya kapılandıktan ve bir mürşide intisap ettikten sonra tereddüte düşmek, mürşidi eleştirmek, onda kusur görmek gibi haller dervişin yolculuğunu sekteye uğratır. Yolculuğun sekteye uğramaması için mürşidin sohbetlerini müridin ihtiyaç ve beklentilerine göre sürdürmesi önemlidir.

Tasavvuf, mürşid-mürid-sohbet-hizmet ilişkisi ekseninde ilerleyen bir süreçtir. Mürşid, sohbetlerle müridinin gönlünü cilalarken mürid de hizmetlerle nefis terbiyesini tamamlamaya gayret eder. Mürşid-i kâmil, sözler kendi ağzından çıksa da “Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı” ayetinin sırrınca esas sohbet edenin Cenab-ı Hakk olduğunun bilincindedir. Bu nedenle mürşid-i kâmil metin oluşturmayı esas gaye edinmemiştir. Pek çok mürşidin sohbetleri müridleri tarafından tutulan notların bir araya getirilmesiyle kitaplaştırılmıştır. Melfûzât, Ubeydullah Ahrâr’ın sohbetlerinde dile getirdiği hususlara, çeşitli zamanlarda ve vesilelerle söylediği sözlere ve hallerine dair damadı ve halifesi Mîr Abdulevvel Nişâbûrî tarafından kaleme alınan bir eser. Ubeydullah Ahrâr; dervişlik nedir, tövbe etmek ne anlama gelir, acziyet ve kulluk ilişkisi nedir, riyâ ve ibadet nedir, kullukta samimiyet ne demektir gibi soruların cevaplarını ayet ve hadisleri referans göstererek veriyor.

Sohbetlerinde ayetlerin tefsirlerine ayrıca ehemmiyet veren Ubeydullah Ahrâr; “Hâlbuki sen onların içinde iken Allah onlara azap edecek değildir ve onlar mağfiret dilerken de Allah onlara azap edici değildir.” mealindeki ayet hakkında şunları söylüyor: “O Hazret’in (sav) varlığı sebebiyle azap kaldırıldığı gibi şeriatın varlığıyla da azap kalkar. Ayrıca istiğfarın mevcudiyetiyle de azap inmez. İstiğfar, emre muhalefet ederek “Allah’ım mağfiret dilerim, Allah’ım mağfiret dilerim” demek değildir. İstiğfarın manası, emirlere uyup nehiylerden sakınmak, devamlı olarak rahmet ve mağfiret sebepleriyle meşgul olmak, zulüm ve günah işlemekten alıkoymaktır. İstiğfarın manası örtmektir. İstiğfar eden kimseler, insanların kendilerinin zulüm ve günah işleyeceğini düşünmeyeceği ve onların mübarek vücutları sebebiyle zulüm ve günahın setredildiği bir zümredir.” Bu ifadelerden anlaşıldığına göre dil ile istiğfar etmenin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Esas olan bu istiğfarın fiili olarak karşılık bulmasıdır. Müminin samimiyeti derecesinde istiğfarı fiillerine yansır. Müridin fiillerine yansıyan istiğfar ise onun güzel ahlâkla ahlaklanmasına yol açar ve nefis mertebelerindeki yükselme gerçekleşir.

Ubeydullah Ahrâr, hadis ve ayetleri referans göstermekle birlikte pek çok mutasavvıfın görüşünde de istifade etmiş sohbetlerinde. İbn-i Arabî’ye ait; “Kul, bazen safh (suç ve günahı bağışlama), af, günahtan geçmek, kerem ve Rubûbiyete layık her şeyle; bazen de züll, miskinlik, iftikâr, küçük düşme, boyun eğme ve ubudiyete layık olan her şey ile cemâli kazanır.” ifadeleri için şu eklemeyi yapıyor: “Kulun hakiki vasıfları zül ve iftikârdır, dolayısıyla kulun kendi aslı vasfıyla zahir olması, cemâlin dolup taşmasının sebebidir. Çünkü cemâl ve kemâl hakikat itibariyle Hak Teâlâ hazretlerine aittir. Her nerede bir eser veya bir koku zâhir olursa bunların ona (kişinin kendisine) ait olmadığını bilmelidir ki bunlarla kibir ve övünç sahibi olmasın. Çünkü bunlarla kibirlenmek, ödünç alınmış elbise ve zînetle kibirlenmek gibidir.” Bu ifadelerdeki inceliği yakalamak önemlidir. Mürid, ibadetlerinin güvenciyle kibre düşmemelidir zira Allah’ın rahmeti kulun ibadetlerinden bağımsızdır. Mürid, kendisine yakışanın tevazu olduğunu aklından çıkarmaz.

Dervişliğin ne olduğuna dair bir konuşmasında şunları söylüyor Ubeydullah Ahrâr: “Dervişlik halvette oturmak, gökyüzüne çıkmak, dağda mağarada bulunmak değildir. Dervişlik, gönlünü mâsivâdan uzaklaştırmaktır.”. “Şeyh uçmaz, mürid uçurur” sözü ile “Dede himmet, oğlum hizmet” düsturunu birlikte düşündüğümüzde tasavvuftaki esas kerametin istikamet üzere olmak olduğu anlaşılır. İslam’da ruhbanlık sınıfının olmaması ve İslamiyet’in esas itibariyle toplum dini olması tasavvuf anlayışında da kendini göstermiş ve sûfîler, “Halvet der encümen” prensibini benimsemişlerdir. Dervişlik dünyadan elini eteğini çekmek değil, gönülden dünya sevgisini çıkarmaktır. Dünya sevgisinden kurtulmuş bir gönlün tahtına gönüllerin padişahı kurulur ve bundan sonra o kalpte hüküm süren o padişahtır.

Bir başka sohbetlerinde şunları söylüyor: “Her kim kendi acz ve fakrini görürse ilâhî kudret ve rahmet ona yardım eder; her kim de kendi kuvvet ve kudretini görürse ilâhî gayret ve kahır onu çok çabuk mahv eder.” Bu söz, kulluğun esasının acziyet olduğunu vurgulaması itibariyle önemli. Mevlânâ hazretleri bir gün Konya sokaklarında dolaşırken yolu bir umumhaneye düşer. Koskoca Mevlânâ‘nın böyle bir yere geldiğini gören kadınlar utançlarından onun karşısında ezilirler. Genç bir kız, onun ayaklarına kapanarak böyle bir günah yuvasına girerek mübarek ayaklarını kirletmesine mani olmak ister. Mevlânâ, kızın omuzların tutarak; "Kalk ya Rabia!” der ve onu kaldırmak ister. Bu sırada yanında bulunanlardan birisi Mevlânâ’yı eleştirerek; “Efendim, böyle düşkün bir kadın için o mübarek velinin adını kullanmanız yakışık alır mı!” diye söylenir. Mevlânâ, hiddetlenerek adama döner ve “Allah katında bu kız, senden daha değerlidir. O, günahlarının pişmanlığıyla iki büklümken sen, ibadetlerinin kibriyle İblis gibi dimdiksin!” diyerek kullukta esas olanın acziyet olduğunu vurgulamıştır. Cenab-ı Hakk’ın kulun ibadetlerine ihtiyacı olmadığı gibi kulun ibadetlerini Cenab-ı Hakk’a sevimli gösteren en önemli unsur kulun acziyetinin farkında olarak ibadet etmesidir. Ubeydullah Ahrâr bir başka sohbetlerinde de aynı fikri destekleyen şu ifadeleri kullanıyor: “İnsanın yaratılmasının gayesi kulluktur. Kulluğun maksat ve özü ise Hak Teâlâ hazretlerine bütün hallerde tevazu ve huşû sıfatıyla âgâhlıktır."

