Uyku Sersemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uyku Sersemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ocak 2020 Pazartesi

Bir dönüşüm distopyası

“Kentlerle ilişkimiz rüyalarla olduğu gibidir.”
- Italo Calvino, Görünmez Kentler

Uyku Sersemi, Hakan Bıçakçı’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan 180 sayfalık kitaplarından biri. Benimse ilk Bıçakçı kitabım. Akıcı bir üsluba sahip, rüyalar ve gerçekler arasında geçişleri olan, bu geçişler nedeniyle okuyucunun da zaman zaman -aynı anlatıcı gibi- gerçekte mi yoksa hayalde mi olduğunu sorgulatan bir eser. Kahraman (ana karakter)’ın bir yayınevi görüşmesi ile açılıyor sahne. Yayınevi ile anlaşarak İstanbul’un yaşayan (!) eski kitapçılarını, sinemalarını, pastanelerini, meyhanelerini vb. mekanları anlatan, birçok farklı dile çevrilecek, rehber niteliğinde bir kitap hazırlanacak. Kitap on binlerce adet basılacak, böylece çocuk denecek yaştan beri listeleme alışkanlığı olan Kahraman’ın bu anlamsız alışkanlığı bir üretime dönecek. Ancak hayli heyecanlı olmamız gereken daha bu ilk sahnede son derece üşengeç davranışlar sergilediğini gördüğümüz Kahraman, bir şeylerin anlatı boyunca kötüye gideceğinin de işaretçisi. Anlatıda kötüye giden her şey de mekanla ilişki içinde. Tam da bu nedenle, kitapta da alıntılanan Calvino cümlesini epigraf şeklinde paylaşarak başladım yazıya. Zira, romanın özeti ne denseydi, sanırım bu cümleyi söylerdim.

Kitapta, dağılan bir şehir sahnesi var mütemadiyen. Karakterin, adımını attığı her yerde bir inşaat, çamur, vinçler ve şehrin yeni siluetinde gayet normalmiş gibi yerini alan tomalar… Öyle ki Kahraman’ın yaşadığı sokak dahi kentsel dönüşüm ile beraber hızlı bir biçim değiştirmeye başlamış halde. Evlerin tümü yıkılıyor. Mahallede sanki bir onun yaşadığı, bir de karşısında dans okulu bulunan apartman kalıyor. Dans okulu da anlatıdaki önemli motiflerden biri. Kahraman’a göre anlamsız bir şekilde dönüp duruyor içeridekiler sanki yıkım olmayacakmış, sanki bu şekilde dönerek zamanı durdurabileceklermiş gibi. Kahraman’ın evi de yıkılacak oysa… Her an çıkması gereken bir evi, yuva hissedebilir mi insan? Kahraman da aslında tam bir yersiz yurtsuz bu anlatıda. Kitapta dönüşen tek şey bu sokak değil. Şehir dönüşüyor ve dönüşürken bir hayal de silinip gidiyor beraberinde.

Kahraman, yayınevi ile üzerinde anlaştığı kitaba hazırlık yapıyor bir taraftan bu boğucu şehirde, görüşeceği mekanları organize ediyor, onlar için sorular hazırlıyor ancak ne yazık ki bu çalışmalarının neticesi pek de bir yere varmıyor. Eski olan, insanlara kalan ne varsa birer birer siliniyor haritadan. Daha ilk röportajını yaptığı kitapçının yakında kapanacağını öğreniyor mesela. Üstelik kitapçı dalga geçer gibi “twittera falan da yazdık” diyerek normal bir şeymiş gibi kestirip atıyor bu olayı. Eninde sonunda bir şekilde pes etmeden çalışmasına devam etse de, görüşeceği pastanenin, sinemanın da kapanacağını öğreniyor. Zaten tüm bu gelişmelerle beraber, yayınevi de kitap projesini farklı bir yöne çevirerek (Kahraman’ın yorumu ile aslında iptal edilecekken kendisine acındığı için belki de bu çevirme) 1000 adet basılacak bir İstanbul kitabına dönüştürüyor. Kahraman, kapanan mekanları yazacak, kitap hiçbir dile çevrilmeyecek, zira kapanan yerleri kim ne yapsın?

Tüm bu şehir dönüşürken, insanlar da değişiyor elbette. Başta da Kahraman. Önce sesi değişiyor. Röportaj kayıtlarını dinlerken bunu fark edince çok ürküyor. Derken yüzünün değişmeye başladığını görüyor sevgilisi Elif’in o uyurken çektiği bir fotoğrafta. Bu dönüşümle beraber gitgide yalnızlaşıyor. Önce sevgilisi ile ayrılıyor, sonra anne ve babası ile bağlarını koparıyor yavaş yavaş bilerek ve isteyerek. Öyle bir yalnızlık haline bürünüyor ki yine yıkılmak üzere olan ikinci evine taşındığında tek bir ayna olmuyor etrafta. Kendi yüzünü bile görmek istemiyor. Sesini duymak istemiyor, pek konuştuğunu da göremiyoruz.

Uyku Sersemi, bir alışkanlık haline geldiğini ve normalleştirdiğimizi düşündüğümüz şehrin değişen çehresinin bireye yansıyan tarafı. Mekan değişirken insanın aynı kalamayacağının kanıtı. İçinde yaşanmaz hale gelen şehirle beraber insan kalınamayacağının bir göstergesi. Şehir bir rüya gibi değişirken ve biz aynı bir rüya gibi eski halini hatırlamazken, kendi benliğimizin ve hatta görünen taraflarımızın bile nasıl değişmeye mahkum olduğunun anlatısı. İnsanın ruhunu sıkan bir çerçeveye sahip bir romanın böyle akıcı bir üslupla kaleme alınmış olması da Hakan Bıçakçı’nın başarısı diye düşünüyorum. Şehri, şehrin simgelerini seven, değişimle ilgili dertlenen ve bu bağlamda kendini sorgulayan herkesin bir parçasını içinde bulacağı bir eser.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler