30 Eylül 2020 Çarşamba

Hayatı sevebilirsek anlamlı bir şeyler yapabiliriz

"Çünkü dardır saatler, sığmaz bir araya
Dalgınlık, deniz ve sardunya."

- Melih Cevdet Anday, Güneşte

"Kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok
Altıkırkbeşte vapur ve sancı geç saatlerde."

- İsmet Özel, Yaşamak Umrumdadır

İki yüz küsur gündür evdeyim. Birhan Keskin'in deyimiyle bir küfür gibi evde oturuyorum. Ayağımı lavabodan başka bir yere sokmadım ve Florya sahilinden başka bir yerde yayılıp uzanmadım. Ama şu süreçte çok iyi okudum, iyi yazdım, güzel şeyler de açıldı kötü yüzleşmeler de. Zamanla bunlar bazı metinlere ve kitaba dönecektir, şimdilik bende kalsın. Ama güzel bir projem var. Başladım da. Böyle iyi. Ne yapalım? Şükür. Şikayet etmeyi hiç sevmiyorum, birinden bir şey istemeyi hiç sevmediğim gibi. Kendi hâlinde yaşamak diye bir şey varsa son aylarda en çok yaptığım bu. Selâmet der kenarest. Payına düşenle mutlu olmayı bileceksin azizim, yoksa varlık zor, yaşam zaten zor.

Nehir söyleşilere meraklıyım. Hem geçmişin sayfalarında gezdirir sizi hem de söyleşi yapılan kişinin ömrü ne kadar genişse o kadar doyurur. Alper Hasanoğlu'nun tüm kitaplarını okumuş, konuşmalarına kulak vermiş ve hatta Hayat ve Diğer Hastalıklar ile Aşkın Halleri kitaplarına dair inceleme yazıları yazmıştım. Bu iki kitabı da tatil yaptığım günlere denk gelmişti, dolayısıyla iyi verim almış, sık not çıkarmıştım. Özellikle Hayat ve Diğer Hastalıklar bana kalırsa Hasanoğlu'nun birikimini yoğun biçimde ortaya seren bir kitap. Memleket insanını iyi analiz etmesi ve hayata, yani acılara ve sevinçlere olabildiğince doğal taraflarından bakması ilgimi çekmişti. Gel Hayattan Konuşalım, tam da ismi gibi bir kitap. Hasanoğlu'nun kişisel tarihine yoğunlaşmadan, görüşleri üzerinden ilerliyor. Gazeteci Filiz Aygündüz çok yerinde sorular sormuş, hem mesleğinden hem de merakından dolayı öylesine değil kuvvetli bir söyleşi kitabı ortaya çıkarmaya çalışmıştı. Aslında bu projeyi merhum Engin Geçtan'la yapmak istemiş ama hocanın sağlığı izin vermemiş. Sonra bakmış ki Geçtan, danışanlarını Hasanoğlu'na göndermeye başlamış, bir nevi el vermiş, Filiz Hanım da projeyi Hasanoğlu'na teklif etmiş. Bu yönüyle hikâyesi olan bir kitapla karşı karşıyayız. Esas mesele de kendi hikayemizi çözmek. Sonra başkasını anlamaya başlarız elbet. Onu anladıkça kendimizi bir daha anlarız. Bu kitaplar o yüzden önemli. Kıymetli Ercan Kesal bir söyleşimizde öyle demişti: "Kendi hikâyesini bilmeyen başkasının hikâyesini ne anlar?"

Mutluluğun 'sürekli' bir duygu olmaması, felsefeden kopuk bir psikolojinin kör kalması, aşkın çoğu zaman bir illüzyon olarak -seni değil sen sandığım seni seviyorum- işlemesi, evlilik yakınlığa olduğu kadar mesafeye de ihtiyaç duyması, insanın iyileşmesinde bakış açısının değişmesinin önemi, akıp giden zamanı orta yerinden bölüp boşluk yaratmanın ve ona anlam katmanın önemi, yaşanılanları doğru yorumlamanın hayatı anlamlı ya da anlamsız kılması, insanın acıdan kaçtıkça sürekli arayan ve ne aradığını da bilmeyen birine dönüşmesi, hayata bazen ayrıntılarıyla bazen de geniş bakma gerekliliği, doğru bir ilişkinin en iyi tedavi yolu olması, hayatın en otantik yanının ölüm anında gizlenmesi, ancak bir şeylerden vazgeçilebilirse başka şeylerin de var olduğunun anlaşılabilmesi, mala mülke olduğu kadar duygulara ve düşüncelere de fazla gömülmenin insanı köleleştirmesi, birine yardım etmenin kendimizi iyi hissettirecek en güzel yol olması, sevilen bir şeye odaklanarak -meşgaleler bularak- kaygıdan arınmak gibi konuları irdeliyor kitap. Hasanoğlu iyimserlik veya karamsarlık gibi duygulara gömülmeden okuyanlara umut veriyor belki farkında olmadan. Çünkü söyledikleriyle çoğu zaman bu hayatta her zaman yaşanılabilir şeyler olduğunu ifade ediyor. Bir acı varsa evet o acı yaşanmalı, muhakkak yas tutulmalı ama sonra yaşamaya devam etmeli. Diğer yandan, televizyon programları veya sosyal medya aracılığıyla herkesin birbirini kolayca hasta ilan ettiği bir zamanda Alper Hasanoğlu şöyle söylüyor: "Bir insanın bozuk olmasına, bir insana bozuk demeye itiraz ediyorum. Türkçesine özellikle itiraz ediyorum. Çünkü Türkçede bozuk olmakla İngilizcede 'disordered' ve Almancada 'gestört' demek arasında çok ciddi farklar var. 'Disordered'da bir şey yolunda değildir. Ama bozuk bayağı damgalayıcı bir şey. 'Bozuksun sen'... Psikiyatride belli bir zaman sonra hastalık kelimesi damgalayıcı bir şey olduğu için hastalık denmekten vazgeçilip 'disorder'a geçildi. 'Illness'dan 'disorder'a geçildi. 'Krankheit'dan 'störung'a geçildi. Türkçede ise hastalıktan bozukluğa geçildi. Ama bozuk, bozukluk kötü bir şey."

Anasından-babasından görmediğini sevgilisinden, eşinden tahsil etmek isteyen birçok insan var. Belki bu insanlardan biri de biziz. Bu öfkelerimiz, içe kapanmalarımız, kaygılarımız geçmişten gelen bavulumuzun içinde gömülü. Her an fırlamaya hazırlar. İnsan bu durumda iyi bir ilişki kurmak yerine doktora, olmadı yaşam koçuna, o da olmadı hocaya gidiyor. İlaçlara güvenildiği kadar insanlara güvenilmiyor. Dikkatle okunması gereken bir yorum: "Psikoterapi değil, iyi bir ilişki iyileştirir insanı. Doktor tedavi eder, doğa iyileştirir. Doğa dediğim şey de burada doğal, otantik bir ilişki. Babamdan ya da annemden tahsil edemediğim şeyi iyi bir ilişkide, kendimi güvende hissettiğim, sevildiğim bir ilişkide süreklilik ve aidiyet duygusuna sahip olarak giderebildiğimde, doyurabildiğimde geçmiş yaralarım iyileşecektir benim. En iyi tedavi ilişkidir."

Profesyonellerin yazdığı kitaplar yoluyla da insanların iyileşebileceğini söylüyor Hasanoğlu. Neticede dilin ruhlara şifa veren gücü, bibliyoterapi herkesin malumudur. Üst komşudan kahve istenilen zamanlardan xanax istenilen zamanlara geldik. Çünkü kent hayatı ve bana kalırsa 'ağızdan ağıza reklam'ın etkisi ilaç sektörüne yarıyor. Burada bizler için kurtarıcı olan şey bir meşgale bulmak, yapacak bir şeyler edinmek. Bu aynı zamanda kaygıyı da yok ediyor. Bu tip karakterler ne yapmalı sorusunu en basit şekilde şöyle cevaplıyor Hasanoğlu: "Eve geldiğinde kitabını okusun. Benim önerebileceğim bu. Çünkü gelirsin, o kitabın içine girersin. Başka bir dünyayı yaşarsın. Ve emin ol 12'ye kadar o kitabı okuyup uyuduğunda öbür sabah işte çok daha az sıkıntı yaşarsın... Sen sevdiğin bir şeyi yapıp ona odaklanmaya başlayınca anksiyete gidecek zaten. Çünkü unutacaksın onu düşünmeyi. 'Bak okuduğum sayfayı anlamıyorum. Yeniden geri dönmek zorunda kaldım' diyerek kitabı atıp hemen pes etmeyeceksin. Devam edeceksin. Önünde sonunda girersin o dünyaya. Bazı kapıları zorlamak gerekir hayatta."

Engin Geçtan'a ithaf edilen ve içinde ona dair birçok anının, yorumun olduğu bir kitap olmasıyla da benim için özel bir yer kazandı Gel Hayattan Konuşalım. Hasanoğlu'nun şiire olan ilgisini biliyordum fakat İsmet Özel sevgisinden bihaberdim, onu okumak da hiç gizlemeyeyim, epey sevindirdi. Pek çok konuyu (derdi) birbiriyle ilişkilendirerek ve yeniden anlam kazandırarak -çünkü bazı kavramları hiç bilmediğimizden ya da yanlış yorumladığımızdan başımız dumanlı- değerlendirmiş Hasanoğlu. Okuması hem kolay hem de zevkli. İşimize gelmeyen yerleri yok mu? Var. Ama bu hayatın da işimize gelmeyen çok yönü var. Esas mesele konforlu olandan vazgeçip faydalı olana yönelmekte. Kişisel ve toplumsal iyileşme ancak böyle mümkün. Her şeye rağmen yaşamak lazım. Kitapta da söylendiği gibi: "Her şeyi kaybedebilirsin ama kendi varoluşunu kaybedemezsin."

Hayattan hep alacaklı olarak yaşamanın bizden götürdüğü çok şey var. Öfke, doyumsuzluk, hırs... Tüm bunların yerine gayretimizle yaşarsak ki daha güzel, daha doygun bir ömür süreceğiz. Acısıyla, yasıyla, neşesiyle, sevinciyle. Ancak o zaman şaire katılabiliriz: Yaşamak umrumdadır.

Yağız Gönüler

* Kitabın ardından okunabilir: Andre Comte-Sponville, Hayat Yaşamaya Değer.
* Yazının başlığını aldığım bölümden: güzel bir paragraf.

1 yorum:

  1. Öyle güzel anlatmışsınız ki kitabı hemen alıp okuyasım geldi. Geçtan hocanın kitaplarını da çok seviyorum, eminin bu kitap da bana çok şey katacak.
    Kaleminize sağlık.

    YanıtlaSil