31 Ekim 2020 Cumartesi

Anlayışlı olan ustadır, anlamak isteyen çırak

"Benden kaçan onca kuş
Meğer dallarına konarmış ustamın."
- Arastanın Son Çırağı (1999)

"Herkes ustasından alır elinin ölçüsünü."
- Bir Japon Nasıl Ölür? (2018)

Dünyayı, insanı ve kendimizi tanıma yolunda edebiyatın bize sunduğu en özel alanlardan biridir deneme. Eğer 'okumanın hâlleri' diye bir şey varsa, yani biz evi, çocukluğu, gündüzü ve geceyi, yorgunluğu, yalnızlığı, aşkı, mevsimleri, yolculukları; bir romanın veya şiirin sunduğu imkânlar dışına çıkarak da okumak istiyorsak, deneme işte orada. Zaten edebiyatın kuytu köşelerindeki tozları almaya meraklı kimseler için okurluğun en heyecan verici hâlidir deneme okumak. İyi bir okurdan bahsediyorsak, aynı zamanda iyi bir deneme okurundan ve hatta deneme yazarından bahsediyoruzdur aslında.

Denemeyi yeterince övebildiysem, Ali Ayçil'in tıpkı diğer deneme kitapları gibi ders niyetiyle okuduğum -yani çalıştığım- kitabından bahsedebilirim. Ayçil, kimi kitaplarına insanı önce yüreğinden vuran isimler koymayı başarırken (Yenilgiden Dönerken, Kovulmuşların Evi) kimi kitaplarına koyduğu isimle de "neden?" sorusunun peşinden sürüklüyor okuru. Bir Japon Nasıl Ölür'de öyle olmuştu, Usta Konuşmak İstiyor'da da öyle oldu. Önce, "Kitabın adı seni yanıltmasın. Bir şairin başına gelebilecek en büyük talihsizlik, birilerinin onun artık bir usta olduğunu söylemesi, bundan daha beteri de kendi ustalığını ilan etmesidir!" uyarısını yapıyor Ayçil. Ancak kitabı bitirince -o da kesin olmamakla beraber- "kimmiş bu usta?" sorusunun cevabı okuyucuya göz kırpıyor. İpucu baştan verilmişti zira: "Sayfalar arasında konuşmak isteyen ustanın kim olduğunu göreceksin zaten."

Ayçil'in şiirlerinde olduğu gibi denemelerinde de yaşamı usta-çırak olarak ele alışını görürüz. Dolayısıyla insanlar iki ayrılır. Pencereden bakarken gözüne göçmen kuşlar takılan bir öğrencinin hayretini 'dikkat dağınıklığı' sayan öğretmen kaybeder, çünkü öğretmenlik bir meslek olarak yapışmıştır onun üzerine, mesleği de ondan evvela şaşırmayı söküp atmıştır. Şaşırmayan bir insandan geriye ne kalır? Aynı durum, bir gecekondudan dayanıklı bir apartmana taşınan insanların önce acılarının taşındığını gör(e)meyen politikacı için de geçerlidir. Çünkü o politikacıdır ve aylaklar, dalgın bakanlar, yorgunlar onun ilk düşmanıdır. Ustalık da çıraklık da anlayış gerektiren hâllerdir. Anlayışlı olan ustadır, anlamak isteyen çırak. Bu konuda yine kitaptan son bir misal: "Tüccar, parası çıkışmadığı için mahcup olan gururlu bir müşterisinin alnındaki teri, anlayışlı bir bakışla silmeyi terk ettiği gün kaybetti.

Edebiyatın en doyurucu metinlerini -acaba bir denemeye övgü kitabı mı yazsam?- bize denemeler sunar. Çünkü iyi deneme yazarları bir konuya yoğunlaşmış gibi görünseler de pek çok konuya değinirler. Kitaplarını da bu temelle kurarlar. Bu anlamda deneme hem okuması keyif veren bir tür hem de sık sık duraklatan yapısıyla zor. Esasen bu duraklatmadaki mana okuyucuya "şu aceleye getirdiğin hayatını artık biraz yavaşlat" demektir. Git artık ne zamandır görmek istediğin o ülkeye, iki yakanın bir araya gelmediği şu şehirde karşıya bu kez vapurla geç, eve dönmeden önce otur bir yerde çay iç, gençliğinde altını çizdiğin satırları yeniden oku, "ruhum çok daralıyor" bile bunun hakkını ver. Çünkü dağılmadan toparlanmak, düşmeden kalkmak, kirlenmeden temizlenmek mümkün değil. Bu son cümlem aklına ahlakî, dinî, vicdanî şeyler getirmesin. Denemeci biraz terapist gibidir. Karşısındakinin davasıyla ve değerleriyle ilgilenmez, hayat karşısında ne kadar dalgın ve dargın, önce ona bakar. Öte yandan, belki de kendinden çok seni sahici buluyordur: "Kimi zaman otobüste, şu ayakkabı tamircisinin gerçek bir mesleği ve elle dokunulabilen, elleri kirleten, dikilen, kesilen, çakılan, boyanan gerçek malzemeleri var; peki senin mesleğinin malzemeleri nerede, diye soruyorum kendime. Çünkü insanların derdine deva olabilecek gerçek bir mesleğin malzemeleri de gerçektir; sıvacının malası, kunduracının bizi, musluk tamircisinin anahtarı. Oysa ben, bir ekranın üzerinde akıp duran harflerle boğuşmaktan başka ne yapıyorum? Bazen işi şakaya vurup, sen de bir hayal tamircisisin dediğim oluyor ama bu işin hiç de öyle şakaya gelir yanı yok. Ben de, benim gibi harflerle uğraşan öteki insanlar da deliliğimizi teferruatlı bir işmiş gibi gösterip kendimizi kandırıyoruz."

Ali Ayçil tıpkı birçok iyi okur gibi bazı yazarlara 'kafayı takmış' bir kaleme ve zihne sahip. Usta Konuşmak İstiyor'un Raf Günlüğü bölümü, birçok kitaptan bahsediyor. Bu bahsedişler kitaba dair birer inceleme yazısı değil. Daha çok, Ayçil'in gönlünde o kitabın nasıl bir yere konduğunu görüyoruz. Bazen hangi yıllarda okuduğundan, nasıl bir iklimde o metni yaşadığından ve satırlar arasından nerelere gidebildiğinden söz ediyor. Her iştahlı okuyucu için lezzetli sayfalardır bu tip sayfalar. Natalia Ginzburg'dan Kente Giden Yol, Dino Buzzati'den Tatar Çölü, Roberto Bolano'dan Vahşi Hafiyeler, Ezra Pound'dan Cathay, Mitat Enç'ten Uzun Çarşının UlularıMarguerite Yourcenar'dan Hadrianus'un AnılarıGenceli Nizami'den Heft Peyker, Juan Rulfo'dan Pedro Paramo, Ayçil'i iyi tanıyanların onun ne kadar sevdiğini gayet iyi bildiği Thomas Bernhard, onu bir kez okuyan herkesin yaşamına deliliği ve dahiliğiyle tokat gibi inen Emil Michel Cioran, gergedanından yeğenine Viyana'sından metresine kadar yaşamına en çok taarruz edilmiş düşünürlerden Ludwig Wittgenstein, ona dair daha fazla şeye ulaşmamız ve okumamız gerektiğini düşündüğüm Lev Tolstoy, hayatımızdaki yeri bir roman karakterinden çok daha derinlerde olan Oblomov ve Raskolnikov, Ayçil'in kalemiyle bize yeniden merhaba diyor. Biz de bu yeniden görüşmeyle onlarla olan tanışıklığımızın memnuniyet mi yoksa endişe mi verici olduğunu düşünüyoruz. Okurlar için nefis bir hesaplaşma...