Peygamber Efendimiz (sav) “Kim arkadaşının ayıbını örterse Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.” buyuruyor. Sanırım günümüz Müslümanlarının en zor imtihanlarından biri de kusurları gizlemek. Televizyonlarda özel hayatın gizliliğine zerrece riayet edilmeden hazırlanan programlarda insanların bütün ayıpları milyonların gözleri önüne serilirken hem bu günahların normalleştirilme olasılığı hem de insanların birbirlerine olan güvenlerinin zedelenmesi söz konusu oluyor. Kişinin kendi günahını dahi gizlemesi ve günahına şahit tutmaması önemlidir. Nitekim günahkâr olduğunu düşündüğümüz kişiler için; “Günahını bilirsin ama tövbesini bilemezsin!” düsturunu aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Ubeydullah Ahrâr da “Mübtedîlerin ayıplarını, gevşekliğe sebep olmasın diye yüzlerine söylememek gerekir. Safânın mevcûdiyetiyle beraber diğer ayıplar yok edilir.” diyerek aynı hassasiyete işaret ediyor.

Yunus Emre der hoca / gerekse var bin hacca / hepisinden iyice / bir gönüle girmektir.” diyen koca Yunus, Hakk’ın evinin gönül olduğunu ve gönül yıkmanın Kâbe’yi yıkmakla eş olduğunu vurgular. Ubeydullah Ahrâr da: “Bir kimsenin gökyüzünden düşmesi bir gönülden düşmesi kadar zararlı değildir.” diyerek aynı hassasiyeti vurguluyor.

Hâce Abdullah Ensârî hazretlerinin kitapta yer alan şu sözleri de tasavvufun toplumsal ilişkileri nasıl şekillendirdiğini göstermesi bakımından önemli: “İyiliğin karşılığında iyilik yapmak eşeğin sıfatıdır. Kötülüğe karşı kötülük yapmaksa köpekliktir. Bir kötülüğe karşı iyilik yapmaksa kötülüğün üzerini örtmektir. Dervişlik, üzerine su dökülüp temizlenmiş pişmiş toprak gibidir. Bir kimse onun üzerinde yürüdüğü zaman ne ayağı acır ve ne de ayağı toza bulanır.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

6 Kasım 2021 Cumartesi

Yüzü güzel olanın huyu da güzel olur

Günlük hayatımızda “ilk intibâ” diye bir kavram vardır, bir insanla ilk göz göze geliş, ilk tokalaşma, ilk çay, ilk sohbet.. Bunların en başında gelen görüntüyü algılama işi gözle yapılır. Gözlerimiz, karşımızdaki insanı görür, onun fiziki görünüşünden, giyim kuşamından, bakışından , tavrından belli başlı çıkarımlarda bulunup bu çıkarımlarını fısıldar bize. Çoğu zaman da insanlarla olan genel ilişkimizde bu ilk intibâ etkili olur. Bazı şeyler nasıl başladıysa öyle devam eder.

Şimdi bile yukarıda anlattığım şekilde devam eden bu intibâ meselesi, eskiden bir ilim dalıymış. Bu ilim dalına ilm-i firâset, ilm-i kıyafet gibi isimler verilmiş, bu ilim ile uğraşan insanlara ise kıyafetşinas ya da kâif denilmiş. Osmanlı döneminde “kıyafet” sadece bir ilim dalı olarak da kalmamış, saraya hizmetçi ya da cariye alırken de bu ilimden faydalanılmış. Hatta klasik Türk edebiyatında, “kıyafetname” diye bir tür vardır, bu türdeki eserler manzum olup, şairler bu eserlerde kişilerin baştan ayağa fiziki özelliklerinden karakteristik çıkarımlarda bulunurlar. Ve genelde iyi karakter sahibi olması öngörülen kişiler, vücudu ve fiziksel özellikleri orantılı olan kişiler olur. Türk edebiyatındaki kıyafetnamemelerin en bilindik iki örneği İbrâhim Hakkı Erzurûmî'nin Mârifetnâme adlı eseri içinde geçen kıyafetname bölümü ve Hamdullah Hamdi’nin kıyafetname türünde kaleme aldığı eserdir.

Her yeri evsat olan dilber olur bi-güman.

Başı büyük büzürg himmet olur
Küçük olursa aklı kıllet olur.


Hak yaratdı çü nev-i insanun
Kıldı efrâdını muhâlif anun
Gerçi birdir kamusu surette
Bir değüldür ve lîki hilkatte
Lütfunu âleme âyân itdi
Sûreti sîrete nişân itdi.


Günlük hayatımızda kullandığımız, “hiç gözüm tutmadı/göze girmek” gibi bazı deyimler, atasözleri vardır, bunlar da kıyafet ilmiyle bağdaştırılabilir:

Körden savaktan, meyvesi bitmedik kavaktan sakın.

Bir dirhem et bin ayıp örter.

Avradı bet olanın sakalı tez ağarır.

Halid Ziya Uşaklıgil’in İlm-i Sîma adlı kitabından öğrendiğimize göre, kıyafet ilminin bir de sadece yüzü inceleyerek karakteristik çıkarım yapan bir alanı var ki, buna ilm-i sîma deniyor. Ve bu alan Lavater’in özel bir çalışması vesilesiyle ilm-i sîma hâlini almış.

Sîma ilmi meşguliyetini yalnız sîma uzuvlarının şekillerine hasreder. Onların gösterdiği manaları mümkün olduğu kadar genel kaideler tarzında ifade etmeye çalışır. Sîma ilmi bir insanı sîmaşinas taahhüt edebilecek bir ilim değildir. Bir sîmaşinasa keşfetme çalışmalarının kaynağı olacak alametleri göstermek arzusundadır. Onun içindir ki bu ilimden arzusunun üstünde bir şey beklenmemelidir.

Ruhun Lisanı/ İlm-i Sîmâ’da, alından başlayarak, yüzdeki tüm uzuvların şeklinin karakteristik karşılığı veriliyor. Eğer eseri yakınlarınız ya da kendiniz üzerinde incelemeler yaparak okursanız, yüzde seksen denebilecek ciddi bir oranda gerçekle uyum sağladığını da görüyorsunuz.

Düzgün bir hat üzerine ve âfaki olarak resmedilmiş olan kaşlar sert ve metin bir karaktere nişanedir.

Doğru burunlar, yiğitliğe delalet eder.

Tatlı bir suretle kapanıp, bu kapanma halinde düzgün bir şekle sahip olan ağızlar, metin ve oturmuş bir karaktere alamettir.

Beyaz, temiz, muntazam ve düzgün dişler fikirlerin intizamına ve karakterin güzelliklerine delalet eder.

Yanaklar hafif pembe bir renk ile örtülmüş oldukları zaman rûhi duygulanmaların latif bir aynası halini alır. Hazlar ve ızdıraplar, neşve ve melâl onlarda açıkça ortaya çıkarak kendini gösterir.

Sanki fal baktırıyormuşum gibi hissettim bu kitabı okurken. Farklı, merak uyandıran ve bilgi içerikli olmasına rağmen su gibi akıp giden bu kitabı okumak isteyen herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

Dünyayı kurtaracak bazı güzel duygular

Dünya bize sipariş vermekle meşgul. Yeryüzü ağır, zaman donuk. Hislerimizle ihtiyaçlarımız arasında bir bağ kurmaktan vazgeçtikçe, insan olma gayretinden de uzaklaşıyoruz. Oysa insan olmak için geldiğimiz şu kâinat, daima bize özümüzden bir şeyler hatırlatıyor. Bunlar güzele, hayra, iyiye temas eden şeyler. Kalbimiz bize her an sesleniyor: güzel bir şey yap, hatır sor, vefanı göster, yarım bıraktığını tamamla, içini tamir et, toparlanmak için dağıl, hiç olmazsa yeniden başla, ama bir şey yap. Önce kendin için, sonra çevren için, tam yoruldum dediğin anda varlığınla temas edeceksin. Var oluşunla. İşte orada dikey (manevi) yükselişine dair bir kıvılcım bulacaksın. İlahi kıvılcımdır o ve onu kaybetme. Sana verileni kaybedersen, kendini kaybetmiş olursun.

İstikametimizi belirleyecek olan kuvvet kalbimizde. Kılavuz, pusula, rehber; ne dersek diyelim hepsi kalpte. Kalp kapılarını açmadan başka bir insanla, başka bir anla, başka bir hikâyeyle temas etmemiz mümkün değil. Başka temaslar olmadan, sohbet kurulmadan, zaman kıymetlendirilmeden ve ömür daha bereketli kılınmadan yaşamak, olgunlaşmak bir rüya. Bu yol çok uzun, çok sert, acılı ve ıstıraplı. Molaya ihtiyaç duyacağız. Bu molalarda sessizlik ve yalnızlık bize yakıttır. Korkmadan kuşanmalıyız. Unutmamalıyız ki taşrada yalnız olmak marifet değildir, insanlar içinde bir insan olarak kalma çabası da yalnızlığa dairdir. Sessizlikte ne anlamalıyız? Dağ başına uzanıp sessizlikle hemhal olmak marifet değildir. Esas marifet, bunca gürültü içinden ahenkli bir ses çıkarabilmekte. Konuşurken ve yürürken, aynı tonda, "garip ve yolcu" olmayı unutmadan yaşayabilmekte.

Emily Dickinson bir şiirinde “Bir kalbi kırılmaktan koruyabilsem / yaşamış olmayacağım boşuna / bir hayatı acıdan kurtarabilsem / bir ağrıyı dindirebilsem ya da” diyor. Kemal Sayar hoca bu şiirin bir dizesinden bizim için bir güzel duygular atlası yapmış. İsteyen gönlünü Yunus'umuza dayayıp sayfalar içinde "Ben bir usanmaz ozanım / derdim vardır inilerim” dizeleri eşliğinde de gezinebilir. Çünkü kırmaktan ve kırılmaktan (incitmek ve incinmek) korunma çabası bir iç kanama gibidir. Yaşayan bilir.

Dünyayı kurtaracak bazı güzel duygular vardır. Tarkovski’nin Solaris’inde geçtiği gibi, utanç bu güzel duyguların başında gelir. İnsanların yaşadıkları utancı belli etmek istememelerinin altında yatan sebeplerden biri, günümüz toplumlarında yüzün kızarmasının bir acizlik olarak görülmesi. Öte yandan, “her şeye rağmen” beğenilmek ve tanınmak artık daha baskın bir hâle geldiği için de utanç hissi de yitirildi. Görünmek, like almak, bahsedilen olmak, parmakla gösterilmek; utanma duygusunu buharlaştırdı. Halbuki şu çağda yüzü kızaranlar hürmetine dönüyor dünya. Utananların, hatta başkaları adına da utananların. “Kendimize duyduğumuz saygı içeriden ve dışarıdan saldırı altında olduğunda utanç ortaya çıkar” diyor Sayar hoca. Yer yarılsa da içine girsem deriz böyle durumlarda. Utancımızı anlatmak istemeyiz. En yakın dostumuzla bir utanç anımızı paylaşmak bile zor gelir bize. Çünkü birçoğumuz utanır utanmaz hatıralarının çocukluk çekmecesinden tutuverir. Açılacak çekmeceden neler çıkacağını kim bilir? Tehlikeli bir merak, kritik bir hatırlayış. Utanç bize bu yüzden insan oluşumuza dair önemli ikazlarda bulunur. Aslında sadece bize değil çünkü yüzümüz kızardığında başkaları da bir utanç anına şahit olur. Utanma duygusunu hatırlar. En son ne zaman utandığını sorgular ya da bu zamanda hâlâ yüzü kızaran birisi var mı diye belki düşünür, belki alay eder. Ne olursa olsun utancımızın üzerine gitmeli, onun bize söyleyeceklerine kulak vermeliyiz: “İnsanlar kendilerinden teşhis ettikleri ve yüzleşmekten kaçındıkları duyguyu bir başkasına yansıtır; utanmayı bilmeyenler başkasını utandırarak var olur. İnsan başkasını inciterek kendi utancını iyileştiremez.

Dünyayı kurtaracak güzel duygulardan bir başkası da cömertliktir. İnsan insanın kurdudur söylemine bir itirazdır cömertlik, zira insan verdikçe bir başkasına umut olur, yurt olur. İslam medeniyetinde zekâtın şart oluşu, bu güzel duygunun kaybolmasına bir engel teşkil eder. Bizde her şeyin bir zekâtı vardır. “Zenginin zekâtı malına fukarayı iştirak ettirmek olduğu gibi fukaranın zekâtı da zenginden ümidini ve gözünü kesmektir. İlmin zekâtı onu ehline ve talibine vermektir. Evin zekâtı gelen misafiri ağırlamak ve itibar etmektir. Sohbetin zekâtı dedikodudan uzak olmaktır. Evladın zekâtı yetimlere ihsandır. Kuvvetlinin zekâtı zayıflara yardımdır. Nefsin zekâtı kötü ahlakları terk etmektir. Aşkın zekâtı vermek, hep vermektir.” diye buyurmuş beynelmilel gönül sultanlarımızdan Kenan Rifâî. En iyi ihtimalle 70-80 yıl sürecek bir dünya hayatımız var. Kemal Sayar hoca, şu kısacık hayatımızda bir başkasının hayatına ne kadar ışık düşürdüğümüze bakmamız gerektiğini, vermenin eksiltmediğini aksine çoğalttığını, cimrilerin “sahip olmak” cömertlerinse “olmak” yolunda yürüdüklerini, cömertliğin mutlak suretle gönül hoşluğuyla; kokusunu bağışlayan bir çiçek doğallığında yapılması gerektiğini hatırlatıyor. Bu da fakire bir başka gönül sultanı Gönenli Mehmet Efendi’nin şu harikulade sözünü hatırlatıyor: “İnsanlara iyilik yaptınız mı uzaklaşın oradan, küçülmesinler yanınızda, size teşekkür etme ihtiyacı dahi duymasınlar.

Umutsuz olmak kendi kalbimizi, ruhumuzu karartacağı gibi en yakınımızdaki kimseyi de hırpalar. Bir süre sonra bizdeki umutsuzluk dört bir yanımızı kuşatır. Nereye baksak orada bir umutsuzluk görmemizin sebebi, baktığımızın her şeyin bize ayna olmasındandır. Var böyle insanlar; içlerindeki umutsuzluğun kapladığı alan o kadar geniş ki ne gözlerinde bir ışıltı ne de dillerinde bir güzellik var. Ruhen çökmüşler ve istiyorlar ki herkes çöksün. “Umut eden kişi sadece ‘ben umuyorum’ dememektedir, aynı zamanda ‘sende umudum var’, ‘bizim için umut duyuyorum’ demektedir. Çünkü umut etmek, daima kişisel bir gerçekliğe, ‘sen’ olabilecek bir varlığa güvenmektir” diyor Gabriel Marcel. Elemden, gamdan, hüzünden, kederden ve hatta melankoliden, depresyondan bahsetmeyi çok seviyoruz. Bize ilaçları ve terapistleri işaret ediyorlar, derhal yönleniyoruz. Şu sözleri bize bir ruh hekiminin söylediğini unutmayalım: “Hayatın azgın sularını aşıp da karşı tarafa geçmek için kuracağımız köprüleri ancak umut bize ilham edebilir. Kaybediş ve öğrenme çoğu zaman birlikte doğar. Bin kapı kapansa da bir kapı açılır. Kazanılan bir şeydir umut, hayatın olanca zorluğu içinde tırnaklarınızla kazdığınız bu tünel, kurduğunuz doğru köprü, bulduğunuz doğru insandır.

İnsanın kalbini yarıp içine bakamayız. Bu sebeple muhabbete inancımız vardır. İnsan insanın kalbine iltica eder, orada bir gölgelik arar, bulduğunda hem demlenir hem dinlenir. Dostluk bir inşa sürecidir. Muhabbet biterse, dostluk sona erer. Herkes kendi gönül yurduna geri döner. Dostlukta da âdâb-ı muâşeret vardır. Daima dert anlatmak, nefes aldırmadan konuşmak, asla dinlememek, her düştüğünde baston vazifesi yüklemek, hep almak ama hiç vermemek. Tüm bunlar, aranan şeyin dost değil süper kahraman olduğunu gösterir. Kaba, plastik, samimiyetsiz bir heves. Şifalı ve rayihalı bir ecza diyor dostluk için Kemal Sayar. Bu yüzden “ıssız vadilerde yetişen nadide otlar gibi” ararız dostumuzu. Dost da bizi arar üstelik, meydanlara düşer, sancır, sızlanır. Kısa bir tanışmada başkasına ısınan bir kalp hiç de kolay soğumaz. Bir çay içimi vakitte muhabbete ne kadar susadığını fark eden bir dil hiç de kolay susmaz. Derdimizin ne kadar dert, neşemizin ne kadar sevinç olduğunu dostun yüzünde görürüz. Yaşamımızdaki düzlükler ve yokuşlar dostla anlam bulur. “Dost, sırtımızı sıvazlayan ana elidir” diyor Kemal Sayar. Bu söz, yorgun omuzlarımızı şerh ediyor biraz da.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit dergisinin 22. sayısında yayınlandı.

5 Kasım 2021 Cuma

Sevgi mi? Emek mi?

25 Şubat 1907, Eğridere’de doğan Sabahattin Ali, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatını etkileyen yazarlardan biridir. Daha çok öykü eserleri olsa da romanlarıyla öne çıkmaktadır. Eserlerinde ise tema olarak aşk ve toplumsal meseleleri ele almıştır. Tıpkı İçimizdeki Şeytan romanında olduğu gibi...

Yazarın kalemini ilk kez okumamla birlikte bu kıymetli eserini çok beğendiğimi ve severek okuduğumu öncelikle söylemeliyim. Kitap, adeta film gibi gözlerimden akıp geçti. Macide olsun Ömer olsun yürüdükleri Beyoğlu sokakları olsun zihnimde tek tek canlandı. Bu yönden ustalıkla realist anlatım biçimi kullanılmış diyebilirim.

Roman bir vapur yolculuğunda başlıyor. Ömer’in, Macide’yi ilk görmesiyle... Ona ilk görüşte aşık olmasıyla... Sonralarında ise Sabahattin Ali, okuyucusunu biraz geçmişe götürerek Macide’nin Balıkesir’deki hayatına dair anlatımlar sürdürüyor. Orada musiki ve Bedri ile olan ilişkisini öğrenmemizi sağlıyor. Ve tabii kitabın en can alıcı kısmına yani Ömer’in, Macide ile olan aşkına geçiş yapılıyor. Ömer, sürekli kafasının içinde yaşayan bir adamdır. Kurduğu hayallerle hayatını haylaz bir çocuk gibi sürdürürken, arkadaşlarıyla her gün ayrı bir yerde ayrı bir eğlencede bulunur. Kâinata, insanlara güzel bakıp kötülükten uzak durmaya çalışır. Kötülük yapmaya kalkıştığında ise suçu sürekli içindeki şeytana atmaya çalışır. Fakat bir yandan da sorumluluk sahibi olamaz, olmak istemez. Kendine yakıştıramasa bile tembellik yapıp her defasında arkadaşlarına sırtını dayamak onu mutlu eder.

Romanın sonunda ise bir itirafta bulunarak şu sözleri söyler: “İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey, hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...

Hayatında ise en kıymetli olan varlık Macide’dir. Onun aşkıdır... En nihayetinde otuzlu yaşlarına kadar hiçbir yere tutunamamış bu adam Macide’nin varlığı ile kendini biraz olsun değerli hisseder ve bu duygu ile cesaret bulup sevdiği kadınla evlenmeye karar verir...

Macide ise çaresiz bir kadın olarak karşımıza çıkar romanda. Kimsesiz kalmış, nereye gideceğini, kime sınacağını bilmeyen bir kadın olarak... Nitekim kimsenin istemediği bu kadın hayatında bir şans olarak gördüğü Ömer’in, evlilik teklifini kabul eder. İlk başlarda sevdiği adamın hayatını yadırgasa bile günlerin geçmesiyle yeni hayatına alışır... Yoksulluk, parasızlık onu gocundurmaz. Az ile yetinip Ömer’i asla yalnız bırakmaz... Fakat aşk her şeyin üstesinden gelmeye muktedir midir? Dayanılmayacak bir duruma gelindiğinde dahi seviyorum diyerek yola devam edilir mi?

İşte kitabın bu kısımlarından sonra kırılma noktası olarak saza ve müsamereye gittikleri akşamlar olur. Öyle ki saza gittikleri akşam Macide, yıllar önce Balıkesir’deki öğretmenini yani Bedri’yi görür. Bedri ise onu görür görmez tıpkı eski günlerdeki gibi olur. Ancak sevdiği kadının evli olduğunu öğrenince Macide’ye asla yakınlaşmaz. Ömer ile dost olarak hayatlarına acıyıp yardımda bulunur. Aslında Sabahattin Ali, bu karakterle birlikte hayatta temiz kalmış insanların olduğunu vurgularken diğer karakterlerle hırsın sonucunda nasıl bir çukura düşüleceğini anlatıyor. Örneğin; Nihat’ın siyasi yönde nasıl piyon gibi kullanıldığını, dönemin aydın zümre olarak adlandırılan insanların hevesleri ve bitip tükenmeyen dünya sevgileriyle sarhoş olup türlü batakhanelere düşüşünü, veznedarın istemeden de olsa kirlenişini en ince ayrıntılarla gözler önüne seriyor.

Gel gelelim Ömer’in arkadaşlarından bağını koparmaması ve onların kötülüklerini gördüğü hâlde yanlarından ayrılmaması Macide’yi çok düşündürür. Ve bir gün müsamereye gittikleri akşam onun için bardağı taşıran son damla olur. Nitekim Ömer’in arkadaşlarından birinin ona yakınlaşmaya çalışması ve Ömer’in, Macide’yi hiç umursamadan yalnız bırakıp, başka bir kadınla yakın olması onu çok derinden incitir ve düşüncelere sevk eder.

Bulunduğu hayatını, aşkını sorgulayarak uzun uzun mektup yazar ve yollarının artık ayrılacağını söylemeye çalışır. Fakat romanın bu kısımları biraz karışır. Ömer’in yaptığı hatalar sonucunda içeriye girmesiyle Macide tekrar bir yıkım yaşar.

Sığınacağı tek bir liman olarak gördüğü Bedri’ye tutunarak ayakta kalmaya çalışır ve en nihayetinde daha o düşüncelerini Ömer’e söylemeden, Ömer, Bedri’nin aracılığıyla Macide’den vazgeçtiğini söyler. Klasik bir soru olarak “Sevgi mi? Emek mi?” sorusuna mukabil, Macide’nin seçimini hüzünle Sabahattin Ali, okuyucularına gösterir. Ve romanın sonunda bir kez daha anlarız ki birbirine ruhen benzemeyen insanlar ne kadar aşık olurlarsa olsunlar onları bekleyen bir ayrılık vardır. Nitekim bazen aşkta yetmez bir ömür boyu birlikte yaşamaya, yaşlanmaya...

Güzel, hüzünlü ve aydınlatıcı bir kitaptı. Mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir."

"Kullanmadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı?"

"İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı."

"Ben daha çok kendi içimde yaşayan bir insanım... Bunun için size nazaran birkaç misli fazla yaşamış sayılırım."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

2 Kasım 2021 Salı

"Bu gidiş nereye?"

“Bombalardan çok daha önemli bir şey üzerine düşünüyorum: Bilgisayarlar.”
- John von Neumann (1903-1957)

George Orwell (1903-1950) 1984’de “Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol eden de geçmişi kontrol eder.” diyor. Bireysel düşüncelerimiz bir yana geçmişiyle, hatta geçmişinde yaşayan bir toplumuz. Bu kötü bir şey diyemeyiz belki fakat geçmişe düşkünlük konusunda dengeyi kuramamak geleceği etkileyebilecek nitelikte sorunlara yol açıyor. Peki, bunu önemsiyor muyuz? Tek kelimeyle hayır. Çünkü sosyo-kültürel kodlamamız “başımıza icat çıkarma” ya da “eski köye yeni adet getirme” gibi diskurlara bağlı. Yeni olana, farklı olana, değişik olana kadim alerjimiz var. Geçmişe ait bazı şeylere kutsallık izafe edip derin bir saygıyla önünde eğiliyoruz. Maksadım geçmişi kötülemek, tamamen ortadan kaldırmak, birikimi yok saymak değil elbette. Aksine, geleceğin inşasında geçmişim sunacağı projeksiyonun önemli olduğu kanaatindeyim. Fakat gelecek bizim için “ahir zaman” adı altında mutlak kötüye gidiş anlamına geliyor ve gelecek için kafa yormak kadar geçmişten ders almaktan da zorlanıyoruz. Konforumuzdan ödün vermeyip kolay olanı, tarih tekerrürden ibarettir demeyi seçiyoruz. Ama düştüğümüz çelişkinin farkında olmadan geçmişi hamasetle romantize etmekten, yüceltip kutsamaktan geri de durmuyoruz. Bizimkisi kaderci tazim.

Bana yukarıdaki cümleleri yazmaya iten şey, yaklaşık yüz elli yıl öncesinden oluşturulmaya başlanan bir düşüncenin yavaş yavaş hayata geçirilen bir projeye dönüşmesini anlatan bir kitapçık. Kitapçık diyorum çünkü cep boy ebatlarında ve yetmiş sayfalık bir eser bu. Tudem Yayın Grubu markası olan Deli Dolu etiketli eser iki bölümden oluşuyor. Mehmet Albayrak tarafından tercüme edilen kitabın ilk bölümünde Robbert Dijkgraaf (1960) imzalı “Geleceğin Dünyası” adlı makale (bir anlamda sunuş yazısı) yer alıyor. Yazıda, “Geleceğin Dünyası” ifadesinin 1939 yılında New York’ta düzenlenen bir bilim ve teknoloji fuarının teması olduğu belirtiliyor. Fuarda bilim ve teknolojinin geleceği nasıl biçimlendireceğinin gösterilmesi amaçlanmış ve bu bağlamda günlük hayatta kullanılabilecek birçok elektronik ürün sergilenmiş. Dijkgraaf o dönem için yakın gelecekte dünyaya yön verecek olan nükleer enerji ve bilgisayar teknolojilerinin fuarda olmamasının garipliğine dikkat çekiyor. Oysa fuarın bilim kurulu üyesi olan Albert Einstein (1879-1955) açılış konuşmasında atom parçacıklardan, kozmik ışınlardan ve uzay teknolojilerinden bahsetmiştir.

Kitabın temel konusu burada devreye giriyor. Princeton Üniversitesi bünyesinde Einstein gibi alanında prestij sahibi bilim insanlarının özgürce çalışma ortamı buldukları bir enstitü bulunmaktadır. İleri Araştırmalar Enstitüsü olarak isimlendirilen bu kurumun kurucusu Abraham Flexner (1866-1959) adında bir eğitimcidir. Flexner kurduğu enstitünün eğitim anlayışında merak, araştırma ve öğrenme konuları dışında herhangi bir unsura yer vermez. Araştırmacılara sadece üzerinde çalıştıkları konulara odaklanabilecekleri ortamı sağlayan enstitünün ilkesi “faydasız bilginin engelsizce peşine düşülmesi” şeklinde belirlemiştir. Ona göre araştırmacı ve öğrencilerin çalışmasına mani olacak maddi manevi tüm engeller kaldırılarak özgürce araştırma, öğrenme ve düşünme ortamı sağlanabilirse ilerleme ve gelişme ortaya çıkabilir. Gerçek fayda ancak böyle sağlanabilir. Çünkü hiçbir bilgi faydasız değildir, kullanılabilmesi için yeri ve zamanını bekler. Örneğin kuantum teorisi ilk başlarda önemsiz ve gereksiz bir oyun alanı gibi görülürken bugün kuantum olmadan maddenin herhangi bir özelliğini kavrayamayacağımızı kavramış bulunuyoruz.

Bu bilgileri okuduğumuz Robbert Dijkgraaf’ın makalesinde Abraham Flexner’ın kim olduğundan düşünce yapısına, kurduğu enstitünün işlevinden sağladığı faydaya kadar geniş bir değerlendirme yer alıyor. O günün şartlarında iyi bir eğitim alan Flexner Amerikan eğitim sistemine yönelik raporlarında eleştiri ve çözüm önerileriyle bir takım önemli yapısal değişikliklerin meydana gelmesini sağlamış biridir. Flexner’a göre “öğrencileri pratik eğitimden mahrum bırakan sahtekâr eğitim anlayışı sorumsuz ve kâr odaklı makinelerdir.” Tam bir proje insanı olan Flexner ayırt etmeksizin her türlü bilimsel çabayı desteklemenin hayatı derecede önemli olduğu belirtir. Bu bağlamda serbest düşünce akışının önünde durulmamalı, hayal gücünün bilimsel alandaki etkisinin önü açılmalıdır. O, bu sayede işlenen bilgiyle kamunun dönüştürülebileceğini söyler. Engelleri aşabilecek tek kuvvet insanın merak dürtüsüdür ve faydalı bilgi bu dürtü sayesinde üretilebilir.

Flexner kurduğu enstitüyü yukarıda özetlenen anlayış doğrultusunda yönetir. Bu amaçla o dönemin matematik ve fizik alanında dahi olarak bilinen isimlerinin enstitüde bulunmasına vesile olur. Özellikle Avrupa’da yükselişte olan faşist uygulamalardan kaçan bilim insanlarının Amerika’ya gelmesi ve enstitüde çalışmaları için büyük çaba sarf eder. Dijkgraaf’a göre bugüne etki eden dijital teknoloji ve tıbbi gelişmeler büyük oranda Flexner’ın ön ayak olduğu özgür düşünce ortamında üretilen bilgiye dayanıyor. Dijkgraaf görüşünü desteklemeye yönelik teorik ve pratik birçok örnek veriyor ve meseleyi bu bağlamda genişletiyor. Buna karşın bugün Flexner’ın düşüncesinin büyük oranda yok olmuş durumda olduğunu, devletin bilimsel çalışmalara yönelik desteğini geri çektiğini, sermayenin ise kâr getirmeyecek alanlara kesinlikle yatırım yapmadığını ve ar-ge çalışmalarında bulunmadığını belirtiyor. Yaptığı karşılaştırmalı analizde Flexner’ın yönteminin ne anlama geldiğini göstermeye çalışan Dijkgraaf’a göre teknolojinin aydınlık kadar karanlığı da beraberinde getirme potansiyeli vardır fakat sağduyulu insanlar bilim ve kamu arasında iyiliği arttıracak bir ilişkiyi tesis edebilir. Dijkgraaf çoğunlukla iyimser tutum takınsa da bazen kapitalist sistemde faydasız bilginin fayda sağlayacağına ikna etmenin zor olduğunu söyleyecek kadar realist olabiliyor.

Kitaptaki ikinci makale kitaba da isim olan Flexner’in makalesi fakat yazılanlar bize “Faydasız Bilginin Faydası”nın sadece bir makaleden ibaret olmadığını gösteriyor. Zira Flexner’ın düşüncesini hayata geçirdiğini ve önemli başarılar elde ettiğini görüyoruz. Onun projesinin temelinde “merak ve hayal gücünü tetiklemek üzere özgür bırakılmış ortamda bilimsel düşünme” bulunuyor. Bu amaçla kurduğu enstitüyü mantık ve matematiğin üssü hâline getiren çalışmalara imza atıyor. Geniş bir perspektifle baktığımızda yirminci yüzyılın ilk yarısında matematiğin her alanda çok güçlü ve etkili olduğunu görürüz. Sosyal bilimlerin alanına giren konuların bile matematiksel anlayışla tasarlandığı gerçeği pozitif bilimlerin sahip olduğu etki ve gücün tezahürü olarak değerlendirebiliriz. Mevcut durum amaç ve yöntem açısından Flexner’ın düşünceleriyle örtüşmediği gibi onun eleştirdiği salt fayda/kâr anlayışına da işaret ediyor.

Flexner çalışmalarında genel kabulün ‘işe yaramayan bilgi’ olarak nitelediği olgu üzerinde duruyor. Yürürlükte olan bu anlayışa göre bazı çalışmalar ve bu çalışmalarda elde edilen bilgiler çalışma konusuyla ilgisinin olmadığı veya başka bir alanla ilgili olduğu gerekçesiyle anlamsız, gereksiz, saçma ya da faydasız bulunarak yok sayılmaktadır. Oysa bu çalışmalar veya elde edilen bilgiler iddia edilenin aksine çok önemli işlere yarar diyen Flexner bu görüşünü destekleyecek uygulamaya yönelik örnekler sıralıyor. Verdiği örneklerin ortak noktası bilgi ve buluşlar uzun süreci kapsayan gelişme veya ilerlemelerdir. Bu bağlamda gelişme ve ilerleme tekil (bireysel) bir durum değildir. Bütün icatlar farklı kişilerin düşünceleri sonucunda oluşan bilgi birikimi sayesinde ortaya çıkar ve bu nedenle herhangi bir icadı tek bir kişiyle anmak doğru olmaz.

Salt faydaya yönelik bilimsel çalışmaların ilerleme ve gelişmeye sınırlı katkı sunacağını söyleyen Flexner, asıl faydanın fayda kaygısı güdülmeden sadece merak dürtüsüyle yapılanlar olduğunu iddia ediyor. Ona göre bu anlayışla hareket edilmeyip yalnızca faydaya yönelik yapılan keşifler insanlık için yıkım ve zarara yol açar. Böylesi bir durumda gerek bilim insanları gerekse eğitim kurumları üzerlerine düşen sorumluluklarını yerine getirmedikleri görülür. Oysa “eğitim kurumları merakı kıvılcımlandırmayı amaçlamalıdır.” Çünkü tarih göstermiştir ki, merak duygusunu tatmini için yapılan araştırmalar teorik çalışmaların yanında pratik uygulamalarda da işe yaramıştır. Buluşların önünü açan şey meraka dayalı araştırmaların engellenmemesidir. Bilimsel açıdan mantıklı olan da budur zira teorik bilgi ne kadar artarsa çözüm için uygulanacak pratik alternatif o kadar artar.

Flexner savunduğu bilgi sistemini açıklarken itirazları dikkate alıyor. Ona göre bazı çalışmalar ya da bilgiler an itibariyle faydayız ya da gereksiz gibi görülebilir ve hatta parasal açıdan kayıplara yol açabilir lakin uzun vadede öyle olmadığı anlaşılır. Bunun kanıtı olan tarih faydasız addedilen bilgilerin birikerek faydalı çalışmaları ortaya çıkardığı kayıtlarla doludur. Teknoloji ve bilim tarihinin gelişimi böyle olmuştur. Bu yüzden herhangi bir bilgiyi gereksiz, faydasız ya da saçma olarak tanımlamak gibi herhangi bir bilimsel keşfi de bir kişiye atfetmek eksik yorumlamadır. “Bilim, küçük bir gözden akmaya başlayıp denize dökülünceye kadar bir sürü kaynakla birleşerek gücü ve etkisini arttıran nehir gibi ilerler.” Hiç bir icat tekil bir mucidin buluşu değildir. Arka planında gerek teorik gerek pratik olsun kocaman bir tarih yatar. Flexner’a göre istisna olarak mühendislik ya da hukuk gibi bazı dallar salt faydayı gözetebilir lakin meraka dayalı özgür bırakılmış araştırma ortamı deneysel bilimler kadar tüm soyut çalışmalar ve sosyal bilimler ile entelektüel uğraş ve sanatların hepsi için de geçerli olmalıdır.

Faydasız Bilginin Faydası modern insanın bilgi ve bilim anlayışını inşa eden kapitalist-liberal felsefedeki kâr odaklı fayda anlayışını sorguluyor. Bu anlamda fayda kavramının -sadece Batı düşüncesinde değil, İslami düşüncede de- yeni bir tanımlamaya ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan eser bir modernite eleştirisi olarak okunabilir fakat ne Flexner’ın ne de Dijkgraaf’ın niyetinin bu olduğunu iddia edebiliriz. Ben onların meselesini ilerleme ve gelişmeyi sağlamanın yolunu aramak olarak yorumladım ve bu arayışın anlamsal uzamının moderniteye içkin olduğunu düşünüyorum. Modern paradigmanın sınırsızlıkla ilişkilendirdiği özgürlük, bilgi ve rekabet savunusu Flexner’ın ‘her türlü engelden azade edilmiş özgür bilgilenme ortam oluşturulması ve kurumsallaştırılması’ düşüncesiyle örtüşüyor. Sıkıntı kuramda değil uygulamada ortaya çıkıyor. Flexner’ın itiraz ettiği nokta da burası oluyor.

Ve eserin işaret ettiği önemli bir başka nokta ise gelecek meselesi elbette. Bu hamur daha çok su kaldırır lakin mademki irfan bu topraklarda anlatıldığı kadar derin, güncel bir haberle sözü sonlandırayım ben. Geçtiğimiz günlerde dünyanın ilk ‘düşünen’ robotunun Japon bilim insanları tarafından geliştirildiği duyuruldu. Haberin içeriği bilim-kurgu filmlerini aratmayacak nitelikte. Metni cep telefonun ekranından dijital bir platformda dizi izliyor gibi okudum ama içinde olduğum(uz) simülasyon nedeniyle gerçekliğini iliklerime kadar hissetim. Trans-hümanizm artık o kadar yakın ki dokunacak kadar hissetmeyene gıpta, ihtimallerinden ürkmeyeni tebrik etmek gerekir diye düşünüyorum. Haberde, bir robota eklenen yapay zekânın laboratuvar ortamında çoğaltılan insana ait canlı beyin hücreleri kullanılarak desteklendiği ve robotun algoritmaya dayalı yapay zekâsı yanlış karar verdiğinde nöronların müdahale ettiği bildiriliyor. Bu, kendine ait iradesi olan, yani düşünebilen ve karar verebilen bir varlık anlamına geliyor. İnsanın suni olarak ürettiği ve fakat insanın özelliklerine sahip ve bir varlık! Bu ve benzeri gelişmeleri hayatın her alanını etkileyecek kadar büyük bir sisteme dönüşmesi için henüz çok erken şeklinde yorumlayanlar olabilir. Bundan bu kadar emin olmamak gerektiği kanaatindeyim. Kırk elli yıl öncesinin uçuk kaçık fantezilerinin birçoğu bugün hayatımızın orta yerinde. O yüzden insanlığın yakın gelecekte karşılaşacağı dehşetengiz dünyayı arif olan anlar.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

25 Ekim 2021 Pazartesi

Her yolcu kendi yolunda gerek

Engin Geçtan 19 Şubat 2018’de, 86 yaşında vefat etmiş bir bilge adam. 1 Temmuz 1957’de başladığı klinik çalışmalarını, psikiyatristliğinin elli yedinci yılında (2014) sonlandırdığında yaşamlarını, duygularını ve davranış sistemlerini paylaştığı insanlara acaba neler kattığını düşünürken bunun ölçülebilir bir şey olmadığına kanaat getirmiş ve asıl önemli olanın, o insanlar tarafından kendi hayatına katılanların önemini fark etmiş. Yaşamın muhasebesini hiçbir zaman tutmamış ve bunu da Milan Kundera’nın bir sözünü hatırlatarak açıklamış: “Hayat bir kere yaşandığı için yargılanamaz.

Rastgele Ben, vefatına dek Geçtan’ın yayımlanmış son anı kitabı denebilir. Zira 2018’de yayınlanan “Orada, Bir Arada“, otuz yılı aşan grup psikoterapi deneyimlerinden esinlenerek kurgulanmış ve eğitici tarafı daha ağır olan bir kitaptı. Rastgele Ben için bir tecrübeler kitabı diyebiliriz. Bu kitapta öğüt hiç yok, gayet gerçekçi bir süreç anlatımı var. Yaşamın devasa bir süreç olduğu düşünüldüğünde Geçtan’ın bu kitapla yapmak istediği de anlam kazanıyor: şimdiye kadar hep danışılan tarafta olanın, hayatla münasebetine düştüğü küçük bir şerh. Metis Yayınları tarafından yayınlanan bu kitabın ismi içinde her ne kadar “rastgele” kelimesi geçse de, Geçtan’ın yazdıklarından hayatta hiçbir şeyin rastgele olmadığı ve olamayacağı net biçimde okunuyor. Bunu kendisi de farklı konular üzerinden aktarıyor:

"Doksanlı yılların başıydı, bir gün Pandora Kitabevi’ndeki raflarda bir kitap dikkatimi çekti. Size de olur mu bilmiyorum, bazen kitapçılarda ya da müzik dükkânlarında bir kitap ya da bir disk sizi kendine çeker. Ve bu buluşma çoğu zaman isabetlidir."

Bir Zamanlar Amerika‘da, Dipsiz Kuyuda Yolculuk, La Turchia più bella, Matriks ya da Apocalypse Now isimli dört bölümü var kitabın. Kronolojiye çok da bağımlı kalmadan, öğrencilik yıllarıyla birlikte Geçtan’ın hayatındaki kritik anların birçoğu bu 170 sayfalık kitapta okunabiliyor. İlk bölümde ‘Amerikan Rüyası’yla buluşması, aynı zamanda iyi bir sosyolojik ve toplumsal bir okuma sağlıyor, özellikle de o yılları düşünürsek bu daha da anlamlanıyor. Bu ülkede öğrenim ve sosyalleşme heyecanını sonuna kadar sahip çıkarak günlerini geçirse de “Bu mu yani Amerika?” dediği şeylerle karşılaşmalarına da bizi tanık kılıyor. Mesela şu anısı New York’tan:

"Hastanenin polikliniğindeyim. Bana Türkçe küfürle günaydın diyen kızıl saçlı hemşire çömelmiş, karşısında oturan perişan görünüşlü bir adamın bacağını temizliyordu. Adamın ayağı ve bacağı binlerce kurtçukla kaplanmıştı. Muhtemelen İrlanda kökenli bir alkolik. Böyle bir şey görmemiştim, görebileceğim de söylenmemişti. Memlekette hiçbir insan bu hale gelene kadar kaderine terk edilemezdi. Ve yine o soru: Amerika bu mu?"

Geçtan’ın psikiyatri ve diğer bilim çevresinden tanıştığı yahut tanışamadan bu dünyadan göçen isimleri görünce insan ne büyük bir tecrübeyi sayfalar boyunca okuduğunu yeniden hissediyor ve heyecanlanıyor. Dünyaca ünlü çocuk psikiyatristi Lauretta Bender ve yine dünyaca ünlü nöroloji profesörü Morris Bender, suçlular ve holokost mağdurlarına uzun yıllar destek veren psikanalitik psikiyatrist Alfred Messer, varoluşsal psikoterapinin önde gelen isimlerinden Rollo May ile onun önerisiyle Geçtan’ın dairesine misafir olarak gittiği Leslie Farber sadece birkaçı. “Tanıdığım üçüncü Türksünüz” demiş Farber, Geçtan’a. Duvarda asılı tabloyu işaret etmiş: Abidin Dino. Sonra Ahmet Ertegün’le tanıştığını söyleyip fişeği ateşlemiş: “Bu ofisi Erich Fromm’dan devralmıştım, üzerinde oturduğunuz koltuk da ona aitti.

Rastgele Ben; Engin Geçtan’ın müzik zevkiyle, film beğenisiyle, kitap seçimleriyle de her sayfasında zenginleşen bir özelliğe sahip. Kitaba ‘kıyak’ geçelim: Freud’un talebelerinden olup kendi ekolünü kuran psikanalist Karen Horney’den Çağımızın Nevrotik İnsanı (Kişiliği), Şilili diplomat Miguel Serrano’nun yazdığı C. G. Jung ve Hermann Hesse: İki Dostluğun Anıları, en son April Yayıncılık tarafından basılan ama şimdilerde bulunması mümkün olmayan Elisabeth Kübler-Ross’tan Ölüm ve Ölmek Üzerine, Martin Heidegger’den Varlık ve Zaman, daha niceleri. Elbette arada Geçtan’ın kendi kitaplarının fikir ve yazım süreçlerine dair bilgiler. Mesela yürümeye verdiğim önemle birlikte kütüphanemden “ilk on say” dediklerinde daima başlarda saydığım bir kitabına dair:

"1981 yazında Kaş’ta, bir akşam Ali Baba Oteli’nin bahçesinde oturuyoruz. Ani bir dürtüyle yerimden kalktım, biraz yürümek istediğimi söyledim. Kamping’e kadar yaptığım yürüyüşten döndüğümde İnsan Olmak kitabının başlıkları belirlenmişti. Vahiy inmesi böyle bir şey olmalı, çünkü yürüyüşe başladığım anda aklımda hiç olmayan bir şeydi. Ertesi sabah kahvaltıda o başlıkları kâğıda döktüm."

Darbeler, göçler, yoksulluklar, çocukluk ve yetişkinlik anıları akıp giderken 'planlanmış' yerlerden çok 'kendiliğinden oluşmuş' mekânlara olan hevesini aktarıyor bir yandan bilge adam. Kendi tabiriyle 'meraklı kedi' yanını hep koruyor her eyleminde, seçiminde. Belli bir olgunluğa eriştikten sonra yüzleşmeler yapmaktan hiç kaçınmıyor ve bizi de buna ortak ediyor, nazikçe öneride bulunuyor:

"Ebeveynimin bazı özellikleri, ne olmam gerektiğinin yanı sıra, ne olmamam gerektiği konusunda da bana yol göstermiş olabilir. Ama beni uğraştıran, toplumun ve onun araçlarının beni iteklemiş olduğu yanıltıcı yönlerdi."

Çağın en büyük sorunları arasında sayılan kimlik bunalımları, aidiyet sorunları, anlam kayıpları ve kentleşmenin hem maddi hem manevi anlamda açtığı gedikler Geçtan’ın bu kısa yaşam öyküsünde kendine önemli bir yer buluyor. Aslında tüm bunlar bebeklik, çocukluk ve ergenlik denen o ‘mühim üçlü’nün eksiklikleri yahut fazlalıklarıyla meydana çıkan şeyler. Mesela özerklik, Geçtan’a göre oldukça kritik bir hak ve bu hak bir ila üç yaş arasında kazanılabiliyor. Bu hakkı kazanamayan karakterler oldukça yaralı, ağır ve kişiliksiz bir gelecekle yaşamın hem somut hem de soyut ağırlığını taşımak zorunda kalıyorlar, hiç de farkına var(a)madan. Burada ebeveynin konuşma, görme ve dokunma gibi davranışlarla bebeğin gelişimine sürekli katkı sağlaması en kritik mesele. Kimlik yeterince gelişemediğinde ortaya bugünün sorunları, en ağır sorunları çıkıyor:

"Kişisel kimliği yeterince gelişememiş insan, varolan inanç ve ideolojileri fanatik bir boyutta kimliğine katarak boşluğunu ödünleme eğilimindedir. Bir şahsın, imgenin, ideolojinin ya da inanç sisteminin, inatçı ve değişmez bir halde insanların benliklerinde içleştirilmesi, ‘kimlik geçişmesi sendromu’nun temel belirtisidir. Her benliğin bir kimliğe ihtiyacı olduğundan, kimlik insanının benliğini sürdürmesi için hayatidir. Kimlik vakumuna çözüm olarak içleştirdiği imgeyi ya da ideolojiyi yitiren insan, kendine ve dünyasına yabancılaşma tehlikesiyle karşılaşır ve bu, kişiliğin dağılmasıyla sonuçlanabilir. Dolayısıyla, içleştirdiği her ne ise, ona kayıtsız şartsız tutunmak zorundadır. Bu, biat etmekten öte bir durumdur."

Bugün dünyanın farklı yerlerindeki halklara öfke ve nefret saçan, kendi düşüncelerinden ve eylemlerinden başka hiçbir fikri kabul etmeyen, kendi tebaası dışında hiçbir topluluğu görmeyen, varlığını başkalarının üzerinde kurduğu zorbalıkla anlamlandıran, biat dışındaki hiçbir ilişkiyi önemsemeyen, ‘kendine bakabilme yürekliliği’ne sahip olmayan ama onunda dışında her şeyin sahibi olmak için savaşan/yaşayan kişilerle, kişiliklerle birlikte yaşıyoruz. Sadece yaşam biçimimiz değil inançlarımız, tutkularımız, ahlakımız, düşüncelerimiz zedeleniyor. Şehirlerimiz tıka basa dolarken içlerimizdeki boşluk gittikçe genişliyor. Rastgele Ben’de Engin Geçtan, gittiği her yerde bu boşluğu hem fiziki hem ruh boyutunda görüp değerlendiriyor. Çünkü onun görgüsünde şehir; aidiyetin, kimliğin, özerkliğin, birliğin ve dayanışmanın tüttüğü yer. Kolektif bilinçdışı ve arketip kavramlarıyla çağdaş düşünceye muazzam katkılar sunmuş olan Jung için de insan geçmişiyle bağlantılıdır. Üstelik bu geçmiş sadece kişisel geçmiş değil, ait olduğu toplumun geçmişini de doğrudan içerir. Şimdilerde türlü hamaset ve romantizm edebiyatına konu edilen “geçmiş” yazarlarının derdi fetih değil, ganimettir. 'Gönülleri fethedenlerin' torunları ganimet toplamaya şehirlerimizden başlamıştır.

Nereden nereye geldik? Geçtan’dan okuyalım:

"Son yıllarda insan, doğanın evcilleştirilemeyeceğini idrak etmiş gibi görünüyor. Çünkü doğa kendisine yapılanların bedelini uzun bir süredir pahalıya ödetmekte, üstelik daha kötülerine hazırlandığını da açıkça belli ederek. Ama artık insan dönüşü olmayan bir yolda ve durmaksızın tüketmek zorunda, kurduğu düzeni başka türlü sürdürebilmesi mümkün değil. Gerekli gereksiz, ama sürekli yeni ürünler üretmek, varolan eskimeden yenisini edinmek. Tüketmek için daha çok talan etmek ve sadece gezegeni değil, stratosferi de çöplüğe çevirmek."

Rastgele Ben‘i, “her yolcu kendi yolunda gerek” diyerek bitiriyor meraklı kedi, iyi yolculuklar diliyor bizlere. İnsan bu sonun akabinde dağılıyor. Eh, dağılmadan toparlanmak mümkün değil, o yüzden bir süre “bırak dağınık kalsın” diyebilmeli. Elbet bir bilge adam çıkar, dağılanları toplar cümleleriyle…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf