30 Aralık 2019 Pazartesi

Çekirdeği olsa, bozkır kalır mıydı bozkır?

Cumhuriyet tarihinin üzerinde en çok tartışılan konularından biri Köy Enstitüleri’dir. 1940 yılından itibaren Tek Parti yönetimince açılmaya başlanan köy enstitülerinin kapanışı, Demokrat Parti zamanında, 1954 yılında olmuştur. Üzerinde polemik yapılmasının önemli nedenlerinden biri de bu enstitülerin açılışını başka kapanışını başka partinin yapmış olmasıdır. Çünkü köy enstitüleri, üzerinde çok fazla tartışma dönse de, sosyal medya ve internette karşılaşılan birkaç yüzeysel bilgi dışında çoğu kimsenin -konuya özel ilgi duyanlar dışındakilerin- çok da bilgisi olmadığı kurumlardır. Bu yüzden mutlaklaştırılmıştır kimilerince. Bazı kesime göre kapatılması tamamen hatadır, çünkü oralardan tam donanımlı öğretmenler çıkıyordur ve çıkacaktır. Türkiye gelişecek eğitim şahlanacaktır. Kimilerine göre de bu kurumların bir faydası yoktur hatta zararı vardır, komünizm propagandası yapmakta ve çocukları küçüklükten öğretmenliğe kadar bu propaganda ile yetiştirmektedir. Sonuç olarak köy enstitüleri çok uzun sürmeyen bir projedir; ancak üzerindeki tartışmalar hiç bilgisi olmayanlarca bile halen devam etmektedir.

Kemal Tahir, Osmanlı ve Türk tarihinin sinir uçlarına, önemli olaylarına dokunmayı seven bir yazar. Gerek ekonomik gerek siyasal gerekse eğitim alanında konuşulması istenmeyen veya konuşulması belli bir kalıp dışında yasaklanan şeyleri romanlarında her zaman işlemiş bir yazar. Örneğin İzmir suikastını anlattığı Kurt Kanunu, mütareke yıllarını anlattığı Esir Şehir üçlemesi ve yaşadığı tarihlerde konuşulması bir tabu olan Osmanlı’nın, kuruluşunu konu edindiği Devlet Ana bu durumun en önemli kanıtlarıdır. Tabii Kemal Tahir köy enstitüleriyle de ilgili fikir sahibidir ve köy enstitülerinin her alanıyla ilgili söyleyeceği şeyler vardır. Bunları da 1967 yılında yayımladığı Bozkırdaki Çekirdek kitabıyla söylemiştir.

Kemal Tahir kitabını üç ana bölüme ayırmış: Ortam, Deney ve Bozkırdaki Çekirdek. Bunları da kendi içinde ve isimlendirerek kısımlara ayırmış yazar. İsimlendirme Kemal Tahir romanlarında önemli bir şey. Sadece kitaplarının isimleri değil bölüm içi isimlendirmeler de yazar için önemlidir. Çünkü bu isimlerle yazar bütün bölümü bir veya birkaç kelimeyle özetler. Örneğin ilk bölüm olan Ortam’ın alt başlıkları Çatı, Taban, Çevre ve Pazar’dır. Tahir bütün bu bölümleri ilk bölümün asıl meselesi olan ortama bağlar ve bu ortamı da kendi içinde böler.

İlk bölümün ilk kısmı mekân olarak Ankara’da, Tek Parti Genel Sekreteri’nin bürosunda geçer. Kişi olarak karşımızda Tek Parti Genel Sekreteri, Karayağız Milletvekili, Profesör Milletvekili, Paşa Vekil ve İlköğretim Genel Müdürü vardır. Ağırlıklı olarak diyaloglar üzerinden ilerleyen bu bölümde milletvekilleri arasındaki siyasi güç savaşı göze çarpar. Köy Enstitüleri’nin kapatılması veya bu kurumların devamı konusuna görüş ayrılıkları vardır ortamda bulunan kişilerin. Fakat mihver Milli Şef’tir. Ona göre konum alınır. Konu Çankırı-Çorum-Kastamonu illerinin kesişim noktasındaki Keşiş Düzü’ne yeni açılacak enstitüdür. Konuşmada köy enstitülerine nasıl öğrenci bulunacağı, bu kurumların köylüye ve millete faydası, buradan çıkacak öğretmenlerin nasıl kullanılacağı gibi konular konuşulur. Amaç köyü değiştirmektir:

Şehir çocuğuna gerekli öğretim başka, köy çocuğuna başka… Enstitülerde yeterince genel bilgi, meslek bilgisi veriyoruz. İstediğimiz, köy yaşayışında öncü, sözü geçer, saygılı, kendine fikir sorulacak, akıl alınacak insanı yetiştirmek… Öncelik tanıyoruz pratik bilgilere… Bunun da belkemiği, çalışmaya gidecekleri yer köy olduğu için: tarım…

Fakat bu, bürokraside, devletin üst katmanlarında böyledir. Bozkır, taşra farklıdır. Bu romantik amaçlar zaten ortamdaki diğer milletvekillerince de çok inanılan şeyler değildir. Bu projeye duruma romantik yaklaşan bir avuç insandan başka inanan yoktur. İlk bölümdeki mekânı kitabın kalan kısmında göremeyiz. Kemal Tahir bundan sonraki her bölüm ve kısmı taşrada, enstitünün kurulacağı bölgelerde geçirir. Fakat ilk kısım Çatı’daki genel kapsam, kitabın diğer bölümlerinde daha spesifik konulara doğru eğilir. Çatı’da okur, köy enstitülerinin o ana kadarki bütün defolarını da görür. (Yanlış yerden öğrenci seçimleri, hazır binaların kullanılması, köylerdeki yarı feodal düzenin hesaba katılmaması, köy eğitmenlerinin çocukları kendi özel işlerinde kullanması vb.) Zaten kitabın ilk kısımdan sonraki bölümleri bu defoların ortaya dökülmesi şeklinde ilerler.

İlk bölümün diğer üç kısmı Taban, Çevre ve Pazar kurulacak enstitüye en yakın köy olan Şirin Köyü ve kasaba olan Ilgaz’da geçer. Bu kısımlarda yerel kahramanlar kitaba dâhil olur. Cinci Nezir, Zeynel Ağa, Topal Muhtar, Yamörenli Eğitmen Murat, Sultan, Öğretmen Nuri Çevik, Enstitü Müdürü Halim Akın, Başeğitmen Cemal Avşar ve Öğretmen Emine Güleç gibi kahramanlar üzerinden hem köy ve kasaba halkının sosyal yaşamı, eğitim düzeyi gibi şeylerin panoraması çizilir hem de enstitüye, halkın deyimiyle ‘esdüdü’ye bakışı işlenir. Taşranın kendi kurallarının olduğu, devlet ve kasaba halkının ‘çarpıştığı’nı okur fark eder. Devlet ve halk fikren çarpışır fakat güçsüz olan tarafın riyakârlığı da ön plana çıkarılır. Her bir karakterin özellikleri ilk bölümün her kısmında detaylı işlenir. Okur açısından bir açık kapı yoktur. Kim iyi kim kötü ortadadır. Aynı zamanda mekânın kişiler üzerindeki belirleyiciliği de işlenenler arasındadır. Yerel halkın önde gelen isimlerince yapılan şark kurnazlığı, para hırsı, cahillik ve devlete karşı duyulan korku ön plandadır. Enstitü olayı, yukarıdakilerin ayrı, aşağıdakilerin ayrı güç savaşı verdiği bir durumdur. Kemal Tahir birinci bölüm Ortam’da okura kısaca “enstitü olayında yukarıda, yani Ankara’da durum bu, aşağıda, yani taşrada durum bu, bir de arada enstitülere polyannacı bir şekilde yaklaşanlarca da bu” der.

İkinci bölüm olan Deney kendi içinde dört kısma ayrılır: İnanç, Kaynak, Keşiş Düzü, Dumanlı Boğaz. Bu isimlendirmelerden zaten hangi ismin altında neler işlenmiştir fark edilebilir. İnanç kısmında bu köy enstitülerine olan inanç; Emine Güleç, Halim Akın, Nuri Çevik ve Cemal Avşar üzerinden işlenir. Ancak İnanç kısmının bir karakteri vardır. Az sözle çok şey anlatan ve bu dört inanmış öğretmenin aklını, enstitülerin gerçekten başarılı olup olamayacağı konusunda karıştırmış olan biri: Müfettiş Şefik Ertem. Şefik Ertem Milli Eğitim müfettişlerindendir ve köy enstitülerinin başarılı olamayacağını, hem yöntem açısından hem devletin taşraya olan tavrı açısından tamamen yanlış bir planlamayla oluşturulduğunu savunur. Bu, romantik bakış açısına sahip öğretmenlerin arasından realist bir bakışla sivrilen bir karakterin durumu objektif değerlendirmesidir. Özellikle bu enstitülerin tepeden inmeci bir şekilde oluşturulmuş olması, devletin, taşranın kendi dinamiklerini hesaba katmadan bu projeyi gerçekleştirmesi Müfettiş Şefik Ertem’in önemli fikirlerindendir:

…Çok arandı köyü ihya edecek okul tipi… Sonraları anladım ki, böyle saman alevi gibi parlayışlarımız hep kolaya kaça huyumuzdanmış… Kaytarmacılığımızdan… Köye bir bina yapıp bir de öğretmen göndererek bütün zorluklardan kurtulmak. Aklı erenler, ‘olmaz öyle şey!’ dediler. Dört süngülü ile koca bir istibdadı deviren inkılapçılar bilmiyorlar ki, köyü yaşatacak okul değildir, okulu yaşatacak köydür. Öyleyse, ‘Köylü bizden nasıl bir okul istiyor?’ diye düşünmeliyiz. Yoksa hükümet zoruyla kurulan okul da mekanik olarak dıştan kurulan her müessese gibi böyle dayanak noktası bulamaz, en geç batar.

Bu bölümün en önemli kısmı yukarıda da bahsettiğim ilk kısım olan İnanç’tır. Diğer kısımlarda, örneğin Kaynak’ta, enstitüye alınan çocukların köylerinden enstitünün kurulacağı binaya taşınma süreci, Keşiş Düzü’nde enstitü için yapılan faaliyetler anlatılır. Özellikle bu faaliyetlerde çocukların hayal kırıklıkları yer alır. Çünkü onlar, derli toplu bir binaya gideceklerini sanırlarken düz bir arazide tamamen beden gücüne zorlanarak bir şeyleri oluşturmaya zorlanırlar. Çadırlarda kalırlar, suları yoktur, hastalanırlar, köylüyle çatışırlar ve hatta aralarında ölen olur. Çünkü devlet böyle istemiştir, hazır binada eğitime başlayan enstitülerin köy gerçeğini yakalayamayacağını düşünmüştür. Ancak bu durum bazı çocukları enstitü fikrinden uzaklaştırır. En çalışkan ve bu bölümün asıl kahramanlarından biri Yusuflu Esef’tir. Köy gerçeğini de bilir, enstitünün değerini de. Ve bölümde işlenen birçok olayın merkezindeki karakterdir. Dumanlı Boğaz’da da Keşiş Düzü’ndeki olaylar devam ettirilir. Küçük bir komün ortaya çıkmaya başlamış, köylüyle, özellikle Cinci Nezir’le çekişmeler artmıştır.

Kitabın son bölümü Bozkırdaki Çekirdek olayların da çözümlendiği ve nihayete erdiği yerdir. Bu bölüm de kendi içinde beş kısma ayrılır: Kara Değirmen, Sığınak, Tıkaç, Sanık, Kara Değirmen. Olayların Cinci Nezir’in kara değirmeninde başlayıp orada bittiği bir bölüm oluşturmuştur Tahir. Kara Derviş’in, yani Cinci Nezir’in asıl kahramanlardan olduğu bir bölümdür. Bu bölümde çocuklar ve öğretmenler eliyle kurulmasına başlanan ve iyice geliştirilen enstitü bolca işlenir. Yapılan işlere geniş yer ayırmıştır yazar. Evet, çocuklar arada sırada bu kadar çalıştırılmayı sorgulamaya başlamıştır ancak zaten gönülsüz gelen Hıdır Molla dışında bir fire verilmez: “…Gündüzleri kendini işe kaptırıp zorlarken, arada bir durup böyle gerindiği, Türkçesi, yıldığı sıralar bu aralıksız yorgunluğa nasıl dayandığını anlamıyordu. ‘Haklı şu namussuz Molla! Adam, köyünde uğraşsa bu kadar, çoğa kalmaz zengin olur. Nedir peki?’

Şefik Ertem bu bölümde tekrar karşımıza çıkar. Bu sefer resmi bir görevle gelmiştir enstitüye. Müdür Halim Akın’la olan konuşmaları kitabın fikrî olarak omurgasını oluşturur. Çünkü Kemal Tahir okura aksettirmek istediği fikirlerinin çok büyük kısmını müfettişin dilinden işlemiştir. Bu da karşımıza sadece iki kez çıkar. Müfettişin olduğu sahneler artırılsaydı, daha didaktik bir kitap olacak olmakla beraber, köy enstitüsü fikrinin ‘yukarıdan’ nasıl görüldüğü çok daha iyi anlaşılacaktı. Şefik Ertem’in, Müdür Halim Akın’ın enstitülere taktığı bozkırdaki çekirdek adına atfen kullandığı şu cümle, hem onun hem de yazarın bu kurumlar hakkındaki genel fikrini yansıtır aslında. Bir de bu çabaların ne kadar beyhude olduğunu:

Bakacaktın Enstitücü Halim… Bakaydın, belki çıkarabilirdin kendi başına… Çekirdeği olsa, bozkır kalır mıydı bozkır?

Bu cümle belki çok üstten bir bakış açısına sahip birinin cümlesi gibi görülse de kitabın geneline baktığımızda böyle olmadığı görülebilir. Bozkırın işlevsizliğinden ziyade kurumların ölü doğmuş bir proje sonucu oluşturulduğunu söylemek için kullanılmıştır.

Bir iki eleştiriyle yazıyı sonlandırayım. Bir kere Kemal Tahir’e pek yakışmayacak bir sonu olduğunu düşünüyorum bu kitabın. Silahlı bir çatışmayla sonuçlanacak bir kitap değildi bu. Yatağında usul usul akıyordu kitap. Bazen debisi yükselse de bunu iyi ayarlamıştı yazar. Ancak bu son, eğreti durmuş bu temaya. İkinci olarak, birinci bölümün ilk kısmı olan Çatı, olmasa da olurdu. Ne oradaki mekânı ne de oradaki karakterleri görüyoruz bir daha. Evet, devletin zirvesinde bu kurumlara nasıl bakıldığının gösterilmesi açısından önemli ancak bunu kitabın içine yaysaydı çok daha başarılı anlatım sağlardı yazar.

Fakat her şeye rağmen Kemal Tahir’in dili en iyi kullandığı kitaplardan biri olmuş Bozkırdaki Çekirdek. Zaten yazar, o bölgede uzun yıllar hapishanede kaldığı için yerel dile oldukça hâkim. Bir de halkın iç dinamiklerini iyi işlemesi ekstra bir artı değer katmış kitaba. Salt iyi veya salt kötü karakterler oluşturmak yerine her yönüyle ‘insan’ı anlatması, zaten yazarın usta olduğu konulardan.

Kemal Tahir, halen tartışılan bu kurumlarla ilgili bize ‘işin bir de bu yönü var’ diyebilen ender yazarlardan. Bu kurumları putlaştıran veya hakkında az da olsa bir şeyler okumak isteyenler mutlaka bu kitaba bakmalıdır. Evet, bu bir roman; ancak yanlış bilgilerle doldurulmuş değil. Belki biraz subjektif, o kadar.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Bitmez güzelin vasfı, ağaçlar kalem olsa

İdris Kocabaş’ın yüksek lisans tezi olarak hazırladığı son devir Nakşibendî-Hâlidî şeyhlerinden Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’nin (1914-1987) hayatını, eserlerini ve tasavvufî görüşlerini ele alan Nur Meşalesi isimli bu eser 2018 yılında Mavi Yayıncılık etiketiyle okuyucuyla buluşmuş. 288 sayfalık kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Hacı Hasan Efendi’nin hayatı ve eserleri, ikinci bölümde ise tasavvufî görüşleri ele alınıyor. Kitabın hemen başında Hacı Hasan Efendi’nin mahdumu ve halefi Ali Ramazan Dinç Hocaefendi tarafından kaleme alınan takdim mevcut.

Nur Meşalesi, Hacı Hasan Efendi merhum hakkında yapılmış ilk çalışma değil. Muhtemelen son çalışma da olmayacak; ancak bu konuda daha önce kaleme alınmış eserleri de gözden geçirmiş birisi olarak bu eseri çok beğendiğimi itiraf etmeliyim. Eser, daha önce de ifade ettiğim gibi yüksek lisans tezi olarak hazırlandığı için dipnotlarla süslenmiş. Ancak buna rağmen kitabı okurken o bilindik “akademik kasvet”i hissetmedim. Ya da bana öyle geldi. Ayrıca yazarın başta Ali Ramazan Dinç Hocaefendi olmak üzere Hacı Hasan Efendi’nin dizinin dibine çökmüş isimlerle bizzat görüşerek malumat edinmiş olması Nur Meşalesi’ni özel kılmış.

Hacı Hasan Efendinin hayatından kısaca bahsetmek gerekirse; 1914 yılında Kayseri’nin Yahyalı ilçesi, Kavacık Mahallesi’nde dünyaya gelmiş. Babası, Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri’nin hulefâsından Şeyh Mustafa Hulûsî Efendi. Es’ad Erbilî Hazretleri üç kişiye verdiği icâzetnamede “şeyh” tabirini kullanmış. Bunlar; Mahmud Sami Ramazanoğlu, Cide Müftüsü Hüseyin Efendi ve Mustafa Hulûsî Efendi. Hacı Hasan Efendi’nin annesi ise Ayşe Hanım. Annesi hakkında Hacı Hasan Efendi şu bilgileri nakleder: “Annem tecelliyle mazhar bir hanımdı. Hatta son zamanlarında mâneviyatının ağırlığından halsizliği artmıştı. Bazı zamanlar semaya bakıp bayıldığı olurdu. Annemin vefatından sonra, Niğdeli bir zat, babama; “Sizin Ayşe isimli bir hanımınız var mıydı?” diye mektup göndermişti. Babam da; “Evet vardı; ama üçay önce vefat etti. Neden soruyorsunuz?” diye cevâbî mektup gönderince, o zat, cevaben; Rüyamda Resûlullah Efendimizin huzurunda daha önce hiç görmediğim bir hanım gördüm. “Ya Resûlullah! Üç aydır daha önce hiç görmediğim bu hanımı huzurunuzda size hizmet ederken görüyorum. Bu kimdir?” diye sordum. Efendimiz; “Bu hanım, Yahyalılı Şeyh Mustafa’nın eşi Ayşe’dir” buyurdular. “Bu dereceye nereden (nasıl) erdi?” diye sorunca; “Bu hanım kadınlığa ait bir mendilini dahi nâmahreme göstermedi, göstermezdi. Ondan dolayı huzurumuzda hizmet şerefine nail oldu” şeklinde cevap verdi.

Hacı Hasan Efendi, kendisini yakından tanıyanların ifadelerine göre, üç yaşında başından geçenleri hatırlayacak kadar keskin bir zekâya sahiptir. Hatta kendisinin şu sözünü okuduğumda şaşkınlığımı gizleyememiştim: “Annemden emdiğim sütün tadını bile bilirim.”. 10-12 yaşlarından itibaren annesinin, onun yanında rastgele konuşmaktan çekinmeye başlaması Hacı Hasan Efendi’nin daha küçük yaşlardan itibaren ruhi bir olgunluğa sahip birisi olduğunu göstermektedir: “Dört, beş yaşımda iken namazları ihmal etmezdim. Akşam yemeğinde uykum geldiğinde babacığım; ‘Haydi Hasan’ım senin yatsın oldu farzı kıl, yat’ derdi. Farzı kılar yatardım. Bir gece yarısı yatsı namazını kılmadım diye sıçrayıp kalkmıştım.

Hacı Hasan Efendi, ilk tarikat dersini on dört yaşında iken babası Şeyh Mustafa Hulûsî Efendi’den almıştır. “On dörtte vurdular manevî aşı / durmadan akardı gözümün yaşı” diyerek bu hususa işaret etmektedir. Hacı Hasan Efendi, seyr ü sülûkunu (manevî yolculuğunu) Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri’nde tamamlamıştır. Hacı Hasan Efendi mürşidi Sami Efendi’yi tanımlarken; “Şunu bilesiniz ki bizim sultanımız Bayezid-i Bestâmî ve Cüneyd-i Bağdâdî denginde bir efendidir” demiştir. Sami Efendi’ye olan muhabbetini ve bağlılığını şiirlerinde sıklıkla işlemiştir.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde Necdet Tosun; “Mahmud Sami Ramazanoğlu’nun vefatından sonra sevenlerinin sohbet ve irşad hizmetlerini daha çok Musa Topbaş devam ettirmiştir.” diyerek Hacı Hasan Efendi’nin ismini dahi zikretmemiş ve Hacı Hasan Efendi’ye en hafif tabirle haksızlık etmiştir. Bu hususta İdris Kocabaş şöyle diyor: “Mahmud Sami Ramazanoğlu’nun icâzet verdiği tek kişi Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’dir şeklinde bir iddiamız söz konusu değildir. Sami Efendi’nin icazet verdiği daha başka kişiler de mevcuttur. Hacı Hasan Efendi kendisi gibi icazet alan diğer kişilerden bahsetmekten ve onlara duyduğu derin saygıyı ifade etmekten hiçbir zaman çekinmemiştir. Yani sadece kendisini ileri sürerek diğerlerini yok saymamıştır. Sami Efendi’nin icazet verdiği diğer kişiler başka bir akademik çalışmanın konusu olabileceğinden burada o konuya girmiyoruz. Ancak şunu ifade edebiliriz ki; Sami Efendi’den icazet aldığına dair ismi geçen hemen herkesten Hacı Hasan Efendi hem yaşça daha büyüktür hem de Sami Efendi ile olan irtibatı daha eskidir. Hacı Hasan Efendi’nin Sami Efendi ile elli yıldan daha fazla bir birlikteliği söz konusudur. Bu süre zarfında Hacı Hasan Efendi, Sami Efendi’den -tabiri caizse- iliklerine kadar istifade etmiştir. Hacı Hasan Efendi’nin icazetleri ve halifeliği konusunda olumsuz açıklamalarda bulunan bazı kimselerin ön yargıyla hareket ettikleri kanaatindeyiz.

Hacı Hasan Efendi ile Necmettin Erbakan arasındaki irtibata dair müellif şöyle der: “Hacı Hasan Efendi’nin, Necmettin Erbakan’la irtibatı herkes tarafından bilinmektedir. Erbakan’ın, pek çok konuda Hacı Hasan Efendi ile istişarelerde bulunmak için birçok kez Yahyalı’ya geldiği kaydedilmektedir. Hacı Hasan Efendi’nin Erbakan’a ve siyasi arkadaşlarına açıktan destek verdiği ve çevresindekilere; ‘Beni nasıl bilirseniz, Erbakan hocamızı da öyle biliniz’ dediği dile getirilmektedir.”. Soner Yalçın, Erbakan kitabında Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’nin vefatından sonra Erbakan’ın Esad Coşan Hocaefendi’ye değil de Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’ye intisap ettiğini iddia etmektedir. Bendeniz bu iddianın ihtimal dahilinde olduğunu düşünüyorum.

Hacı Hasan Efendi, 26 Ocak 1987 Pazartesi’yi, 27 Ocak 1987 Salı’ya bağlayan akşam saat 22.40 civarında Kayseri’de vefat etti. Cenaze namazını İpek Hoca kıldırdı. Cenazesinin arkasında yürüyen Erbakan’ın elbisesinin kirlendiği ve; “Ben bu çamurlu elbiseyi hiç yıkatmayıp böylece saklayacağım” dediği anlatılmaktadır. Hacı Hasan Efendi’nin cenazesine iştirak etmiş olan Abdurrahman Büyükkörükçü izlenimlerini şu şekilde aktarmaktadır: “Hacı Hasan Efendi vefat ettiğinde babam Tahir Büyükkörükçü umredeydi. Babama vekâleten cenazeye ben katılmıştım. Namazı kılınmak üzere Hacı Hasan Efendi omuzlarda giderken sağda solda evlerin damlarında 4-5 yaşlarındaki çocukların dövüne dövüne ağladığını gördüm. Sanki kendi öz babaları vefat etmiş gibiydi. Yahyalı’da herkes ağlıyordu. İnsan insanı ne kadar sevebilir ben cenazede gördüm.

Hacı Hasan Efendi’nin vefatı üzerine müridânından merhum Ahmet İslâmoğlu hocanın kaleme aldığı “Efendim” başlıklı mersiyenin bir dörtlüğü şöyledir:

"Yahyalı ağlasana, bak gidiyor İmam’ın,
Senin her şeyin oydu; vaiz, mürşid, sultânın.
Nurlarla dolup taşsın, o mübarek merkadin,
Ukbâda beraberiz inşallah Efendim!"

Hacı Hasan Efendi’nin silsilesini bugün mahdumu ve tek halifesi Ali Ramazan Dinç Hocaefendi devam ettirmektedir. Ali Ramazan Efendi’nin doğduğu günlerde Hacı Hasan Efendi’nin Ali Ramazan Efendi’yi işaret ederek Ahmet İslâmoğlu’na; “Mürşidinizin elini öp” dediği nakledilmektedir. Ayrıca ilerleyen yıllarda Ahmed İslamoğlu’nun evinde abdest alan Ali Ramazan Efendi arkasını döndüğünde Ahmed İslamoğlu’nun saygıyla elinde havlu ile beklediğini görür. Bunun üzerine Ali Ramazan Efendi; “Neden zahmet ettiniz?” deyince İslamoğlu; “Bugün Hacı Hasan Efendimizi ziyaret ettim. Bizi size teslim etti” demiştir.

Son devrin kutup yıldızlarından Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’nin tasavvufî görüşlerini yansıtması bakımından birkaç sözünü nakletmekte fayda görüyorum:

Yabani ağaçlar aşılanmadan nasıl güzel meyveler veremezlerse, insanlar da bir mürşidin, bir terbiyecinin eline düşmeden olgunlaşamazlar.

Tren vagonları kancasını lokomotife takarsa, o onları alır götürür. Takmayanlar istasyonda kalırlar. Bir hak tarikata giren insan, ekmeğinin arasına bal koymuş gibi olur. Sohbetlerden ve ibadetlerden ayrı bir zevk almaya başlar. Ama şeriata uymayan tarikat bâtıldır.

Sen Allah ile ol! Eğer Allah ile olamıyorsan, Allah ile olan kutb-ı cihanlarla, mürşid-i kâmillerle ol ki, onlar seni maksudun olan Allah’a ulaştırsın!

Rabbimiz şefaatlerine nâil eylesin, âmin…

Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz

27 Aralık 2019 Cuma

Tadına doyulmaz bir İstanbul derlemesi

"Övünmekten çok, omuzlara ağırlık yükleyen bir sorumluluk duymak gerek. Herkesin dilinde ayrı isim, ayrı renkte menkıbelerde yaşayan böyle bir şehir, evrensel bir sorumluluk yükler sahiplerine; bunu düşünebilenin Boğaz rüzgârlarının bile bastıramayacağı kadar ter dökeceği açık."

İstanbul'a dair bu memleketin şairi, yazarı, seyyahı, memuru, sufisi ayrı dil dökmüştür. Herkes gönül hanesinden süzülen ve kendi dünya tasavvurunun biçtiği ölçüde İstanbul'u anlatmış, kimi zaman hüzünle kimi zaman neşeyle bu güzide şehrin yaşayışına can, yoluna yoldaş olmaya çalışmıştır. Hiç şüphe yok ki bu işi en iyi yapanlar da tarihçilerdir. Özellikle tarih dışında birçok disiplinle hususi olarak ilgilenen tarihçilerin yazdığı İstanbul kitapları son derece lezzetli bir okuma yapmaya, başka kitaplara ve yazarlara, hatta yaşam biçimlerine dair merak duymaya da vesile olmuştur.

İlk baskısını 1987 yılında yapmış bir kitap İstanbul'dan Sayfalar. Otuz yılı aşmış olsa da her sayfasında ayrı bir güncellik yakalamak mümkün. İlber Ortaylı, Alkım Yayınları'nın neşrettiği dokuzuncu baskı (Kasım 2006) için yazdığı önsözünde "Hiç şüphesiz ki İstanbul için yazılan ilk kitap bu değil, sonuncusu da bu olmayacaktır. Hatta yazar açısından da bu böyledir." diyerek İstanbul'u ve onun tarihini okumayı sevenleri müjdelemişti. Kendisinin hem gazetedeki köşesinde hem de televizyon programlarında sık sık yaptığı bir şeydir İstanbul'a dair konuşmak. Sebebini şu cümleleriyle aktarsak hata etmeyiz: "İstanbul Türklerin mülküdür, Türkiye’nin ikinci başkentidir, ama bütün insanlığın zenginliğidir. Bu iki bin yıllık dünya metropolünü gözümüz gibi sakınmalıyız."

Yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğu’nun fermanlarında ve kayıtlarında “Be makam-ı Konstantiniyye el-mahmiyye" diye geçermiş İstanbul. Ortaylı, son döneme kadar basılan bazı kitapların ilk sayfasında da "Konstantiniyye ... Matbaası" künyesi olduğunu, ayrıca Osmanlıların Büyük Konstantin’in kurduğu bu dünya başkentine sahip olmaktan daima gurur duyduklarını hatırlatıyor evvela. İsim konusunda şu paragraf da son derece önemli: "İsimleri çoktu büyük şehrin; Âsitâne, Deraliyye, Dârü’l-hilâfeti’l- aliyye, Dârü’s-saâdet veya Dersaâdet (saadet evi/saadet kapısı), İslambol gibi... İstanbul “stinpolis/şehre doğru” deyiminden gelir. Nedense Konstantinopol isminden bucak bucak kaçanlar, bu kelimeyi Türkçe sanırlar. 15. yüzyıldan beri şehre gelen seyyahlar onun düzineyle ismini saymadan edemezler; Byzantion, Nea Roma gibi... Slavlar Tsarigrad der. Balkanlar’da hâlâ böyle, “çar şehri” ismiyle yaşar. İsmi çok, eseri çok, uzun geçmişi şanlı bir şehirdir İstanbul..."

Ortaylı, henüz 1984'te yazdığı bir yazıda şehrin büyüdükçe kirlenmenin de büyüdüğünü yazmış. Özellikle Haliç ve çevresinin kirlenme konusunda en dikkat edilmesi gereken yer olduğuna dikkatleri çekmiş. Nüfusun artmasıyla çoğalan yapılara rağmen 'akıllı'ların seferber olmamasına ve önlemler alınmamasına dair "acaba bu şeyler, bin yıllık dünya başkentinde kıyamet alameti mi?" diye sormuş. İşte buna tarihçi sezgisi deniyor. Zira yaşadığımız zamanlarda, İstanbul'un başına gelmemiş bela kalmamışken hâlâ ciddi değişiklikler ve keskin kararlar alınmaması, bu şehrin sorununun sadece toplu taşımaymış gibi gösterilmesi bile bir felaketin kapıda olduğunu gösteriyor. Allah şehrimizi ve oranın sakinlerini korusun.

İstanbul'dan Sayfalar şehrin tarihi dokusunu anlatırken aynı zamanda rehberliğini de yapıyor. Ancak bu rehberlik takdir edersiniz ki günümüzün basmakalıp bilgileriyle yapılan rehberliği gibi değil. İstanbulluların dilinden mezarlıklara, kahvehane sohbetlerinden eski İstanbul evlerine, meydanlarından ulema semtlerine, Bizans'tan Osmanlı'ya kalmış miraslarına, sokaklarından aydın portrelerine varıncaya dek Bâbıâli'ye, Pera'dan Tarlabaşı'na, Fener'den Balat'a, Eyüp'ten Kumkapı'ya, Gümüşsuyu'dan Taksim'e uzanan ve tadına doyum olmayan bir yolculuk saklı kitapta. Özellikle "İmparatorluk Başkentinden Cumhuriyet Vilayetine" başlıklı yazı, 1920'ler İstanbul'unu keşfetmek için bol not aldıran bir bölüm. Okudukça yaşanmamış o günlere hasret duymamak da mümkün değil elbette: "Şehrin hemen her tarafında denize girilir ve İstanbul’un her semtinin çocukları yüzmeyi İstanbul’da öğrenirdi. Langa bostanlarının hıyarı, Yedikule’nin marulu, Arnavutköy’ün çilekleri İstanbulluların anılarında değil, zenbillerinde taşınmaktaydı henüz. Ama İstanbul’da hayat gene zordu, asırlardan beri de zor olmuştur. Ulaşım zordu. Aksaray’dan Çengelköy’e giden ancak ertesi gün evine gelir, ziyaretler yatıya diye yapılırdı. Et ekmek derttir. Sular gürül gürül akmaz, hele Pera’nın apartmanları su kesintisine başından beri alışıktır. Çeşmelerden akan suları kana kana içilebilen mahalleler pek azdır. Gözler hep mahalle sakasının getirdiği iyi çeşme suyundadır."

Eski(mez) İstanbul'da deniz ulaşımının nasıl yapıldığını, tramvayın neden İstanbul'un 'asalet beratı' olduğunu, şehrin beslenme ihtiyacının karşılanma yöntemlerini, İstanbul halkının ramazanı nasıl yaşadığını, hepsi olsa da hangi kütüphanelerin çok mühim olduğunu ve kitapseverlerin türlü mücadelelerini, İstanbul'un meyhanelerindeki eğlence biçimlerini, dilencilerden levantenlere günlük yaşamın her yönüne eğilmiş İlber Ortaylı. İstisnasız her yazıda geleneğin insan hayatında nasıl rol oynadığının altını çizmiş. Mesela İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne dair yazdığı bir yazıda, müzenin ardındaki 'koruyucu' geleneği de işaret etmiş: "Osmanlı arkeolojisi ve müzeciliği Osman Hamdi Bey’le uluslararası saygınlığa ulaştı. O 1881’de müzenin başına geçti. 1882’de kaçakçılığı önleyen sert hükümlerle donatılmış Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi’ni çıkarttırdı. Bugünkü Eski Şark Eserleri Müzesi’nin olduğu yerde ilk Güzel Sanatlar Okulu’nu da o kurdu. Sayda kazılarında ünlü krallar mezarını buldu ve müze dünyaca ünlü lahitlerle bezendi. Aynı yıl bu kazının raporuyla Osmanlı arkeolojisi beynelmilel literatürde yerini aldı. Haziran 1891’de de bugünkü Arkeoloji Müzesi açıldı. Mimar Vallaury binayı, müzedeki ünlü Ağlayan Kadınlar Lahdi’nin motiflerini ve üslubunu izleyen bir projeye göre yapmıştı."

Zannedilmesin ki kitap sadece mazi sayfalarında gezinip günümüz sorunlarına değinmiyor. Tam aksine, hemen hemen her yazıda İlber hoca önem verilmesi gereken mevzuları, en uygun dille aktarıyor. Kimi zaman uyarıyor kimi zaman öğüt veriyor. Bu şehir için şikayet etmek sadece hocaların ve görevlilerin değil, hepimizin hakkı. Ortaylı'nın da okuyucudan istediği bu. Özellikle "Biz eski İstanbulluyuz" diyenlerin İstanbul'un nereye gittiğinden haberdar bile olmadığını söylerken, İstanbul'un güzelliğini herkesin zaten bildiğini fakat özellikle son yıllarda 'Güzel İstanbul' sözünün "gün geçtikçe çirkinleştirilen İstanbul’u âdeta alaya alan anlamsız bir tekerleme" hâline geldiğini de önemle hatırlatıyor. İstanbul güzeldir şüphesiz ama hep güzel kalacağına dair elimizde bir teminat da yok. Hocanın "Başka İstanbul Yok" başlıklı yazısı da güzelliğin baki olması için herkesi sorumluluk almaya davet ediyor: "İstanbullu binlerce yıllık mirası, coğrafyanın ve tarihî mimarinin ördüğü dokuyu korumaya en çok özen göstermesi gereken kişidir. Bu şehrin hiçbir yerine hiçbir yapı, kamunun onayı alınmaksızın kondurulmamalıdır. Her köşeye konan taş, her açılan yol halkın tartışmasına, protesto veya onayına konu olduğu gün; bu şehre layık hemşehriler ve İstanbul’un bulunduğu ülkeye sahip yurttaşlar olacağız demektir."

İstanbul'dan Sayfalar, hakikaten de ismi gibi bir kitap. Bu güzide ve korunmaya muhtaç olan ulu şehrin her yönüyle ve her fırsatta yeniden düşünülmesi gerektiğine dikkat çeken, hüzünlendirdiği kadar mücadele şevki de veren bir eser. Kitabın kaynakçasının da bu yönde okumalar yapmayı sevenler için oldukça faydalı olacağını belirtirken, İlber Ortaylı hocaya yeni İstanbul kitapları için bereketli ve hayırlı ömürler diliyoruz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Annelik ve babalık için sevmek tek başına yeter

Annelik anksiyeteleri ve endişeleri ile yorucu bir iştir. Doğru yapmak, doğru olmak üzerine takılmak gibi kaygılar anne olmayı atlatabilir. Freud, tavsiye isteyen bir anneye “Ne isterseniz yapın zaten olmayacak” derken, “bir şey değiştiremeyeceksin” değil, “ne yaparsan yap, yeterli görmeyeceksin, bu çocukla değil seninle ilgili bir hata” der. Ketebe Yayınları etiketiyle çıkan, Melek Arslanbenzer imzalı Anneliğin Kitabı: Kuramlar Arası Bir Gezinti, tüm kuramların üzerinden zarafetle geçerken pergelin sivri ucunu tam da buraya koymuştur.

Kimdir “ideal anne”? Bu sorunun cevabını yazar Arslanbenzer kitabında ayrıntılı açıklıyor. Annenin öncelikle ideale varmak istediği yer kendi kusurunu örtbas etme dürtüsüdür diyen yazar şu tespitleri paylaşıyor okuruyla: Çocuk, annede kendisini temsil etmektedir. Kendisine yani anneye değer katsın ister. Anneyi bireysel olarak kendisinin gelemediği konuma getirsin ister. Dahi annesi, mükemmel çocuk annesi olmak annenin hayata tutunma şeklidir. Bunu çocuğun iyiliği için yaptığını her cümlenin sonunda söylemek ise kendisine de ısrarla söylediği en büyük yalandır. Yalanıyla yüzleşmeyen annedeki çocuk, giyimiyle, yemeğiyle, çalışmasıyla, türlü meziyetleriyle ebeveynini parlatmalıdır. Annenin, çocuğun var olmasını engellediği bu yapı çocuğu giderek siler.

‘Bu duruma düşmemek için ne yapmalıyız’ sorusu da önümüzde duruyor. Önce kendisi için yaşayan, ardından çocuğa kendisinin karar verebileceği alanlar sağlayan ebeveyn olmak en temel gerekliliklerden. Hülasa, Freud bahsi geçen kadına aslında şunu söylemiştir: “Doğal olun, kendinize güvenin, yaptığınız nasıl olsa size az gelecek, bunu bilin ve üstlenin. Kusursuz anne yoktur.

Kitaba göre bilginin kirlendiği çağda annenin öncelikli amacı bilgiyi kaynağından öğrenmek ve bununla kendisine bakabilmektir. Marka mottosu da burada başlamaktadır: “Kendi iç dünyasına bakabilen kişi, bebeğini ve tüm ilişki kurduğu insanları anlamak için büyük bir adım atmış sayılır.” Kendine bakma ön kabulü ile kuramları gören Anneliğin Kitabı, Freud’un Dürtü-Çatışma Kuramı ayrıca Oidipus ve Elektra Kompleksleri’ni annenin penceresinden okur.

Frued, çocuğun psikolojik ve cinsel gelişim sürecini üçe ayırarak açıklar. Kitaptaki ortak kanıya göre de bunlar psikolojinin atlanmaması gereken çivilerindendir. Her dönem ismini dönemin erotojenik nesnesinden alır. 0-18 ay arası Oral Dönem, anne memesi ile önce dışarıyı tanımlayan çocuğu ifade eder. Anne çizer bunu. Ötekinin gözünden kendisini görür çocuk. Annenin sürekli varlığı ve emzirmenin sütten daha değerli yanı tam olarak burada başlar. Ötekini tanımadan kendine dönemeyecek olan çocuk, öteki basamağını atlarsa kendini bulmakta zorlanacaktır. Hasar alacaktır. Ardından 18-36 Anal Dönem olarak edilgenlikten etkinliğe taşındığı, başka bir ifade ile görmekten bakmaya terfi ettiği dönemdir. Çetin sınavdır! Sonuncusu olan Ödipal Dönemde ise üç yaşa kadar zihninden geçen ile yaptığı arasındaki farkı anlayamayan çocuk, artık başkası üzerinden bir diğerini değerlendirmeye başlar. “Anne/baba büyüyünce seninle evleneceğim” cümlesinin normal karşılanması gereken cinsiyet kavramı tanışıklığı oluşmuştur. Karşı bir cins vardır ve en mükemmeli kesinlikle annesi ya da babasıdır. Gelecek yılların fobilerinin, korkularının temeli atılır. Mesela “bırakır giderim seni” denilen çocuk bağlanma problemi yaşıyor ise sorun çocukta değildir. Bu gerçekler ve yüzlercesi can acıtıcı “doğru eğitim” takıntısının karşılığıdır.

Hasılı kelam Freud bitmez. Kitap da bitirmemiş, annelik üzerinden keyifli bir başlangıç yapmış. Çocuk psikoterapisi alanında efsane Melanie Klein’ın annesini; sınıfın en yaramazıyken sevgiyle büyütüldüğü çocukluğun gücüyle dünyanın en devrimsel psikanalistlerinden birine dönüşen Donalt Woods Winnicott’un annesini ve diğerlerine oranla daha kıymetli babasını; önce “sevgi teorisi” dediği sonra ismini değiştirip “bağlanma kuramı” yaptığı teorisini, sevginin açlıktan önemli olduğu temeline dayandıran John Bowlby’ın annesini… Kohut, Kernberg, Stern, Masterson ve Schore’nin annelerini de aynı hakikatte işlemiş.

Kitap, anne ve babalık için sevginin yeterli olacağı sonucuna çekiyor. Çocuk tuhaf tuhaf haller takınsa hatta seni terk dahi etse, sabit bir sevgi ile beklemelisin. Geri geldiğinde seni yerinde bulamazsa gitmekten, öğrenmekten, keşfetmekten hep korkacaktır. Bu, benim babamın karşılığı. Sizin de varsa böyle bir anne ve babanız, ya da böyle ebeveyn olabiliyorsanız kalanı teferruat oluyor. Beni hiç durdurmayan hep gittiğim ama hep koşulsuz sevgisine geri geldiğim adam: babam. Tıpkı Siddhartha gibi.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

26 Aralık 2019 Perşembe

Hüznün çocukları da mutlu olabilir mi?

"Mutlu ol yeter... Aman onlar mutlu olsunlar da... Her şey onların mutluluğu için..." İçimizde bu cümleleri daha önce hiç duymamış, muhatap olmamış kimse yoktur sanırım. Oysa "Sadece gelecekteki mutluluğumuzun hayalini kurarken gerçekten mutlu oluruz" diyen Pascal, Mutlu Olma Sanatı kitabında mutluluğun reçetesini veren Bertrand Russell’in aksine yaşanılan anda mutlu olmanın imkânsızlığından söz eder. Mutlu bir hayat bir reçeteden devşirilebilir mi? Russell’in "Mutluluğun ve mutsuzluğun nedenleri" başlıkları altında sunduğu reçetelere bakılacak olursa: mutluluk, yapılan işle, ilgi alanlarıyla ve dışa dönük ilişkilerle kazanılıp, insanın kendi içine dönmesi ve hüzünlerine teslim olmasıyla kaybedilen bir duygu. Yani, kişinin hüznü veya mutluluğunda etkili olan tek etken kendi bireysel yaşamsal döngüsü Russell’e göre. Evet, çekememezlik, ‘elalem ne der?’ kaygısı basit insanları mutsuz eden ego oyunlarıdır ama hüzünlü insanların ıstıraplarının kaynağı değildir tüm bunlar. Yüce idealler uğruna hüzünlenen insanın acısından ve gözyaşından da mutluluk akabilir.

Yazar, yer yer mutluluğun kişinin kendisine bağlı olduğunu, yani kişinin iç dünyasına etki eden sevme-sevilme- paylaşma gibi duyguların da mutluluğu yahut mutsuzluğu üzerinde etkin olduğunu dile getirir. Fakat insanın kendi içine dönmesini, kendi içinin zindanına gömülmesi olarak tarif eder ve mutluluğu dış dünyada aratır. Oysa ki insan acılarından dahi mutluluk ve huzur devşirebilir. Istırabın iç titreten aynı zamanda insanı iyileştiren ulvi bir yanı vardır.

‘Öteki’ insanın hayatına dokunamamış insanın mutluluğu sürekli ve kalıcı olabilir mi? Hayır, çünkü insan bir başkasıyla gelişen, güzelleşen bir dinamiğe sahip. Her insan bir başkasından kalkarak kendine doğru yol alabilirse aradığını bulabilir. Hayatımızdaki mutluluğu-mutsuzluğu sorgularken, dünyadaki acıları, sefaletleri, kıyım ve zulümleri de hesaba katıyorsak vicdanlı ve erdemli insanlarız demektir. Vicdanlı bir insandan her dem mutlu olması, şen kahkahalar atması beklenemez, çünkü vicdan merhametin de kaynağıdır. Merhamet, kalbi bir başkasının acısına açan, onun yaşadığı acıyı hissetmekle kalmayıp, o acıyı dindirebilmek için çabalayan asil insanların erdemi. İnsan sürekli mutlu olmak zorunda mıdır ve bu mümkün müdür ki? Belki de insan kalabilmek için mutsuz da olunmalıdır ve belki de mutluluk, mutluluk arayışından ve mutluluğu kovalamaktan vazgeçmeyi bilmektir? Aradığımız yalnızca kalbin sükunu. Mutsuz insanlar yalnızlıktan, kendileriyle vakit geçirmekten korkan ve kaçan insanlardır ki bu insanlar eğlence mekanlarında, anlamsız kalabalıklarla fazlaca vakit geçirerek akan zaman içinde kendilerini yani mutsuzluklarını uyuştururlar. Alış veriş çılgınlığı da mutsuzluğun bir tür dışa vurumudur. Adını felsefe tarihine kötümser olarak yazdıran Schopenhauer'in radikal kötümserliği değil elbette söz ettiğim şey; Schopenhauer’e göre dünya kötü bir yerdir, acı ve keder her yerde hazır ve nazırdır. İyimser bir dünya profilinden çok uzak olan bu kötümser filozofun aksine, kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insanın en kötü insan olduğuna çünkü bu tarz bir insanın kendi mutluluğu için her yolu, bütün kötülükleri deneyebileceğine inanıyorum. Asıl erdemli olan tavır ise bireyin kendi mutluluğu için başkalarını mutsuz etmemesi, kimseyi kullanmamasıdır. Diyebiliriz ki bir insan ancak içinde yaşadığı toplumun mutluluğu için de çabaladığı müddetçe huzura kavuşabilir.

Hedonizmin insana dayattığı ‘mutlu hayat ‘ arayışıyla insanlar bir şekilde bedensel ve ruhsal zevkin doruklarına çıkmaya zorlanırlar. Evet, sekülerizmin imzası vardır bu dayatmaların altında, peki mutluluk neden sürekli dışarılarda? Kariyer ve statü sahibi olmanın getirdiği saygınlık mutluluğun kaynağı değildir, çünkü mutluluk dış dünyamızda değil, iç dünyamızdadır. Mutlu ve huzurlu bir hayat için insanın kendini güvende hissettiği samimi ilişkiler, yeteneklerini ortaya koyabileceği bir meslek hayatı gerekli fakat yeterli değildir. Mutlu bir hayat için anlamın peşinde de koşmalıdır insan. İnsan içindeki boşluğu doldurabilmek için sürekli arayan, fakat ne aradığını bilmediği veya yanlış yerlerde aradığı için mutsuzluğa kapılan bir varlık. İnsan yaşadığı hayatı yalnızca kendisi için değil, içinde bulunduğu toplum ve dünya için yaşadığında, yaşam daha anlamlı bir hal alır. Benlikten sıyrılmış, benliği aşmış böyle bir insan hayatı, huzuru ve mutluluğu da beraberinde taşır.

Tıpkı metafizik filozofların başında gelen Aristo’nun da ifadesi gibi mutluluk, tüm insanların en yüksek arzusu ve hevesidir ama mutluluğa giden yol, statü sahibi olmaktan, sınırsız sahip olma- satın alma gücünden, konforlu bir hayatı yaşamaktan değil; dış dünyaya karşı duyarlılıktan, samimi insan ilişkilerinden, yakalanan ve her daim büyütülen anlam duygusundan, yani erdemlerden geçer. Başka bir deyişle, insan kendinde en yüksek değerleri var ettiği takdirde mutluluğa ve sükuna erişecektir. "Mutlu yaşam, iyi ve dürüst yaşam demektir" der Russell de.

Mutluluk, güç, konfor, eğlence, şöhret gibi dışsal faktörlere bağlı değildir ve değişen dış faktörlere gönül koymaz hemen. Evet, mutsuz olmak için sayısız neden vardır ama mutluluk da mutluluğun peşinde koşmaktan vazgeçmekten geçer çoğu zaman. Russell’in’ Mutlu Olma Sanatı’ isimli eseriyle aynı ismi paylaşan eserinde Alain de “Zaferler” adlı yazısında mutluluğu “peşinden koşmayanları gelip bulan bir ödül” olarak tanıtır bize. Mutluluğun satın alınamayacak ve dışarıda değil, yalnızca kendi içimizde aramamız gereken bir kavram olduğunu şu şekilde belirtir: "Mutluluk o vitrindeki, bedelini satın alıp ödeyip sardırarak alıp götürebileceğiniz bir eşya değildir, iyi dikkat etmişseniz, o eşya vitrinde kırmızıysa, evinizde de kırmızı, vitrinde maviyse, evinizde de mavi olacaktır. Oysa mutluluk ancak onu ele geçirdiğiniz zaman mutluluk olur; onu çevrenizde kendinizin dışında arayacak olursanız hiçbir şey size mutluluk gibi görünmez. Yani mutluluk üzerine ne mantık yürütebilirsiniz, ne de bir tahminde bulunabilirsiniz; onu hemen elde etmek gerekir."

Nietzsche de, mutluluğun sürekli bir iyi hissetme durumu olduğu görüşüne katılmaz üstelik. Nietzsche’ye göre huzurlu ve endişesiz yaşamak, hayata daha büyük anlamlar vermeyen vasat insanların arzusudur. Çünkü yalnız sinesi sızlamayan ve çirkinliklerden müteessir olmayanlar yani kendilerini hayattaki iyilik ve kötülüğün bir parçası olarak görmeyen, gerçeklerin farkına varmayan insanlar kesintisiz mutluluğa sahip olabilir. ‘Öteki’nin acısını görebilmenin, hissedebilmenin insanı insan kıldığına inandım hep, çünkü mutluluk değil ama ıstırap insanı ayık ve uyanık tutar, ince insan kılar insanı her acı. Dünyada acı çeken milyarlarca insan varken biz neden onlardan biri olmayalım? Bizim mutluluğumuz neden bir başkasının hayatını da ışıtamasın? Vicdanımız yaptığımız kötülükleri bize fısıldamıyorsa elbette bizler de çok mutlu insanlar olabiliriz. Dünyadaki acılarda ve kötülüklerde payımız olduğunu düşünmüyorsak, kaybettiğimiz anlamı ve huzuru elbette bir alışveriş merkezinde satın alabiliriz.

Sevil Türkyılmaz
twitter.com/arzhal_