8 Ekim 2020 Perşembe

Onat Kutlar bir şenliktir

Yeniden giriyorum yazıya. Ülkeme, çocukluğumun kentine döner gibiyim. Kâğıtların ak denizine, esinlerle ürperen çayırına harflerin, anlamın derin vadilerine, kitapların kalabalık sokaklarına… Doyulmaz bir rahatlık, güven. Kendi dilimi konuşuyorum çünkü. Küçük bir kaygı yok değil. Müsrif oğlunu nasıl karşılayacak yazının pîri?

Tam on yedi yıl sonra, İshak’ın ikinci basımının ön sözüne böyle yazmış Onat Kutlar. One For The Road şiirinin son mısralarında ise “Hiçbir şey yazmaksızın, nicedir / geliştirilemeyen bir şiir / yaşam tutkusu” diye dillendirmiş yazıya verdiği uzun soluklu molaları. Zaman zaman yazıya küsse de dostlarının teşvik edici tutumu, aradan geçen onca yıla rağmen, kaleme kâğıda aynı hevesle sarılmasına vesile olmuş. Yazıdan uzak kaldığı dönemlerde ise yazdıklarını yayımlatma düşüncesinde olmadığını yine kendi ifadelerinden öğrenmekteyiz. İshak’ın Ülkü Tamer’in ısrarlı teşvik ve gayretleri neticesinde tekrar okurla buluştuğunu bilmek, yayımlatma konusundaki isteksizliği bir kez daha göstermesi açısından önemlidir.

Çocukluğunu Gaziantep’te geçiren Kutlar için bu şehir önemlidir. Şehri tanıma ve şehrin insanını anlamaya uğraşı, öykülerine hem tema hem de dil yönüyle yansır. Bilhassa İshak’taki öykülere bu minvalde bakılması, Antep’in, dahası Anadolu’nun bir fotoğrafı olması yönüyle önemlidir. Sofrada ezanı bekleyen oruçlular, akan bir çatı ve kiremitli suyun doldurduğu çanak çömlekler, sedirler, duvarlara gerilen küçük halılar, kahveler, at cambazları, sele karışan buğdaylar, ölümler, ölümün düştüğü evler… Hep bir Anadolu fotoğrafı sunar okuyucusuna. Bu yönüyle Kutlar’ın burnunun ucundaki gerçekliği anlatan bir yazar olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu, tıpkı büyülü gerçekçilikte olduğu gibi, değiştirilmiş bir gerçekliktir. Günlük hayatın realitesine ait bir anlatı okurken birdenbire gerçekliği yansıtmayan, hayal gücü ve imgeyle sıradan gerçekliğe farklı bir boyut getirerek okuyucuyu reelin içinde düşle bırakan bir anlatı evrenine gireriz. İshak’taki bazı öyküler işte bu havayı içinde barındıran metinlerdir.

Türk edebiyatının önemli eleştirmenlerinden Fethi Naci'ye göre de İshak, dünya edebiyatında büyülü gerçekçilik akımının ilk örneklerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Gerçekten de öykülerdeki realite, nesnelliğin değiştirilmesiyle büyülü gerçekçiliğe yaklaşan bir havaya bürünmüştür. Kediler isimli öyküsü bu akımın izlerinin en net hissedildiği öykülerden biridir.

Karakter ve yer isimlendirmelerinin yapılmadığı Kediler öyküsü, İshak’ın en muğlak ve en rahatsız edici öykülerden biri. Üstelik biçim ve zamanın işlenişi yönüyle okura kusursuz bir iskelet sunuyor, desek abartmış sayılmayız. Zamanlar arasındaki geliş gidişler öyle hissettirilmeden ve öyle yumuşak bir şekilde yapılmış ki öykü, tek bir anın içindeymiş hissi uyandırıyor.

Bir sürü ölmüş kedi ile bir arada yaşamayı seven o eski dostumuzu uzun uzun hatırlatmakta ne yarar var,” cümlesiyle birlikte büyülü gerçekçiliğin ayak seslerini ilk andan itibaren hissedebiliyoruz. Okuma sürdürüldüğüneyse, gerçeğin değiştirilmiş hali büsbütün açığa çıkıyor. Uda gömülen ölü kediler, bakınca dağılan, tavanda garip şekiller çizerek uçan kediler, yıllardır güneş yüzü görmeden yaşamış ve hınçla bilenmiş kediler… Esasında bu tuhaflıklar, dokuz yıldır uysallıkla gittiği memuriyetine o sabah gitmek istemeyen birini ve onun ölmüş kedilerle birlikte yaşayan dostunu anlatmak için kurgulanmış detaylar olarak görülmelidir. Hemen soralım: Gerçekten böyle mi görülmelidir? Öykülerde özellikle işaret edilen belli bir nokta var mıdır?

Onat Kutlar’ın öykülerini izah etmeye çalışmak ve görünenin altında farklı bir gerçeklik aramak, yalnızca okuru yanıltmış olmakla kalmaz; öykülerindeki imgesel dilden ve var olan gerçeklikten de okurunu uzaklaştırır. Kutlar’ın öyküleri imgenin, dilin, metaforun öyküleridir ve bunlar, öykülerde tek gerçekliğe dönüşmüştür. Okunan üst metinler, aslında onun öykülerinde var olandır. Bunun altında farklı alt akışlar arama uğraşı, Onat Kutlar öykülerinden uzaklaşmak anlamına geleceği için beyhude bir çabadan ibarettir.

Kediler öyküsündeki isimsiz karakter, her gün alışılmış düzen içinde işine gidip gelirken bir gün bir şey olur ve dostunun evinde yaşamaya başlar. Bu yeni hayata çok çabuk adapte olur ve bu kez de oradan ayrılmak istemez, başka bir düzene uyum sağlar. Kahraman artık farklı bir mekân ve başka başka alışkanlıklar içindedir. Öykünün finalinde ise kahramanı yine farklı bir mekânda görürüz, bir kır kahvesinde. Onu peyderpey bitirecek bir bekleyişin ve alışkanlıkların ağındadır. Kaçıp kurtulmayacak hatta denemeyecektir bile. Böylece kurmaca, farklı mekânlarda farklı gerçeklik boyutları yaratan bir sanata dönüştürülür. Öyküdeki udcunun tutkuyla bağlandığı kedilerinin ölmesiyle birlikte kendisinin de ölüşü, Gogol’ün meşhur kahramanı Akaki Akakiyeviç’i ve onun tutkuyla bağlandığı paltosunu anımsattığı; yer yer Kafka’nın Gregor Samsa’sına göz kırptığı düşünülse de Kutlar’ın buna cevabı net, “Alabeyi’nin udcusunu Kafka’nın Prag’ından, Horozlar’ın büyükannesini Mansfield’nin Yeni Zelanda’sından, Hacıköprü’nün çiftçisini Camus’nün Oran’ından getirilmiş sandılar. Ne kadar kötü okuyorlar Yunus’u; Orhan Kemal’i Yaşar’ı…

ABD’deki Grand Street dergisinde de yayımlanan Yunus’ta ise karanlık ve uyku imgelerinin içine yerleştirilmiş ölüm, daha ilk satırlardan itibaren kendini hissettirir. Ay ışığı, uykulu iki kürek, uyku cinlerinin uçuştuğu mermer denizlik ve ölüm kuşları… Hepsi ölümün ayak seslerinin doldurduğu bir evi ve dört insanı anlatmak için yan yana getirilmiş imgelerdir. Bunu, “Yunus amcam hâlâ öksürüyordu. Uzun donunu çekerek kalktı. Tam lamba düğmesine uzanırken gözümü kapadım. Açtığımda o tuhaf sınır geçilmiş, sabah başlamıştı. İşte ölümü gömdük,” sözlerinden anlayabilmekteyiz. Öykünün sonuna doğru ölen amca, sabahın ölümü gizleyen ışıklarından hemen önce, karanlıkta ölür. “Mum eriyip sonuna kadar yandı,” diye ifade eder Kutlar ışığın uzağındaki ölümü. Okur, kısacık anlarına şahit olduğu kahramanlara ve onların hikâyelerine dair sorularla başbaşa kalır. Belirsizlikler, sorular, imgeler, yanılsamalar, kırılmış gerçeklikler Onat Kutlar öykülerinin kimliğidir bir bakıma.

Öykülerinin yanında yazdığı denemeler ve mektuplarla da anmak gerek Onat Kutlar’ı. 1982’den itibaren yazdığı mektup ve denemeler, bir ozanın gözünden doğuya, içinde bulunduğu çağın gerçeklerine bakışı yansıtan metinlerdir. Ancak okur; umudu, mücadeleyi, sinemayı, yoksulluğu, hayatı ve edebiyatı ihtiva eden bu yazıları özümseyebilmek için yoğun ve katmanlı bir dilin kapılarını aralamalıdır ilkin. Kısa cümleler, nesrin içindeki şiir, sözcüklerle çizilen resim hep bu kapının ardındadır. Kutlar, dilin merdivenlerine tırmanabildiği kadar tırmanmış ve ne yazdıysa şair kimliğinin içinde, şiire yaslanarak yazmıştır. Hadiselere bir ozan gözüyle bakış onun metinlerinin birincil özelliğidir. Yusuf ile Kenan, Hakkâri'de Bir Mevsim, Deli Kan ve Hazal isimli filmlerin senaryolarını yazan ve pek çok ödüle layık görülen Kutlar’ın sinemaya dair yazıları Sinema Bir Şenliktir’de toplanmıştır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi sinemaya bakışı da yazdığı senaryolar da şiirinden ve şair kimliğinden parçalar taşır. Kutlar’a göre yaşamın gizlerine bile şiirle ulaşılır, “Unutulmuş ozanlara ulaşmanın şiirden başka yolu yoktur. Herhangi bir şiirden. Çünkü her şiirde biraz aşk vardır ve biraz isyan. Kim bilir, belki bir gün biri, şiirler okuya okuya, unutulmuş on iki ozana ulaşır. Hatta yaşamın gizlerine bile.

7 Ekim 2020 Çarşamba

"Ömür, Temmuz güneşine mâruz kalan kardır"

"Bir deste gül ne işine yarar
Onun yerine, gel benim gülistanımdan bir yaprak al
Gül ancak beş altı gün yaşar
Bu gülistan daima ter-ü tâze durur."

- Sadî

Geçtiğimiz ay yayınlanan kitabında Sâdi’yi, “Hayatın, Aşkın ve Tutkunun Şairi” olarak betimlemiş İranlı tarihçi Homa Katouzian. Bu tanımlama büyük şairi tam manasıyla anlamak için eksik bir tanımlama bana göre. O, aynı zamanda yaşadığı dönemden günümüze hikmetin, insan-ı kâmilin de en önemli temsilcilerinden birisi. Farsça ile veya hikmet ilmi olan tasavvufla yolu kesişip de Bostan ve Gülistan adlarını taşıyan eserlerini okumayan yoktur herhalde. Bu meşhur eserlerinin de tesiriyle, hemen herkesin zihninde Sâdi’ye dair bir şeyler çağrışsa da gerçekte kim olduğu, nasıl bir hayat sürdüğü hatta hangi yüzyılda yaşadığını bile pek kimse bilmez. Pek çok insan için o, aşkı ve tutkuyu öne çıkaran şiirler yazan, hikmetli hikayeler anlatan bir isimden ötesi değildir. Ülkemizde bu büyük şairin hayatını konu edinen biyografik bir eser yok bildiğim kadarıyla.

İşte, Homa Katouzian’ın kaleme aldığı, Vakıfbank Kültür Yayınları tarafından neşredilen Sâdi: Hayatın, Aşkın ve Tutkunun Şâiri başlıklı biyografi bu büyük şairin çok daha iyi tanınıp anlaşılmasını, tarihsel perspektife daha iyi oturtulmasını mümkün kılıyor. Bu arada tarih ve edebiyat literatüründe Sâdi’ye dair yapılan bütün çalışmalara da derli toplu bir şekilde bakmamızı sağlıyor. Eserlerinde anlatılan hikayelerin gerçekten ona ait olup olmadıklarını değerlendiriyor. Bugüne kadar onun hayatına dair verilen pek çok bilgiye ciddi itirazlar getiriyor ve okuyucuya farklı perspektifler sunuyor. Mesela, bugüne kadar Sâdi hakkında ileri sürülenin aksine, seyahatlerinin sınırlı bir alanda kaldığı ve Cuveynî kardeşler ile karşılaşma ihtimalinin çok zayıf olduğu kitapta ileri sürülen iddialar arasında.

Kitabı okumaya başladığınız andan itibaren, Sâdî’nin o çile dolu, İslam dünyasının Moğol istilası ile perişan hale geldiği dönemin havasını soluyor, onun kendine has yaşamının içerisinde kendinize dair bir şeyler de buluyorsunuz.

Sâdî’nin yazdığı her satır muhtemelen kendi hayatının derinliklerinin yansımalarıydı. Küçük yaşta babasını kaybedince, anne tarafından dedesinin himayesinde yetişti. 1223 senesinde Bağdat’a giderek Nizamiye Medreseleri’nde okudu, burada tanıştığı Şeyh Sühreverdî’nin meclisine katıldı. Sühreverdî gençlik yıllarında Sâdî’yi etkileyen en önemli isimdi. Bağdat’ta bir hayli kaldıktan sonra, kendisinden yaklaşık 200 yıl kadar önce okuduğu medresenin başmüderrisliğini üstlenen Muhammed Gazzâlî’nin yaptığı gibi insanlardan uzaklaşıp kendisini yollara vurdu. Medreseyi terk ederek, dünyaya ve dünya nimetlerine sırt çevirdi. O, “dünyaya râm olanın gözünü ya kanaat ya kara toprak doyurur” diyerek dünyanın fâniliğini dile getiriyor, bir anlamda yaşadığı ruh halini satırlara yansıtıyordu.

Sâdî ellili yaşlarını aştığı yıllarda önce Bostan’ı, ertesi yıl ise İlhanlı hükümdarı Hülagü’nün, Abbasi Halifeliği’nin başkenti Bağdat’ı ele geçirip, Halife’yi atların ayakları altında çiğnettiği 1258 senesinde, en meşhur eseri olan Gülistan’ı kaleme aldı. Birer yıl arayla yazdığı bu eserlerinde erdemli, iyi bir insan olmanın gerekliliği ve bunun nasıl elde edileceği üzerinde durmuş, pek çok tasavvufi hikâye ile vermek istediği mesajı desteklemişti. Bunlar belki de sufi kimliği ile tanınan büyük yazarın mensubu olduğu tasavvuf düşüncesinin yıllar içerisinden süzülüp satırların yansımış ifadeleri belki de Moğol İstilası altında inleyen İslam toplumuna bir çeşit sabır ve teslimiyet mesajıydı. Bu eserleri belki de: “Be adam, elli yaş yaşadın, hâlâ uykudasın, bu kalan beş günün mü kıymetini idrak edeceksin” cümleleriyle betimlediği gibi; olgun bir insanın, geriye bakarak geçip giden hayatını sorgulaması ve hayatın anlamsızlığını kendisinden sonra gelen nesillere anlatma gayreti, bir anlamda hayatını belli erdemlerle süslenerek, dünyaya itibar etmeyerek geçirmeleri yönündeki tavsiyeler bütünüydü. Sebebi her ne olursa olsun hem Bostan hem de Gülistan yüzyıllar boyunca pek çok insan tarafından okundu. Şerhleri yapıldı, kütüphanelerin en değerli köşesini süsledi. Bazen bir babaannenin torununa öğüt vesilesi, bazen bir şeyhin talebelerine dersi, bazen bir dostun dostuna en kıymetli hediyesi oldu.

Sâdî çocukluğundan itibaren kuru cehaletin karşısındaydı. Cahilliği her zaman eleştirdi. O, cahillerin en belirgin özelliğini, muhataplarına karşı verecekleri bir cevapları yahut söylediklerini ispatlayacak delilleri kalmadığında saldırıya geçmeleri şeklinde tanımlamış, hiç değişmeyen bu tavrı yüzyıllar öncesinden satırlara dökmüştü. O her zaman âlimleri, hikmeti, sadeliği övüp, âlimlerle dostluk kurmayı tercih etti. Bu arada anlattığı hikayeler üzerinden devrinin siyaset adamlarına üstü kapalı mesajlar göndermeyi de ihmal etmedi.

Sadi, eserlerinde ve yazdığı küçük risalelerinde her zaman mutasavvıf kimliğini yansıtan bir şair ve şeyh olarak insanı, insanın kendisiyle ve nefsiyle yüzleşmesini öne çıkardı. Ona göre, insan olmanın asli unsuru olarak birbirine saygı duymak ve insanı sevmekti. Kendisinden yaklaşık elli yıl sonra yaşayan Yûnus Emre’nin de dillendireceği “Yaradılanı Yaradan’dan ötürü hoş görme” düşüncesi Sâdî’nin de temel düsturlarından birisiydi. Onun: “Âdemoğulları bir vücudun azâları gibidir, çünkü hepsi aynı cevherden yaratılmıştır, vücudun bir yerinde bir ağrı hâsıl olursa, diğer azanın kararı kalmaz, onlar da rahatsız olur, sen ki başkalarının mihnetinden keder duymuyorsan, sana da insan adını vermek yakışmaz” cümleleri, Hz. Peygamber’in: “Her kim kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için istememiş ise iman etmiş olamaz” sözünün yansımasından başka bir şey değildi.

Homa Katuzian’ın da belirttiği gibi, “Sâdî, gerek yaşadığı dönemde gerekse sonraki zamanlarda Fars dünyasının en çok okunan şairlerinden birisi oldu. O, Firdevsî, Rûmî ve Hâfız ile birlikte İran şiirinin dört büyük temsilcisinden birisi olarak kabul edildi. Şiirleri okuma yazma bilmeyen insanlar tarafından bile ezbere biliniyordu”.

Haşim Şahin
twitter.com/pelitcikli
* Bu yazı daha evvel SabitFikir dergisinde yayınlanmıştır.

Kitaba olan heyecanı ve inancı kaybetmemek üzerine

Kitapların tarihi, şu anki vaziyeti, geleceği üzerine konuşmak, tartışmak, yazmak bilhassa çocuklar ve gençler için çok önemli. Çocukların kitapla olan ilişkisi ayrı, kitapla iletişimi ayrı olarak değerlendirilmeli. Özellikle kitap okuyan ebeveynleri hem heyecanlandıran hem de endişelendiren bir durum: oğlum/kızım kitap okuyacak mı? Bu sorudan sonraki aşama da şöyle: oğlum/kızım iyi kitaplar okuyabilecek mi?

Kitabın iyisini seçmenin zorlaştığı şu zamanlarda, iyi bir okur olmaya çalışmak da ayrı bir problem. Hatta ikisi bir aradayken ciddi bir krizle karşı karşıya olabiliriz. Bir çocuğa kitap sevdirmek, çocuk yetiştirme dönemi için gerçekten stresli ama sıra dışı bir eylem. Temel bir kurtuluş reçetesi belki yok ama sırları, ipuçları var.

Daniel Pennac kitaplara ve okumaya dair yazdığı 134 sayfalık kitabı Roman Gibi'de çocukları önceliyor. Bir pedagog edasıyla çocuklarla kitap arasındaki ilişkinin nasıl kurulması gerektiğini tıpkı kitabın ismi gibi, yani roman gibi anlatıyor. Bu anlatımda hakiki bir kitap tutkununun kitapla kurduğu bağ hakkında önemli incelikler de keşfedebiliyoruz. Bir kitabın insan hayatında gerek zaman gerek mekân olarak nasıl ve nerede durduğuna değiniyor Pennac. Ona göre eğer bir ebeveyn kitap tutkunuysa, bunda muhakkak ailesinden gelen bir hikâye vardır. Nitekim bir söyleşisinde "Sanırım edebiyat zevk olarak hayatımıza ebeveynlerin çocuklarına akşam onları uyuturken anlattıkları, okudukları hikâyelerle giriyor" diyor.

Pennac 1973 yılında başlayan yazarlık kariyerinde "anlamlı kitaplar" yazmayı 1982 yılında bırakıyor ve çocuklara yönelik kitaplar yazma kararı alıyor. Çocuk kitapları, polisiyeler ve Benjamin Malaussène'in maceralarından oluşan dizi romanlarla adından sıkça söz ettiriyor. Yazdığı polisiyelerle Reims Kenti Polisiye Roman Ödülü'nü (1985), Grenoble Kenti Polisiye Roman Ödülü'nü (1987), Küçük Yazı Satıcısı kitabıyla Inter Kitap Ödülü'nü (1990) aldı. Eğitim sistemine klişe eleştirilerde bulunmaktan ziyade, okulların temel okuma yöntemi olan mahkûm etmenin yerine, rol vermeyi tercih ediyor. Yani okulun da okumanın da hayatında bir rolü var, o rolü keşfet diyor. Özellikle çocukların okumayı 'söktükleri' evreyi çok önemsiyor. Yine bir röportajında şöyle söylüyor: "Bilmem siz, küçükken okumayı ilk öğrendiğinizde duyduğunuz heyecanı hatırlıyor musunuz? Çocuklar her şeyi yüksek sesle okumaya başlarlar, sokaktaki bütün afişleri, gazete başlıklarını, ne görürlerse her şeyi! Okumak gerçek bir heyecan. İşte tam o sırada ebeveynler çocuklarına hikâye okumayı, anlatmayı kesiyorlar. Okuma artık çocuğa sadece öğrenme ve anlama çabası açısından sunuluyor, bu da bir kopuş yaratıyor."

Çocuklar ve kitaplar üzerine ciddiyetle eğilmesi, klişelerin üzerine hem mizahını hem de zekasını kullanarak yürümesi Pennac'ı görmemi sağladı. Birkaç söyleşisiyle birlikte hemen kitaplarına yöneldim. Elbette bir ebeveyn olarak Roman Gibi'yle buluştum, küçük molalarla iki saat içinde kitabı bitirdim. Beynimde fişekler çaktıran metinler vardı ve bu metinler öylesine güzel akıyordu ki dönüp baktığımda hiçbir paragrafı yuvarlak içine almadığımı, bazı kelimelerin çevresini diktörtgenle belirginleştirmediğimi, hiçbir cümlenin altını çizmediğimi fark ettim. Çocuk ve kitap; bu iki leziz konu beni benden almıştı. Bunun belki de ilk sebebi, Mustafa Kandemir'in Fransızcadan yaptığı nefis çevirisi.

Simyacının Doğuşu, Okumak Gerek (Dogma), Okuma Ödevi Vermek, El Âlem Ne Okur? ya da Okurun Zamanaşımına Uğramayan Hakları başlıklarıyla dört bölüm var kitapta. Sondan başlayalım. Pennac'ın tüm okurlara sunduğu ve gerçekten güzel anlamlar ifade eden, gittikçe meşhur olan 'okuma hakları' şöyle:

1) Okumama hakkı 2) Sayfa atlama hakkı 3) Bir kitabı bitirmeme hakkı 4) Tekrar okuma hakkı 5) Canının istediğini okuma hakkı 6) ''Bovarizm'' hakkı 7) Canının istediği yerde okuma hakkı 8) Çöplenme hakkı 9) Yüksek sesle okuma hakkı 10) Susma hakkı.

Pennac'ın kim olduğuna ve bu kitapla neyi hedeflediğine dair bir girişten sonra Roman Gibi, bizi küçük bir romanın, belki de masalın içine çekiyor. Okumanın emir kabul etmediğini, sevgiyle olabileceğini söylüyor ki üzerine çok düşünülmesi gerek. Düşüncede kalmayıp harekete geçmek ise en doğrusu. Sevgiyle okumak ve sevgiyle okutmak. Dille, sesle, gözle, elle. Severek. Çünkü: "Okuduğumuz en güzel şeyleri, genellikle sevdiğimiz bir kişiye borçluyuzdur. Ve ondan, sevdiğimiz birine bahsederiz öncelikle. Belki de, duygunun kendine has mahiyeti, tıpkı okuma arzusu gibi, 'tercihten' ibaret olduğu için. Sevmek, nihayetinde, tercih ettiğimiz şeyleri tercih ettiğimiz birilerine bağışlamaktır. Ve bu paylaşmalar hürriyetimizin görünmez kalesini kalabalıklaştırırlar. İçimizde sürekli olarak kitaplar ve dostlar bulunur."

Çocuğu okuma yolculuğuna çıkarırken karşımızda dev bir bariyer var. Sık sık bu bariyerle karşılaşırız: televizyon. Her yerde, her anda vardır o. Hep açıktır. Etrafı görüntüye ve sese boğar. Çoğu zaman, hatta her zaman anlamsızdır. Peki bu televizyon ne ara ödül oldu? Pennac buna değiniyor. Aman ha diyor, kitap okursan televizyon izlemene izin veririm demek gibi bir hataya düşmeyin. Televizyon bir ödül olmamalı, hatta mümkünse hiç olmamalı!

Aceleci olmak da büyük bir kriz. Çocuğu kitaba yönlendirirken acele etmemeli. "Genellikle, ulaşmakta acelecilik göstermediğimiz bir şey çok daha güvenli ve hızlı elde edilir" sözünü hatırlatıyor yazar. Bir konuda ne kadar kendimizden emin, yavaş ve doğal hareket edersek aslında ulaşmak istediğimize de o kadar sağlıklı ve hızlı yolla ulaşmış oluruz. Çocuğun gözüne kitap sokmak bu anlamda tedirginlik verici. Bambaşka bir etki yaratabilir, soğutabilir. Ufak ufak göstermek, hissettirmek ise çok tesir edici, kuvvetli.

Çocukların 'acımasız ve kusursuz' bir okur kitlesi olduğunu hatırlatan yazar, her türlü kültürel öğrenmenin bedelsizliğini keşfettiğinde çocuğun çok iyi bir okuyucu olacağını öne sürüyor. Bu zevke varmanın, yani vardırmanın, iyi okur olma yolunda çocuğun gelecek yaşamını etki altına alacağına inanıyor. Ve ne güzel yazmış: "Evet, bu zevk çok yakındadır. Bulunması kolaydır. Senelerin akıp geçmesine izin vermemek yeterlidir. Karanlığın çökmesini beklememiz, odasının kapısını yeniden açmamız, başucuna oturmamız ve alışılagelen okumamıza yeniden başlamamız yeterlidir."

Doğrudan doğruya bir iletişimden ziyade okumanın bir paylaşma konusu olduğu; Pennac'ın üzerinde hassasiyetle durduğu bir konu. Biz bu işi çok sonraya bırakmakla büyük bir hata yapıyoruz, yanılgıya düşüyoruz. Oysa bir sesin, bir sözün, bir hareketin çocuğun hayatında neleri değiştirebileceğini umursamıyoruz. Belki de önemsemiyoruz ya da abartılı buluyoruz. Oysa Georges Perros ne güzel söylemiş: "Okumak (...) kelimelerin mezar taşını kaldırmak.". Zaten Cemil Meriç de "Okumak, iki ruh arasında âşıkane bir mülakattır" dememiş miydi?

Yüksek sesle okumak, kitabı yükseklere koymak çocuğun ilgisini çeker. Ne çok yaklaşmak ister ne de uzaklaşmak. Arada bir ona rastlamak ister, görmek, dokunmak ve hatta onunla konuşmak. Bu yüzden sevgili ebeveynler bir an önce bu meseleye gömülmeli. Öte yandan şu da unutulmamalı: Çocuklara "kitap alışkanlığı kazandırma" diye bir yöntem yoktur. Çocuk evde kitap okuyan birilerini görürse "Böyle bir nesne var ve benim annem-babam bunu çok seviyor, benim de aklımda olsun bir ara bakarım" der, zamanla severse sever. Sözle değil, hâlle öğretilir güzel şeyler.

Yağız Gönüler

6 Ekim 2020 Salı

Zirvede bir dağcı ya da Max Frisch'in arayışı

Bir arayış içinde olmak bazen dinî bazen farklı sebepler içerebilir. Mesela insan Allah’ı arar, bunun için belki de toplumdan uzaklaşması gerekebilir. Sonunda vardığı yer ise yine Allah ve kendi arasındadır. Bulur veya bulamaz. Aramakla bulunmaz demiştir Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri. Fakat bulanlar ancak arayanlardır. 

Dinî veya mistik arayışın dışında bir de modern hayattan başka bir yol/çıkış arayanlar vardır. Bu tür kişiler yaşadığı çağa ayak uyduramamış, içinde hep bir şeyler eksikmiş gibi hisseden kişilerdir. Belki de bu konuda şöyle bir itiraz gelecektir; aslında onlar da içindeki Tanrı eksikliği için bir arayış içindedirler diye. Ancak bu duruma katılmıyorum. İçinde Tanrı aşkı veya sevgisi tam olup da bu çağa, dünyaya, yaşadığı zaman dilimine ayak uyduramamış kişiler mevcuttur. Bu durumu mistik tarafın dışına çıkarıp bir filmden örnek vermek istiyorum: Into the Wild filminden. Ünlü bir filmdir. İzleyenler bilir, üniversiteyi bitiren kahramanımız önündeki bütün imkânları elinin tersiyle iter, kredi kartlarını kesip atar, ailesini de karşısına almak pahasına kendini dağlara, yaban hayatına vurur. Gerçek bir hikâyeden uyarlanmış bir filmdir ve sonu da oldukça etkileyicidir. Film nasıl biterse bitsin, kahramanımız mutlu ve huzurludur. Max Frisch’in Sessizliğin Yanıtı adıyla yayımlanan romanını okuduğumda aklıma direkt bu film geldi. Frisch, romanında Yolcu diye bahsettiği karakter üzerinden bir arayış rotası çiziyor. Bu arayış yer yer dünyevi bir hâl alsa da aslında karakterin, belki de yazarın varoluşunun peşinden gitmesinin baskın olduğu bir durum hâlini alıyor. Çünkü Sessizliğin Yanıtı otobiyografik ögeler de taşıyan bir roman ve ben bu ögelerin tahmin edilenden daha fazla olduğuna inanıyorum.

Dağa giden, dağlarda yaşamayı seçen, arkasında bir nişanlı ve bir meslek bırakan 30 yaşındaki dağcı, hem yürüyüp hem de ağabeyiyle 13 yıl önce aynı rotada yaptığı geziyi düşünür. Kitabın genelinde olduğu gibi, sorgulamalarla devam eden bir yürüyüştür bu. Dağcı, gençliğin verdiği fütursuz bir özgüvenle hem ağabeyini küçümser hem de kendini sorgular. Dağcının sıradan olmama, olumsuz bir şekilde de olsa farklı olma arzusu hep baskındır. Zaten kendini de bu arayışa bir bakıma bu bakış açısı yönlendirmiştir. Umutla umutsuzluk arasında, umuda tutunup dağlara kaçar, kimselere haber vermeden:

…Gerçek yaşam öyle başka ki, diyor dağcı… En azından kendi hayatının öyle olduğunu düşünüyor: Onun hayatında net bir akış ya da hayatı boyunca ona eşlik eden temel bir düşünce yok; süreçler ya da eylemler olmaksızın eriyip kayboluyor hayatı, tutku solup bir ruh haline dönüyor, kararları da kum misali parmaklarının arasından kayıp gidiyor, her seferinde bir avuç dolusu kum alsa da elini her açtığında bir şey kalmadığını görüyor, ümitsizliğe kapılsa ümitsizlik de yitip gidiyor tıpkı umut gibi, sevinç çığlıkları gibi, acı gibi ve her şey gibi, yaşamın tamamı gibi.

Bu uğurda bir hedefi vardır dağcının: Hiç çıkılmayan Nordgrat’a çıkmak. Fakat bu hedef bile onu kendine getiremez, sorgulama ve anlamlandırma çabalarından sıyrılamaz: “…Olur da dağa tırmanmayı başarırsa başka biri mi olacak?

Bu uğurda dağcıya, kaldığı pansiyon tarzı yerdeki bir kadın da eşlik eder. Dağcının tek başına olduğunda ve yanında biri olduğundaki davranışları, umutla umutsuzluğu arasındaki farkı kadar çok bence.

Kitaba bir arayış romanı demiştik. İnsanın kendisiyle çıktığı yolda kendine varma çabası da diyebiliriz. Dağcı adım adım zirveye tırmandığı yolda, kararlar da alır ve attığı her adım ve çıktığı her yükseklikte bu kararlar da zirveye yaklaşır. Tepe ise karar noktasıdır. Her şey en tepededir. Yazar burada eylem-düşünce sürekliliğini ve paralelliğini başarılı bir şekilde sembolize etmiş.

Kolektif Kitap’tan 2019 yılında neşredildi Sessizliğin Yanıtı. Dilimiz için yeni bir kitap sayılabilir. Aynı zamanda bir sonsöz içerir roman. Bir başka yazar Peter von Matt tarafından yazılan 16 sayfalık sonsöz hem kitabı daha iyi anlamlandırmamızı hem de Max Frisch’i daha iyi tanımamızı sağlar. Çünkü Peter von Matt yazarın hem edebî hem de kişisel yönünü başlıklar halinde inceleyerek kitapla bağlar kurmuş, kitaptaki sembolik ögeleri de açıklayıcı bir şekilde bir bağlama oturtmuştur. Aslında kitaplarda sonsöz gibi yazıları çok sevmem ama Sessizliğin Yanıtı için iyi olmuş diyebilirim. Örneğin, Peter von Matt’e göre bu kitap, burjuva dünya görüşünün hayata geçirilmesi fikriyle uzlaşmanın peşi sıra gelecek krizi daha başından ele alır. Evet, bu cümle kitabı tam anlamıyla tanımlayan cümledir aslında. Von Matt bu cümlesini destekleyecek olaylar ve sözler de bulur kitabın içinden ve bu durum okuyucu için bir kolaylık sağlar. Ancak bu sonsöz olmasaydı da, Frisch’in rahatsızlığını ve kaçış duygusunu hemen her okur hissederdi. Nasıl Henry David Thoreau’yla bağ kuruyorsa okur, Frisch’in dağcısıyla da (yoksa kendisi mi?) kuracaktı. Fakat şunu söyleyeyim, yaşadığı modern hayattan gayet memnun olanlar için (her anlamda) bu kitap basit bir macera romanından öteye gitmeyebilir.

Gayet başarılı bir üslûp ve iyi bir çeviriyle (Saliha Yeniyol) yayımlanan Sessizliğin Yanıtı yazarı tanımayanlar için iyi bir başlangıç kitabı olabilir. Frisch hayattayken, bu kitabı yoğun eleştiri almış, alay edilmiştir. O da bu eleştirilerden etkilenip eseriyle arasına mesafe koymuş ve bu kitabı toplu eserleri arasına almamıştır. Ancak iyi bir kitap olduğu su götürmez bir gerçektir. Hele ki bir arayış derdinde olanlar için.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

30 Eylül 2020 Çarşamba

Hayatı sevebilirsek anlamlı bir şeyler yapabiliriz

"Çünkü dardır saatler, sığmaz bir araya
Dalgınlık, deniz ve sardunya."

- Melih Cevdet Anday, Güneşte

"Kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok
Altıkırkbeşte vapur ve sancı geç saatlerde."

- İsmet Özel, Yaşamak Umrumdadır

İki yüz küsur gündür evdeyim. Birhan Keskin'in deyimiyle bir küfür gibi evde oturuyorum. Ayağımı lavabodan başka bir yere sokmadım ve Florya sahilinden başka bir yerde yayılıp uzanmadım. Ama şu süreçte çok iyi okudum, iyi yazdım, güzel şeyler de açıldı kötü yüzleşmeler de. Zamanla bunlar bazı metinlere ve kitaba dönecektir, şimdilik bende kalsın. Ama güzel bir projem var. Başladım da. Böyle iyi. Ne yapalım? Şükür. Şikayet etmeyi hiç sevmiyorum, birinden bir şey istemeyi hiç sevmediğim gibi. Kendi hâlinde yaşamak diye bir şey varsa son aylarda en çok yaptığım bu. Selâmet der kenarest. Payına düşenle mutlu olmayı bileceksin azizim, yoksa varlık zor, yaşam zaten zor.

Nehir söyleşilere meraklıyım. Hem geçmişin sayfalarında gezdirir sizi hem de söyleşi yapılan kişinin ömrü ne kadar genişse o kadar doyurur. Alper Hasanoğlu'nun tüm kitaplarını okumuş, konuşmalarına kulak vermiş ve hatta Hayat ve Diğer Hastalıklar ile Aşkın Halleri kitaplarına dair inceleme yazıları yazmıştım. Bu iki kitabı da tatil yaptığım günlere denk gelmişti, dolayısıyla iyi verim almış, sık not çıkarmıştım. Özellikle Hayat ve Diğer Hastalıklar bana kalırsa Hasanoğlu'nun birikimini yoğun biçimde ortaya seren bir kitap. Memleket insanını iyi analiz etmesi ve hayata, yani acılara ve sevinçlere olabildiğince doğal taraflarından bakması ilgimi çekmişti. Gel Hayattan Konuşalım, tam da ismi gibi bir kitap. Hasanoğlu'nun kişisel tarihine yoğunlaşmadan, görüşleri üzerinden ilerliyor. Gazeteci Filiz Aygündüz çok yerinde sorular sormuş, hem mesleğinden hem de merakından dolayı öylesine değil kuvvetli bir söyleşi kitabı ortaya çıkarmaya çalışmıştı. Aslında bu projeyi merhum Engin Geçtan'la yapmak istemiş ama hocanın sağlığı izin vermemiş. Sonra bakmış ki Geçtan, danışanlarını Hasanoğlu'na göndermeye başlamış, bir nevi el vermiş, Filiz Hanım da projeyi Hasanoğlu'na teklif etmiş. Bu yönüyle hikâyesi olan bir kitapla karşı karşıyayız. Esas mesele de kendi hikayemizi çözmek. Sonra başkasını anlamaya başlarız elbet. Onu anladıkça kendimizi bir daha anlarız. Bu kitaplar o yüzden önemli. Kıymetli Ercan Kesal bir söyleşimizde öyle demişti: "Kendi hikâyesini bilmeyen başkasının hikâyesini ne anlar?"

Mutluluğun 'sürekli' bir duygu olmaması, felsefeden kopuk bir psikolojinin kör kalması, aşkın çoğu zaman bir illüzyon olarak -seni değil sen sandığım seni seviyorum- işlemesi, evlilik yakınlığa olduğu kadar mesafeye de ihtiyaç duyması, insanın iyileşmesinde bakış açısının değişmesinin önemi, akıp giden zamanı orta yerinden bölüp boşluk yaratmanın ve ona anlam katmanın önemi, yaşanılanları doğru yorumlamanın hayatı anlamlı ya da anlamsız kılması, insanın acıdan kaçtıkça sürekli arayan ve ne aradığını da bilmeyen birine dönüşmesi, hayata bazen ayrıntılarıyla bazen de geniş bakma gerekliliği, doğru bir ilişkinin en iyi tedavi yolu olması, hayatın en otantik yanının ölüm anında gizlenmesi, ancak bir şeylerden vazgeçilebilirse başka şeylerin de var olduğunun anlaşılabilmesi, mala mülke olduğu kadar duygulara ve düşüncelere de fazla gömülmenin insanı köleleştirmesi, birine yardım etmenin kendimizi iyi hissettirecek en güzel yol olması, sevilen bir şeye odaklanarak -meşgaleler bularak- kaygıdan arınmak gibi konuları irdeliyor kitap. Hasanoğlu iyimserlik veya karamsarlık gibi duygulara gömülmeden okuyanlara umut veriyor belki farkında olmadan. Çünkü söyledikleriyle çoğu zaman bu hayatta her zaman yaşanılabilir şeyler olduğunu ifade ediyor. Bir acı varsa evet o acı yaşanmalı, muhakkak yas tutulmalı ama sonra yaşamaya devam etmeli. Diğer yandan, televizyon programları veya sosyal medya aracılığıyla herkesin birbirini kolayca hasta ilan ettiği bir zamanda Alper Hasanoğlu şöyle söylüyor: "Bir insanın bozuk olmasına, bir insana bozuk demeye itiraz ediyorum. Türkçesine özellikle itiraz ediyorum. Çünkü Türkçede bozuk olmakla İngilizcede 'disordered' ve Almancada 'gestört' demek arasında çok ciddi farklar var. 'Disordered'da bir şey yolunda değildir. Ama bozuk bayağı damgalayıcı bir şey. 'Bozuksun sen'... Psikiyatride belli bir zaman sonra hastalık kelimesi damgalayıcı bir şey olduğu için hastalık denmekten vazgeçilip 'disorder'a geçildi. 'Illness'dan 'disorder'a geçildi. 'Krankheit'dan 'störung'a geçildi. Türkçede ise hastalıktan bozukluğa geçildi. Ama bozuk, bozukluk kötü bir şey."

Anasından-babasından görmediğini sevgilisinden, eşinden tahsil etmek isteyen birçok insan var. Belki bu insanlardan biri de biziz. Bu öfkelerimiz, içe kapanmalarımız, kaygılarımız geçmişten gelen bavulumuzun içinde gömülü. Her an fırlamaya hazırlar. İnsan bu durumda iyi bir ilişki kurmak yerine doktora, olmadı yaşam koçuna, o da olmadı hocaya gidiyor. İlaçlara güvenildiği kadar insanlara güvenilmiyor. Dikkatle okunması gereken bir yorum: "Psikoterapi değil, iyi bir ilişki iyileştirir insanı. Doktor tedavi eder, doğa iyileştirir. Doğa dediğim şey de burada doğal, otantik bir ilişki. Babamdan ya da annemden tahsil edemediğim şeyi iyi bir ilişkide, kendimi güvende hissettiğim, sevildiğim bir ilişkide süreklilik ve aidiyet duygusuna sahip olarak giderebildiğimde, doyurabildiğimde geçmiş yaralarım iyileşecektir benim. En iyi tedavi ilişkidir."

Profesyonellerin yazdığı kitaplar yoluyla da insanların iyileşebileceğini söylüyor Hasanoğlu. Neticede dilin ruhlara şifa veren gücü, bibliyoterapi herkesin malumudur. Üst komşudan kahve istenilen zamanlardan xanax istenilen zamanlara geldik. Çünkü kent hayatı ve bana kalırsa 'ağızdan ağıza reklam'ın etkisi ilaç sektörüne yarıyor. Burada bizler için kurtarıcı olan şey bir meşgale bulmak, yapacak bir şeyler edinmek. Bu aynı zamanda kaygıyı da yok ediyor. Bu tip karakterler ne yapmalı sorusunu en basit şekilde şöyle cevaplıyor Hasanoğlu: "Eve geldiğinde kitabını okusun. Benim önerebileceğim bu. Çünkü gelirsin, o kitabın içine girersin. Başka bir dünyayı yaşarsın. Ve emin ol 12'ye kadar o kitabı okuyup uyuduğunda öbür sabah işte çok daha az sıkıntı yaşarsın... Sen sevdiğin bir şeyi yapıp ona odaklanmaya başlayınca anksiyete gidecek zaten. Çünkü unutacaksın onu düşünmeyi. 'Bak okuduğum sayfayı anlamıyorum. Yeniden geri dönmek zorunda kaldım' diyerek kitabı atıp hemen pes etmeyeceksin. Devam edeceksin. Önünde sonunda girersin o dünyaya. Bazı kapıları zorlamak gerekir hayatta."

Engin Geçtan'a ithaf edilen ve içinde ona dair birçok anının, yorumun olduğu bir kitap olmasıyla da benim için özel bir yer kazandı Gel Hayattan Konuşalım. Hasanoğlu'nun şiire olan ilgisini biliyordum fakat İsmet Özel sevgisinden bihaberdim, onu okumak da hiç gizlemeyeyim, epey sevindirdi. Pek çok konuyu (derdi) birbiriyle ilişkilendirerek ve yeniden anlam kazandırarak -çünkü bazı kavramları hiç bilmediğimizden ya da yanlış yorumladığımızdan başımız dumanlı- değerlendirmiş Hasanoğlu. Okuması hem kolay hem de zevkli. İşimize gelmeyen yerleri yok mu? Var. Ama bu hayatın da işimize gelmeyen çok yönü var. Esas mesele konforlu olandan vazgeçip faydalı olana yönelmekte. Kişisel ve toplumsal iyileşme ancak böyle mümkün. Her şeye rağmen yaşamak lazım. Kitapta da söylendiği gibi: "Her şeyi kaybedebilirsin ama kendi varoluşunu kaybedemezsin."

Hayattan hep alacaklı olarak yaşamanın bizden götürdüğü çok şey var. Öfke, doyumsuzluk, hırs... Tüm bunların yerine gayretimizle yaşarsak ki daha güzel, daha doygun bir ömür süreceğiz. Acısıyla, yasıyla, neşesiyle, sevinciyle. Ancak o zaman şaire katılabiliriz: Yaşamak umrumdadır.

Yağız Gönüler

* Kitabın ardından okunabilir: Andre Comte-Sponville, Hayat Yaşamaya Değer.
* Yazının başlığını aldığım bölümden: güzel bir paragraf.