Şeyh Bedreddin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şeyh Bedreddin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Kasım 2022 Salı

Şeyh Bedreddin gerçekte kimdir?

Geçtiğimiz günlerde yeni bir sinema filmi çıktı: Hakikat: Şeyh Bedrettin. İsmiyle bu kadar tezat bir film daha önce hiç çekilmemiş olabilir, fragmanı izlediğimizde bile hakikate dair hiçbir emare göremiyoruz. Filmde, Şeyh Bedrettin isyancı bir kimlikte çizilmiş.

Esasında tasavvufla yoğrulmuş bir toprak olan Anadolu’da, tasavvufla aranın bu kadar açılmış olması izahı zor bir durum. Sadece Şeyh Bedrettin değil, birçok mutasavvıf hakkında bilinenler, kulaktan kulağa yayılanlar yanlış bilgiler maalesef. İsmail Maşuki, Hoca Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş Veli ilk akla gelenlerden. Karıştırılan meselelerden birisi mezhep meselesi. Tuhaf bir şekilde mutasavvıflar, Sünnilik haricinde gösterilmek isteniyor. Mezhep tartışmasına girmek benim işim değil ancak doğruyu söylememiz icap ediyor. Şeyh Bedrettin tıpkı Hacı Bektaş Veli gibi Sünni’dir. Hanefi mezhebine bağlı bir fakihtir. Cilt cilt fıkıh kitapları yazmıştır. Öncelikle Şeyh Bedrettin idam edildiğinde “kanı helal, malı haram” şeklinde fetva verilmiştir. Bu fetva isyandan yargılandığını, zındık olmadığını gösterir. Osmanlı’da bir insan zındıklıktan yargılanır ve idam edilirse “kanı helal, malı da helal” şeklinde fetva verilir. Örneğin, İsmail Maşuki zındıklıktan yargılanıp idam edilmiştir.

Zındıklık iddiası Şeyh’in Varidat adlı eserinden müphem ortaya çıkıyor. Varidat, Şeyh’in diğer eserlerinden farklı olarak hakikate yönelik, mutasavvıf gözüyle yazılmış, şeriatın batıni yönünü anlatan bir eserdir. Eseri Şeyh Bedrettin yazmamıştır. Şeyh’in sohbetlerinden derlenip ortaya çıkarılmıştır. Bu sebeple de eser ayrıntılı bir dile sahip değildir, birçok meselesi şerhe muhtaçtır. Bu konuda Muhammed Nur’ül Arabi’nin şerhini tavsiye edebilirim. Şerhsiz okunduğunda şeriata aykırı gelebilecek cümleler bulunduğu için zındıklık iddiası ortaya atılmıştır. Örneğin; Şeyh bu eserinde kabir azabının olmadığını, kabirde dirilmenin ve cennet ile cehennemin halkın anladığı gibi olmadığını söylemektedir. Derleme bir eser olduğu için yazanlar ayrıntılı yazmamışlar, duyduklarından ortaya bir eser çıkarmışlardır. Bu saydığım örneklerin dahi gerek şerhinde gerek büyük mutasavvıfların eserlerinde ayrıntılı izahı bulunmamaktadır. İzahı ayrı bir yazı çıkacak kadar uzun olacağından ben bu yazıda girmeyeceğim. Ancak burada bilinmesi gereken husus şudur: Şeyh Bedrettin birçok evliya gibi meseleleri “Vahdeti Vücut” düşüncesiyle bakmış, yorumlamıştır.

Aziz Mahmud Hüdayi, “öldükten sonra bedenin dirilmesini inkar ettiği için dinden çıktığını” söylemiştir. Aziz Mahmud Hüdayi gibi sert muhalifleri olsa da Aziz Mahmud Hüdayi’nin yolundan gelen İsmail Hakkı Bursevi gibi sevenleri, takdir edenleri de olmuştur. Niyazi Mısri de Şeyh’i takdir edenlerdir. Bir şiirinde şöyle der:

“Muhyiddin ü Bedrettin ettiler ihyayı din
Derya Niyazi, Füsus; enharıdır Varidat”

Görüldüğü gibi Niyazi Mısri, Şeyh Bedrettin ile İbn-i Arabi’yi aynı noktada görmüş, dinin ihya edicileri olarak tanımlamıştır.

Ebussuud Efendi, “Şeyh Bedrettin Simavi ki ‘Varidat’ sahibidir, ‘tekfir etmeyip lanet etmeyen kafirdir’ diyen Zeyd’e ne lazım gelir?” sorusuna “Anın müridlerinden olan kafirlerdir, demek lazımdır” şeklinde fetva vermiştir. Ancak bu fetva bazılarınca, Şeyh Bedrettin’in değil, onun yolundan gittiğini iddia eden heterodoks insanların kafir olduğu şeklinde de yorumlanmıştır. Ebussuud Efendi’nin babası Şeyh Muhyiddin Yavsi (ki kendisi Bayrami şeyhidir) Şeyh Bedrettin’i sevgiyle, saygıyla anan ve Varidat için şerh yazan birisidir.

Taşköprülüzade, “âlim, âmil, fâzıl, kâmil” sıfatlarıyla andığı Şeyh Bedrettin’in iftiraya uğradığını ileri sürmüştür. Burada isyan konusuna girmenin tam zamanı.

Nazım Hikmet, hapishanede yatarken Dukas’ın eserini okumuş ve Şeyh Bedrettin’e hayran kalmıştır. Nazım Hikmet’in şiirinde de geçen “Yarin yanağından gayrısını paylaşalım” minvalindeki dize, Dukas’ın uydurması olup tarihi hiçbir gerçekliği yoktur. Şeyh Bedrettin ciltlerce fıkıh kitapları yazmış bir fakih olarak, İslâm fıkhı ne diyorsa onu demiştir. Şeyh Bedrettin’in torunu Hafız Halil B. İsmail, yazmış olduğu Menakıb-ı Şeyh Bedrettin isimli eserinde dedesinin isyancı olmadığını anlatır. Nitekim Şeyh Bedrettin’in yazmış olduğu eserler 18. yüzyıla kadar Osmanlı medreselerinde ders olarak okutulur, bu da daha sonradan devlet nezdinde isyancı olarak görülmediğini gösterir.

Şeyh Bedrettin, Musa Çelebi zamanında kazaskerdir. Dolayısıyla etkin bir isimdir. Musa Çelebi, Çelebi Mehmed’e yenilince Çelebi Mehmed, doğal olarak kardeşleri safında etkin olan bürokratları saf dışı bırakıyor. Şeyh Bedrettin’i İznik’e zorunlu sürgüne tabi tutuyor. Ancak sürgün şartlarına baktığımızda Çelebi Mehmed’in Şeyh Bedrettin’e saygı duyduğunu görüyoruz. Çünkü ona kalması için bir konak hediye ediyor ve 1000 akçe de maaş bağlıyor. 1000 akçe dönemi için çok yüksek miktarda bir meblağa karşılık geliyor.

Şeyh Bedrettin burada yazdığı eserinde evinden, yurdundan uzakta olmasından ve hapis gibi hayat yaşamasından dolayı ne kadar üzgün olduğunu da dile getirmiştir. Bir kez hacca gitmek için Çelebi Mehmed’den izin istemiş, ancak güvenlik gerekçesiyle izin verilmemiştir. Şeyh’in torunu Hafız Halil B. İsmail, Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa’nın dedelerinin ismini kullanarak isyana kalkıştığını yazıyor. Ancak Şeyh ve Torlak ile Börklüce’nin planlı bir isyana kalkıştığı iddiası gerçeği yansıtmıyor. Çünkü isyan başladıktan sonra Çelebi Mehmed’in isyandan dolayı ona da zarar vereceği ihtimaline karşılık kaçıyor, İsfendiyaroğulları’na sığınıyor, ardından da gemiyle Varna’ya ulaşıyor. Burada isyanla alakasız bir şekilde hacca gitmek için kaçtığı iddiası da var. Ancak bu iddiaya göre hacca gitmek için kaçtığında, daha yoldayken yakalanıyor.

Neticede her iki iddiaya göre isyanla doğrudan bir bağlantısı kurulamamıştır. Çünkü Torlak Kemal ile Börklüce Mustafa, farklı bölgelerde isyana kalkışıyor; Şeyh Bedrettin daha İznik’ten çıkmadan Börklüce Mustafa idam edilmiş oluyor, Torlak Kemal de yakalanmanın eşiğine yaklaşıyor. Nitekim Şeyh Bedrettin de “Ben isyan etmedim, sizin askerleriniz geldi beni yakaladı” diyor müdafaasında.

Sorgusu uzun sürse de esasında fıkhi meselelerden dolayı uzuyor. Burada da Şeyh’in nasıl bir savunma yaptığını bilmiyoruz. Sonuç olarak isyan suçundan dolayı “kanı helal, malı haram” şeklinde bir fetva veriliyor ve Şeyh idam ediliyor.

Şeyh Bedrettin’in hiçbir eserinden isyana dair, isyana kalkmaya dair, sosyalist/Marksist teorilere dair (Elbette döneminde bu ideolojiler yoktu, ona yamamaya çalışarak benzer teoriler bulduğunu iddia edenlere söylüyorum) bir cümle, fikir, görüş çıkmaz. Varidat’ta avama yazılmamış, havasa hitap eden, şeriatın batınlarına dair, hakikat dili görürüz. Diğer eserlerinde klasik Sünni, Hanefi bir fakih vardır kalemin başında. İsyana kalkıştığına dair de somut hiçbir veri yoktur, kalkışmadığına dair olanları da çok ayrıntıya girmeden yukarıda bahsettim.

Velhasıl kelam Şeyh Bedrettin, idam edilmiştir. Şunu unutmayalım ki tarih; yaşandığı dönem ve şartlar itibara alınmadan yorumlanamaz, yorumlanırsa hakikat ıskalanır. Devlet refleksi göz ardı edilemez, bu yapılana yanlış veya doğru demek değildir, olgular üzerinden konuşmanın gerekliliğini işaret eder. İdam edilen her isyancı, isyancı değildir. İdam edilen her zındık, zındık değildir. Fetva ile hakikat ayrı olabilir. İsmail Maşuki gibi… “Şeriatın kestiği parmak acımaz” diyelim, yanlış propagandalardan uzak durmaya gayret gösterelim ve Şeyh’ten himmet isteyelim. Huu!

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

8 Kasım 2021 Pazartesi

Tarihin yanlış tarafına düşmek: Şeyh Bedreddin

Anakronik ve ideolojik bakış açısı, önemli şahsiyetleri kurgulanmış bir tarihin içine sokarak evvela onların anlaşılmasına mâni olur. Bu anlaşılmazlık neticesinde söz konusu şahsiyetler, tarihin sol yahut sağ yanına düşerek, hayatlarında belki de hiç önemi olmayan meselelerin, kavramların referansları olur. Meraklı okuyucu, durup dururken kendini bir sarmalın içinde bulur. Bu sarmalda temel kaynakların ve üzerine çalışılan şahsiyetin bizzat yazdığı eserlerin rengi maalesef ki yoktur. Bunların yerini araştırıcının siyasi gözlüğü almıştır. Dolayısıyla okuyucu, merak ettiği şahsiyeti daha tanımadan soğur veya okurken dahi onu belirli kavramların gölgesinde konumlandırır.

Türk tasavvuf tarihinin bu tip sıkıntılardan dolayı en çok zarar görmüş, kurgulanmış bir tarih anlayışının içine hapsedilmiş simalarından en önemlisi Şeyh Bedreddin’dir. Rumeli (Simavna) çocuğu olan, Fetret Devri gibi kıldan ince kılıçtan keskin bir zamanda yaşamış, zamanın en önemli hocalarından dersler (sarf, nahiv, fıkıh, hadis, astronomi, mantık, felsefe) almış, kelâm ve fıkıh âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî ve Anadolu’nun İbn Sînâ’sı diye anılan hekim Hacı Paşa ile ders arkadaşlığı yapmış, Sultan Berkuk’un oğlu Memlük sultanı Ferec’e sarayda üç yıla yakın eğitim vermiş, önceleri tasavvufa mesafeliyken evliliğinden sonra tavır değiştirip Ahlatlı Şeyh Seyyid Hüseyin’e intisap etmiş, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin sistemleştirdiği vahdet-i vücûd öğretisine sımsıkı bağlı kalmış, saltanat mücadelesinde bulunan Mûsâ Çelebi’ye kazasker olmuş, yazdığı İslâm hukukuna dair Câmiʿu’l-fusûleyn’i ve tasavvufa dair Vâridât’ı geniş coğrafyalarda okunmuş, hâlâ üzerlerinde büyük soru işaretleri gezinen müridlerinden Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal gibi isimlerin de etkisiyle isyancı kabul edilip Çelebi Sultan Mehmed tarafından idamına hükmedilmiş ve yine Rumeli’de (Serez) fânî alemden bâkî âleme göç etmiş, sadece bu paragraftan bile anlaşılabileceği gibi son derece destansı yaşamış, ardında efsanevi hikâyeler ve menkıbeler bırakmış nadide isimlerden biridir Şeyh Bedreddin. Onu bir başka Simavlı; hâcegân yolunun ulularından Ubeydullah Ahrâr’ın müridi, İstanbul’daki ilk Nakşibendî tekkesini kuran Emîr Buhârî’nin şeyhi, Nakşibendiyye’nin Anadolu ve Rumeli’de yayılmasına öncülük etmiş Abdullah-ı İlâhî şöyle değerlendirir: “Vâsılînin kutbu, Hakk’ı gerçekleştirenlerin sultânı, muvahhidinin delili… Şeyh Bedreddin diye bilinen şeriat ve din kemâlinin ta kendisi Kadı-oğlu Mahmud.

Hilmi Ziya Ülken, İslâm düşünürleri arasında en güçlü olarak İbnü’l-Arabî’yi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi ve Şeyh Bedreddin’i kabul ettiklerini söylerken, acaba Nâzım Hikmet neden sadece Şeyh Bedreddin’e dair destan yazmıştır diye bir soru sorabilir miyiz? Neden sormayalım? Bizi bir neticeye götürecekse, arı kovanına çomak sokmak götürecektir. “Nâzım Hikmet’i Şeyh Bedreddin Destanı’nı yazmaya iten neden, kendisine bir soy bulmak kaygusu idi. Bedreddin Destanı güzeldi, ama amacına ulaşmayan bir oka benziyordu. Çünkü târihsel diyalektik, Bedreddin hareketine göre değil, Osmanlı’nın kurmuş olduğu devlet çekirdeğine göre işliyordu” demiş Profesör Cahit Tanyol. Demek ki ortada, Bedreddin’i merkeze alarak devletle insan, siyasetle velayet, akılla iman ve hatta tasavvufla isyan arasında olabildiğince makul bir denge kurabilecek çalışmalara ihtiyaç var. İşte, Samet Altıntaş’ın Ben Şeyh Bedreddin: Derviş-Devlet-İsyan’ı, bu cesareti ve özgünlüğü ilk sayfasından son sayfasına dek taşıyan bir çalışma. Altıntaş, tarihin mutlak değil muğlak olduğunu hatırlatırken, asıl hikâyenin çoğu zaman geçmişin net alanlarında değil flu alanlarında saklandığını söylüyor.

Osmanlı’nın idari mekanizmasına itiraz ettiği için sağcılar tarafından dudak bükülen Bedreddin, solcuların her fırsatta yaklaşmaya çalıştığı bir isim. Yine sağcılar tarafından zındıklıkla itham edilen Bedreddin, solcular için hakiki bir komünist. Onu anlamak ve tanımak isteyen bir meraklı kendini çok büyük bir kaosun içinde buluyor böylece. İşi hiç de kolay değil. Bir taraftan dünyevi arzular, diğer yandan siyasi ihtiraslar sebebiyle çoktan yorumlanmış bir Bedreddin var karşısında. Yazar, dekoderi kitabın en başında kuruyor: “Bedreddin figürü sofistike bir biyografi aslında. Hem öyle marşlar okunarak değil, az biraz Muhyiddin İbnü’l-Arabî’yi bilmekle belki anlaşılabilir. Çünkü ilerleyen satırlarda da karşımıza çıkacağı üzere Simavlı’nın vahdet-i vücûd anlayışıyla hemhal olması, hayatını baştan ayağa değiştirecek bir tavır olacaktır. Evet, ‘hakikat’in vizöründen maziye bakmak perdeyi çekip pencereden gelen soğuk havayı teneffüs etmek gibidir.

Ben Şeyh Bedreddin, ‘art of storytelling’ örneği bir kitap. Samet Altıntaş gözüne yakın (yakîn) gözlüğünü takıp, Michel Balivet’ye göre “belli düşünce hareketlerinin ve sospolitik gerginliklerin kesişme noktasında yer aldığı açık” olan Bedreddin’in üzerine tozlanmış perdeleri kaldırarak gidiyor. Edebiyatın gölgesinde serinleyerek tarihin aralık kalmış pencerelerini de kapatıyor, cereyanın metafizik olanına işaret ediyor. Bunu yaparken önemli sorular sormayı da unutmuyor: “Şeyh, tımar sistemine tamamen, büsbütün, baştan sona karşı mıydı; yoksa uygulamadaki suiistimalleri tashih etme yolunu mu seçmişti?

Kitabın bol fotoğraflı, bol referanslı oluşu, bir belgesel çekimine misafir ediyor okuru. Belki de Altıntaş’ın en etkileyici taktiği, çalışmasını kuşatan İsmet Özel şiirleri. Açıkçası bunca yıl İsmet Özel okumuş biri olarak, dizelerin Şeyh Bedreddin’e ne kadar uyduğunu keşfetmek büyüleyici oldu. Buyurun, celladına gülümseyip gülümsemediğini bil(e)mediğimiz Bedreddin’in hafızalardaki fotoğrafının şerhi: “Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat / her şeyi gördüm içim rahat / gök yarıldı, çamura can verildi / linç edilmem için artık bütün deliller elde…

1924 yılında mübâdele yoluyla Serez’i gözyaşları içinde terk eden Türkler, ihtimal ki türbesini kazıp Şeyh Bedreddin’in kemiklerini kendilerince güvenceye alırlar. Kemikler uzun seneler Sultanahmet Camii’de -bazı rivayetlere Fatih Camii’nde- ve 1961 yılına dek Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilir. Bakanlar Kurulu kararı ile 29 Kasım 1961 günü İstanbul’da, Divanyolu üzerindeki II. Mahmud Türbesi’nde toprağa verilir. Ne kadar ilginçtir ki Osmanlı’ya isyân eden Şeyh Bedreddin’i cumhuriyet idaresi sahiplenmiş, padişah ve devlet ricalinin mezarlarının merkezine yerleştirmiştir. Ahmed Güner Sayar bu durumu “akıl ve akılcılıkla açıklanamaz” sözleriyle değerlendirir. Kitaptan şu şaşırtıcı satırlarla/sorularla yazıma nihayet vermek isterim: “Çelebi Mehmed’in kızı Hafsa Sultan tarafından Şeyh’in idamından yirmi üç sene sonra, yani 1443’te Bursa’da inşa ettirdiği caminin adının Bedreddin olması tesadüf müdür, ya da Şeyh’e karşı geç kalınmış bir devlet özrü müdür? Ve Nâzım annesi Ayşe Celile Hanım’ın oğlunu görmek için 1949’da Bursa’ya gelip, Bedreddin Camii’nin yakınlarında ev tutması tarihten bir ikaz mıdır?

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
*Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 21. sayısında yayınlandı.

1 Kasım 2018 Perşembe

Düzensizliğe karşı hakikatli bir avaz: Şeyh Bedreddin

"Zahir bilginleri, iç yüzü bırakmışlar, kabuklara dayanmışlardır. Çoğunun içi, gönlü açılsa, gönüllerinde dünya sevgisinden, baş olmak, başa geçmek muhabbetinden başka bir şey bulunmaz. Allah onları rezil etsin."
- Şeyh Bedreddin, Vâridât

İdeolojik bakış açısı özellikle ölçüyü kaçırdığında, tarihimizdeki birçok karakteri yanlış anlamamıza yahut hiç tanıma girişiminde bulunmamamıza sebep olmuştur, hâlâ da olmaktadır. Objektiflikten uzak, polemiklerle ve rivayetlerle örülü bir takım araştırmalar maalesef ki asırlık irfan ocağı olan Anadolu'dan yetişmiş, oradan geçip gitmiş ve şimdiye dek uzanan çınarları görmemize engel olmuştur. Şeyh Bedreddin de bu anlattığım tipteki araştırmacıların ve tarihçilerin titizlikten uzak, günü kurtarmak için yazılmış ve tamamen gündemden, güncelden, popüler kültürden faydalanmak adına kaleme alınmış çalışmaları sebebiyle yanlış tanınmış, üstelik hiç de ciddiyetli bir biçimde merak edilmemiştir.

Şairler, meseleye daha doğru biçimde bakmışlardır. Bu bakış hiç şüphe yok ki ilhamın ve sezginin yanı sıra ayakların basıldığı toprağı iyi bilmekle, sevmekle de doğrudan bağlantılıdır. Mesela Nazım Hikmet'in Şeyh Bedreddin Destanı, elbette bir takım detaylar ekseninde kusurları olsa da harikulade bir metindir. Bedreddin'i hiç tanımayan biri bile bu destanı okuduktan sonra merak duyabilir, incelemesini derinleştirebilir.

Ahmed Güner Sayar, hocalarına beslediği sevgiyi ve onlara uzanan yolları genişletmeyi çok iyi bilen bir isimdir. Bu yollar onu başka yollara da götürebildiği için kaynak denebilecek eserler de üretebilmiştir. A. Süheyl ÜnverSahhaf Raif YelkenciSabri F. Ülgener, Hasan Ali Yücel, Abdülbaki Gölpınarlı gibi tarihimizin kıymetli isimlerinin hayatları, düşünce dünyamıza katkıları, Sayar'ın doymak bilmez gayretleriyle yeniden ve daha fazla bilinir olmuştur. Ekim 2018'te Ötüken Neşriyat tarafından yayınlanan Şeyh Bedreddin, yukarıda anlattığım bakış açıları ve çalışma biçimleri sebebiyle gerçek tarihin ve bilhassa hakikate dair kurulan düşünce dairesinin dışında bırakılmış bir portreyi adeta yeni baştan ortaya koyuyor. Kitap bittiğinde çok açık biçimde görülüyor ki Şeyh Bedreddin birileri tarafından sanki kasıtlı, bile isteye, şiddetli biçimde yargıların, rivayetlerin kurbanı olmuş. Diğer yandan, Sayar'ın bu takdire şayan gayreti de William C. Chittick'in Kozmus'un Hakikati kitabındaki bir 'tavsiye'yi yeniden hatırlatıyor: "İdrak ve görüşü derinleştirme -ta'mîk-i nazar- kafa teneşire vurana kadar bitmeyecek bir görevdi."

504 sayfalık kitabın muhtevası oldukça geniş. Kronolojik bir düzeni var. Evvela bu kitabın yazılma hikâyesi çarpıcı biçimde anlatılmış. Sonrasında Şeyh Bedreddin'e dair literatürdeki hareketlere değinilmiş. Bu sert girişlerden sonra Sayar Şeyh Bedreddin'in tarih içinde efsaneden çok somut bir yerde olması gerektiğine vurgu yaparak onun 'düzenlemeyi esas alan' tarafını gözler önüne seriyor. Mutasavvıf ve fakih taraflarıyla Bedreddin yeniden yorumlanıyor. İktisadî ve siyasî görüşleri tüm detaylarıyla aktarılıyor. Tam burada, Sayar'ın kaleminden Bedreddin'in esas derdine değinmek gerekiyor:

"Şeyh Bedreddin, iki oluşumdan çok rahatsızdı. İlki, kadıların (ulemânın), hukûku, parasal zenginlik için bir araç olarak kullanmaları; ikincisi ise, fakihlerin, Sultan Orhan - Sultan I. Murad - Sultan I. Bâyezîd döneminde, ki bu dönem takriben 70 yıl kadardır, kamusal alana ilişkin düzenlemelerde, verdikleri fetvâların, Kur'ân - sünnet bağlamından kopmuşluğunun söz konusu olmasıydı. Fakihler, olmaları gereken, özerk ve özgür hukûk adamlığı hüviyetini, siyâsî iradeye terk etmişlerdi. Bu meyanda, Fetret Devri'nde, sürüp giden taht kavgalarının ateşlenmesinde fakihlerin ihtirasının payı büyük olsa gerektir."

Bu kitapla birlikte Fetret Devri'ne dair okumalar yapmak da meseleleri daha gerçekçi biçimde kavramak adına önemli olacaktır. Zira bu devir, sanıldığının aksine bir dağılmanın ardından gelen düzenden çok daha ötesidir. Diğer devletlerle olan ilişkilerin yanı sıra bazı önemli karakterlerin nasıl bir tavır takındıkları da bilinmesi gerekiyor. Burada Musa Çelebi çok önemli bir yer tutuyor. Bedreddin'in kadıaskerlik serüveni onunla başlıyor. Üstelik bu serüven, hiç de 'Bedreddinî' değil. Kendisi devletle, makamlarla daima mesafeli ve uzak biçimde yaşamış, dervişlerine de bunu telkin etmiş bir zat. Ancak bu kadıaskerlik ona, devletin yönetiliş biçimindeki kendince sıkıntıları görebilmesi anlamında önemli bir imkân tanıyor. 'Her şey', tabiri caizse bu görevden sonra başlıyor. Torlak Kemal'in ve Börklüce Mustafa'nın kendilerine adına çevirdikleri numaralar dönüyor dolaşıyor şeyhleri Bedreddin'de duruyor. Bu da devlet erkanının nezdinde isyanın, asiliğin ve 'fitne'nin kaynağı olarak Bedreddin'i işaret ediyor. İznik'teki göz hapsinden sonra hayatının en fazla aksiyona sahip olan bölümü başlıyor. İznik'ten Kastamonu'ya gitmek zorunda kalıyor. Bu gidiş, belki de bir kaçış. Üstelik isyan da bu evrede patlıyor. Bedreddin meselelerden uzaklaşmak için sultandan hacca gitmek için izin istiyor, izin çıkmayınca müthiş bir umutsuzluğa kapılıyor. Çünkü olacakları tahmin ediyor. Bu isyan mutlaka, bir şekilde onu yakacak, sadece onun başını yakacak. Peki tarih onu nasıl yazacak?

Yargılanmasının akabinde örfî yolla verilen fetva: idam. Çünkü ortada Osmanlılar için en önemli konulardan biri var: hurûc-ı ales-'sultan, yani sultana karşı ayaklanma. Serez'de gerçekleşen idamının akabinde ne kadar sevildiği de ortaya çıkıyor. Halk hemen idam edildiği yeri belirgin kılıyor. Aslında dönemin diğer tasavvuf büyükleri ve erenleri incelendiğinde zaten Bedreddin'in 'ne'liği hemen bir cevap buluyor:

"Şeyh Bedreddin, İznik'te ikamete mecbur bırakıldığı günlerde Şeyh Akşemseddin'in kendisinden, gökbilim, tefsir ve fıkıh dersleri aldığını Manakıbı'ndan öğreniyoruz. Şeyh Akşemseddin, Şeyh Bedreddin'i üstadı olarak görmekte ve onu şu sözlerle tebcil etmekteydi: "Gözümün nûrudur' dirdi Şeyh için / gönlümün Tûrıdur' dirdi Şeyh için.". Şeyh Bedreddin'in iki oğlu ile torunu Hâfız Halil Efendi de, "zamanın en büyük şeyhi" dediği Şeyh Akşemseddin'e müntesiptiler. Halil bin İsmail Efendi, bu intisapla Bayramî tarîkatına intisap etmiş ve şeyhi Akşemseddin'le birlikte İstanbul'un fethine katılmıştı."

Söz buraya gelmişken Halvetî yolunun büyüklerinden Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin Şeyh Bedreddin'in Vâridât'ına ilişkin gazeline değinmeden de olmaz. Bu gazel

"Can kuşunun her zaman ezkârıdır Vâridât
Akl ü hayâlin hemân efkârıdır Vâridât
...
Sıdk ile gönlüm sever görmeğe cânım eğer
Anın çün kim Hakk'ın envârıdır Vâridât
...

Muhyiddin, Bedreddin, eylediler ihyâ-yı din
Deryâ Niyâzî Füsûs, enharıdır Vâridât.
"

1359'da başlayan ömrü 1418'de son buluyor. 59 yıllık ömrüne, sırları diğer büyükler tarafından her defasında vurgulanmış, başvurulmuş, yalnız Osmanlı coğrafyasında değil dünyanın birçok kütüphanesinde yer bulmuş önemli eserler sığdırmış

Letâ'ifü’l-işârât: Bu eser bilhassa fıkhî meselelerdeki vukufiyetini ve 'müctehid derecesinde bir fakih' olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemli.

Câmi'u'l-fusûleyn: Edirne’de kazaskerliğe tayin edildikten sonra telif ettiği, kazâ ve mahkemeyle ilgili konuların ağırlıkta olduğu bir fıkıh kitabı. Türkiye ve dünya kütüphanelerinde birçok yazma nüshası bulunuyor.

Vâridât: Yoğun rivayetlerin işaret etmesine göre bu eseri Rumeli’de verdiği derslerden oluşuyor ve felsefî, tasavvufî, kelâmî ve diğer fikrî konulara temas ediyor. Bu kitap bilindiği gibi en önemli eseri. Yani onun tartışılmasına sebep olan eseri.

Bu eserlerin yanı sıra torunu Halîl b. İsmâil’in yazmış olduğu Menâkıbnâme'si esasında Bedreddin'e dair yazılmış en teferruatlı kaynak. Fakat objektifliği daima sorgulanmış. Sayar'ın kitabı bittikten sonra bu kaynağın önemi biraz daha artıyor. Menâkıbnâme her ne kadar tamamiyle şeyhi temize çıkarmayı gayret edinmiş gibi görünse de aslında şeyhin başına gelenlerin Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal gibi yakınlarındaki asilerle beraber ulemânın kıskançlığından ileri geldiğini açıkça ortaya koyuyor.

Ahmed Güner Sayar, bu derinlikli çalışmasının son bölümünde 'değerlendirmelerin aydınlığında tashihe açık bir sonuç' ortaya koyuyor. Burada birçok önemli ismin yorumlarına da kitabın her bölümünde olduğu gibi başvuruluyor. Mesela A. Süheyl Ünver'in kanaati şöyle: "Müslümanlıkta yeni âkidelerin tevlîdine çalışmış... esaslı bir tahsil görmüştür. İlmî ve siyasî faaliyette bulunmuş, nihâyet haksız yere hayatına son verilmiştir."

Bu son verilişi Sayar şöyle yorumluyor: "Şeyh Bedreddin'in tasfiyesi ile Osmanlı Devleti'nin merkeziyetçiliğinin önündeki büyük bir teorisyen kafa susturulmuş oldu. Bundan böyle, ne iktidarın meşrûiyeti sorgulanacak, ne de toprakta özel mülkiyet ve serbest piyasa mekanizmasına dönüş sorunları yaşanacaktı. Özellikle de toprakta özel mülkiyet meselesi tartışılmayacaktı."

1961 yılında Şeyh Bedreddin'in bir torba içinde Türkiye'ye getirilen kemikleri bir müddet Sultanahmed Camii'nde, daha sonra da 1961 Kasım'ına dek Topkapı Sarayı'nda muhafaza edildi. 29 Kasım 1961'de, Çemberlitaş'taki Sultan Mahmud Türbesi'ne defnedildi. Yani padişahların ve devlet ricalinin arasına. Bu bile onun ne kadar yanlış anlaşıldığının bir göstergesidir. Haksızlık el'an sürmektedir.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin, oğlu Alaeddin Çelebi'ye gönderdiği mektupta geçen şu ifadeler, Şeyh Bedreddin'e ait olup Vâridât'ta geçmektedir ve neticeyi toparlayan bir özelliğe sahiptir: "Toz - duman kalktı mı göreceksin / altındaki at mıdır, eşek mi?"

Ahmed Güner Sayar, Fetret Devri'nin dağınıklığı ve düzensizliği içinde "Hakk’ı bilen bir arif ve gerçeği gerçekleştirmiş erlerin seçkini" Şeyh Bedreddin'in avazını duyuruyor bizlere. Derviş Kemâl'in şiiriyle bitirelim:

"Ne zaman yüzümü Garb'a döndürsem
Guruba bakarak hayale girsem
Güneşi batarken sararmış görsem
Bedreddin'i hatırlayıp ağlarım."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf