30 Aralık 2019 Pazartesi

Bitmez güzelin vasfı, ağaçlar kalem olsa

İdris Kocabaş’ın yüksek lisans tezi olarak hazırladığı son devir Nakşibendî-Hâlidî şeyhlerinden Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’nin (1914-1987) hayatını, eserlerini ve tasavvufî görüşlerini ele alan Nur Meşalesi isimli bu eser 2018 yılında Mavi Yayıncılık etiketiyle okuyucuyla buluşmuş. 288 sayfalık kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Hacı Hasan Efendi’nin hayatı ve eserleri, ikinci bölümde ise tasavvufî görüşleri ele alınıyor. Kitabın hemen başında Hacı Hasan Efendi’nin mahdumu ve halefi Ali Ramazan Dinç Hocaefendi tarafından kaleme alınan takdim mevcut.

Nur Meşalesi, Hacı Hasan Efendi merhum hakkında yapılmış ilk çalışma değil. Muhtemelen son çalışma da olmayacak; ancak bu konuda daha önce kaleme alınmış eserleri de gözden geçirmiş birisi olarak bu eseri çok beğendiğimi itiraf etmeliyim. Eser, daha önce de ifade ettiğim gibi yüksek lisans tezi olarak hazırlandığı için dipnotlarla süslenmiş. Ancak buna rağmen kitabı okurken o bilindik “akademik kasvet”i hissetmedim. Ya da bana öyle geldi. Ayrıca yazarın başta Ali Ramazan Dinç Hocaefendi olmak üzere Hacı Hasan Efendi’nin dizinin dibine çökmüş isimlerle bizzat görüşerek malumat edinmiş olması Nur Meşalesi’ni özel kılmış.

Hacı Hasan Efendinin hayatından kısaca bahsetmek gerekirse; 1914 yılında Kayseri’nin Yahyalı ilçesi, Kavacık Mahallesi’nde dünyaya gelmiş. Babası, Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri’nin hulefâsından Şeyh Mustafa Hulûsî Efendi. Es’ad Erbilî Hazretleri üç kişiye verdiği icâzetnamede “şeyh” tabirini kullanmış. Bunlar; Mahmud Sami Ramazanoğlu, Cide Müftüsü Hüseyin Efendi ve Mustafa Hulûsî Efendi. Hacı Hasan Efendi’nin annesi ise Ayşe Hanım. Annesi hakkında Hacı Hasan Efendi şu bilgileri nakleder: “Annem tecelliyle mazhar bir hanımdı. Hatta son zamanlarında mâneviyatının ağırlığından halsizliği artmıştı. Bazı zamanlar semaya bakıp bayıldığı olurdu. Annemin vefatından sonra, Niğdeli bir zat, babama; “Sizin Ayşe isimli bir hanımınız var mıydı?” diye mektup göndermişti. Babam da; “Evet vardı; ama üçay önce vefat etti. Neden soruyorsunuz?” diye cevâbî mektup gönderince, o zat, cevaben; Rüyamda Resûlullah Efendimizin huzurunda daha önce hiç görmediğim bir hanım gördüm. “Ya Resûlullah! Üç aydır daha önce hiç görmediğim bu hanımı huzurunuzda size hizmet ederken görüyorum. Bu kimdir?” diye sordum. Efendimiz; “Bu hanım, Yahyalılı Şeyh Mustafa’nın eşi Ayşe’dir” buyurdular. “Bu dereceye nereden (nasıl) erdi?” diye sorunca; “Bu hanım kadınlığa ait bir mendilini dahi nâmahreme göstermedi, göstermezdi. Ondan dolayı huzurumuzda hizmet şerefine nail oldu” şeklinde cevap verdi.

Hacı Hasan Efendi, kendisini yakından tanıyanların ifadelerine göre, üç yaşında başından geçenleri hatırlayacak kadar keskin bir zekâya sahiptir. Hatta kendisinin şu sözünü okuduğumda şaşkınlığımı gizleyememiştim: “Annemden emdiğim sütün tadını bile bilirim.”. 10-12 yaşlarından itibaren annesinin, onun yanında rastgele konuşmaktan çekinmeye başlaması Hacı Hasan Efendi’nin daha küçük yaşlardan itibaren ruhi bir olgunluğa sahip birisi olduğunu göstermektedir: “Dört, beş yaşımda iken namazları ihmal etmezdim. Akşam yemeğinde uykum geldiğinde babacığım; ‘Haydi Hasan’ım senin yatsın oldu farzı kıl, yat’ derdi. Farzı kılar yatardım. Bir gece yarısı yatsı namazını kılmadım diye sıçrayıp kalkmıştım.

Hacı Hasan Efendi, ilk tarikat dersini on dört yaşında iken babası Şeyh Mustafa Hulûsî Efendi’den almıştır. “On dörtte vurdular manevî aşı / durmadan akardı gözümün yaşı” diyerek bu hususa işaret etmektedir. Hacı Hasan Efendi, seyr ü sülûkunu (manevî yolculuğunu) Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri’nde tamamlamıştır. Hacı Hasan Efendi mürşidi Sami Efendi’yi tanımlarken; “Şunu bilesiniz ki bizim sultanımız Bayezid-i Bestâmî ve Cüneyd-i Bağdâdî denginde bir efendidir” demiştir. Sami Efendi’ye olan muhabbetini ve bağlılığını şiirlerinde sıklıkla işlemiştir.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde Necdet Tosun; “Mahmud Sami Ramazanoğlu’nun vefatından sonra sevenlerinin sohbet ve irşad hizmetlerini daha çok Musa Topbaş devam ettirmiştir.” diyerek Hacı Hasan Efendi’nin ismini dahi zikretmemiş ve Hacı Hasan Efendi’ye en hafif tabirle haksızlık etmiştir. Bu hususta İdris Kocabaş şöyle diyor: “Mahmud Sami Ramazanoğlu’nun icâzet verdiği tek kişi Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’dir şeklinde bir iddiamız söz konusu değildir. Sami Efendi’nin icazet verdiği daha başka kişiler de mevcuttur. Hacı Hasan Efendi kendisi gibi icazet alan diğer kişilerden bahsetmekten ve onlara duyduğu derin saygıyı ifade etmekten hiçbir zaman çekinmemiştir. Yani sadece kendisini ileri sürerek diğerlerini yok saymamıştır. Sami Efendi’nin icazet verdiği diğer kişiler başka bir akademik çalışmanın konusu olabileceğinden burada o konuya girmiyoruz. Ancak şunu ifade edebiliriz ki; Sami Efendi’den icazet aldığına dair ismi geçen hemen herkesten Hacı Hasan Efendi hem yaşça daha büyüktür hem de Sami Efendi ile olan irtibatı daha eskidir. Hacı Hasan Efendi’nin Sami Efendi ile elli yıldan daha fazla bir birlikteliği söz konusudur. Bu süre zarfında Hacı Hasan Efendi, Sami Efendi’den -tabiri caizse- iliklerine kadar istifade etmiştir. Hacı Hasan Efendi’nin icazetleri ve halifeliği konusunda olumsuz açıklamalarda bulunan bazı kimselerin ön yargıyla hareket ettikleri kanaatindeyiz.

Hacı Hasan Efendi ile Necmettin Erbakan arasındaki irtibata dair müellif şöyle der: “Hacı Hasan Efendi’nin, Necmettin Erbakan’la irtibatı herkes tarafından bilinmektedir. Erbakan’ın, pek çok konuda Hacı Hasan Efendi ile istişarelerde bulunmak için birçok kez Yahyalı’ya geldiği kaydedilmektedir. Hacı Hasan Efendi’nin Erbakan’a ve siyasi arkadaşlarına açıktan destek verdiği ve çevresindekilere; ‘Beni nasıl bilirseniz, Erbakan hocamızı da öyle biliniz’ dediği dile getirilmektedir.”. Soner Yalçın, Erbakan kitabında Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’nin vefatından sonra Erbakan’ın Esad Coşan Hocaefendi’ye değil de Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’ye intisap ettiğini iddia etmektedir. Bendeniz bu iddianın ihtimal dahilinde olduğunu düşünüyorum.

Hacı Hasan Efendi, 26 Ocak 1987 Pazartesi’yi, 27 Ocak 1987 Salı’ya bağlayan akşam saat 22.40 civarında Kayseri’de vefat etti. Cenaze namazını İpek Hoca kıldırdı. Cenazesinin arkasında yürüyen Erbakan’ın elbisesinin kirlendiği ve; “Ben bu çamurlu elbiseyi hiç yıkatmayıp böylece saklayacağım” dediği anlatılmaktadır. Hacı Hasan Efendi’nin cenazesine iştirak etmiş olan Abdurrahman Büyükkörükçü izlenimlerini şu şekilde aktarmaktadır: “Hacı Hasan Efendi vefat ettiğinde babam Tahir Büyükkörükçü umredeydi. Babama vekâleten cenazeye ben katılmıştım. Namazı kılınmak üzere Hacı Hasan Efendi omuzlarda giderken sağda solda evlerin damlarında 4-5 yaşlarındaki çocukların dövüne dövüne ağladığını gördüm. Sanki kendi öz babaları vefat etmiş gibiydi. Yahyalı’da herkes ağlıyordu. İnsan insanı ne kadar sevebilir ben cenazede gördüm.

Hacı Hasan Efendi’nin vefatı üzerine müridânından merhum Ahmet İslâmoğlu hocanın kaleme aldığı “Efendim” başlıklı mersiyenin bir dörtlüğü şöyledir:

"Yahyalı ağlasana, bak gidiyor İmam’ın,
Senin her şeyin oydu; vaiz, mürşid, sultânın.
Nurlarla dolup taşsın, o mübarek merkadin,
Ukbâda beraberiz inşallah Efendim!"

Hacı Hasan Efendi’nin silsilesini bugün mahdumu ve tek halifesi Ali Ramazan Dinç Hocaefendi devam ettirmektedir. Ali Ramazan Efendi’nin doğduğu günlerde Hacı Hasan Efendi’nin Ali Ramazan Efendi’yi işaret ederek Ahmet İslâmoğlu’na; “Mürşidinizin elini öp” dediği nakledilmektedir. Ayrıca ilerleyen yıllarda Ahmed İslamoğlu’nun evinde abdest alan Ali Ramazan Efendi arkasını döndüğünde Ahmed İslamoğlu’nun saygıyla elinde havlu ile beklediğini görür. Bunun üzerine Ali Ramazan Efendi; “Neden zahmet ettiniz?” deyince İslamoğlu; “Bugün Hacı Hasan Efendimizi ziyaret ettim. Bizi size teslim etti” demiştir.

Son devrin kutup yıldızlarından Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’nin tasavvufî görüşlerini yansıtması bakımından birkaç sözünü nakletmekte fayda görüyorum:

Yabani ağaçlar aşılanmadan nasıl güzel meyveler veremezlerse, insanlar da bir mürşidin, bir terbiyecinin eline düşmeden olgunlaşamazlar.

Tren vagonları kancasını lokomotife takarsa, o onları alır götürür. Takmayanlar istasyonda kalırlar. Bir hak tarikata giren insan, ekmeğinin arasına bal koymuş gibi olur. Sohbetlerden ve ibadetlerden ayrı bir zevk almaya başlar. Ama şeriata uymayan tarikat bâtıldır.

Sen Allah ile ol! Eğer Allah ile olamıyorsan, Allah ile olan kutb-ı cihanlarla, mürşid-i kâmillerle ol ki, onlar seni maksudun olan Allah’a ulaştırsın!

Rabbimiz şefaatlerine nâil eylesin, âmin…

Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz

27 Aralık 2019 Cuma

Tadına doyulmaz bir İstanbul derlemesi

"Övünmekten çok, omuzlara ağırlık yükleyen bir sorumluluk duymak gerek. Herkesin dilinde ayrı isim, ayrı renkte menkıbelerde yaşayan böyle bir şehir, evrensel bir sorumluluk yükler sahiplerine; bunu düşünebilenin Boğaz rüzgârlarının bile bastıramayacağı kadar ter dökeceği açık."

İstanbul'a dair bu memleketin şairi, yazarı, seyyahı, memuru, sufisi ayrı dil dökmüştür. Herkes gönül hanesinden süzülen ve kendi dünya tasavvurunun biçtiği ölçüde İstanbul'u anlatmış, kimi zaman hüzünle kimi zaman neşeyle bu güzide şehrin yaşayışına can, yoluna yoldaş olmaya çalışmıştır. Hiç şüphe yok ki bu işi en iyi yapanlar da tarihçilerdir. Özellikle tarih dışında birçok disiplinle hususi olarak ilgilenen tarihçilerin yazdığı İstanbul kitapları son derece lezzetli bir okuma yapmaya, başka kitaplara ve yazarlara, hatta yaşam biçimlerine dair merak duymaya da vesile olmuştur.

İlk baskısını 1987 yılında yapmış bir kitap İstanbul'dan Sayfalar. Otuz yılı aşmış olsa da her sayfasında ayrı bir güncellik yakalamak mümkün. İlber Ortaylı, Alkım Yayınları'nın neşrettiği dokuzuncu baskı (Kasım 2006) için yazdığı önsözünde "Hiç şüphesiz ki İstanbul için yazılan ilk kitap bu değil, sonuncusu da bu olmayacaktır. Hatta yazar açısından da bu böyledir." diyerek İstanbul'u ve onun tarihini okumayı sevenleri müjdelemişti. Kendisinin hem gazetedeki köşesinde hem de televizyon programlarında sık sık yaptığı bir şeydir İstanbul'a dair konuşmak. Sebebini şu cümleleriyle aktarsak hata etmeyiz: "İstanbul Türklerin mülküdür, Türkiye’nin ikinci başkentidir, ama bütün insanlığın zenginliğidir. Bu iki bin yıllık dünya metropolünü gözümüz gibi sakınmalıyız."

Yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğu’nun fermanlarında ve kayıtlarında “Be makam-ı Konstantiniyye el-mahmiyye" diye geçermiş İstanbul. Ortaylı, son döneme kadar basılan bazı kitapların ilk sayfasında da "Konstantiniyye ... Matbaası" künyesi olduğunu, ayrıca Osmanlıların Büyük Konstantin’in kurduğu bu dünya başkentine sahip olmaktan daima gurur duyduklarını hatırlatıyor evvela. İsim konusunda şu paragraf da son derece önemli: "İsimleri çoktu büyük şehrin; Âsitâne, Deraliyye, Dârü’l-hilâfeti’l- aliyye, Dârü’s-saâdet veya Dersaâdet (saadet evi/saadet kapısı), İslambol gibi... İstanbul “stinpolis/şehre doğru” deyiminden gelir. Nedense Konstantinopol isminden bucak bucak kaçanlar, bu kelimeyi Türkçe sanırlar. 15. yüzyıldan beri şehre gelen seyyahlar onun düzineyle ismini saymadan edemezler; Byzantion, Nea Roma gibi... Slavlar Tsarigrad der. Balkanlar’da hâlâ böyle, “çar şehri” ismiyle yaşar. İsmi çok, eseri çok, uzun geçmişi şanlı bir şehirdir İstanbul..."

Ortaylı, henüz 1984'te yazdığı bir yazıda şehrin büyüdükçe kirlenmenin de büyüdüğünü yazmış. Özellikle Haliç ve çevresinin kirlenme konusunda en dikkat edilmesi gereken yer olduğuna dikkatleri çekmiş. Nüfusun artmasıyla çoğalan yapılara rağmen 'akıllı'ların seferber olmamasına ve önlemler alınmamasına dair "acaba bu şeyler, bin yıllık dünya başkentinde kıyamet alameti mi?" diye sormuş. İşte buna tarihçi sezgisi deniyor. Zira yaşadığımız zamanlarda, İstanbul'un başına gelmemiş bela kalmamışken hâlâ ciddi değişiklikler ve keskin kararlar alınmaması, bu şehrin sorununun sadece toplu taşımaymış gibi gösterilmesi bile bir felaketin kapıda olduğunu gösteriyor. Allah şehrimizi ve oranın sakinlerini korusun.

İstanbul'dan Sayfalar şehrin tarihi dokusunu anlatırken aynı zamanda rehberliğini de yapıyor. Ancak bu rehberlik takdir edersiniz ki günümüzün basmakalıp bilgileriyle yapılan rehberliği gibi değil. İstanbulluların dilinden mezarlıklara, kahvehane sohbetlerinden eski İstanbul evlerine, meydanlarından ulema semtlerine, Bizans'tan Osmanlı'ya kalmış miraslarına, sokaklarından aydın portrelerine varıncaya dek Bâbıâli'ye, Pera'dan Tarlabaşı'na, Fener'den Balat'a, Eyüp'ten Kumkapı'ya, Gümüşsuyu'dan Taksim'e uzanan ve tadına doyum olmayan bir yolculuk saklı kitapta. Özellikle "İmparatorluk Başkentinden Cumhuriyet Vilayetine" başlıklı yazı, 1920'ler İstanbul'unu keşfetmek için bol not aldıran bir bölüm. Okudukça yaşanmamış o günlere hasret duymamak da mümkün değil elbette: "Şehrin hemen her tarafında denize girilir ve İstanbul’un her semtinin çocukları yüzmeyi İstanbul’da öğrenirdi. Langa bostanlarının hıyarı, Yedikule’nin marulu, Arnavutköy’ün çilekleri İstanbulluların anılarında değil, zenbillerinde taşınmaktaydı henüz. Ama İstanbul’da hayat gene zordu, asırlardan beri de zor olmuştur. Ulaşım zordu. Aksaray’dan Çengelköy’e giden ancak ertesi gün evine gelir, ziyaretler yatıya diye yapılırdı. Et ekmek derttir. Sular gürül gürül akmaz, hele Pera’nın apartmanları su kesintisine başından beri alışıktır. Çeşmelerden akan suları kana kana içilebilen mahalleler pek azdır. Gözler hep mahalle sakasının getirdiği iyi çeşme suyundadır."

Eski(mez) İstanbul'da deniz ulaşımının nasıl yapıldığını, tramvayın neden İstanbul'un 'asalet beratı' olduğunu, şehrin beslenme ihtiyacının karşılanma yöntemlerini, İstanbul halkının ramazanı nasıl yaşadığını, hepsi olsa da hangi kütüphanelerin çok mühim olduğunu ve kitapseverlerin türlü mücadelelerini, İstanbul'un meyhanelerindeki eğlence biçimlerini, dilencilerden levantenlere günlük yaşamın her yönüne eğilmiş İlber Ortaylı. İstisnasız her yazıda geleneğin insan hayatında nasıl rol oynadığının altını çizmiş. Mesela İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne dair yazdığı bir yazıda, müzenin ardındaki 'koruyucu' geleneği de işaret etmiş: "Osmanlı arkeolojisi ve müzeciliği Osman Hamdi Bey’le uluslararası saygınlığa ulaştı. O 1881’de müzenin başına geçti. 1882’de kaçakçılığı önleyen sert hükümlerle donatılmış Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi’ni çıkarttırdı. Bugünkü Eski Şark Eserleri Müzesi’nin olduğu yerde ilk Güzel Sanatlar Okulu’nu da o kurdu. Sayda kazılarında ünlü krallar mezarını buldu ve müze dünyaca ünlü lahitlerle bezendi. Aynı yıl bu kazının raporuyla Osmanlı arkeolojisi beynelmilel literatürde yerini aldı. Haziran 1891’de de bugünkü Arkeoloji Müzesi açıldı. Mimar Vallaury binayı, müzedeki ünlü Ağlayan Kadınlar Lahdi’nin motiflerini ve üslubunu izleyen bir projeye göre yapmıştı."

Zannedilmesin ki kitap sadece mazi sayfalarında gezinip günümüz sorunlarına değinmiyor. Tam aksine, hemen hemen her yazıda İlber hoca önem verilmesi gereken mevzuları, en uygun dille aktarıyor. Kimi zaman uyarıyor kimi zaman öğüt veriyor. Bu şehir için şikayet etmek sadece hocaların ve görevlilerin değil, hepimizin hakkı. Ortaylı'nın da okuyucudan istediği bu. Özellikle "Biz eski İstanbulluyuz" diyenlerin İstanbul'un nereye gittiğinden haberdar bile olmadığını söylerken, İstanbul'un güzelliğini herkesin zaten bildiğini fakat özellikle son yıllarda 'Güzel İstanbul' sözünün "gün geçtikçe çirkinleştirilen İstanbul’u âdeta alaya alan anlamsız bir tekerleme" hâline geldiğini de önemle hatırlatıyor. İstanbul güzeldir şüphesiz ama hep güzel kalacağına dair elimizde bir teminat da yok. Hocanın "Başka İstanbul Yok" başlıklı yazısı da güzelliğin baki olması için herkesi sorumluluk almaya davet ediyor: "İstanbullu binlerce yıllık mirası, coğrafyanın ve tarihî mimarinin ördüğü dokuyu korumaya en çok özen göstermesi gereken kişidir. Bu şehrin hiçbir yerine hiçbir yapı, kamunun onayı alınmaksızın kondurulmamalıdır. Her köşeye konan taş, her açılan yol halkın tartışmasına, protesto veya onayına konu olduğu gün; bu şehre layık hemşehriler ve İstanbul’un bulunduğu ülkeye sahip yurttaşlar olacağız demektir."

İstanbul'dan Sayfalar, hakikaten de ismi gibi bir kitap. Bu güzide ve korunmaya muhtaç olan ulu şehrin her yönüyle ve her fırsatta yeniden düşünülmesi gerektiğine dikkat çeken, hüzünlendirdiği kadar mücadele şevki de veren bir eser. Kitabın kaynakçasının da bu yönde okumalar yapmayı sevenler için oldukça faydalı olacağını belirtirken, İlber Ortaylı hocaya yeni İstanbul kitapları için bereketli ve hayırlı ömürler diliyoruz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Annelik ve babalık için sevmek tek başına yeter

Annelik anksiyeteleri ve endişeleri ile yorucu bir iştir. Doğru yapmak, doğru olmak üzerine takılmak gibi kaygılar anne olmayı atlatabilir. Freud, tavsiye isteyen bir anneye “Ne isterseniz yapın zaten olmayacak” derken, “bir şey değiştiremeyeceksin” değil, “ne yaparsan yap, yeterli görmeyeceksin, bu çocukla değil seninle ilgili bir hata” der. Ketebe Yayınları etiketiyle çıkan, Melek Arslanbenzer imzalı Anneliğin Kitabı: Kuramlar Arası Bir Gezinti, tüm kuramların üzerinden zarafetle geçerken pergelin sivri ucunu tam da buraya koymuştur.

Kimdir “ideal anne”? Bu sorunun cevabını yazar Arslanbenzer kitabında ayrıntılı açıklıyor. Annenin öncelikle ideale varmak istediği yer kendi kusurunu örtbas etme dürtüsüdür diyen yazar şu tespitleri paylaşıyor okuruyla: Çocuk, annede kendisini temsil etmektedir. Kendisine yani anneye değer katsın ister. Anneyi bireysel olarak kendisinin gelemediği konuma getirsin ister. Dahi annesi, mükemmel çocuk annesi olmak annenin hayata tutunma şeklidir. Bunu çocuğun iyiliği için yaptığını her cümlenin sonunda söylemek ise kendisine de ısrarla söylediği en büyük yalandır. Yalanıyla yüzleşmeyen annedeki çocuk, giyimiyle, yemeğiyle, çalışmasıyla, türlü meziyetleriyle ebeveynini parlatmalıdır. Annenin, çocuğun var olmasını engellediği bu yapı çocuğu giderek siler.

‘Bu duruma düşmemek için ne yapmalıyız’ sorusu da önümüzde duruyor. Önce kendisi için yaşayan, ardından çocuğa kendisinin karar verebileceği alanlar sağlayan ebeveyn olmak en temel gerekliliklerden. Hülasa, Freud bahsi geçen kadına aslında şunu söylemiştir: “Doğal olun, kendinize güvenin, yaptığınız nasıl olsa size az gelecek, bunu bilin ve üstlenin. Kusursuz anne yoktur.

Kitaba göre bilginin kirlendiği çağda annenin öncelikli amacı bilgiyi kaynağından öğrenmek ve bununla kendisine bakabilmektir. Marka mottosu da burada başlamaktadır: “Kendi iç dünyasına bakabilen kişi, bebeğini ve tüm ilişki kurduğu insanları anlamak için büyük bir adım atmış sayılır.” Kendine bakma ön kabulü ile kuramları gören Anneliğin Kitabı, Freud’un Dürtü-Çatışma Kuramı ayrıca Oidipus ve Elektra Kompleksleri’ni annenin penceresinden okur.

Frued, çocuğun psikolojik ve cinsel gelişim sürecini üçe ayırarak açıklar. Kitaptaki ortak kanıya göre de bunlar psikolojinin atlanmaması gereken çivilerindendir. Her dönem ismini dönemin erotojenik nesnesinden alır. 0-18 ay arası Oral Dönem, anne memesi ile önce dışarıyı tanımlayan çocuğu ifade eder. Anne çizer bunu. Ötekinin gözünden kendisini görür çocuk. Annenin sürekli varlığı ve emzirmenin sütten daha değerli yanı tam olarak burada başlar. Ötekini tanımadan kendine dönemeyecek olan çocuk, öteki basamağını atlarsa kendini bulmakta zorlanacaktır. Hasar alacaktır. Ardından 18-36 Anal Dönem olarak edilgenlikten etkinliğe taşındığı, başka bir ifade ile görmekten bakmaya terfi ettiği dönemdir. Çetin sınavdır! Sonuncusu olan Ödipal Dönemde ise üç yaşa kadar zihninden geçen ile yaptığı arasındaki farkı anlayamayan çocuk, artık başkası üzerinden bir diğerini değerlendirmeye başlar. “Anne/baba büyüyünce seninle evleneceğim” cümlesinin normal karşılanması gereken cinsiyet kavramı tanışıklığı oluşmuştur. Karşı bir cins vardır ve en mükemmeli kesinlikle annesi ya da babasıdır. Gelecek yılların fobilerinin, korkularının temeli atılır. Mesela “bırakır giderim seni” denilen çocuk bağlanma problemi yaşıyor ise sorun çocukta değildir. Bu gerçekler ve yüzlercesi can acıtıcı “doğru eğitim” takıntısının karşılığıdır.

Hasılı kelam Freud bitmez. Kitap da bitirmemiş, annelik üzerinden keyifli bir başlangıç yapmış. Çocuk psikoterapisi alanında efsane Melanie Klein’ın annesini; sınıfın en yaramazıyken sevgiyle büyütüldüğü çocukluğun gücüyle dünyanın en devrimsel psikanalistlerinden birine dönüşen Donalt Woods Winnicott’un annesini ve diğerlerine oranla daha kıymetli babasını; önce “sevgi teorisi” dediği sonra ismini değiştirip “bağlanma kuramı” yaptığı teorisini, sevginin açlıktan önemli olduğu temeline dayandıran John Bowlby’ın annesini… Kohut, Kernberg, Stern, Masterson ve Schore’nin annelerini de aynı hakikatte işlemiş.

Kitap, anne ve babalık için sevginin yeterli olacağı sonucuna çekiyor. Çocuk tuhaf tuhaf haller takınsa hatta seni terk dahi etse, sabit bir sevgi ile beklemelisin. Geri geldiğinde seni yerinde bulamazsa gitmekten, öğrenmekten, keşfetmekten hep korkacaktır. Bu, benim babamın karşılığı. Sizin de varsa böyle bir anne ve babanız, ya da böyle ebeveyn olabiliyorsanız kalanı teferruat oluyor. Beni hiç durdurmayan hep gittiğim ama hep koşulsuz sevgisine geri geldiğim adam: babam. Tıpkı Siddhartha gibi.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

26 Aralık 2019 Perşembe

Hüznün çocukları da mutlu olabilir mi?

"Mutlu ol yeter... Aman onlar mutlu olsunlar da... Her şey onların mutluluğu için..." İçimizde bu cümleleri daha önce hiç duymamış, muhatap olmamış kimse yoktur sanırım. Oysa "Sadece gelecekteki mutluluğumuzun hayalini kurarken gerçekten mutlu oluruz" diyen Pascal, Mutlu Olma Sanatı kitabında mutluluğun reçetesini veren Bertrand Russell’in aksine yaşanılan anda mutlu olmanın imkânsızlığından söz eder. Mutlu bir hayat bir reçeteden devşirilebilir mi? Russell’in "Mutluluğun ve mutsuzluğun nedenleri" başlıkları altında sunduğu reçetelere bakılacak olursa: mutluluk, yapılan işle, ilgi alanlarıyla ve dışa dönük ilişkilerle kazanılıp, insanın kendi içine dönmesi ve hüzünlerine teslim olmasıyla kaybedilen bir duygu. Yani, kişinin hüznü veya mutluluğunda etkili olan tek etken kendi bireysel yaşamsal döngüsü Russell’e göre. Evet, çekememezlik, ‘elalem ne der?’ kaygısı basit insanları mutsuz eden ego oyunlarıdır ama hüzünlü insanların ıstıraplarının kaynağı değildir tüm bunlar. Yüce idealler uğruna hüzünlenen insanın acısından ve gözyaşından da mutluluk akabilir.

Yazar, yer yer mutluluğun kişinin kendisine bağlı olduğunu, yani kişinin iç dünyasına etki eden sevme-sevilme- paylaşma gibi duyguların da mutluluğu yahut mutsuzluğu üzerinde etkin olduğunu dile getirir. Fakat insanın kendi içine dönmesini, kendi içinin zindanına gömülmesi olarak tarif eder ve mutluluğu dış dünyada aratır. Oysa ki insan acılarından dahi mutluluk ve huzur devşirebilir. Istırabın iç titreten aynı zamanda insanı iyileştiren ulvi bir yanı vardır.

‘Öteki’ insanın hayatına dokunamamış insanın mutluluğu sürekli ve kalıcı olabilir mi? Hayır, çünkü insan bir başkasıyla gelişen, güzelleşen bir dinamiğe sahip. Her insan bir başkasından kalkarak kendine doğru yol alabilirse aradığını bulabilir. Hayatımızdaki mutluluğu-mutsuzluğu sorgularken, dünyadaki acıları, sefaletleri, kıyım ve zulümleri de hesaba katıyorsak vicdanlı ve erdemli insanlarız demektir. Vicdanlı bir insandan her dem mutlu olması, şen kahkahalar atması beklenemez, çünkü vicdan merhametin de kaynağıdır. Merhamet, kalbi bir başkasının acısına açan, onun yaşadığı acıyı hissetmekle kalmayıp, o acıyı dindirebilmek için çabalayan asil insanların erdemi. İnsan sürekli mutlu olmak zorunda mıdır ve bu mümkün müdür ki? Belki de insan kalabilmek için mutsuz da olunmalıdır ve belki de mutluluk, mutluluk arayışından ve mutluluğu kovalamaktan vazgeçmeyi bilmektir? Aradığımız yalnızca kalbin sükunu. Mutsuz insanlar yalnızlıktan, kendileriyle vakit geçirmekten korkan ve kaçan insanlardır ki bu insanlar eğlence mekanlarında, anlamsız kalabalıklarla fazlaca vakit geçirerek akan zaman içinde kendilerini yani mutsuzluklarını uyuştururlar. Alış veriş çılgınlığı da mutsuzluğun bir tür dışa vurumudur. Adını felsefe tarihine kötümser olarak yazdıran Schopenhauer'in radikal kötümserliği değil elbette söz ettiğim şey; Schopenhauer’e göre dünya kötü bir yerdir, acı ve keder her yerde hazır ve nazırdır. İyimser bir dünya profilinden çok uzak olan bu kötümser filozofun aksine, kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insanın en kötü insan olduğuna çünkü bu tarz bir insanın kendi mutluluğu için her yolu, bütün kötülükleri deneyebileceğine inanıyorum. Asıl erdemli olan tavır ise bireyin kendi mutluluğu için başkalarını mutsuz etmemesi, kimseyi kullanmamasıdır. Diyebiliriz ki bir insan ancak içinde yaşadığı toplumun mutluluğu için de çabaladığı müddetçe huzura kavuşabilir.

Hedonizmin insana dayattığı ‘mutlu hayat ‘ arayışıyla insanlar bir şekilde bedensel ve ruhsal zevkin doruklarına çıkmaya zorlanırlar. Evet, sekülerizmin imzası vardır bu dayatmaların altında, peki mutluluk neden sürekli dışarılarda? Kariyer ve statü sahibi olmanın getirdiği saygınlık mutluluğun kaynağı değildir, çünkü mutluluk dış dünyamızda değil, iç dünyamızdadır. Mutlu ve huzurlu bir hayat için insanın kendini güvende hissettiği samimi ilişkiler, yeteneklerini ortaya koyabileceği bir meslek hayatı gerekli fakat yeterli değildir. Mutlu bir hayat için anlamın peşinde de koşmalıdır insan. İnsan içindeki boşluğu doldurabilmek için sürekli arayan, fakat ne aradığını bilmediği veya yanlış yerlerde aradığı için mutsuzluğa kapılan bir varlık. İnsan yaşadığı hayatı yalnızca kendisi için değil, içinde bulunduğu toplum ve dünya için yaşadığında, yaşam daha anlamlı bir hal alır. Benlikten sıyrılmış, benliği aşmış böyle bir insan hayatı, huzuru ve mutluluğu da beraberinde taşır.

Tıpkı metafizik filozofların başında gelen Aristo’nun da ifadesi gibi mutluluk, tüm insanların en yüksek arzusu ve hevesidir ama mutluluğa giden yol, statü sahibi olmaktan, sınırsız sahip olma- satın alma gücünden, konforlu bir hayatı yaşamaktan değil; dış dünyaya karşı duyarlılıktan, samimi insan ilişkilerinden, yakalanan ve her daim büyütülen anlam duygusundan, yani erdemlerden geçer. Başka bir deyişle, insan kendinde en yüksek değerleri var ettiği takdirde mutluluğa ve sükuna erişecektir. "Mutlu yaşam, iyi ve dürüst yaşam demektir" der Russell de.

Mutluluk, güç, konfor, eğlence, şöhret gibi dışsal faktörlere bağlı değildir ve değişen dış faktörlere gönül koymaz hemen. Evet, mutsuz olmak için sayısız neden vardır ama mutluluk da mutluluğun peşinde koşmaktan vazgeçmekten geçer çoğu zaman. Russell’in’ Mutlu Olma Sanatı’ isimli eseriyle aynı ismi paylaşan eserinde Alain de “Zaferler” adlı yazısında mutluluğu “peşinden koşmayanları gelip bulan bir ödül” olarak tanıtır bize. Mutluluğun satın alınamayacak ve dışarıda değil, yalnızca kendi içimizde aramamız gereken bir kavram olduğunu şu şekilde belirtir: "Mutluluk o vitrindeki, bedelini satın alıp ödeyip sardırarak alıp götürebileceğiniz bir eşya değildir, iyi dikkat etmişseniz, o eşya vitrinde kırmızıysa, evinizde de kırmızı, vitrinde maviyse, evinizde de mavi olacaktır. Oysa mutluluk ancak onu ele geçirdiğiniz zaman mutluluk olur; onu çevrenizde kendinizin dışında arayacak olursanız hiçbir şey size mutluluk gibi görünmez. Yani mutluluk üzerine ne mantık yürütebilirsiniz, ne de bir tahminde bulunabilirsiniz; onu hemen elde etmek gerekir."

Nietzsche de, mutluluğun sürekli bir iyi hissetme durumu olduğu görüşüne katılmaz üstelik. Nietzsche’ye göre huzurlu ve endişesiz yaşamak, hayata daha büyük anlamlar vermeyen vasat insanların arzusudur. Çünkü yalnız sinesi sızlamayan ve çirkinliklerden müteessir olmayanlar yani kendilerini hayattaki iyilik ve kötülüğün bir parçası olarak görmeyen, gerçeklerin farkına varmayan insanlar kesintisiz mutluluğa sahip olabilir. ‘Öteki’nin acısını görebilmenin, hissedebilmenin insanı insan kıldığına inandım hep, çünkü mutluluk değil ama ıstırap insanı ayık ve uyanık tutar, ince insan kılar insanı her acı. Dünyada acı çeken milyarlarca insan varken biz neden onlardan biri olmayalım? Bizim mutluluğumuz neden bir başkasının hayatını da ışıtamasın? Vicdanımız yaptığımız kötülükleri bize fısıldamıyorsa elbette bizler de çok mutlu insanlar olabiliriz. Dünyadaki acılarda ve kötülüklerde payımız olduğunu düşünmüyorsak, kaybettiğimiz anlamı ve huzuru elbette bir alışveriş merkezinde satın alabiliriz.

Sevil Türkyılmaz
twitter.com/arzhal_

17 Aralık 2019 Salı

Her şeye rağmen güzelliğe odaklanmak

“O (c.c) bir yaprağı yere düşürdüğü kolaylıkta, tarihi de sona erdirebilir.”

İngiliz mühtedi Abdülhakim Murad’ın 2. baskısı Timaş Yayınları’ndan 2016 yılında çıkan Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak isimli kitabı bizzat müellifin ifadesiyle; “dört başı mamur bir öğünden ziyade, tadımlık bir çeşni sunma iddiasındadır. Burada yer alan makaleler, bazısı uzman ya da akademisyen, bazısı ise nispeten daha avamî olan, birbirinden çok farklı okuyucu kitlesine hitap ediyor. Zaten yapılan alıntı ve polemiklerin tarz ve seviyesi bunu yansıtıyor.

Müelliften de bir iki cümle ile de olsa bahsetmek gerekirse; 1960 doğumlu Abdülhakim Murad (Timothy Winter) Cambridge Üniversitesi Teoloji Fakültesi’nde Müslüman-Hıristiyan ilişkileri, İslâm ahlâkı, Britanya Müslüman mirası ve Osmanlı Türkiyesi gibi konular üzerine çalışıyor. Metin Karabaşoğlu, O’nun hakkında, “Abdülhakim Murad’ın Türkçe’ye ve klasik Türkçe/Osmanlıca kaynaklara nüfuzu da insanı şaşırtıyor; dahası, utandırıyor! Yine yazılarında, Batı düşüncesine ve bu düşünce çizgisinde nüanslara dair müthiş bir açılımlar görüyor insan.” diyor. Sıkı bir Gazzâlî hayranı olan Abdülhakim Murad, dünyanın en etkili 500 Müslümanı arasında gösteriliyor. Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak isimli eserin dili ve üslubu ağır. Bu belki çeviriden belki de eser sahibinin entelektüel birikimi ile benimki arasındaki uçsuz bucaksız farktan kaynaklanıyor; ancak kesin olan bir şey var ki o da kitabı bitirmek için ciddi sabır gerektiği. Sabırsız bir okuyucunun bitirmesi hayli zor bir kitap. “Kitabı bitirdiğinizde çok şey bulacaksınız” diyemem; ama altını çizdiğim yerlerin beni etkilediğini söyleyebilirim. Gelin şimdi biraz satır aralarında dolaşalım. Yeni yıla girmemize günler kala Abdülhakim Murad’ın şu cümleleri tefekkür eden bir zihne aslında o kadar çok şey söylüyor ki: “2000 senesiyle başlayan 'Yeni Binyıl', geride kalmış bir medeniyetin üyeleri olarak ondan kaçamasak da, bizim binyılımız değildir. Aşağı yukarı bütün Müslüman devletler, bugün utana sıkıla da olsa, tarihi milattan sonra başlatmayı, dolayısıyla Papa Büyük Gregorius tarafından geliştirilen Hıristiyan takvimiyle yaşamayı kabul ediyorlar. Müslüman tarihinde son peygamberin hicretinden, bir önceki peygamberin kesin olmayan doğum tarihine doğru yaşanan bu merkez kayması öylesine derin ki, birçok İslâmî ulus o günü bir şekilde kutlamayı planlıyor! Müslüman ülkelerde kafa karışıklığı yaşayan sekülerlermiş insanlar, bu meselede zaten ciddi bir coşku dahi gösteriyorlar. Esasında bunun bizimle hiçbir alâkasının olmaması gerekirdi, çünkü Müslümanlar olarak bizim zaten kendi takvimimiz, dolayısıyla da tarihi zihnimize oturtacak kendimize özgü bir şablonumuz mevcut.” Takvim deyip geçmek meseleyi basite indirgemek olur. Aslında bu bir şuur meselesi…

Onsekizinci yüzyıla kadar ulemanın çoğu, kitap basımının haram olduğuna inanıyordu. Bir metin, özellikle de dinle ilgili olanı, ihtiram ve huşu uyandıran kutsal bir şeydi; bu bakımdan, kitapların geleneksel hat ve cilt zanaatkârlarınca yavaş yavaş ve aşkla yapılması gerekiyordu. Birbirinin aynısı olan çok sayıda kitabın aynı anda elde edilebilirliği, âlimlerin düşüncesine göre, hem İslâmî öğrenimi ucuzlatır, hem de öğrencileri fikirlere vukuf ve metinleri hıfz etme konusunda tembelleştirirdi. Dahası, zaman zaman sayfaların kalıpla basılma sürecinde tüm varoluşun kaynağının ismini ihtiva eden metinlere saygısızlık yapıldığı da öne sürüldü.”. Abdülhakim Murad’ın bu sözleri bendenizi şaşırttı; çünkü bildiğim kadarıyla Osmanlı’da matbaaya karşı çıkan ulemâ değil müstensihlerdi. Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma isimli kitabında belirttiği gibi; “Kitap basmanın şeriata aykın olduğu iddiasıyla ulemânın basımevi açılmasına karşı geldikleri yollu çok yaygın bir inanç vardır. Gerçekte ise ulemâdan böyle bir direnme geldiğini gösteren hiçbir delil yoktur. Şeyhülislâm Abdullah Efendi fetvâyı hemen vermiş, ulemâdan on bir kişi ilk kitabın başına konan “takriz”ler yazmışlardır. Bunlarda kitap basmanın şeriata aykınlığından hiç söz edilmemektedir. Matbaa açıldıktan sonra da Şeyhülislâm Abdullah Efendi, İbrahim Müteferrika’ya basılmasını gerekli saydığı iki kitabı da salık vermiştir. Matbaanın düzeltme işlerine bakmak üzere ve ihtimal ki Arapça’dan yapılan çevirileri kontrol etmek üzere, ulemâdan üçü kadı, biri Mevlevî şeyhi olan dört kişi memur edilmiştir. Basımevi açıldıktan ve işe başladıktan sonra da ulemâ ocağından bir karşı koyma gelmediği gibi, kısa süre sonra çıkan Patrona ayaklanmasında da kitap basmaya karşı bir istek ileri sürülmemiş, onu kapatma gibi bir olay da hiçbir yerde kaydedilmemiştir.” (sf. 57)

Kitabı okurken bazen çok sıkıldığımı saklayacak değilim; ancak Abdülhakim Murad’ın sırf şu sözleri için bile bu kitap okunur diye düşünüyorum; “İslâm dünyasının çekirdek bölgesindeki dinî uyanış hareketlerine liderlik yapanların kaçı, moderniteyi temellendiren fikirleri gerçekten doğru olarak bilmektedir? Hatta kaçı zamanımızın temel entelektüel sistemlerinin ismini bilmektedir? Yapısalcılık, postmodernizm, analitik felsefe, eleştirel teori ve diğerleri onlar için kapalı kitaplardır. Onlar, bunun yerine, "Uluslararası Siyonist Mason Entrikası" veya "Yeni Haçlı İstilası" ya da buna benzer kuruntuları mırıldanıyorlar. Eğer birçok İslâmî hareketin niçin başarısız olduğunu anlamak istiyorsak, belki de modern dünyayı entelektüel olarak kavrayamayan bu liderler hakkında bilgilenmekle işe başlamalıyız. Zira sözünü enttiğim entelektüel kavrayış, İslâmî idarenin önündeki engellerin başarıyla aşılmasının ön şartıdır. Modernite ideolojilerinin isimlerini dahi bilmeyen bir İslâmî hareket liderinin bunların üstesinden gelebileceğini ummak, doğrusu hiç de gerçekçi değildir.”. Hz. Ali’nin; “Kişi bilmediğinin düşmanıdır” şeklindeki nefis sözü aklıma geldi. Hakkında bilgi sahibi olmadığımız ideolojileri/görüşleri öylesine kolay tenkit ediyoruz ki…

Sünnet deyince günümüzde bazı insanlar burun kıvırıyor mâlum. “Peki bu hususta Abdülhakim Murad ne der?” diye soracak olursanız işte cevabı: “Sünneti yaşamak, zâhir kadar bâtında da bir kemâle ulaşmaya çalışmak anlamına gelir. Sünnet, fıtratını bozmamış olanlar için, türümüzün normal yaşam tarzı gibi kolayca ve tabii olarak gelmek zorundadır. “Aranızda hiç kimse iman sahibi değildir” der Peygamber, “tâ ki arzularınızı, kişisel tercihlerinizi, hevanızı benim size getirdiklerime tâbi kılana dek!”. Bugün Müslüman topluluklar arasında bu dersi almamış çok insan var. Bir kimsenin Sünnet’e bağlı olmadan manevî kemâle ulaşabileceğini tahayyül eden bazı sapkın ahmaklar var. “İslâmsız ihsan” olabileceği ifadesi, İslâm’ın zuhurundan bu yana tüm Müslümanlar ve sûfîler tarafından reddedilmiştir.”

Ailenin Çöküşü” başlıklı 4. bölümde Abdülhakim Murad çokeşliliğe dair İslâm modernistlerini rahatsız edecek şeyler söylüyor: “Batı’da çokeşlilik Müslüman topraklarda görüldüğü üzere az rastlanır bir istisna değil, kuraldır. Sadece sapkın bir ahmaklık -yahut göz yumma- şu gerçeği göz ardı edebilir: Eğer bir politikacı, iktidarın üretiyor olduğu gözüken erotizmden dolayı mahkemelik oluyorsa, demek ki karşı cinsten biriyle geç saatlere kadar çalışıldığında, bir büyük yangın ihtimalden daha fazla bir şeydir. Çocuklar ve eşler ne kadar acı çekerlerse çeksinler, isterse intihara kadar varan travmalar yaşasınlar, bu şartlar altında sistem bir koruma sunmamaktadır. Demek ki, bireysel hakların aile haklarından önce geldiği gibi felâkete götürücü bir anlayış kaçınılmaz bir şekilde bireyin, hem de ailenin çökmesi sonucunu doğurmaktadır.

Ahlâkî hastalıkların daima belirli başlangıçlarının olduğunu belirten Abdülhakim Murad sözlerine şu şekilde devam ediyor: “İslâm bu tip başlangıçların ortaya çıkabileceği sosyal dölyatağını kurutmaya çalışır. Nitekim konu eğitime gelince bizim taraf olduğumuz tercih, erkek ve kızların ayrı ayrı eğitilmesidir. Üstelik erkek ve kızların beraberce eğitilmesi, sadece bizim karşı olduğumuz bir şey de değildir. İskoçya’da bir özel okul müdürü de bu konuda ümitsizlik içindedir ve yakın zamanlarda çözüm olarak okulunda erkek ve kız öğrencilerin birbirlerine altı inç’ten, yani on beş santimden daha fazla yaklaşmamaları kuralını getirmiştir; zira “hatanın başlangıcı çevredir.” Fakat okullar başka yerlere göre temiz kabul edilebilecek bir başlangıç noktasıdır. İşyerlerinde, kadının ilerlemesine engel olunmadan, gayrimeşru bir aradalığa ilişkin tüm olasılıklar ortadan kaldırılarak eş hakları garanti altına alınmalıdır. Bu noktada karşı cinsten asistan istihdam etmede ısrarlı olan siyasetçiler ve işadamları, gerekçelerini açıklamalıdırlar. Kadını metalaştıran ve evlilikte sadakatsizliği kışkırtmaya yönelik pornografi ve pornografi içeren reklâmlar, müsamaga gösterilmeden sansür edilmelidir. Ki, hemcinslerinin resmedilmesine çok haklı olarak itiraz eden feministlerin de olması gerektiği konusunda hemfikir olduğu sansürün işlevi budur.”. Batı’daki en önemli Müslüman entelektüellerden biri olan Abdülhamid Murad’ı bu sözlerinden dolayı “yobaz” ilan etmezler herhalde, değil mi?

Başka bir skandal daha var ki, o da, babaları ‘anneleştirme’ ve ev erkeğine dönüştürme kampanyasıdır; ama hemen ekleyelim, bu kapmanya büyük oranda başarısız olmuştur. Tüm bu yanlışlar ve başarısızlıklar sonucunda, bugün birçok ev, evden çok yatakhaneye dönüşmüş durumdadır. Öğün vakitleri rastgeledir, öğünler ise konserve türü hazır yemeklere kaymıştır; anne babalar, enerjilerini tükettiklerinden, çocuklarıyla “nitelikli zaman” harcayamaz hale gelmişler, dahası eve ve birbirlerine aidiyet hisleri de hazin bir şekilde zayıflamıştır. Çocuklar da, evi terk ettiklerinde artık eskisi gibi kendilerini pek bir şeyleri terk etmiş gibi hissetmiyorlar. Böylesine kasvetli bir bağlamda, çözülme neredeyse mantıksal sonuçtur. İki eşin de çalıştığı ailelerde stres, normal insanların çoğunun üstesinden gelebileceğinden fazladır. Yüksek gelir ve (bazıları için) işten zevk alma, artan yorgunluk ve mücadele için yetersiz telafilerdir. Kadının evi sıcak bir yuvaya dönüştürme kabiliyetinin törpülenmesiyle, hem koca hem de çocukların içinde bulunduğu ortam güvensizleşmiştir.”. İngiltere’de ikâmet eden Müslüman bir entelektüel olarak Abdülhakim Murad bu sözleriyle resmen bizi resmetmiyor mu?

Wilfred Thesiger’in, Arap bedevîlerle uzun seyahatleri sırasında eşcinsel ilişkinin en küçük bir belirtisine rastlamadığını söylediğini nakleden Abdülhakim Murad’ın eşcinsellik üzerine de söyleyecekleri var: “Bazı yeni araştırmalarda öne sürülen o ki, eşcinsel eğilimler her zaman için sonradan kazanılmaz, bazen de insanlar kromozomlarındaki tanımlanabilir düzensizlik sebebiyle bu eğilimle doğarlar. Ahlâk ilâhiyatı açısından bunun imaları gayet nettir: Kur’an, insanın sadece kendi cüz’î iradesiyle yaptığı amellerden dolayı sorumlu olacağını vurgular; o halde, doğuştan gelen ölçülebilir bir karakter olarak eşcinsellik günah olmaz. Elbette, buradan, eşcinsel eğilime göre amel etmenin hak verilebilir bir davranış olduğu sonucu da çıkmaz. Benzer araştırmalar göstermiştir ki, kundakçılık ve suça ait başka tür davranışlar da dahil olmak üzere, birçok insan eğilimi, bazen genetik bozukluktan kaynaklanabilmektedir. Ama buradan hareketle hiç kimse, nedeni genetik bozukluk dahi olsa, bu tür davranışların ahlâka uygun olduğu sonucuna ulaşamaz.

Kitapta ilgimi çeken noktalardan biri de âdet gören kadına diğer toplumların bakışı: “Mesela bazı ilkel toplumlarda kadınlar âdet vakitlerinde kocalarının evinden uzaklaştırılırlar. Etiyopya’daki Galla kabileleri, âdet gören kadınlar için özel kulübeler yaparlar. Bugün bile, kadınların davranışlarına ciddi engeller bazı yasalarda onaylanır: Örneğin, modern Fransız hukuku bile, âdet öncesi aşırı gerilimi geçici bir cinnet biçimi olarak tanımlar.”. Alın size dikkat çekici bir tespit daha: “Camilerin aslen bir erkek mekânı hâline gelmiş olduğu bu Müslüman toplumlarında, bir peygamber veya evliya türbesi kadınlara mahsus bir kutsal mekân ihtiyacını karşılar. Filistinli kadınlar için bazı Peygamber türbelerinin önemi, bu çerçevede çok kere belirtilmiştir.

Abdülhakim Murad, hanım okuyucuları Şafiî mezhebine meylettirecek şeyler de söylüyor: “Gündelik ev işleri dahil, toplumsallığın bir boyutu gibi gözükür, ama tamamen kadınlara ait bir alan olarak tanımlanmamıştır; çünkü Şafiîlik de dahil olmak üzere bazı mezheplerce gündelik ev işleri, kadından çok erkeğin sorumluluğu olarak görülür. Kutlu Peygamberin vefatından sonra Hz. Âişe’ye Peygamberimizin evde ibadet etmediği vakitlerde neler yapıyor olduğu sorulduğunda şöyle cevap vermişti: “Ailesine hizmet etti, yerleri süpürdü ve elbiselerini dikti.” Şafiî fakihleri, bu temel üzerinde, kadınların ev işi yapmama hakkını savunurlar. Örneğin, ondördüncü yüzyılın Suriyeli fakihlerinden İbnü’n-Nakîb bunda ısrar eder: “Kadın ekmek pişirerek, un öğüterek, yemek yaparak, çamaşır yıkayarak ya da başka şeyler yaparak kocasına hizmet etmekle vazifelendirilmemiştir; zira evlilik akdi, kadın tarafında, sadece kocanın cinsel yönden kendisinden zevk almasına izin vermesini gerektirir, bundan başka da bir mecburiyeti yoktur.

Kitapta çok az da olsa usûl meselelerine de yer verildiğini görüyoruz. Abdülhakim Murad, mesela İmam Şafiî’nin –ki benzer ifadeler diğer imamlardan da nakledilmiştir- “Benim hükmümle çelişen bir hadis görürseniz, benim görüşüme değil, hadise tâbi olun” gibi müçtehid imamların tavsiyelerinin uzmanlara yönelik olduğunu belirterek şöyle der: “Bugünlerde bazı yazarlar nasıl inanmak isterlerse istesinler, böylesi tavsiyelerin muhatabının İslâmî eğitimden yoksun halk kitleleri değil, İmam’ın uzmanlaşmış talebeleri olduğu aşikârdır. İmam Şafiî bu sözünü söylerken kasaplardan, bekçilerden ve eşek güdücülerinden oluşmuş bir kalabalığa seslenmiyordu.

Mezhep imamlarını teleskoba benzetmek Abdülhakim Murad’dan başka kimin aklına gelir inanın hiçbir fikrim yok: “Kuran ayetlerini ve hadisleri yıldızlara benzetebiliriz. Çıplak gözle onların birçoğunu berrak biçimde göremeyiz; bu yüzden de teleskoba ihtiyacımız vardır. Eğer ahmak ya da mağrur isek, kendimiz bir teleskop imal etmeyi deneyebiliriz. Ama eğer aklı başında ve alçakgönüllü isek, bizim için İmam Malik veya İbn Hanbel tarafından imal edilmiş ve büyük gökbilimciler kuşağı tarafından nesiller boyu arıtılmış, cilalanmış ve geliştirilmiş bir teleskobu kullanmaktan memnuniyet duyarız. Her şeyin ötesinde, bir mezhep, İslâm’a en azamî netlikte görmeyi sağlayan hassas bir araçtan öte bir şey değildir. Kendi aygıtlarımızı kullanırsak, amatörce çabalarımız bizim görme kabiliyetimizi kaçınılmaz şekilde bozacaktır.”. İslâm’ın hikmet ve dengeyi emrettiğini, hangi halde olursak olalım bizim için her zaman erişilebilir ve uygulanabilir bir konumda olduğunu belirten Abdülhakim Murad’ın şu sözlerine kulak vererek bitirelim: “Bugünün dünyasında biz talihli bir ümmetiz. Talihliyiz, çünkü Batılılardan ayrı olarak, hâlâ güzelliğe odaklanmış haldeyiz. Başka bir deyişle, her şeye rağmen, ne olduğumuzu yahut ne olmamız gerektiğini biliyoruz.”. İnşallah Abdülhakim Murad’ın dediği gibidir.

Postmodern dünyada kıbleyi bulabilmek temennisiyle…

Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz