Onat Kutlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Onat Kutlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Kasım 2020 Salı

Türler arasında salınan Onat Kutlar denemeciliği

Onat Kutlar belli bir türde karar kılıp o alana dair çalışmalar yapan bir yazardan öte, türler arasında gidip gelen, her çiçekten bir miktar tadarak başka başka çiçeklere konan bal arısı gibidir: Sürekli deneyen, farklı türlerde eserler veren bir edebiyat meraklısı.

Deneme de bu deneyişten nasibini alır. Güncele ve güncel üstüne yaslanan yanıyla denemelerini iki farklı çerçevede değerlendirmek mümkündür. Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan; ağırlıklı olarak basın, sinema ve güncel yaşama dair yazıları Gündemdeki Konu isimli kitabında toplanmıştır. Türk sinemasına dair sert ve yer yer yapıcılıktan uzak eleştirileri, sansüre, çağdaşı olan senaristlere, Batı sinemacılığı ile Türk sinemasının mukayesesine kadar pek çok yazısı da Sinema… Sinema isimli kitabında toplanmıştır. Tüm bunlar, zaman zaman yanlı da olsa, dönemin entelektüel bir yorumu olması açısından önemlidir fakat burada da başka bir soru işareti doğar: Deneme güncele ve şimdiye yaslanan bir tür müdür? Bir başka soru daha: Deneme, yaşanılan dönemin salt aktarımından ve kritiğinden ibaret olursa çağlar üstüne hitap edebilmesi mümkün müdür? Turan Karataş’ın bu sorulara verdiği yanıt önemlidir, “Deneme güncelin tozunu üzerinden silkelemedikçe sonraki vakitlere kalacağını temin eden niteliklerden mahrum kalır. Güncelden ilham alır, malzeme devşirebilir fakat o biricik olaya, o güne, o ana takılıp kalmamalıdır.” Gündemdeki Konu ve Sinema… Sinema’daki yazılar güncelin ağına takılı kaldığı gibi bilhassa sinema alanında, yüzünü tek bir yöne döndüren metinler olduğu söylenebilir. Bu denemeler, yalnızca dünün dinleyicisinin dikkatini çekebilecek ancak günümüz okurunu kendine bağlayamayacak türde metinlerdir.

Mektup adı altında yayına hazırlanan fakat denemenin sınırları içerisinde değerlendirmenin daha uygun olacağı Yeter ki Kararmasın ve Bahar İsyancıdır isimli kitaplar, Onat Kutlar’ın imgeci ve metaforik dilini yansıtan metinler olduğu gibi deneme türünün de iyi örneklerindendir. Bilhassa Bahar İsyancıdır okunduğunda şiire ve öyküye yaslanması sebebiyle akla, “Peki, ama şimdi bu metinleri hangi türün sınırları içinde değerlendireceğiz?” sorusu gelebilir. Fethi Naci bu soruya kendince bir yanıt vererek, “Bence çoğu hikâye bu yazıların,” demiştir. Bu söylem, zannediyorum ki denemenin sınırlarının kesinkes tespit edilememesinden kaynaklanıyor ya da türleri belli kalıplar içerisinde değerlendirme isteğinden. Ancak deneme geçirgen, havai ve kurmaca dışındaki her şeyin içine dahil edilebileceği bir tür olduğundan belli tanımlar içine hapsetmek, sınırlarını daraltmaktan öteye geçmeyecektir. Sınırlarının bunca geniş oluşu, bunca tespit edilemezlik ve belli bir sınır koyamama hali, türün kapsamında ortaya çıkan metinler için de genel geçer yargılarda bulunmayı ve belli noktaları işaret edip onu türün kıyısında bırakmayı zorlaştırıyor. Zorlaştırmalı da. Türlere belli kalıplar biçmek ve bunların esnemesine, türler arasındaki geçirgenliğe izin vermemek; anlatı evrenini daraltacağı gibi yazarı da belli kalıplar içinde sıkıştıracaktır.

Tüm bunları bir yana bırakıp denemede yazarın konuyu işleyiş biçimine, dili kullanma özverisine ve “ben” evrenin metne dahil olup olmadığına bakılması, denemeye dair ipuçları vermesi açısından önemlidir. Denemede aktarıcı bizzat yazarın kendisidir, samimiyeti ve ben’li üslubu perdeleyen bir anlatıcı ya da tanrıyazar yoktur. Bu sebeple Onat Kutlar’ın Bahar İsyancıdır‘daki metinlerine öykü demek hatalı bir yaklaşım olacağı gibi, sınırları net olarak çizilemeyen bir türü belli kalıplara oturtmaktan da öteye geçemeyecektir. Kaldı ki deneme, ifade etmek istediği şeyi küçük öykücükler anlatarak ifade edebilir. Denemelerin içine serpiştirilen öyküler, metnin akılda kalıcılığını ve etkisini arttırdığı gibi, türler arasındaki geçirgenliği de barındırması bakımından önemlidir. 17. yüzyılda türün ilk örneğini veren ve yazdıklarını essasi olarak adlandıran Montaigne de ifade etmek istediği şeyi belli referanslarla, tanık olduğu olaylarla ve hikâyelerle izah etmiştir. Alışkanlıklar denemesi, ifade etmek istediğim bu hususların bizzat uygulandığı bir denemedir. Montaigne metnine bir hikâye anlatarak başlar. Aynı şey, Onat Kutlar’ın Çevirmen isimli denemesi için de geçerlidir. Girişte bize bir hikâye anlatılır. Ölen serçelerle ilgili bir hikâye. Ticaret Mahkemesi’nin yaşlı odacısı, ağaçtaki meyveleri serçelerden korumak için ateş etmekte ve her defasında ölü bir kuş düşmektedir yere. Evdekiler ses çıkaramamaktadır buna. Kutlar sorumluluk hissederek misafirle ev ahalisi arasında aynı dil içinde çevirmenlik yapar. Aynı lisanı paylaşanların arasındaki iletişimsizliği gideren bir aracı oluşu, hayatı boyunca devam eder. Tüm bunlar, hikâye etmek için yapılmış şeyler değildir. Anlatılmak istenen yalnızca hikâye formunda anlatılabileceği için yapılır bu. Hikâyeler anlatmak istenene imkân tanıdığı için, anlamı genişletip etkisini arttıracağı için anlatılır. Bu açıdan bakarsak denemeler, elbette tahkiyeyi kullanacaktır. Denemenin şiire, öyküye ve makaleye imkân tanıyan ve alan açan bir tür olduğu düşüncesiyle metne yaklaşıldığında, deneme adı altında yayımlanan pek çok metnin, kendi içerisinde bile farklılıklar gösterdiği, okunan her yeni metinle birlikte türe ve türün özelliklerine dair tanımların değişeceği görülecektir.

Kutlar’ın denemeleri, bahis edilen geçirgenliği içinde barındırır. Baudelaire’in, “Her zaman şair ol düzyazıda bile,” sözünü hemen her denemesinde hissederiz bu yüzden.

"Şaşırttın bizi. Umutlarımız için ön yüzü sırlı bir ayna sundun. Geriye işleyen bir saat. Ters çevrilmiş bir eldiven, kaynağına akan bir ırmak. Oysa biz basit insanlarız. Ve ölümlü. Yaşamayı ve baharı bu yüzden severiz. Doğan her şeye inanırız. Çocuklara, güneşe, bize düşler sunan ay ışığına. Sevdiğimiz kadının boynunu okşamak isteriz ve çocuklarımızın. Günü kızarmış taze bir ekmekken bölüşürüz ve akşamın kızıl tüyleriyle gelip sabahın yumurtaları üstüne yumuşacık oturmasını severiz."

Böyle cümleler okumak üslubun merkeze alındığını, dilin araçsallaşmaktan çıkıp amaca dönüştüğünü fısıldar bize. Doğrudur bu. Bazen mensur bir şiir dahil olur denemeye ve anlam bir ses, bir imge, bir metafor arkasında görünür. Denemeye bu kapıdan girildiğinde, yanmış çırakların yamalı gömleklerini giymiş korkulukların, boğulmuş köy öğretmenleriyle dolu krater gölünü neden gösterdiğini anlarız. Bu, Kutlar’ın denemelerinin imgeye yaslanan bir isyanı, bir duvarı ve duvarın ardındaki gerçekliği gösteririz bize.

Onat Kutlar, nasıl ki tek öykü kitabı olan İshak’la anlamı kazıyarak imgenin gerçekliğe dönüştüğü bir öykü evreni inşa ettiyse Bahar İsyancı’dır ve Yeter ki Kararmasın’da da şiire ve öyküye yaslanan bir deneme dili inşa etti. Bu yüzden anlam ancak dil kapısından girildiğinde görünecektir.

8 Ekim 2020 Perşembe

Onat Kutlar bir şenliktir

Yeniden giriyorum yazıya. Ülkeme, çocukluğumun kentine döner gibiyim. Kâğıtların ak denizine, esinlerle ürperen çayırına harflerin, anlamın derin vadilerine, kitapların kalabalık sokaklarına… Doyulmaz bir rahatlık, güven. Kendi dilimi konuşuyorum çünkü. Küçük bir kaygı yok değil. Müsrif oğlunu nasıl karşılayacak yazının pîri?

Tam on yedi yıl sonra, İshak’ın ikinci basımının ön sözüne böyle yazmış Onat Kutlar. One For The Road şiirinin son mısralarında ise “Hiçbir şey yazmaksızın, nicedir / geliştirilemeyen bir şiir / yaşam tutkusu” diye dillendirmiş yazıya verdiği uzun soluklu molaları. Zaman zaman yazıya küsse de dostlarının teşvik edici tutumu, aradan geçen onca yıla rağmen, kaleme kâğıda aynı hevesle sarılmasına vesile olmuş. Yazıdan uzak kaldığı dönemlerde ise yazdıklarını yayımlatma düşüncesinde olmadığını yine kendi ifadelerinden öğrenmekteyiz. İshak’ın Ülkü Tamer’in ısrarlı teşvik ve gayretleri neticesinde tekrar okurla buluştuğunu bilmek, yayımlatma konusundaki isteksizliği bir kez daha göstermesi açısından önemlidir.

Çocukluğunu Gaziantep’te geçiren Kutlar için bu şehir önemlidir. Şehri tanıma ve şehrin insanını anlamaya uğraşı, öykülerine hem tema hem de dil yönüyle yansır. Bilhassa İshak’taki öykülere bu minvalde bakılması, Antep’in, dahası Anadolu’nun bir fotoğrafı olması yönüyle önemlidir. Sofrada ezanı bekleyen oruçlular, akan bir çatı ve kiremitli suyun doldurduğu çanak çömlekler, sedirler, duvarlara gerilen küçük halılar, kahveler, at cambazları, sele karışan buğdaylar, ölümler, ölümün düştüğü evler… Hep bir Anadolu fotoğrafı sunar okuyucusuna. Bu yönüyle Kutlar’ın burnunun ucundaki gerçekliği anlatan bir yazar olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu, tıpkı büyülü gerçekçilikte olduğu gibi, değiştirilmiş bir gerçekliktir. Günlük hayatın realitesine ait bir anlatı okurken birdenbire gerçekliği yansıtmayan, hayal gücü ve imgeyle sıradan gerçekliğe farklı bir boyut getirerek okuyucuyu reelin içinde düşle bırakan bir anlatı evrenine gireriz. İshak’taki bazı öyküler işte bu havayı içinde barındıran metinlerdir.

Türk edebiyatının önemli eleştirmenlerinden Fethi Naci'ye göre de İshak, dünya edebiyatında büyülü gerçekçilik akımının ilk örneklerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Gerçekten de öykülerdeki realite, nesnelliğin değiştirilmesiyle büyülü gerçekçiliğe yaklaşan bir havaya bürünmüştür. Kediler isimli öyküsü bu akımın izlerinin en net hissedildiği öykülerden biridir.

Karakter ve yer isimlendirmelerinin yapılmadığı Kediler öyküsü, İshak’ın en muğlak ve en rahatsız edici öykülerden biri. Üstelik biçim ve zamanın işlenişi yönüyle okura kusursuz bir iskelet sunuyor, desek abartmış sayılmayız. Zamanlar arasındaki geliş gidişler öyle hissettirilmeden ve öyle yumuşak bir şekilde yapılmış ki öykü, tek bir anın içindeymiş hissi uyandırıyor.

Bir sürü ölmüş kedi ile bir arada yaşamayı seven o eski dostumuzu uzun uzun hatırlatmakta ne yarar var,” cümlesiyle birlikte büyülü gerçekçiliğin ayak seslerini ilk andan itibaren hissedebiliyoruz. Okuma sürdürüldüğüneyse, gerçeğin değiştirilmiş hali büsbütün açığa çıkıyor. Uda gömülen ölü kediler, bakınca dağılan, tavanda garip şekiller çizerek uçan kediler, yıllardır güneş yüzü görmeden yaşamış ve hınçla bilenmiş kediler… Esasında bu tuhaflıklar, dokuz yıldır uysallıkla gittiği memuriyetine o sabah gitmek istemeyen birini ve onun ölmüş kedilerle birlikte yaşayan dostunu anlatmak için kurgulanmış detaylar olarak görülmelidir. Hemen soralım: Gerçekten böyle mi görülmelidir? Öykülerde özellikle işaret edilen belli bir nokta var mıdır?

Onat Kutlar’ın öykülerini izah etmeye çalışmak ve görünenin altında farklı bir gerçeklik aramak, yalnızca okuru yanıltmış olmakla kalmaz; öykülerindeki imgesel dilden ve var olan gerçeklikten de okurunu uzaklaştırır. Kutlar’ın öyküleri imgenin, dilin, metaforun öyküleridir ve bunlar, öykülerde tek gerçekliğe dönüşmüştür. Okunan üst metinler, aslında onun öykülerinde var olandır. Bunun altında farklı alt akışlar arama uğraşı, Onat Kutlar öykülerinden uzaklaşmak anlamına geleceği için beyhude bir çabadan ibarettir.

Kediler öyküsündeki isimsiz karakter, her gün alışılmış düzen içinde işine gidip gelirken bir gün bir şey olur ve dostunun evinde yaşamaya başlar. Bu yeni hayata çok çabuk adapte olur ve bu kez de oradan ayrılmak istemez, başka bir düzene uyum sağlar. Kahraman artık farklı bir mekân ve başka başka alışkanlıklar içindedir. Öykünün finalinde ise kahramanı yine farklı bir mekânda görürüz, bir kır kahvesinde. Onu peyderpey bitirecek bir bekleyişin ve alışkanlıkların ağındadır. Kaçıp kurtulmayacak hatta denemeyecektir bile. Böylece kurmaca, farklı mekânlarda farklı gerçeklik boyutları yaratan bir sanata dönüştürülür. Öyküdeki udcunun tutkuyla bağlandığı kedilerinin ölmesiyle birlikte kendisinin de ölüşü, Gogol’ün meşhur kahramanı Akaki Akakiyeviç’i ve onun tutkuyla bağlandığı paltosunu anımsattığı; yer yer Kafka’nın Gregor Samsa’sına göz kırptığı düşünülse de Kutlar’ın buna cevabı net, “Alabeyi’nin udcusunu Kafka’nın Prag’ından, Horozlar’ın büyükannesini Mansfield’nin Yeni Zelanda’sından, Hacıköprü’nün çiftçisini Camus’nün Oran’ından getirilmiş sandılar. Ne kadar kötü okuyorlar Yunus’u; Orhan Kemal’i Yaşar’ı…

ABD’deki Grand Street dergisinde de yayımlanan Yunus’ta ise karanlık ve uyku imgelerinin içine yerleştirilmiş ölüm, daha ilk satırlardan itibaren kendini hissettirir. Ay ışığı, uykulu iki kürek, uyku cinlerinin uçuştuğu mermer denizlik ve ölüm kuşları… Hepsi ölümün ayak seslerinin doldurduğu bir evi ve dört insanı anlatmak için yan yana getirilmiş imgelerdir. Bunu, “Yunus amcam hâlâ öksürüyordu. Uzun donunu çekerek kalktı. Tam lamba düğmesine uzanırken gözümü kapadım. Açtığımda o tuhaf sınır geçilmiş, sabah başlamıştı. İşte ölümü gömdük,” sözlerinden anlayabilmekteyiz. Öykünün sonuna doğru ölen amca, sabahın ölümü gizleyen ışıklarından hemen önce, karanlıkta ölür. “Mum eriyip sonuna kadar yandı,” diye ifade eder Kutlar ışığın uzağındaki ölümü. Okur, kısacık anlarına şahit olduğu kahramanlara ve onların hikâyelerine dair sorularla başbaşa kalır. Belirsizlikler, sorular, imgeler, yanılsamalar, kırılmış gerçeklikler Onat Kutlar öykülerinin kimliğidir bir bakıma.

Öykülerinin yanında yazdığı denemeler ve mektuplarla da anmak gerek Onat Kutlar’ı. 1982’den itibaren yazdığı mektup ve denemeler, bir ozanın gözünden doğuya, içinde bulunduğu çağın gerçeklerine bakışı yansıtan metinlerdir. Ancak okur; umudu, mücadeleyi, sinemayı, yoksulluğu, hayatı ve edebiyatı ihtiva eden bu yazıları özümseyebilmek için yoğun ve katmanlı bir dilin kapılarını aralamalıdır ilkin. Kısa cümleler, nesrin içindeki şiir, sözcüklerle çizilen resim hep bu kapının ardındadır. Kutlar, dilin merdivenlerine tırmanabildiği kadar tırmanmış ve ne yazdıysa şair kimliğinin içinde, şiire yaslanarak yazmıştır. Hadiselere bir ozan gözüyle bakış onun metinlerinin birincil özelliğidir. Yusuf ile Kenan, Hakkâri'de Bir Mevsim, Deli Kan ve Hazal isimli filmlerin senaryolarını yazan ve pek çok ödüle layık görülen Kutlar’ın sinemaya dair yazıları Sinema Bir Şenliktir’de toplanmıştır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi sinemaya bakışı da yazdığı senaryolar da şiirinden ve şair kimliğinden parçalar taşır. Kutlar’a göre yaşamın gizlerine bile şiirle ulaşılır, “Unutulmuş ozanlara ulaşmanın şiirden başka yolu yoktur. Herhangi bir şiirden. Çünkü her şiirde biraz aşk vardır ve biraz isyan. Kim bilir, belki bir gün biri, şiirler okuya okuya, unutulmuş on iki ozana ulaşır. Hatta yaşamın gizlerine bile.