Kitaptaki en sevdiğim metin, Raf Günlüğü içinde yer alan "Gençken Altı Çizilmiş Satırların Güzelliği" başlıklı yazı oldu. Çünkü yazı her ne kadar gençlik döneminin okuma gayretine ışık tutsa da her yaştan okuyucunun her satırın altını çizebileceği bir metin sunuyor okurlara. Altı çizilen her satır, insanın kendini arayışının ve kendi ruhundaki gedikleri tıkama ihtiyacının birer ispatıdır. İnsan, mekan ve zaman; hangi satırların altının çizileceğine karar veren üç büyüleyici imkan: "Biz o yıllarda niye bazı cümlelerin altını çizer, niye bazılarını bu onurdan mahrum bırakırdık? Pek çok ortak yanımıza rağmen, bir yazarın aynı kitabını aynı dönemde ve aynı atmosferde okumuş olsak da sıkça başka başka cümlelerin oltasına da takılıyorduk. Şimdi kalksam, yirmili yaşlarımın her iki yakasında okuduğum kitapları raftan indirsem, bu soruya kendi ruh coğrafyamdan bir cevap verebilirim belki. Ama bunu yapacak cesareti bulamıyorum kendimde; böyle bir yüzleşme için henüz hazır değilim."

Bazı kitaplar, şarkılar ve resimler sanki sonbahara özel gibidir. Çünkü mevsimler mutlaka insanlara bir şeyler söylemek ister. Usta Konuşmak İstiyor bir sonbahar kitabı gibi. Okuyucuyu ayağa kaldırma derdi olmadan dünyanın türlü dertlerinden bahseden ve insanın türlü yüzlerini yargılamadan ortaya seren bir kitap. Hayat gibi doğal ve çoğu zaman yalnızlık kokan... 

Yağız Gönüler
twitter.com/ruhunakitap

25 Ekim 2020 Pazar

Kuralsızlığın tek kural olduğu tür: deneme

İnsan ancak evin içinde yalnız. Ve kendinin dışında değil, içinde. Parkta kuşlar var, kediler. Ama bir kez de sincap, bir gelincik. İnsan parkta yalnız değil. Ama evin içinde öyle yalnız, öyle yalnız ki ara sıra kayboluyor. On yıldır eve kapanıp kaldığımı yeni algılıyorum. Yalnız. Ve bunu, kendime ve başkalarına bugün olduğum yazar olduğumu belleten kitaplar yazmak için yaptığımı.

Marguerite Duras böyle başlar Yazmak isimli deneme kitabına. Yazıya böyle girer. Evinde. Dışarıyı gören pencerenin önü, yürüdüğü koridor, mutfağı ve yatak odası onun için bir yazı atölyesidir. Sokağı, meydanı, okul binalarını ve çocuk bağrışlarını dışarda bırakan bir atölye. Yalnızlığın yeri.

Ev, Duras’ın denemelerinde hâkim bir imgedir, bir gerçeklik belki de. Üstelik bu imgesel yoğunluk yalnızca eve duyulan basit bir bağlılıktan kaynaklanmaz; yazıyla evin eşitlenmesidir bu yoğunluğu tetikleyen birincil etmen. Ev olmadan, her şeyden yalıtılmış bir yalnızlık olmayacak. Dolayısıyla yazı da. Bu yüzden eve ihtiyacı vardır Duras’ın. Daha önce başlayıp bitiremediği, hatta isimlerini dahi unuttuğu kitapları yazabilmek için ihtiyaç duyar bu bulgular yerine. Hayatın dolaysız ve sade bir biçimde yaşandığı ev, bir süre sonra birlikte yaşanılan somut bir varlığa dönüşür, “Bu evle birlikte yaşamaya başladım,” diyerek evin çağrışım alanını ve imgesel yoğunluğunu çoğaltır Duras.

Oysa kimi okuryazarlar için durum tersidir. Evde kıpırdanan hayat, günlük meşgaleler, evin kendine ait denklemleri, ses ve yapılacaklar varken odaklanıp bir şeyler üretebilmek zordur. Eşya dikkat dağıtıcı, çeldirici, hatta engelleyicidir. “Hizmet isteyen bir evin sıkıcı idaresi,” diye tanımlar Virginia Woolf evi. Kadınlara ait bir oda ve boş zaman ister tam da bu yüzden. Orhan Pamuk aynı sebeplerle evinin dışında inşa eder yazı evrenini. Sami Baydar bu çeldiriciliği, “Evin içi tuzaklarla doludur,” diyerek ifade eder. Evden kopuşu, aileye ve eve yabancılaşmayı anlatan sayısız roman yazılır. Ev, bir kabuktur kimileri için; sıyrılıp atılması gereken bir kabuk. Marguerite Duras hayatı boyunca işte bu kabukla yaşamayı, bununla avunmayı ve uğraşmayı seçer.

Onun Türkçeye çevrilen Somut Yaşam ve Yazmak isimli deneme kitaplarında çoğunlukla bir iç ses hâkimdir. Bazen kendiyle bazen de okuruyla konuşan bir iç sestir bu. Bir sayıklama. Bu hâliyle gelişi güzel, anlamsal boşluklarla örülü ve savruktur. Gündelik konuşmalara hâkim atlama tekniği de Duras’ın denemelerinde sıklıkla göze çarpar. Bir konudan bahsederken birden bambaşka şeyler söylediği olur. Anlamın etrafında yarıklar açılır. Bir konu henüz derinleşmeden ve o konuya dair anlamsal bir düzlem oluşturulmadan bambaşka şeylerden söz edilir. Okur belli bir fikir edinerek çıkmaz Duras’ın denemelerinden; onun denemeleri, yaşanmışlıklardan ve bizzat kendi hayatından süzülen savruk anlatılardır. Marguerite de bu savrukluğun, bu gelişigüzelliğin, bu bir yere varamamaların farkındadır.

Bu kitabın başı, sonu, ortası yok. Varlık nedeni bulunmayan bir kitap olmayacağına göre, bu kitap bir kitap değil. Bir günce değil, güncecilik yok içinde, günlük olaylardan doğdu. İsterseniz bir okuma kitabı diyelim.

Yayımlayıp yayımlamama noktasında dahi kararsızlık yaşayan Marguerite, başka bir yazısında Somut Yaşam’ı şöyle anlatır, “Kitaba benzemeyen şu kitapta, her gün öbürlerine benzeyen, sıradan bir gün boyunca yaptığımız gibi, her şeyden ve hiçbir şeyden söz etmek isterdim.

Tüm bunlar, yazarın yazılan şeyi hangi türün kılıfına sokacağını, adına ne diyeceğini bilememenin kaygısıyla söylenmiş sözler gibi geliyor bana. Yazılan şeyin hiçbir iddiası olmadığına yönelik bu kesin vurgu, kitaba dair yöneltilecek soruların da önceden verilmiş cevabı gibi. Bir okur olarak belli çerçevesi olan, anlamsal boşlukların giderildiği ve zihnime cevapların değilse de yeni soruların eklendiği metinleri okumaktan haz alsam da Duras’ınkilerin deneme olmadığını söylemek, onu yalnızca bir okuma kitabı olarak nitelendirmek, denemenin kurmaca dışındaki her şeyi içine alan yapısını da yok saymak anlamına gelecektir. Duras’ınkiler tam da bu haliyle denemedir ve tam da bu haliyle tamdır.

Savrukluğu, başı, sonu, ortası olmaması, anılardan ve günlük hadiselerden doğması, bir yere varmaması, paragraflar arası anlamsal bir gelişigüzelliğin olması, yazılan her şeyin “ben”in süzgecinden geçirilmesi, kesin bir varış noktasının olmaması, diğer türlerden beslenmesi, türleri kapsaması, üslupçu olması gibi birtakım özellikler bir metni, denemenin sınırları içerisine dahil etmemizi sağlayan niteliklerden değil midir? Ve tam da bu değişkenliğiyle deneme, kuralsızlığın evreni değil midir?

Serbestliğin belki de tek kural olarak benimsendiği deneme hakkında Paul Baldegger’in söyledikleri önemlidir, “Denemede değişen görüş açıları serbestçe sınanır, bazı düşünceler formüle edilir. Problem, öznel bir yaşantı olarak sunulur. Yöntem analitik değil, sezgiseldir. Konuyu farklı açılardan inceler ve yan alanlara, sürpriz bakış açılarına kayar. Konu mükemmelliği üzerinde durmaz. Konuyu sonuçlandırmak değil, okuru heveslendirmek ister.

Denemede işlenen konu, serbestliğin verdiği imkân dahilinde bütünlüğün dışına çıkıp bir sayıklama ve fikirler üzerinde gezinme hâline dönüşebilir. Ancak asla bir fikirler yığınına değil. Savunduğu düşünceye inandırmak, kitleleri peşinden sürükleyip onları bir fikir etrafında birleştirmek gibi bir gayesi yoktur bu yüzden. Deneme, yazarının dünyayı görüş ve algılayışını içsel perspektifin süzgecinden geçirerek anlatır. “Ben” evrenine tutulan bir dürbündür deneme. Deneme yazarı da her gün yüzlerce farklı çiçeğe konarak çiçeklerden özler toplayan bal arısına benzer. Arının gün sonunda elde ettiği bal; lavanta, ıhlamur, erguvan değildir artık. O çiçeklerden topladığı özle yeni bir form üretir. Başlangıçtakine benzemez. Kendi içinden, kendi yangınından çıkan yeni bir gerçekliği vardır, yalnızca ona ait bir gerçeklik... Bu şahsilik, bu içsel görü ifadede de yer bulur kendine. Yazar, bir konuda fikir beyan ettikten hemen sonra bundan vazgeçebilir. Birkaç cümle sonra karşı çıkabilir kendine, sorular sorabilir. Cevaba ve kesin bir yargıya bağlanmayan pek çok cümle kurabilir. Bu karşıtlığı, Marguerite Duras’ın denemelerinde de görebilmek mümkün.

Piyano çalmayı meslek olarak sürdürseydim, kitap yazmazdım,” der bir cümlesinde. Hemen ardından ilave eder, “Ama bundan pek emin değilim. Bu düşüncenin yanlış olduğunu da düşünüyorum. Her durumda kitap yazardım sanırım, yazmaya koşut olarak müzik yapsaydım bile.

Özelde Marguerite Duras denemeleri, genelde de deneme türü; arayışlar, buluşlar, sorgulamalar ve karşı çıkışlar evrenidir. Cevabın değil, soruların ve arayışların önemsendiği bir evren. Madem deneme bu kadar çerçevesiz bir tür; denemeye biçilen donları, sınırları, tanımlamaları, ötelemeleri, deneme adı altında çıkan takır tukur Türkçeleri hangi kefeye koyacağız?

Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu

21 Ekim 2020 Çarşamba

Dost, kalp ve sonsuzluk

"Her yerde, fakat arifin kalbindedir Allah 
Yoksa sen onu arz u semâvâtta mı sandın?"
- Kenan Rifâî

Bir kütüphanenin kıymetini ne kitap sayısı, ne kitapların eski ya da yeni oluşu belirler. Tekrar tekrar okumak istenen kitaplar varsa eğer o kütüphane çok güzeldir, iyidir. Sana dairdir, senindir, ona buna şov yapmaya (dışa) değil ruhuna (içe) yöneliktir. İşte bazı kitaplar bu zengin hâlleriyle hep kütüphanelerimizi hem de bizleri derinleştirir. Ayaklarımızda takat kalmadığında, yaşamın ağırlığı altında ezildiğimizde, yorgun düştüğümüzde, ister maddi ister manevi olsun bir çıkmaza girdiğimizde bizi kendimize getiren kitaplar can yoldaşından da ötedir. Borçluyuzdur onlara. Bu borcu, onları tekrar hatırlayıp (okuyup) öderiz. Tam da böyle bir kitap vardı ellerimde birkaç gündür. Sâmiha Ayverdi'nin, mürşidi Kenan Rifâî'yi anlatmaya gayret ettiği, ondan hatıralar serdiği, her yönüyle manalı ev dolayısıyla başından sonuna 'kalpten' bir kitap: Dost

Kalp deyip geçmemeliyiz. Kalbin yerine her seferinde matematiği koyduğumuz vakit motor su kaynatıyor. Bizim doğrularımızın hakikat dairesinde bir yeri olmayabilir çünkü. Bilemeyiz. Bundan olsa gerek büyükler hep kalbi işaret ediyor. Şems-i Tebrîzî sultan bir gün zahiri ilimlerle meşgul olunan bir meclise girmiş. Bakmış talebeler gayet güzel çalışıyorlar, okuyorlar. Onları bir süre izlemiş ve ancak bir kalp sultanına yakışan o soruyu sormuş. "Yaptığınız şey çok büyük, çok güzel ama siz ne zaman 'Kalbim Rabb'imden rivayet etti' diyecekseniz?" sorusu sorulduğunda, o mecliste neler hissedildi merak etmemek mümkün değil. Bir sonsuzluğa işaret var burada. Sonsuz olana yönelme, oradaki manayı isteme, rıza makamını talep etme... İnsanın varoluş yolculuğunu tam da bu pencereden çok sarsıcı bir soruyla ilişkilendiyor Jung. Aslında insanın nasıl anlamlı bir ömür sürebileceği meselesini de açıklamış oluyor bu soruyla: Sonsuz olanla ilişkin var mı yok mu?

Dost, kalp ve sonsuzluk. Mânâ aleminin yolcusu, seyr eden derviş, gayret kemerine sarınmış kul için üç büyük kelime. Kitabın hemen başında Sâmiha Ayverdi, neden bu üç kelimeye sarılmamız gerektiğini açıklıyor belki de: "Tabiatı, insanı ve Allah'ı birlemeyi bilmeyenin huzur araması abestir. Zira kul, daracık benliğinin ve sınırlı bilgisinin zindanı içinde kaldıkça ve kainatı da yaratıcısı ile beraber kavrayıp göremedikçe, gerek mahlûkla gerek Hâlik'le olan münâsebeti kesik demektir. Böylece de kainatın bütünündeki gayeyi, manayı göremez. Onun için de etrafında hikmet yerine abes, güzellik yerine çirkinlik görmekten kurtulamaz."

İnandıklarınızı hayatınızda mühim bir yere koymuyorsanız, o inandıklarınız size belli bir süre sonra yük olmaya başlar. Nefsin oyunlarına kolayca yenik düşebilen biz insanlar için bu yükü taşımak çoğu zaman zor gelir. Peşinden bezginlik, perişanlık ve yorgunluk geliverir. Dost, burada devreye girendir. O, tasarrufunu hem maddi âlemde hem de mânevi âlemde kullandığı için evlâdını da yolda komaz. Bu bana hep Ekmek Teknesi dizisindeki bir repliği hatırlatır. Perişan vaziyette yerde yatan Gamsız Celal'e "Kalk evladım!" der Nusret Baba. Celal, yaptığının da düştüğü durumunda da farkında olarak "Baba köpeğinim. Çamura düştük, kirlendik baba!" diye feryâd eder. Nusret Baba öyle bir cevap verir ki bu cevabı alalım, bugün toplumda en çok özlenen ilişkilerin (hoca-talebe, usta-çırak, mürid-mürşid) içine koyalım: "Evladım siz kirleneceksiniz, biz temizleyeceğiz. İşimiz ne?"

Kendileri için doğmamış, kendileri için yaşamamış kalp sultanları her zaman evlatlarının yanındadır. Evlatlar düşer, hatalı davranışı yüzlerine vurmadan ama türlü işaretler ve manalar eşliğinde gösterir sultanlar. Bazen olur, evlatlar dünya işlerine dalıp makamın, malın, paranın, şöhretin tuzaklarıyla "ben!" kuyusunun içine dalıverirler. İşte bu 'kalkma' halinde de o kalp sultanı, düşüşü hatırlatır: "Dön geri borusu çalındığı vakit, en arkadakiler en öne geçer. Hanımlığınıza, hanımefendiliğinize güvenmeyin. Merhameti, şefkati elden bırakmayın."

Çevresindeki herkese; evlatlarına, dervişlerine, arkadaşlarına, çocuklara olduğu çiçeklere ve böceklere de sonsuz bir alâka ile yaklaştığını görüyoruz Kenan Rifâî'nin. Küsleri barıştırması, dervişlerini bazen latife yollu irşad etmesi, çocukları terbiye etmek için oyunlara katılması... Hastalandığını gören bir dervişi "dağlara taşlara!" diye söyleyince "aman evladım, bendeki kötü şeyi neden dağlara taşlara yolluyorsun?" ikazıyla dünyayı bütünüyle kavramış ve yorumlamış bir büyük zat görüyoruz karşımızda. İkaz demişken, henüz "çocuğum sık sık uzaklara dalıp gidiyor acaba pedagoga mı gitsek?" diye tutuşanların olmadığı zamanlarda Kenan Rifâî şöyle ikaz etmiş evladıyla tabiri caizse 'kafayı bozan' bir kimseyi: "Evlat ne demek, evvela onu düşünelim. Evlat, ana ile babanın cünbüşünden hasıl olan bir vücut değil mi? Ona bu aşırı, bu çılgınca iptila niçin? Dünyaya evladın için değil, Allah'ını bilmek için geldin. Evlat sana verilmiş bir emanettir. Onu sev, koru, iyi yetişmesine gayret sarfet, fakat tek gayen o olmasın."

Günümüzde bilhassa gençler tasavvufa yoğun ilgi gösteriyor. Kime gideceklerini bazen bilemiyorlar zira bu işi sadece gitmekten ibaret zannediyorlar. Zaman zaman bazı tekkeleri gezip oradaki sohbetlere, usullere katılarak gönüllerini eğliyorlar. Bu işin mana tarafını unutuyorlar ve sadece şekilde kalıyorlar. Takke, tespih, sarık ve seccadeyle işin bittiğini düşünüyorlar. Niyâzî-i Mısrî'nin nefis emanetlerinden olan "Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin / insân‐ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş" dizeleri unutuluyor. Bir de üstüne bu hatırlatmayı yapanlar tekfir ediliyor, akıllara "bedenimde değil ruhumda sızı" türküsü geliyor. Kenan Rifâî gibi bir ulu bile çekmiş böylelerinden ve "Beni kimi Kenan görür, kimi şeytan" demiş. Şimdi kendisinden, kayıt edildiği kadarıyla okuyalım: “Rehber olduğunu söyleyerek önde giden kimse karşısına gelen tâlibe, daha ilk adımda, kaşlarını çatarak: "Nedir bu kıyâfetin? Çıkar bacaklarından bu dar pantolonu, bir bolunu giy, zamân-ı saâdete göre giyin kuşan... Edepli ol! Sinema, tiyatro denen yerlere de gitme. Çoluğunu çocuğunu da gönderme, kâfir olursun! Sakın dişlerine altın geçirteyim deme..." yollu câhilâne ve mesnetsiz sözlerle, onu, aradığı, hattâ susamış olduğu mânâ dünyâsının kapısına varmadan geri çevirmesi, İslâm’ın rûhuna ihânetten başka nedir? Neden "zamân-ı saâdete göre giyin", diyor da, "Peygamber’in ahlâkına göre yaşa" demiyor? Edebin ölçüsü, kılık kıyâfet değil, tevhittir. Kavuk, şalvar, hiç kimseyi kalp cennetine götürmez. Ammâ, ahlâk-ı Muhammedî, iki dünyanın da nizam ve huzur kapılarını açar. Çünkü Resûlullah, beşeriyete, ahlâkı tamamlamak ve yayıp öğretmek için gelmiştir. Kılık kıyâfet düzenlemek için değil... Yazık ki hoca efendi bunu bilmez. Bilenlere de kâfir der.

Abdurrahman Câmî'nin Nefehâtü’l-üns'ünde yazar. Ebû Hasan Urmevî'ye "Vefa nedir?" diye sormuşlar, "Bu dünyaya niçin geldiğini bilmendir" demiş. İbn Arabî sultan da "Vefa ancak Allah'adır" demiştir. Asıl dostluk ve esas vefa, yalnız O'na çıkıyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

20 Ekim 2020 Salı

Bireyin körleşmesinden toplumun cinnetine

Kanaat önderlerinin dillerine pelesenk olmuş bir söz vardır, “İnsan önce kulaktan zehirlenir.

Neden görmek, dokunmak, koklamak, hatta tatmak değil de duymak?

Bu sözün anlamına kafa yormamla, Elias Canetti’nin Körleşme’sini okumam aynı zamanlara tekabül ediyor. Roman, topluma yabancılaşmış aymaz bir aydın tipi olan Kien’ın etrafında şekillenir. Bir antikahraman olan Kien, kitaplardan oluşan krallığına kendini hapseder ve burada yalnızca bilimle uğraşır. Dışardaki gerçekliğe, salınıp duran hayata ve insanlara ihtiyaç duymaz; onun beslendiği ve bir bakıma muhtaç olduğu tek gerçeklik, kitapların vaat ettiği sonlu gerçekliktir. Bu gerçekliğin dışındaki her şeye gözü kapalıdır, üstelik bu kapatış öyle şiddetlidir ki kendisine yöneltilen sorular, bedensel ihtiyaçlar, lüzumsuz konuşmalar, yapılan bir hizmet karşısında alınan paralar tiksindirici şeylerdir. Kien’ın tek kutsalı kitaplar ve bilimdir.

Ancak Kien, sarsılmaz sanılan karakterinin dışına çıkan bir adım atar ve hizmetçisiyle evlenir. Bu, karakterin çözülmesi ve çürümenin ilk adımıdır. Bu safhadan sonra kitleye karşı duran Kien, kitle karşısında acziyet taşıyan birine dönüşür. Karşısına çıkan ve daha önce konuşmaya değer bulmadığı kişiler tarafından kandırılır, aşağılanır ve kimi zaman da şiddete maruz bırakılır. Zaten tanımadığı ve yabancısı olduğu kitleye karşı artık müthiş bir korku taşımaktadır. Bu korkuyu yenmenin ise tek bir yolu vardır: Körleşmek!

Evet, Kien bu kez de zahiren bir körleşmenin içine sokacaktır kendini. Görmek istemediği her şeye gözünü kapatacak ve bu şekilde yaşamaya alışacaktır. Nitekim de öyle yapar: Karısı geldiğinde gözleri kapalıdır, raftan istediği bir kitabı almak için yalnızca parmak uçlarını kullanır, adımlarını çalışma masasına doğru yönlendirirken kendi iradesiyle görme duyusundan yoksun kalır.

Peki ya kulak? Ya duyulanlar? Konuşulanları duymasını engelleyecek bir tıkacı var mıdır? Kien, bunun için çabalasa ve hayali bir tıkaçla kulaklarını tıkasa da beyhudedir, çünkü kulağındaki meşale hep açıktır. Böylece zehirlenmeye; öfkeyle söylenen cümleleri, hakaretleri ve aşağılanmaları duymaya devam eder. Uzandığı yatağından karısının aynı kararlılık ve kızgınlıkla söylediği cümleleri, kapıcının eski yaşamına dair her gün, aynı saatte anlattığı gevezelikleri duymasını engelleyecek hiçbir şey yoktur. Kien’ı çürüten duyduklarıdır.

Canetti, yıllar sonra defterine, “İnsan tek bir insanda tüm dünyanın mutsuzluğunu yakalayabilir ve o insandan vazgeçmediği sürece hiçbir şeyden vazgeçilmiş değildir ve o insan soluk aldığı sürece dünya da soluk alır,” diye not düşer. Bu not, Canetti’nin hayatından otobiyografik izler taşıyan Kien için söylenmiş gibidir. Çünkü Kien’ın mutsuzluğu, bunalımı ve topluma yabancılaşması, tek tek bütün bireylerin mutsuzluğudur. Ve yine onun çabası, soluk alıp vermesi bütün bireylerin soluk alıp vermesidir. Kien’ın topluma karşı körleşmesi, Aydınlanma Çağı sonrası bütün aydınların bilimi kutsaması ve akabinde yalnızlaşmasıdır. Onun ölümü, bütün insanlığın ölümüdür. Belki de bu yüzden, Kien’ın sesiyle başlayan roman, yüksek sesli kahkahası ile son bulur.

Feyza Kartopu

Bulaşıcı bir hastalık gibi travmalar da bulaşıcı mı?

Ana rahmine düştüğümüz ilk andan itibaren, beraberinde yeryüzüne verdiğimiz ilk nefesle birlikte, ailemizden birtakım genetik mirasları da devralıyoruz. Bazı fiziksel özelliklerimizi, bazı ruhsal temellerimizi, bazı hastalıklarımızı hatta bazı düşlerimizi, düşlemlerimizi bile... Peki ya travmaları da devralıyor muyuz? Ailemizin, hatta o kuşakta yaşayan diğer insanların hiçbir zaman söze dökemediği, belki de göremediği o karanlık girdaplar da geçiyor mudur kendi ruhsallığımıza? Bulaşıcı bir hastalık gibi, travmanın da bulaşıcı özelliği var mı? İnsan anlatılmayanı bilebilir mi? Dile dökülmeyenin izini taşıyabilir mi? Nereden geldiğini anlayamadığımız, elimize ayağımıza dolanan çoğu hallerimizin kökeni çok derinlerdeki, hatta bize bile ait olmayan 2. el bir travmaya dayanabilir mi? Peki ya bunu bilmek, çözmeye yeter mi?

Özellikle politik psikoloji ve psikanaliz alanında yaptığı pek kıymetli çalışmalarıyla tanınan, Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilen Kıbrıs doğumlu psikiyatrist Prof. Dr. Vamık D. Volkan, Okuyan Us Yayınları'ndan çıkan Psikanalitik Öyküler serisinin 4. kitabı Hayvan Katili’nde travmanın kuşaklararası aktarımına ilişkin oldukça çarpıcı bir vaka örneği sunuyor.

Kitaptaki takma adı Peter olan analizan, küçük bir bebekken babası tarafından terk ediliyor, anne ve anneannesi tarafından büyütülüyor. Özyönetimine ve özbakımına sürekli müdahalelerde bulunulan, çeşitli baskılara maruz kalan Peter, anne ve anneannesi tarafından sürekli besleniyor ve şişman bir çocuk haline geliyor. Zamanla yediklerini kusmaya başlıyor. Ayrıca kendisine ait bir yatağı olmaması sebebiyle, anneannesiyle uyumaya, İncil hikayeleri dinlemeye ve “iyi” bir çocuk olmaya mecbur bırakılıyor. (Bu sıraladığım anahtar özelliklerin daha sonra yetişkin Peter’ın sosyal, cinsel, dinsel yaşamına nasıl etki ettiğini, o etkilerin buralarla nasıl bağlantılı olduğunu görüyoruz.)

Peter’in annesi, bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı sonrasında Japonlara esir düşen, Bataan Ölüm Yürüyüşü’nden kurtulup, O’Donnell Kampı’na bile dayanabilen, inanılmaz zor koşullarda hayatta kalmayı başarabilen, bir adamla yani Gregory’le evleniyor. Bu sayede Peter ve annesi, anneannesiyle paylaştıkları evden ayrılıp, bambaşka bir hayata başlıyorlar. Gregory, küçük bir çocuk olan Peter’ın gelişmekte olan iç dünyasını, iç yapılanmasını, kendi travmalı benlik imgesini aktarabileceği bir depo olarak görüyor. Ve kendi yaşadığı travmaları adeta Peter’ın üzerine yığıyor. Peter, büyüyüp, yetişkin hayatına adım atınca silah sektörünün çok önemli saydığı bir işadamı haline geliyor. Bu dönemlerde Gregory’nin de teşviğiyle, Peter’ın en büyük zevki avcılık oluyor. Kendisi Alaska’ya gidip, helikopterle bir geyik sürüsü üzerinde uçup, tüm sürüyü bir makineli tüfekle nasıl vurduğunu gururla anlatıyor. Peter, hayvanları öldüren, sonra onların içini doldurup, gerçeğe en yakın gözleri- dişleri bulan bir hayvan katiline dönüşüyor. Peter, sahip olduğu abartılmış ve zararlı narsisizm kişilik bozukluğunu, hayvanlar üzerinde iktidar ve zulüm uygulayarak teyit ediyor. Hayvanların ölümü ve yaşamı üzerinde kontrol kurmaya çalışan bir hayvan tanrısı olarak imgeleniyor. İçki ve yeme sorunları yaşayan Peter, bir gün, karısıyla birlikte katıldıkları bir davette çok içki içip valinin üzerine kusunca karısı artık dayanamayıp, Peter’a kesinlikle değişmesini ve bir psikoterapistten yardım alması gerektiğini söylüyor. Ve Peter’ın psikanaliz süreci, Dr. Pine ile tam da bu noktada başlıyor.

Hayvan Katili kitabında, narsisizm kişilik bozukluğu ve kuşaklararası travma aktarımının içiçe geçmişliğiyle oldukça zor bir vakaya tanık oluyoruz. Kitabın önemli bir özelliği, Vamık D.Volkan bu vakada Peter’in değil, Peter’ın psikanalistinin gözlemcisi yani supervizörü kimliğiyle yer alıyor. Bu sayede bizler de okuyucu olarak psikanalist ve analizandan oluşan bir psikanaliz sürecinin tamamen sahne arkasında, 3. bir göz olarak yer alıyoruz. Analizanın uzandığı divana ve divanın arkasında psikanalistin oturduğu koltuğa kapı aralığından bakıyoruz. Bir psikanalist olan Dr. Pine eşliğinde analizanın iç dünyasına girebildiğimiz gibi aynı zamanda Vamık Volkan eşliğinde de bir psikanalistin travmalarına, hüznüne, bazen de öfkesine dokunuyoruz.

Bir adamın hayvan katilinden, adım adım hayvan özgürleştiricisine doğru nasıl dönüşebildiğini sinematografik bir roman tadında okuyoruz. Bir anlamda kendi kendisinin katilliğinden kurtulup, kendi özgürlüğüne kavuşmasının hikayesine eşlik ediyoruz.

Yıllarca süren psikanalitik bir çalışmanın tüm aşamalarını görebildiğimiz bu kitapta, ağır psikanalitik teknik ve terimlerin olduğu bir jargonla karşılaşmıyoruz. Fakat yine de bazı terimlerin anlaşılamayacağı ve kafa karıştıracağı riskini ortadan kaldırmak için kitabın arkasında her bölüme özgü dipnotlara rastlıyoruz.

Vamık D.Volkan, kitabı yazma amaçlarından birini şöyle ifade ediyor: “Peter’ın vakasında onun sadece hayvanlara karşı sıradışı saldırgan ve ölümcül eylemler durumundaki motivasyonlarına atıf yapılmaktadır ve o vaka bizi, benzer ya da ilgili ama kendine özgü yanları da olan diğer motivasyonlara, yani toplu halde insan öldürenlerin motivasyonlarına yöneltmeye yardımcı olacaktır.

Özellikle son yıllarda, ülkemizin yönetim tarzında narsisizm etkisini yoğun olarak hissettiğimiz söylenebilir. Bunun dolaylı bir sonucu olarak insan öldürme motivasyonunun bu denli yükselmesi, kitaptaki hayvan avcılığını bir metafor olarak düşünüp, kitabı başka bir gözle de yorumlamamızı sağlayabilir. Ancak bu noktada dikkatli olmakta yarar var; çünkü çabucak ulaşılan tekinsiz bir tanıdıklık hissi oldukça can acıtıcı olabiliyor. Bizden önceki kuşakların yaşadığı travmaların bizi nasıl etkilediği yavaş yavaş ortaya dökülürken, travma üstüne travma biriktirdiğimiz şu hazin günlerde, bunların bizden sonraki kuşaklara nasıl bulaşacağı, onları nasıl etkileyeceği ise başka bir yazıda irdelenebilir.

Tuğçe Isıyel
twitter.com/tugceisiyel

14 Ekim 2020 Çarşamba

Yanmakdır efendim biricik çâresi aşkın: Yaman Dede

"Yüz sürdü hâk-i pâyine çok Müslüman dede
Mollay-ı Rûm görmedi senden Yaman Dede."
- Yahya Kemal

Küçük Selimiye Camii'nin kapısını ardınıza alarak Karacaahmet Mezarlığı'na girin ve on beş, belki yirmi adım atın. Hafifçe solunuzda, asırlık bir servi ağacı göreceksiniz. İşte hemen onun altında eşi Hatice Hanım ile beraber yatmaktadır Yaman Dede. Hakk'ın aşkına tutulduğundan beri yanan, çevresini de o aşkla yakan bir zâtın mezarının bu derece ilgisiz -aşksız da denebilir- bırakılmasının bir sebebi var mı? Muhakkak vardır. Fakat o, yaşarken de ilgiden yana başı hoş değildi. Sevenleriyle ve talebeleriyle daha çok mektup yoluyla irtibat kurmayı severdi. Elini kimseye öptürmez, ola ki biri zorla öperse, ancak kamil bir mürşidinin elinin öpülebileceğini çünkü bütün âlemin kıvrandığı bir kişi varsa onun da işte bu kamil mürşid olduğunu hatırlatan bir yüreği vardı. El ele, el Peygamber'e, oradan Hakk'a. Kainat başka ne için kıvranır, yanar? Dedemizin mezar taşında şöyle yazar: Hüvel Bâki. Mevlânâ Aşıkı Yaman Dede. Hakk'a Kavuşmak İçin İrciî Emrine İtaat Etti.

Dervişlik ne ola? İrciî emrine başını uzata. Başka türlüsü mümkün mü ola? Salih Baba, "Günde yetmiş kez hitâb-ı "İrci'î" den bî-haber / "Fedhulî" sırrından agâh olmayan dervîş midir" diye buyurmuş. Sufiler Hakk'ın günde yetmiş deva kulunun kalbine nazar ettiğini söylerler. Nasıl bir nazardır bu? Fecr Suresi'nin 28. ayetindeki "İrciî ilâ rabbiki" nazarı: Rabbine dön. İşte derviş bu bilinçle yaşamayı göze alana denir ki Yaman Dede de öyle yaşamıştır. Daima Hakk'la, her zaman Hakk'la. Ne yalnızken ne kalabalıklar içinde asla unutmadan. Hem kalple hem dille. Fecr Suresi'nin hemen bir sonraki ayetinde ise Salih Baba'nın fedhulî sırrı dediği başka bir neşe, müjde var. Fedhulî fî ibâdî: İyi, salih, seçkin, kullarımın arasına gir. Demek ki hitabı duyan, şifasını buluyor. Nitekim Yaman Dede de bulmuş. 1887'de Kayseri'nin Talas ilçesinde bir Rum Ortodoks olarak başlayan hikâyesi, Farsça hocası İskilipli Osman Efendi’nin verdiği bir ödev (Mesnevî’nin ilk on sekiz beytini okuma) sonrasında çok başka bir dünyaya kapı aralıyor. Hatta bu ödev yerine getirilirken o kapıdan içeriye giriyor dedemiz. Daha fazla ilgilenmeye başlıyor bu bilmediği -aslında bildiği ama unuttuğu- dünyayla. Arapça, Farsça, peşinden divan edebiyatı ve elbette Mevlânâ. Bir yandan da hukuk okuyup ömründe hep bir yük olarak gördüğü avukatlık mesleğini ediniyor. İstanbul'un iki yakasından da besleniyor. Üsküdar'ı "çaresizlerin sığınağı" olarak görürken haftada iki defa gittiği -kendi sözüyle haftalık haccını eda ettiği- Hazreti Hâlid'i -Eyüp Sultan- "başının tacı" yapıyor. Bir yandan Galata Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Celâleddin Dede'den, diğer yandan Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Remzi Akyürek Dede'den Mesnevî okuyor. Ahmed Remzi Dede onun mürşidi. Manevi babalık görevini yaparak Diyamandi'yi Yaman Dede'ye çeviren de o.

İrfan geleneğimizin izini sürmeyi ömür gayreti edinmiş yazarlarımızdan Sadık Yalsızuçanlar, Diyamandi'de Yaman Dede'nin aşk ve çile dolu hayatını anlatıyor. Anlatmak derken, bir yazar olarak müthiş bir beceriyle aradan çekiliyor ve bizi Yaman Dede ile baş başa bırakıyor. Onun çevresinden, hayat hikâyesinden, mektuplarından ve yaşamının merkez noktalarından yola çıkarak, bir talebesiyle olan mektuplaşmasında bizi 'yazan' tarafın hayatına çekiveriyor. Sanki dede mektupları yazarken biz de hemen yanı başında, bir iskemlenin üzerinde, sessiz sedasız dinliyoruz, okuyoruz olup biteni. Hakk aşkının aleviyle bir oturup bir kalktığımız zamanlar oluyor böylece. İllallah değil, eyvallah'ı tercih eden dede gibi zatların yanında durmanın elbette büyük sınavları da var. Gözyaşı, keder, hasret gibi. Çünkü insanın olduğu her yerde her şey var. "İnsanlar üç zümredir: Biri incitmediğin halde incitir, diğeri incitirsen incitir. Üçüncüsü incitsen de incitmez." diyor Anadolu'nun kalbi Ebu'l Hasan Harakânî. Bu söz bizim şiirimizde "Cihân bâğında ey âkil budur makbûl-i ins ü cin / ne kimse senden incinsin ne sen kimseden incinsin" dizeleriyle yer bulmuş ve hatta sufilerin yol aydınlatan nasihatlerinden olmuş. İşte Yaman Dede de öyle bir muhterem. Misafirliğe gitmeyi bile başkasına yük olmak gibi görüyor. Hayattan hiçbir şikâyeti yok. Kimsenin ne yaptığıyla meşgul olmuyor. Bugünün insanı için ne uzak bir gönül yüceliği. Başkalarının makamını, malını, mülkünü dert edinmek kişinin kendi hayatından şikayet etmesinin bir kaçamağı aslında. Kimse bilmez kimin gerçekte neye gönül bağladığını. Abdülkâdir Geylânî sultana binekleri ve serveti sorulduğunda şöyle dermiş: "Atlar gönlüme değil, ahıra bağlı."

Sadık Yalsızuçanlar, kitaptaki mektuplaşma kurgusunu 'bir hayatın izini sürme'den çok öteye taşıyor bu kitabında. Yaman Dede'nin kimlerle tanış olduğu, özel hayatındaki sıkıntılar, talebelerine nasihatleri gibi bugüne çok şey söyleyen sayfalar var Diyamandi'de. Bu sebeple Yalsızuçanlar'ın omzundaki yükün hem çok kıymetli hem de zorlu olduğunu düşünüyorum. Tasavvufun bugün bizlere ne söylediği çok perde arkası ediliyor. Halbuki bir gelenekten söz ediyoruz. Bu gelenek, dededen toruna birçok yolla ulaşmış fakat torun o yolları göremiyor. Bir ruh sıkıntısı, bir garabet var. Yollara taş koyanlar olduğu gibi yol fırlamaları da var elbette. Torunlara yardımcı olmak gerekiyor bu durumda. Yüzlerce yıl önce söylenenlerin bugün için bir şey ifade etmesi, hayatın içinde yer almasıyla mümkün. Romanlar bu yüzden çok önemli. Sırf Diyamandi'yi okuyup hazretin mezarına gidip, "Ey güzel Mevlâm, bize de bu aşktan nasip et!" diye dua etmek bile bir eylemdir, çok büyük bir eylemdir. Çünkü bezginlik ve umutsuzluk bataklığı, en inançlı insanları bile kendine çekebiliyor. Zor zamanlar bitmiyor. Kimimiz eskilerin tabiriyle daha genç yaşlarda gün dolduruyoruz, gönül eğlendiriyoruz. Günün de gönlün de ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatan her şeyden uzak düştükçe daha da düşüyoruz. Kul dağılır Allah toplar, bunu unutuyoruz. Hatırlatıcılık görevini üstlenenlerle ilgilendiğimizde hemen bir diriliş başlıyor. Baştan kalbe, kalpten ayağa bir diriliş. Yeniden başlayış heyecanı. Oysa bu heyecan her sabah olmalı. Yarı ölüm denen uykudan uyandığımız her anı nimet bilmeli, eyvallah demeli ve çalışmalı. Gönlümüz ezelden yaralı. O yara sesini işitmemiz lâzım. Yaman Dede ne güzel söylüyor: "Büyüklerimiz ulaştığı mertebeye aklın kör kandiliyle değil, gönül kanadıyla yükseldiler. İçinden yaralı bir gönül sesi gelmeyenden kaçıyorum."

Diyamandi'de başka kimler var? İbrahim EthemYûnus Emre, Niyâzî-i MısrîMuhyiddin İbnü’l-ArabîFuzûlî, Osman Kemâlî BabaAbdülkādir-i Belhî, Ömer Hayyam, Annemarie SchimmelLouis MassignonCelâlettin Ökten, Nurettin Topçu, Halil Cibran, Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Şefik Can... Hepsi birbirinden farklı, 'biricik' bu kadar ismi bir arada görmek, her şeyi bir ediveriyor. Öte yandan mektuplardan anladığımız kadarıyla Yaman Dede'nin tarihimize olan ilgisi ve sevgisi de epey yoğun. O, özellikle tarihimizin hazin sayfalarını çevirenlerden. Balkan Harbi, Birinci Cihan Harbi, İstiklal Savaşı ve askerlerin anıları, kederli hatıraları. İnsan kitabı bitirdiğinde kederle neşenin nasıl bu kadar iç içe geçebildiği karşısında şaşırıyor. Bir yanda coşkun bir maneviyat, öte yanda gam, gam ve gam... Yaman Dede de mektuplarında hepimizin, yani tüm 'maske'lerin aynı kaynaktan doğduğunu hatırlatıyor: "Benim melek yüzlü evladım, bir gün sen de anlayacaksın. Hayat ve ölüm yok. İki dünya yok. Hiçbir şey yok. Sadece O var. Hayat rüyadan ibaret. Ölüm bir rüya. Ötesi rüya. Sadece iki dünyayı kuşatan nur var. Hayatı, ölümü, dünyayı, öte dünyayı kaplayan görkemli nur... Başka bir şey yok. Azizim bir gün, varlıkla Hakk'ın arası yoktur, buyurmuştu. Allah, göklerin ve yerin nurudur. Bütün varlığı kuşatmıştır. Boşluk yok. Ara yok. Dara yok. Sadece O var. O'nun sonsuz maskelerinden ibaretiz."

Yaman Dede, iki dünya saadetinin anahtarını talebelerine şöyle dağıtıyor: ibadet ve muhabbet. Her ikisinin de ruhunun aşk olduğunu söylemeye gerek var mı? Bu durumda insanların daima kalplerine, kendi kalplerine bakmaları gerekiyor. Ahmed Avni Konuk'un "Sen başkalarını beğenmiyor ve onların gidişatını eğri görüp teessüfler ediyorsun; biraz otur da kendi hâline ağla ve teessüf et!" nasihati burada mühim ama bir anekdot daha var. Şems-i Tebrîzî, zahirî ilimlerle meşgul olan bir meclise uğradığında talebelere şöyle demiş: "Yaptığınız şey çok büyük, çok güzel ama ne zaman siz 'Kalbim Rabbimden rivayet etti' diyeceksiniz?"

Yetmiş beş senelik ömrümün hülasası şudur evladım, diyor Yaman Dede: Aşk imiş her ne var âlemde... O, Mevlânâ dizeleriyle tanıştığı gün yanmaya başlamış, başka bir âleme gözlerini açmış. Sadık Yalsızuçanlar'ın harikulade eseri Diyamandi'de okuyanın ayaklarını yerden kesecek biçimde anlatılmaya çalışılan 'o âlem'den bizlere bir nefes getirir belki diye, Yaman Dede'nin yazdığı "Yak Sînemi Âteşlere Efgânıma Bakma" kasidesini merhum Emin Işık hocamızdan dinlemenizi istirham ederim. Ne güzel demiş hazret: "Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın / ateşle yaşar yaşla değil yâresi aşkın."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Ekim 2020 Salı

Bir çöküşün romanı: Osman

Ayfer Tunç’un son romanı Osman eylül ayında okuyucusuyla buluştu. Can Yayınları'ndan çıkan kitap 504 sayfadan oluşuyor, yazar her zamanki gibi güzel bir kurgu ve üslupla size bu sayfaları hızlıca okutuyor.

Kitabın adı, romanda da bahsi geçen ana karakterimiz elbette: Osman. Öyle güçlü bir karakter ki kitaba tek başına ismini verebiliyor. Bu da yazarın yarattığı karaktere ne denli güvendiğinin göstergesi. Elbette anlatı boyunca tek bir karakteri, onun iç dünyasını, yaşamın farklı zamanlarındaki gelişimini göstermesi de bu isimde önemli bir etken. Öte yandan Ayfer Tunç kitaplarının en sevdiğim tarafı, anlatıyı 3-5 karakterle sınırlandırmaması, ana karaktere dokunan herkesi anlatının bir parçası haline getirmesi. Üstelik bunu öyle büyük bir ustalıkla yapıyor ki siz o yan karakterleri de unutmuyorsunuz. Yol boyunca aklınızda kalıyor, kitabın ilerleyen sayfalarında tekrar karşınıza çıktığında daha ilk sayfalarda okuduğunuz o karakteri hatırlıyorsunuz. Hatta yarattığı tüm bu karakterlere de öyle değer veriyor ve özeniyor ki istense o karakterlerin bile ayrı ayrı öyküleri, romanları yazılabilir.

Osman’da da yine karşımıza çok fazla karakterle geliyor Ayfer Tunç. Her biri de romanın akışında vazgeçilemez unsurlar gibi, birini çekseniz o kurgu yıkılacak sanki, her biri Osman’a öyle güçlü bağlı. Bu karakterlerden biri de Şebnem. Şebnem’i biz, yazarın daha önce yayınlanmış Kapak Kızı ve Yeşil Peri Gecesi kitaplarından tanıyoruz. Osman’ı da öyle aslında. Daha önce Şebnem’in kocası olarak görmüştük, burada onun dünyasının derinliklerine iniyoruz. Bu bahsedilen kitaplar bir üçleme gibi okunabilir ama hepsinin birbirine bağlı olduğunu da düşünmemek gerekir. Kurgusal anlamda bir devam söz konusu değil. Her biri bağımsız olarak da ayrı ayrı okunabilir kitaplar. Hatta Ayfer Tunç bir söyleşisinde önce Osman’ı ardından Yeşil Gece Perisi’ni okumanın, Osman’ı tanımak ve içinde bulunduğu koşullarda değerlendirebilmek için faydalı olabileceğini söylüyor. Ben, yazımın genelinde Osman’ı bağımsız bir kitap gibi değerlendirmeye başladım, öyle de devam edeceğimi belirteyim.

Bir romandan beklediğimiz şey, klasik anlamda bir giriş bölümü, ardından olayların zirve yaptığı bir düğüm bölümü ve okuyucuya oh dedirten bir sonuç bölümüdür. Ayfer Tunç, Osman’da bu yapıya da kafa tutuyor gibi. Zira anlatı boyunca belirgin bir zirve bölümü söz konusu değil. Bilakis anlatının tonu kitap boyunca aynı seyirde devam ediyor. Yazar, buna rağmen okuyucusunu kitaba tam anlamıyla bağlıyor. Merak duygusunu zirvede tutmayı başarıyor. Üstelik sadece ana karakterimiz Osman’ı değil, kimi zaman Gazi’yi, kimi zaman Gün ve Kubilay’ı, kimi zaman babası Necmi Bey’i de merak ederken buluyorsunuz kendinizi.

Yapısal olarak da farkları var bu kitabın. Örneğin belirgin bir anlatıcı yok kitapta. Osman’ın günlüklerini okuyoruz. Haliyle üslubun ağır olduğunu söyleyemiyoruz. Aksine, bir insan günlüğüne yazarken nasıl sanat yapma güdüsünden uzak, samimi ve içtense, bu kitap da öyle. Ben anlatıcının olması ve günlük gibi bir aracın kullanılması, Osman’ı önyargısız, olduğu gibi ve bazen de empati kurarak tanımamızı sağlıyor. Günlük dışında bir de röportajlar var. Osman’ın ölümünün ardından onun hayatına değmiş herkese dokunan bir gazeteci. Osman’ın öyküsünü yazabilmek için çıkmış bu yola. Dolayısıyla bizler, kendi dilinden Osman’ı dinlerken, çevresindekilerin de ona nasıl baktığını görebiliyoruz. Böylece Osman’ı kendi günlüklerinden tarafsızca dinlerken, etrafındakilerin bakış açısıyla karakteri derinleştirebiliyor, eleştirebiliyoruz.

Yapısal anlamda Osman’a değindikten sonra biraz da içeriğine değinmek istiyorum. Edebiyatın ana konularından biri olan erkek çocuğun babayı öldürmesi ya da babanın altında yok olması sorunu bu kitapta da karşımıza çıkıyor. Osman, babası Necmi Bey’i, Necmi Bey de kendi babasını öldürmeye çalışıyor anlatıda. Necmi Bey bunu içten içe belki de utandığı babasına yeni bir öykü yaratarak yapıyordu:

Senin öyküne göre Kastamonulu, köklü bir ailenin tek erkek evladı olan baban dönümlerce çiftin çubuğun başına geçmesini isteyen dedene, ben burada kalıp körelmek değil, önemli işler başarmak istiyorum diye isyan ederek İstanbul’a gelmiş, bir Yahudi dostunun önayak olmasıyla ayakkabı işine girmiş ve küçük bir imalathaneden büyük bir deri işleme fabrikası yaratarak memleket sanayisine çok önemli katkılarda bulunmuş, değerli bir adamdı. Oysa anne tarafımın sitem ve nefret karışık bir tonla anlattıklarına göre yoksul bir köy çocuğuydu senin baban. Kurtuluş Savaşı sırasında yaşıtları cephede çarpışırlarken samanlıklarda saklanan bir asker kaçağıydı.” (syf. 186)

Osman ise babasını defalarca mecazen öldürmeye, en sonunda ise farkında olmadan da olsa gerçekten öldürmeye sebep olsa da o, babasını yenememiş, onun gölgesi altında sürekli ezilmiş bir adam. Annesini kaybettiğinde yaptığı ilk iş mirastan kendine düşen payı alarak baba evinden ayrılmak oluyor. Babasına ilk okutunu atıyor böylece ama aslında bu oku atan Osman değil. Osman’ın avukat olan bir akrabası zira Osman’ın böyle bir adım atmayı göze alacak cesaretinin olmadığını anlatı boyunca görüyoruz. Bunun gibi restleşmeler devam ediyor ancak asıl öldürme daha sonra gerçekleşiyor. Babası hasta olduğu bir gece Teoman’a (Osman’ın kardeşi, babasının aramalarda ilk tercihi) ulaşamayınca Osman’ı arıyor. Osman ise uykusuz ve yorgun, biraz uyuyup giderim, ne olabilir ki diye düşünüp uykuya dalıyor. Sabah bir telefonla uyanıyor, babasının ölüm haberi geliyor. Bu ölüm karşısında son derece duygusuz, bu hali kitapta şöyle ifade ediyor:

Aslında vicdan azabı duymak istiyorum baba, gerçekten. Seni öldürmüş sayılırım çünkü. Ama öyle garip ki sözcükler, BABA, VİCDAN, ÖLÜM, hepsi ANLAMSIZ sesler gibi geliyor.” (syf. 200)

Tabi aslında Osman’ın babasını (hatta hiç kimseyi) öldürecek cesareti de yok. Bu olay tamamen tesadüften ibaret. Ancak Osman, babasını hiç sevmediği ve belki de içten içe bu cinayeti istediği için katil rolünü bir hırka gibi kolayca üstüne giyiyor. Bu ölüme rağmen babasından kurtulamıyor insan. Bir insanın öldükten sonra bile etkisi devam ediyorsa, kişi iç dünyasında hala hesaplaşıyorsa, iç sesinde onun sözlerini tekrar ediyorsa, o babaya ölmüş denebilir mi?

Bir başka noktadan Osman romanı, bir entelektüelin çöküşü ve bir ağustos böceğinin anlatısı gibi de okunabilir. Osman, son derece varlıklı bir ailenin içine doğmuş, hayatı boyunca bir şeyi alabilmek için parayı dert etmemiş. Aslında kitabın ilk yarısında karşımıza çıkan arkadaş çevresi de böyle. Biri yalıda doğmuş, ünlü bir cerrahın oğlu, bir diğeri başarılı bir mühendisin çocuğu gibi. Ancak burada bahsedilen babaların yaptığı bir şey var: bu parayı elde edebilmek için çalışmak. Osman ise annesinin ölümü ile birlikte kendi payına düşen parayı alarak, kendi hayatını kurmak, kendi ayakları üzerinde durmak isteyen bir mirasyedi. Ataların sözü tecelli ediyor Osman’ın yaşamında: hazıra kar dayanmıyor. Öyle ki karısı Şebnem’in başka bir adamla olma şüphesini bile göz ardı edebilecek duruma geliyor çünkü artık meteliğe kurşun atıyor, artık çaresiz. Böylesine edilgen ve işe yaramaz bir eş karşısında romanda bombayı patlatan da Şebnem oluyor ve böylece Osman’ın çöküşü ivme kazanıyor. (Şebnem’in hikayesini merak edenler için tekrar edelim, Yeşil Peri Gecesi kitabını okuyabilirsiniz.) Osman aslında başarılı olabilirdi, iyi okullarda okumuştu, network’ü ailesi sayesinde oldukça genişti, iyi bir üniversitede eğitim alıyordu, dil biliyordu, sanattan anlıyordu, babası onu iyi bir şirkete yerleştirmişti ve CEO’dan torpilliydi. Günümüzde bunlar sıradan nitelikler olabilir ancak anlatının geçtiği yıllarda her biri insana müthiş bir başarı ve varlık getirebilecek özellikler. Ancak Osman bunları kullanmayı bilmiyor, bunlardan faydalanmıyor, bir besteci, müzisyen olmak istiyor. Bu hayali için de çabaladığını göremiyoruz Osman’ın ne yazık ki… İsteği bir hayal olarak kalıyor. Her şeyin hız kazandığı günümüze doğru gelirken de Osman’ın saydığımız nitelikleri artık değerini yitiriyor. Onun sevdiği sanat, popüler kültür altında eziliyor, Osman ise çağa ayak uyduramıyor. Yok oluyor Osman.

Kitabı üçlüden bağımsız bir roman gibi okuduğumuzda, açık kalan bazı noktalar var. Osman’ın intihar mı ettiğini yoksa doğal olarak mı öldüğünü öğrenemiyoruz. Şebnem’in her şeyi daha da kötü hale getiren bombanın pimini neden çektiğini ve şu an nerede, ne yaptığını hatta yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyoruz. Ancak bu açık kalan bu noktalar, özellikle tanrısal bir anlatıcının olmaması nedeniyle bizi asla rahatsız etmiyor. Aksine anlatıya güç katan, inandırıcılığını arttıran bir etki bırakıyor muhatabın zihninde.

Osman, Ayfer Tunç’un hem yapısal anlamda hem de içerik anlamında başarısına başarı kattığı bir eser. Son derece sade bir günlük dili ile, bir röportaj ile bizi nasıl kurguya bağlayabileceğinin ispatı. İçeriğin katman katman, bambaşka perspektiflerden nasıl okunabileceğinin göstergesi. Geçmişten günümüze farklı sosyal çevrelerin yaşantılarına konuk olabileceğimiz, biraz Nişantaşı camiasının biraz da Türkiye’nin durumunu gözlemleyebileceğimiz, içinde hem gündelik yaşamların hem sanatın ve sanat çevresinin hem siyasetin ve iktidarın yer aldığı muazzam bir eser.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler