9 Ocak 2020 Perşembe

Tanpınar'ın Beş Şehir'deki estetik arayışı

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı eseri, bir çeşit Anadolu Türk İslam tarihi gibi okunabilir ve okunmalıdır. Yazar, bu beş şehir ekseninde Anadolu Türklüğünün başlangıcı olan Malazgirt Zaferi’nden Sakarya Meydan Muharebesine kadar geçen süreci önemli duraklarda öne çıkan motifler eşliğinde gözler önüne seriyor. Erzurum’da Anadolu’nun kapılarını Türklere açan yazar, Konya’da Anadolu Selçuklularının iktidarını ve iktidar mücadelesini ele alıyor, Bursa’da Osmanlı’nın kuruluş dönemini bütün derinliği ve samimiyetiyle anlatıyor, İstanbul’da ise yükseliş ve yıkılışın öyküsünü Osmanlı estetiğindeki inceliklerle birlikte ele alıyor, Ankara’da ise Roma ve Bizans dönemi ile Milli Mücadele dönemini gözler önüne seriyor.

Yazar bize şehirleri tanıtmanın ötesinde şehirlerde unutulmaya yüz tutmuş Türk-İslam motiflerini şiirsel bir dille betimliyor. Adeta sihirli bir kürenin başında zamanda yolculuğa çıkarak tarihin tozlu sayfaları arasında fantastik bir yolculuk yaptırıyor okuyucuya. Cümleler dilimizde rüzgârla dans eden birer uçan halıya dönüşüyor. Yaşayan kentleri anlatmak yerine belleklerimizden silinen şehirleri anlatıyor. Bunu yaparken baktığı her şeyi maziden kopup gelen bir zarafetle görüyor ve onda maziye ait ama bizde de ruhen mevcut bir sırra erişiyor.

Kadim kültürümüzün önemli bir parçası olan sohbet, kitapta kendine yer buluyor. Peygamber Efendimiz, İslam dinini tebliğ ederken ve daha sonraki süreçte önemli kararları alırken musahabeden faydalanmış, Türk devletleri kurultay veya divan gibi teşkilatlarda önemli kararları musahabe ile almıştır. Ayrıca toplumsal yaşantımızda da sohbetin vazgeçilmez bir yeri vardır. Uzun kış gecelerinde sıcak soba ve çay eşliğinde doyumsuz sohbetler yapan ceddimiz bu sayede pek çok müşkülü çözerken toplumsal barışı da sağlamamıştır. Yazar da eserini bir sohbet üslubuyla oluştururken bulunduğu şehirlerdeki -özellikle Erzurum’da- sohbetlerinden de ayrıntılı olarak bahsediyor.

Yazar Anadolu’nun sırrını şiirde, müzikte, türküde, mimaride buluyor. “Yemen türküsü ile ona benzeyen türküler Anadolu’nun iç romanını yaparlar.” diyerek, Anadolu insanının bütün acılarını, kaygılarını, korkularını hülasa varoluş sancılarını bir cümleyle betimliyor.

Ankara, iki uzak tarihin ortasında kalmış bir cumhuriyet şehridir Tanpınar’a göre. Bir yanda Roma ve Bizans mimarisi bir yanda Selçuklu ve Saltuklulara ait Türk mimarisi iç içe geçmiş gibidir. Hacı Bayram Veli Camii’nin bir Roma yapısının yanı başında bulunuşuna dikkat çekiyor yazar. Ankara’ya dair notlarında Selçuklulardan kısaca bahsederken daha ziyade Milli Mücadele ekseninde bir Ankara portresi çiziyor. Burada esas dikkat çeken unsur diğer şehirlere nazaran Ankara’nın anlatıldığı bölümün daha ruhsuz görünmesidir. Bunda hiç kuşkusuz Ankara’nın Türk-İslam estetiğinden nispeten daha az nasiplenmiş olması yatar. Ayrıca yazar Ankara’nın görüntüsüne dair: “Ankara, İstiklal Mücadelesi yıllarından bütün mazisini yıkarak çıkmış denebilir.” diyerek şehirdeki ruhsuzluğun biraz da bu sebeple olduğunu belirtir. Ayrıca, Ankara Kalesi Selçuklu sultanları ve vezirleri arasındaki iktidar mücadelelerinin en kanlı olaylarına sahne olurken Yıldırım Bayezit Timur’a karşı Ankara Ovasında yenildi ve Osmanlı tarihinin en hazin olaylarından biri yaşandı. İşte bu gibi sebeplerden ötürü Ankara’dan bahsederken kullanılan dilin kuru olması bir parça anlaşılabilir sanıyorum.

Erzurum’la ilgili bölümde karşımıza Binbir gece Masalları'ndan çıkmış mistik bir Doğu şehri çıkıyor. Mazisiyle birlikte yaşamaya devam eden bir şehir Erzurum. Musiki bu bölümde önemli bir yer tutuyor. Çoban türküleri, gurbet türküleri, uzun havalar karlı Erzurum yaylalarından esen yeller gibi kapı ve pencerelerden hayatlara giriyor.

Malazgirt Meydan Zaferi’yle Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Alparslan ve Milli Mücadele’nin ilk kongresini Erzurum’da yaparak kurtuluş hareketini bir anlamda Erzurum’dan başlatan Atatürk arasında bir ilişki de kuruyor yazar.

Erzurum daha çok uzun kış gecelerinde sıcak soba ve semaver çayı eşliğinde sabahlara kadar uzayan sohbetlerle, eşkıya ve halk hikâyeleriyle yer ediyor yazarın zihninde. İran’dan Trabzon’a giden ticaret kervanlarının uğrak yeri olan şehir, yüzlerce yıl boyunca mamur oluşunu buna borçludur. Ticaret yollarının değişimi şehrin de kaderini değiştirmiştir. Ancak Erzurum’a esas yıkıcı etkiyi Rus ve Ermeni saldırıları yapacaktır.

Kitabın Konya’ya dair bölümünde acıklı bir Anadolu Selçukluları tarihi okuyoruz. Gerek sultanların gerekse vezirlerin aralarında yaşanan iktidar mücadelelerinden nasibini alıyor Konya. Yazarın Konya’ya dair esas üzerinde durduğu unsur ise tasavvuftur. Hem Sünni akideye uygun hem de Sünni akideye aykırı pek çok tarikatın bu dönem siyasetinde etkin rol oynadıklarından bahsediyor.

Yazar Konya’yı Mevlana ve şiirle birlikte anıyor. Mevlana ile Yunus’u kıyasladığı bir bölümde Yunus’un dilinin çok daha kuru olduğunu söylüyor. Mevlana’daki anlam derinliğini belirttikten sonra “Yunus’un şiirine kelimeler eşyanın kendisi olarak geliyor.” diyerek Yunus’taki açıklığı dile getiriyor.

Bursa en çok sudur yazara göre. Kuruluş devrinin bütün samimiyeti ve derinliği Bursa’da görülebilir. Yeşilin ve suyun raksı her devirde seyredilir Bursa’da. Bursa biraz da aşktır. Orhan Bey ve Nilüfer Hatun arasındaki aşk, Abdurrahman Gazi’ye kalenin anahtarını veren Bizans güzeli Bursa’yı ve kuruluş devrini aşkla özdeşleştiriyor. Yazar Bursa ve aşk arasındaki ilişkiyi şu cümlelerle ifade ediyor: “Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer.

Kitabın önemli bir kısmını İstanbul’a ayırıyor yazar. Şüphesiz bu durum İstanbul’un izleğimizdeki yerinin daha geniş olmasıyla ilgilidir. Diğer şehirleri derli toplu bir şekilde anlatan yazar, İstanbul faslında önce daldan dala atlıyor daha sonra sistemli bir bütün oluşturuyor. Bu da kuşkusuz İstanbul’un alınması zor, yüksek ve sağlam surların ardındaki bir şehir gibi anlatılmasının da zor olmasıyla ilgili bir durumdur.

Önce kişisel hatıralar ve eski mahallelerle Osmanlı mimarisini anlatan yazar ardından selâtin camilerden, köşklerden, yalılardan, köşe adını verdiği mezar ve çeşmelerden yangınlardan ve yangın sonrası yağmalardan, kahve kültürü ve Beyoğlu gecelerinden uzun uzun bahsediyor. Özellikle XVII. yüzyıl mimarisinin estetik zevk itibariyle özgün ve üstün olduğunun altını çiziyor. İstanbul yazar için Osmanlı estetiğidir. Yazar anlattığı her ayrıntıda estetik bir incelik bulmaya çalışıyor. Yazar İstanbul’u anlatırken okuyucuda bir girdap hissi uyandırıyor. Her isim, her figür, her motif tekrar tekrar iç içe giriyor. Bu durumu izah ederken geçmiş zamanın insanı bir kuyu gibi içine çektiğini söylüyor. Yine geçmişe dair motiflerle ilgili olarak: “Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluktur.” diyerek bütün bu eserlere esas büyüklüğünü veren şeyin Osmanlı’yı oluşturan bütünlük hissi olduğunu vurguluyor.

Tanpınar’ın dili bütün bir imparatorluk dilidir. Onun dilini anlamak için bütün eserlerini Osmanlı’yı oluşturan dinamikleri göz önünde bulundurarak okumak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu gibi süslü, yoğun, kapalı ve asil bir dil oluşturur Tanpınar. Onun eserlerini sadeleştirmek bütün büyüsünü bozmak demektir. Onun dilinden zevk almak için bütün bir imparatorluğun estetiğine hâkim olmak gerekir. Sadece şu ifadeler bile ne demek istediğimizi izaha kâfi gelir: “Çünkü bu daüssılanın kendisi başlı başına bir âlemdir. Onunla geçmiş hayatın en iyi izahını yapabiliriz; bu sessiz ney nağmesinde ölülerimiz en fazla bağlı olduğumuz yüzleriyle canlanırlar ve biraz da böyle olduğu için onun ışığında daha içli, daha kendimiz olan bugünü yaşamamız kabildir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

7 Ocak 2020 Salı

İnsanın ve aşkın belirsizliği arasında var olmak

"İki kadın bir adam, aşk çekilir aradan."
- Yıldız Tilbe

Ülke insanını ve onun duygularını iyi tanıyan, iyi okuyabilen yazarların romanları, en kuvvetli psikolojik metinleri içeriyor. Bu anlamda psikoloji biliminin her şeyini, evet her şeyini edebiyata borçlu olması çok doğal. Bir yandan Dostoyevski, diğer yandan Ahmet Hamdi Tanpınar okuyup da bir insanın metinlerin içine gömülmüş fakat diğer yandan hem acımasız hem de yalın bir formda yazılmış insan ruhuna dair duyguları, hisleri keşfetmesi bambaşka bir zevk. Günümüz Türk edebiyatında da bu ekolü kendi hâlinde, sessiz sakin ama derinden sürdüren yazarlar var elbette. Özellikle Behçet Çelik, Kemal VarolNermin Yıldırım, Şule Gürbüz gibi isimlerin gerek dilleriyle gerek kurgularıyla mutlaka takip edilmesi, dikkatle okunması gerektiğini düşünüyorum.

2019'un sonlarına doğru Behçet Çelik'in İletişim Yayınları'na geçtiğini gözledik. Önce Belleğin Girdapları, peşinden Dünyanın Uğultusu ve nihayet Soluk Bir An ile üç romanı peş peşe okura sunuldu. Yakında, 2008 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülen kitabı Gün Ortasında Arzu da okurla yeniden buluşacak. Benim gibi boyut, font ve kapak takıntısı oldukça fazla olan okurlar için bu yayınevi değişikliği pek sevindirici. Diğer eserleri de transfer olduğunda kitaplıklarda ciddi bir raf tutacak Behçet Çelik. Görünürlük ve dolayısıyla okunurluk anlamında hayırlı olmasını temenni edip kitaba geçiyorum.

İnsanın belirsizliği ile aşkın belirsizliği arasında salınan bir roman Soluk Bir An. Gençken kendine denenmemiş, yürünmemiş yollar bulmaya çabalayan ama zaman geçtikçe aslında özgürlüğünü değil de güvenliğini aradığına inanan bir karakter var karşımızda: Taner. Zaman denen kavramla çok ciddi bir polemiği var. Ne geçmişle ilgilenmek istiyor ne de gelecekle. Bir tutkusunun olup olmadığını sorgularken bile işte bu zaman açmazından yararlanmaya çabalıyor. Ne ki ona kendini tam manasıyla hissettiriyor, işte zaman orada, an orada. Zaten anılar da orada değil mi? Vaktin değerini, kıymetini ölçemeyecek kadar kendimizi kaybettiğimiz duygular değil midir anılar? Bundan olsa gerek, sonradan sadece gözümüzde canlandırabiliyoruz anıları. O duyguları, hisleri yeniden hissedemiyoruz. Sadece hatırlayabiliyoruz. 'Varolmanın dayanılmaz hafifliği' yapışır Taner'in yakasına tüm bu sorgulamalar içinde. Evlidir ayrıca, Yasemin'le. Oğlu da vardır, Cem. Ancak Yasemin'in en yakın arkadaşı, eve sık sık girip çıkan Esra çokça aklını karıştırır. Sanki eşiyle beraber tükettiği duygular Esra'da yankı bulacaktır. Neticede Taner'in umududur bu. Ne Esra'nın haberi vardır bundan ne de Yasemin'in haberi. Cem ise babasının gençliğini yaşar bütünüyle; baba tarafından sevgi görmeyen, işin tuhafı sevgisizlik de görmeyen, evle olan irtibatını anneyle ve televizyonla kurmuş modern zamanların klasik çocuğu.

"İnsan ömrünü kendine bir benlik, kişilik oluşturmakla geçiriyor, sonra gün geliyor önündeki en büyük engelin bunlar olduğunu fark ediyor" diye yazmış Behçet Çelik. Yazarın, Taner'in, Yasemin'in, Esra'nın, gelecek zamanlarında Cem'in ve kitabı okuyan okurun tam da şu zamanlarda en çok yaşadığı his. Benliğin gölgesinde serinleyeceğini zannederken orada kavrulmak ve kavrulduğunun da farkına bir türlü varamamak. Çünkü "herkesin kendini övdüğü bir çağda yaşıyordu. Kimse utanmıyor bundan. Giderek daha yüksek sesle daha çok övüyorlar kendilerini, yapıp ettiklerini...". Evlilikte de dostlukta da aynı şeyleri yapmanın değil, aynı şeylerin yapmamaman ve bu yapamayıştaki anlayışın bir temel olduğunu hatırlatıyor Taner'in ilişkisi. Hep tersinin doğru olduğu, aynı şeyleri sevmenin değerli olduğu söylenir. Aynı şeyleri yapmakta sorun yok, peki yapamazken sorun var mı? İşte her türlü ilişkinin yüz puanlık uzmanlık sorusu. Behçet Çelik, buna benzer bir terslik daha işliyor romanda. "Bir insanı başka bir insanla aldatırız sanmak ne kadar yanlış. Bir insanı ancak onunla aldatırız. Ona başka biri muamelesi yaptığımızda." diyor. Hayatımızdaki en önemli insanları başka birilerinin yerine koyduğumuzda ilişkilerin derinliği kaybolur, taşlar yosun tutar, çamaşırlar kirli kalır, dilden söz çıkmaz. Hayat koca bir illüzyona dönüşür. Ne acı ki bu illüzyona başkası tarafından maruz bırakılmayız böyle durumlarda, basbayağı bir kurmuşuzdur bu tuzağı kendimize.

Taner basit bir Yasemin-Esra arası salınma yaşamıyor. Arkadaşlarıyla da ilişkisini gözden geçiriyor, çocuğuyla da. Böylece hayata topyekun kafa tuttuğu anlar yaşıyor. Sıkılıyor, terliyor, bunalıyor. Bazı acıların gençken atlatılacağına inanıyor, belleğin bunca acıyı nerede sakladığını sorguluyor, hatıraların da pas tutabileceğini düşünüyor. İnsanlar arasındaki ilişkilerde derdin, samimiyetin ve yük oluşun kapladığı yeri çözüyor: "Kimsenin kimseye ilaç olmayacağından adı gibi emin; bir insanın bir başkası için yapabileceği tek şeyin ona dert, yük olmamak olduğuna inanıyor."

Roman ilerledikçe ve Taner bize hafızanın hem acımasızlığını hem de kudretini hatırlattıkta, başka başka karakterlere bürünüyor sanki. Oğuz Atay'ın Hikmet Benol'u, Yusuf Atılgan'ın Bay C.'si, Franz Kafka'nın Gregor Samsa'sı ve benim çok ama çok sevdiğim Hermann Hesse'nin Bozkırkurdu, hatta belki de Siddhartha'sı... Ne istiyor bu adam, kimin karakterine bürünmeye çalışıyor, yaşamdan en büyük beklentisi ne, bu yaşadığı bezginlik mi depresyon mu yılgınlık mı, tüm zamanları kendi düşüncelerinde ağırlayıp kahraman mı olmak istiyor diye düşünürken okur, ansızın söyleyiveriyor memnuniyetsiz oluşunun ardındaki hassasiyeti ve öfkeyi: "Lüzumsuz yere ne kadar önemsiyoruz kendimizi, duygularımızı açıklamıyor, diplomatik demeçler veriyoruz her seferinde; sözlerimizle haklar kazanılıp gasp edilecek, ülkeler, sınırlar değişecekmiş gibi. Bizi yıllar sonra da haklı çıkaracağını umduğumuz laflar geveliyoruz ağzımızda. Zamana hâkim olacağımızı sanıyoruz böyle yapınca; ellerimizin arasındaki yegâne zaman kayıp gidiyor; görmüyoruz."

Romanın başındaki tansiyon nasılsa, sona doğru da öyle ilerliyor. Bunu bir okur olarak muazzam buluyorum. Büyük ümitler vermiyor, iddialı bir son hazırlamıyor, mutluluk ve mutsuzluk ötesinde, çok başka duyguların ve hislerin peşinden gidip okuru hiç de rahatsız etmeden bir ışık tutmaya çabalıyor. Tıpkı Taner gibi aslında. En çok da şunu söylüyor biterken: "Herkesin birbirine yalan söylemek zorunda olduğu bir düzeni vardı dünyanın. 'Yalan dünya' dedikleri bundan başka bir şey değildi."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İnsan kendi 'ben'ini görmek için ötekine bakmalıdır

Ben, Öteki ve Ötesi, İbrahim Kalın’ın daha önce yayımlanan İslam ve Batı isimli kitabının çok genişletilmiş, daha kapsamlı hali. Yazarın soy ismi ile müsemma kalınca bir kitap.

Kalın, kitabı 'İslam ve Batı toplumlarının 'ben' ve 'öteki' tasavvurlarını dikkate almadan, yaşanan gerilimleri ve muhtemel uzlaşı ve çıkış noktalarını bulmamızın mümkün olmayacağı' ana fikriyle kaleme almış. "Ben başkalarından söz ettikçe aslında hep kendimden söz etmekteyim" diyen Montaigne bu sözü ile kitabı özetler mahiyette.

Modern dönemde üç temel yaklaşım var: biri ötekini tamamen yok sayan bir bakış açısı. Yani, her şeyin hakikati, olan ve olması gerekeni benim. Diğeri ötekini yok etmeye çalışan yaklaşım; sömürgecilik. Üçüncüsü, ne ben var ne öteki, hepimiz biriz. Kendini ontolojik olarak evrenin merkezinde gören her topluluk kendi dışındakileri ‘öteki’ olarak algılayacaktır. Oysaki 'Ben' ontolojik anlamda bir hakikattir ve her 'ben' ötekinin varlığını gerektirir, ötekini yok sayamaz.

Batı ve İslam kelimeleri yalnızca savaşı, çatışmayı değil; tarihten dine, felsefeden sanat ve bilime, siyasetten sanata kadar pek çok unsuru ifade ediyor. İslam denince bugün: başörtüsü, namaz, Kâbe, intihar ve terör saldırıları Batı denilince: gelişmiş teknoloji, askeri müdahaleler, işgaller, yerleşim politikaları, gelişmiş ve kalabalık şehirler, yaşam standardı yüksek fakat mutsuz insanlar gibi bir dizi imaj zihinlerde canlanıyor. Evet, bu olgular gerçeğe tekabül ediyor fakat insanı ve toplumu içinde barındıran, sürekli değişen ve dönüşen bu tarihi olguları bir kelime ile ifade etmeye kalkışmak ne kadar mümkündür? İslam dini manada Kur’an’ın öngördüğü inanç ve yaşam biçiminin ifade ederken, tarihi-kültürel manada inanç ilklerinin zaman ve mekân boyutunda farklı şekillerde ortaya çıkışını ifade ediyor. Yani, İslam dediğimizde hem bir inanç sisteminden hem de bir kültür ve medeniyet birikiminden söz etmiş oluyoruz. Batı kelimesine ise dini bir mana yüklüyoruz, batı Hıristiyanlığın ana yurdu olarak görülüyor, oysaki Hıristiyanlık Doğuda yani Kudüs ve civarında ortaya çıkmış bir dindir. Öyle anlaşılıyor ki, Avrupa’da yayılan Hıristiyanlık zamanla Batı dini haline geldi. İslam, Cahiliye Arapları, İran ve Mezopotamya’da Mazdekler, Hıristiyanlar gibi dönemin bütün kültür ve dinleriyle irtibata geçti. Çünkü İslam medeniyeti, dini-kültürel manada ötekine müsamahalıydı. İslam bugün ötekileştirdiğimiz bütün bu kültürleri kendi medeniyet havzasında eritti. Modernleşmenin yarattığı sekülerleşme ile Müslüman toplumlar batıya şüphe ile yaklaşmaya başladılar. Hıristiyan dünyası-batı-ise tarihin en başından itibaren İslam’ı yani Müslümanları ontolojik manada rakip olarak algıladılar, çünkü ortaçağ Avrupası İslam hakkındaki ilk bilgilerden yoksundurlar. İslam, Arap müşrikleri ve Doğu Hıristiyanları arasında yayılınca batılılar Müslümanları hem ontolojik hem de siyasi bir rakip olarak görmeye başladılar. Felsefe, tıp, düşünce alanlarında Müslüman düşünürlerden etkilenen batı için İslam artık kültürel bir öteki haline de geldi. Avrupalılara göre, terör ve cinsellikle özdeşleşen İslam dinine rağmen İslam kültür ve medeniyeti doğup, gelişmişti.

Tüm bu verilerden hareketle Batılıların gözünde biz doğulular neyi ifade ediyoruz? ‘Öteki’ni. Ortaçağ boyunca Avrupalıların İslam hakkındaki cehaletlerinden ötürü Müslüman toplumlar şiddet ve cinsellikle özdeşleştirildiler. Osmanlı dönemlerinde Avrupalılar için Türk demek savaş, ölüm ve fetih kavramlarını ifade ettiği için Türkler korkulan, bu sebepten ötekileştirilen bir milletti. Bunun nedeni Türklerin Avrupa’ya yaptıkları seferlerdir. İki medeniyet arasındaki siyasi ve askeri çatışmalara rağmen aynı süreçte devam eden bilim, sanat, felsefe, ticaret vb. alanlarda yoğun bir etkileşimin varlığına şahit oluyoruz. Birbirleriyle yakın ve yoğun temas halinde olan İslam ve Batı medeniyetlerinin her ikisi de evrensellik iddiası taşıyor. Farklılıklarından dolayı değil bilakis bu benzerliklerinden yani evrensellik misyonlarından dolayı İslam ve Batı medeniyetleri her çağda karşı karşıya gelmiştir.

Aralarındaki önemli farklılıklara rağmen, İslam ve Batı medeniyetleri çatışmak zorunda değiller. Bir arada yaşamanın asgari şartı, herkesin kendi kalarak ortak iyide uzlaşmasıdır. Adil, katılımcı ve eşitlikçi bir dünya düzeninin anlamı, herkesin aynı şekilde düşünüp yaşaması değil, farklı görüşlerin bir arada var olma iradesi göstermesidir. Bir arada yaşama ahlakı ve kültürü, zor olmakla beraber imkânsız bir hedef değildir. İslam ve Batı medeniyetleri “iyilikte yarışan topluluklar” (Maide/48) oldukları zaman bölgesel ve küresel barışa katkıda bulunacaklardır.". Kalın’a göre, İslam ve batı medeniyetlerinin bir arada yaşaması mümkün mü? Evet, mümkün fakat görünen o ki birinin askeri, ekonomik ve medeniyet hükümranlığı şartıyla. Çünkü bu iki medeniyet arasında ağır ve uzun süreli kötümser bir karşıtlık mevcut. Kitabın ana tezlerinden bir diğeri de her “ben” tasavvurunun bir “öteki”ni zorunlu kıldığı ve ontolojik düzeyde yani toplumsal bağlamda bu “ben” ile “öteki” arasındaki ayrımdan kurtulmanın mümkün olmadığı. Yazar, İslam ve Batı arasındaki ilişkilerin çoğu zaman bir algı ve imajlar savaşı olduğunu da vurguluyor; çünkü insanlar kendilerine sunulan imajlara kolayca inanmaya yatkın varlıklar.

Batı da İslam dünyasının ‘modern ötekisi’ haline gelmiş durumda. Kuruluş ve devam eden aşamalarında, medeniyet adı altında insanlığa kan ve gözyaşı getiren Batı, kendi dışındaki ırk ve dinlere karşı şiddete dayalı bir ilişki biçimi geliştirdi. Tam da bu yüzden Doğu’da yaşanılan Batı’ya hayraniyet değil, aksine Batı karşısında aşağılık kompleksi.

İslam mükemmel bir din evet ama biz dinimizi zekice, hissederek yaşama gayretinde değiliz asırlardır. İbn Haldun sosyolojinin kurucusu ve ilk kez tarih felsefesi yapan şahsiyet, İbn Heysem optik ilminin kurucusu evet, fakat bu ve benzeri tarihi gelişmeler, bizi üstün insan/ millet yapmıyor. Belki de yalnızca geçmiş mirasımızla övündüğümüz için yeni değerler üretemiyor ve mirasımıza miras eklemek için bir kaygı gütmüyoruzdur? Müslümanların iki asırdır şimdinin hakkını vermediği için geçmişiyle övünüp durduğu ve hakikati kendi tekellerinde bulundurduklarını sanmak gibi bir gafleti yaşadığı yadsınamaz bir gerçektir. Hakikati aramak çabasına girişmek gibi bir zahmete de katlanmayan İslam dünyasının unuttuğu diğer gerçek, hangi kültürel ve dinsel kaynaktan gelirse gelsin hakikatin sürekli bir değerinin var olduğudur. Evet, bizim Şeyh Galip’imiz, İbn Arabî'miz, Yunus'umuz var ama Dostoyevski'yi, Heidegger'i, Eflâtun'u vs. görmezden gelmemek gerekmektedir. Aydınlanmacı Batı aklının bugün dünyayı sürüklediği kaos apaçık ortadadır fakat biz Müslüman olduğunu iddia edenler, bugün Allah’ın sonsuz yaratıcılık gücünü dahi batılıların gerçekleştirdiği buluşlar sayesinde çok daha iyi hayal ediyor değil miyiz? Doğa yasalarıyla ilgili keşiflerin tamamında inanç ve davranışlarını eleştirdiğimiz insanların imzası var. Biz Müslümanız! Ama bugün dünyanın en iyi, en başarılı, en üstün, en ahlaklı mensupları değiliz ne yazık ki. Batı’nın bugün hükmedici, güçlü bir konumu var, lakin bu durum elbette Kurânî bir ifadeyle 'İzzet’in karşılığı değildir. Evet, İslam aksiyoner bir dindir fakat Müslümanların başka medeniyetlerden etkilenmediği ve beslenmediğini iddia etmek "İslam, bir din ve medeniyet olarak başka kültürlere ilgi duymayacak kadar benmerkezci. Avrupalılar ise hasım ve rakipleri olan İslam hakkında bilgi toplama ihtiyacı hissedecek denli mütevazı" diyen Bernard Lewis’i haklı çıkarmak olacaktır. Oysaki İslam’da ilmin evrensellik ve sürekliliği vardır, bu sebepten Müslümanlar başka medeniyetlere ilgi duydukları, diğer kültürlerle ilgilenmemek gibi bir anormalliğe kapılmadıkları gerçeğini unutmamak lazımdır.

İslam dünyasının kendi değerlerine dayalı bir gelecek inşa etmesi, bu aşağılık psikolojisinden kurtulmasına bağlıdır. İslam dünyası yeniden kendi tarihinin öznesi olabilirse, geçmişiyle barışık, geleceğine güvenle bakabilen bir dünyası da olacaktır. Bunun için Müslüman dünyanın Batı algısını gözden geçirmesi ve bir ‘öteki’ olarak Batı’yı aşması gerekiyor. Birbirini öteki olarak algılayan "Batı" ve "İslam" medeniyetlerinin birbirleri hakkındaki tasavvurları aslında kendilerinin aynadaki yansımalarıdır. Bir öteki olarak kurgulanan İslam algısının alt yapısında Batı’nın korkuları, hayalleri yatmaktadır. Batı’yı İslam’ı ötekileştirdiği için ötekileştirenler, Batı ile aynı hataya düşmekte ve Batı’yı günah keçisi konumuna getirmektedir. Şaban Ali Düzgün’ün ifadesiyle: "Hristiyanlar da Müslümanlar da tekilci söylemlerden uzak durmalı ve dinsel ve kültürel, her türlü çoğulculuğa imkân veren bir alt yapı kurmalıdırlar. Medeniyetler birbirlerini salt öteki değil, kurucu ötekiler olarak tanıma ahlakını geliştirmelidirler. Özellikle Avrupa medeniyeti, başkalarıyla diyaloğa geçmeden önce geçmişteki kurucu çok kültürlülüğü; Farabi’nin, İbn Rüşt’ün, Gazali’nin rasyonel katkılarını yeniden gözden geçirmelidir."

Cemil Meriç, "Düşman ne doğudur ne batı; 'Allah doğunun ve batının Rabbidir.' Düşman gözü bağlı olandır. Savaşın amacı bu bağları çözmek; kinin, öfkenin, ön yargının. Benim düşman olduğum Batı, sömürgeci Batıdır, yamyam batı. Düşünen Batı’nın dostuyum." diyor. Kur’an, doğu-batı kavramlarının göreceliğini vurguluyor ve asıl meselenin iki medeniyeti de aşan hakikate yönelmek olduğunu ifade ediyor. Medeniyetler ortak iyide buluşmaya çalışırken dinler de özlerindeki temel ahlaki öğeleri öne çıkarmalı ve bu sürece destek vermelidir. Aksi halde din adına konuşanlar yaşadığımız çağdaki insani felaketler karşısında ne yapmakta olduklarını sorgulamalıdırlar. Yani, Lewis’in iddia ettiği gibi Batı ile barış içinde yaşayabilmek için Müslüman toplumların modernleşerek sekülerleşmesi gerekmiyor. Çünkü ne Hz. Muhammed teröristtir ne de Müslümanlar Nazilerden daha tehlikelidir, gerçek olan Hıristiyanların tarih boyu din adına başvurduğu şiddet ve terördür.

Ötekine bakarken, aslında aynada kendimize bakıyoruz. Kendi inancımızda ilerlerken yolda kaç testi kırıp, hangi insan haklarını ihlal ettiğimizi, vahdeti nasıl incittiğimizi hiç bilmiyoruz. Her medeniyetin temelinde suçlamak ve yargılamak yerine 'öteki'ne hürmetin, yani kul hakkına riayet etmenin, onu anlamaya çalışmanın olduğunu unutuyoruz. Bugün, 'öteki'ne karşı sorumluluk bilincine sahip olmak şöyle dursun, 'öteki'nin acziyetinden güç devşiriyoruz. Ötekine nefes alma hakkı dahi tanımayıp, varlığı, hakikati kendi üzerimizden okuyor ve üstüne hakikati kendimize mülk edinmeye çabalıyoruz. Bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi yaşamayanı tekfir sopamızla kovalıyoruz. Hakikate sahip olduğunu düşünen şarkın çocukları, hakikate talip olmayı unutuyor.

Aynı bilemedikçe gayrı bilemiyoruz. Oysa ayni bilmek, gayri bilmekle mümkün. Mutlaka aynaya bakmalı insan, Hz. Peygamber'in öğüdünü dinleyip. Göz nasıl kendini görmek için karşısında duran aynaya bakmak mecburiyetinde ise, insan da kendi 'ben'ini görmek için ötekine bakmalıdır.

Sevil Türkyilmaz
twitter.com/arzhal_

Cepheden cepheye kanayan yara

Belediyelerin pek çok işlevi var. Bu işlevlerden biri ve kanaatimce en mühim de kültürel çalışmalara destek vermesi. Sanat, edebiyat, spor vb. alanlarda gerek bizzat yaptıkları çalışmalarla gerekse destek oldukçarı projelerle önemli bir boşluğu doldurdukları tartışılmaz. Bursa Nilüfer Belediyesi bu tür belediyecilik anlayışının önemli bir örneği. Süvari Albay Abdülhalim Akkılıç'ın anılarından derlenen Askerin Romanı adlı kitap, yakın tarihimize dair belleğimizde oluşturulan çok büyük boşlukları dolduruyor.

Kitap, Abdülhalim Akkılıç'ın notlarından hareketle oğlu tarafından ve bizzat anı sahibinin ağzından kaleme alınmış. 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı'ndan başlayıp 2. Dünya Savaşı' nda kısmi seferberlik yıllarına kadar olan süreci, cepheden cepheye sürüklenmiş kahraman bir askerin bakışıyla sunuyor kitap. Osmanlı ordusunda başlayıp Türk Silahlı Kuvvetleri'nde son bulan bir askerlik hikayesi.

Osmanlı ordusunun Kurtuluş Savaşı içindeki rolü hep es geçilmiş bir gerçekliktir. Bu Osmanlı subayının hatıraları bize açıkça gösteriyor ki Anadolu’nun pek çok yerinde kahramanca bir araya gelen milisleri Osmanlı subayları tarafından disiplinli birlikler haline getirilmiş ve ayrıca bu subayların hemen hepsi Kuvvacı olarak Ermenilere, Rumlara, Fransızlara karşı savaşmıştır. Bu subaylar için Mondros Anlaşması'ndan sonra ordunun büyük oranda dağıtılması karşısında, vatan toprağını savunmak için Kuva-yı Milliye'ye katılmaktan başka yol yoktur. Bu subaylar İstanbul ve Ankara hükümetleri arasında bir bocalama yaşamadan, din ve devlet aşkıyla düşmana direnmeye devam etmiştir.

Abdülhalim Akkılıç'ın notlarında Osmanlı ordusunda son dönemdeki komuta kademesindeki kopukluk ve ordudaki siyasi çekişmelere dair önemli ayrıntılar var. Balkan Savaşlarındaki başarısızlık büyük oranda yüksek rütbeli askerlerin ilgisizliğine ve bölgenin dinamiklerini bilmeyişlerine bağlanıyor. Pek çok saldırı ve savunma girişimi komuta kademesindeki bu tür basiretsizlikler yüzünden akamete uğruyor. Bununla birlikte özellikle genç subayların vatan aşkı ve kahramanlıkları gözler önüne seriliyor.

Benzer bir durum Sarıkamış Harekatı için de söz konusu. Anı sahibi Sarıkamış Harekatına bizzat katılmış ve emrindeki birliklerle düşmana ciddi kayıplar da verdirmiş. Ordumuzun bu harekatta başarısız olması da esas olarak birlikler arasındaki iletişim yetersizliği. Her ne kadar bölgenin iklim şartları ve ordumuzun lojistik durumu başarısızlığın sebebi gibi görülse de benzer zorluklar Rus askeri için de geçerli idi ve bölge halkının esas desteği Osmanlı ordusundan yanaydı. Anı sahibinin iddiasına göre harekat için Allahuekber Dağlarını aşmak gibi zorlu bir girişime gerek duymadan, çok daha kısa ve kolay bir yoldan Sarıkamış'a gitmek de mümkündü. Bütün bunlara rağmen Osmanlı ordusu bu cephede önemli bir mücade vermiş ve Rusların ilerleyişini durdurmuştur. Burada da yine üst rütbeli subayların sorumluluktan kaçmak için korkakça davranmaları ve ikircikli emirleri yüzünden ordumuzun ciddi kayıplar verdiğini görebiliyoruz.

Anı sahibi milli mücadele içinde Antep ve çevresinin müdafaasında bulunmuş ve emrindeki askerlerle bu bölgedeki milisleri desteklemiş. Bölgede aşiretlerin bir kısmı Fransızlarla işbirliği yaparken bir kısmının da Türkleri desteklediğini notlardan anlıyoruz.

Kitap, ayrıca Osmanlı ordusunun içinde bulunduğu sefaleti gözler önüne derme bakımından da önemli. Subayların dahi pek çok zaruri ihtiyacını karşılayamadığı göz önünde tutulursa erlerin durumunun vehameti daha iyi anlaşılıyor. Yağmur ve kar altında defalarca bütün eşyalarını ve atlarını kaybeden askerler çareyi firar etmekte buluyor.

Bu arada anı sahibi Türk askerinin bu durumunu eleştirmekten kaçıyor çünkü şartlar ölmemek için firar etmeyi zorunlu kılabiliyor. Çoğu zaman askerin iaşesini dahi karşılamayan bir ordu böylesi zorlu bir arazide vatan savunması yapmaya çalışıyor.

Dili ve kurgusu itibariyle de başarılı bir kitap. Osmanlı'dan Türkiye'ye uzanan bir köprü gibi okunmalı bu kitap. Kitapta ayrıca Türk ordusunun cumhuriyet dönemindeki durumu da görülebiliyor. Savaş döneminde başarıdan başarıya koşan askerler barış döneminin siyasi oyunları karşısında çaresiz kalıyor.

Ermenilerin katliamları, zorunlu göç ettirilen Türkler, isimsiz kahramanlar ve iki devleti bir eyleyen bir üslup.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

6 Ocak 2020 Pazartesi

Bir dönüşüm distopyası

“Kentlerle ilişkimiz rüyalarla olduğu gibidir.”
- Italo Calvino, Görünmez Kentler

Uyku Sersemi, Hakan Bıçakçı’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan 180 sayfalık kitaplarından biri. Benimse ilk Bıçakçı kitabım. Akıcı bir üsluba sahip, rüyalar ve gerçekler arasında geçişleri olan, bu geçişler nedeniyle okuyucunun da zaman zaman -aynı anlatıcı gibi- gerçekte mi yoksa hayalde mi olduğunu sorgulatan bir eser. Kahraman (ana karakter)’ın bir yayınevi görüşmesi ile açılıyor sahne. Yayınevi ile anlaşarak İstanbul’un yaşayan (!) eski kitapçılarını, sinemalarını, pastanelerini, meyhanelerini vb. mekanları anlatan, birçok farklı dile çevrilecek, rehber niteliğinde bir kitap hazırlanacak. Kitap on binlerce adet basılacak, böylece çocuk denecek yaştan beri listeleme alışkanlığı olan Kahraman’ın bu anlamsız alışkanlığı bir üretime dönecek. Ancak hayli heyecanlı olmamız gereken daha bu ilk sahnede son derece üşengeç davranışlar sergilediğini gördüğümüz Kahraman, bir şeylerin anlatı boyunca kötüye gideceğinin de işaretçisi. Anlatıda kötüye giden her şey de mekanla ilişki içinde. Tam da bu nedenle, kitapta da alıntılanan Calvino cümlesini epigraf şeklinde paylaşarak başladım yazıya. Zira, romanın özeti ne denseydi, sanırım bu cümleyi söylerdim.

Kitapta, dağılan bir şehir sahnesi var mütemadiyen. Karakterin, adımını attığı her yerde bir inşaat, çamur, vinçler ve şehrin yeni siluetinde gayet normalmiş gibi yerini alan tomalar… Öyle ki Kahraman’ın yaşadığı sokak dahi kentsel dönüşüm ile beraber hızlı bir biçim değiştirmeye başlamış halde. Evlerin tümü yıkılıyor. Mahallede sanki bir onun yaşadığı, bir de karşısında dans okulu bulunan apartman kalıyor. Dans okulu da anlatıdaki önemli motiflerden biri. Kahraman’a göre anlamsız bir şekilde dönüp duruyor içeridekiler sanki yıkım olmayacakmış, sanki bu şekilde dönerek zamanı durdurabileceklermiş gibi. Kahraman’ın evi de yıkılacak oysa… Her an çıkması gereken bir evi, yuva hissedebilir mi insan? Kahraman da aslında tam bir yersiz yurtsuz bu anlatıda. Kitapta dönüşen tek şey bu sokak değil. Şehir dönüşüyor ve dönüşürken bir hayal de silinip gidiyor beraberinde.

Kahraman, yayınevi ile üzerinde anlaştığı kitaba hazırlık yapıyor bir taraftan bu boğucu şehirde, görüşeceği mekanları organize ediyor, onlar için sorular hazırlıyor ancak ne yazık ki bu çalışmalarının neticesi pek de bir yere varmıyor. Eski olan, insanlara kalan ne varsa birer birer siliniyor haritadan. Daha ilk röportajını yaptığı kitapçının yakında kapanacağını öğreniyor mesela. Üstelik kitapçı dalga geçer gibi “twittera falan da yazdık” diyerek normal bir şeymiş gibi kestirip atıyor bu olayı. Eninde sonunda bir şekilde pes etmeden çalışmasına devam etse de, görüşeceği pastanenin, sinemanın da kapanacağını öğreniyor. Zaten tüm bu gelişmelerle beraber, yayınevi de kitap projesini farklı bir yöne çevirerek (Kahraman’ın yorumu ile aslında iptal edilecekken kendisine acındığı için belki de bu çevirme) 1000 adet basılacak bir İstanbul kitabına dönüştürüyor. Kahraman, kapanan mekanları yazacak, kitap hiçbir dile çevrilmeyecek, zira kapanan yerleri kim ne yapsın?

Tüm bu şehir dönüşürken, insanlar da değişiyor elbette. Başta da Kahraman. Önce sesi değişiyor. Röportaj kayıtlarını dinlerken bunu fark edince çok ürküyor. Derken yüzünün değişmeye başladığını görüyor sevgilisi Elif’in o uyurken çektiği bir fotoğrafta. Bu dönüşümle beraber gitgide yalnızlaşıyor. Önce sevgilisi ile ayrılıyor, sonra anne ve babası ile bağlarını koparıyor yavaş yavaş bilerek ve isteyerek. Öyle bir yalnızlık haline bürünüyor ki yine yıkılmak üzere olan ikinci evine taşındığında tek bir ayna olmuyor etrafta. Kendi yüzünü bile görmek istemiyor. Sesini duymak istemiyor, pek konuştuğunu da göremiyoruz.

Uyku Sersemi, bir alışkanlık haline geldiğini ve normalleştirdiğimizi düşündüğümüz şehrin değişen çehresinin bireye yansıyan tarafı. Mekan değişirken insanın aynı kalamayacağının kanıtı. İçinde yaşanmaz hale gelen şehirle beraber insan kalınamayacağının bir göstergesi. Şehir bir rüya gibi değişirken ve biz aynı bir rüya gibi eski halini hatırlamazken, kendi benliğimizin ve hatta görünen taraflarımızın bile nasıl değişmeye mahkum olduğunun anlatısı. İnsanın ruhunu sıkan bir çerçeveye sahip bir romanın böyle akıcı bir üslupla kaleme alınmış olması da Hakan Bıçakçı’nın başarısı diye düşünüyorum. Şehri, şehrin simgelerini seven, değişimle ilgili dertlenen ve bu bağlamda kendini sorgulayan herkesin bir parçasını içinde bulacağı bir eser.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler