T. J. Winter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
T. J. Winter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Aralık 2019 Salı

Her şeye rağmen güzelliğe odaklanmak

“O (c.c) bir yaprağı yere düşürdüğü kolaylıkta, tarihi de sona erdirebilir.”

İngiliz mühtedi Abdülhakim Murad’ın 2. baskısı Timaş Yayınları’ndan 2016 yılında çıkan Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak isimli kitabı bizzat müellifin ifadesiyle; “dört başı mamur bir öğünden ziyade, tadımlık bir çeşni sunma iddiasındadır. Burada yer alan makaleler, bazısı uzman ya da akademisyen, bazısı ise nispeten daha avamî olan, birbirinden çok farklı okuyucu kitlesine hitap ediyor. Zaten yapılan alıntı ve polemiklerin tarz ve seviyesi bunu yansıtıyor.

Müelliften de bir iki cümle ile de olsa bahsetmek gerekirse; 1960 doğumlu Abdülhakim Murad (Timothy Winter) Cambridge Üniversitesi Teoloji Fakültesi’nde Müslüman-Hıristiyan ilişkileri, İslâm ahlâkı, Britanya Müslüman mirası ve Osmanlı Türkiyesi gibi konular üzerine çalışıyor. Metin Karabaşoğlu, O’nun hakkında, “Abdülhakim Murad’ın Türkçe’ye ve klasik Türkçe/Osmanlıca kaynaklara nüfuzu da insanı şaşırtıyor; dahası, utandırıyor! Yine yazılarında, Batı düşüncesine ve bu düşünce çizgisinde nüanslara dair müthiş bir açılımlar görüyor insan.” diyor. Sıkı bir Gazzâlî hayranı olan Abdülhakim Murad, dünyanın en etkili 500 Müslümanı arasında gösteriliyor. Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak isimli eserin dili ve üslubu ağır. Bu belki çeviriden belki de eser sahibinin entelektüel birikimi ile benimki arasındaki uçsuz bucaksız farktan kaynaklanıyor; ancak kesin olan bir şey var ki o da kitabı bitirmek için ciddi sabır gerektiği. Sabırsız bir okuyucunun bitirmesi hayli zor bir kitap. “Kitabı bitirdiğinizde çok şey bulacaksınız” diyemem; ama altını çizdiğim yerlerin beni etkilediğini söyleyebilirim. Gelin şimdi biraz satır aralarında dolaşalım. Yeni yıla girmemize günler kala Abdülhakim Murad’ın şu cümleleri tefekkür eden bir zihne aslında o kadar çok şey söylüyor ki: “2000 senesiyle başlayan 'Yeni Binyıl', geride kalmış bir medeniyetin üyeleri olarak ondan kaçamasak da, bizim binyılımız değildir. Aşağı yukarı bütün Müslüman devletler, bugün utana sıkıla da olsa, tarihi milattan sonra başlatmayı, dolayısıyla Papa Büyük Gregorius tarafından geliştirilen Hıristiyan takvimiyle yaşamayı kabul ediyorlar. Müslüman tarihinde son peygamberin hicretinden, bir önceki peygamberin kesin olmayan doğum tarihine doğru yaşanan bu merkez kayması öylesine derin ki, birçok İslâmî ulus o günü bir şekilde kutlamayı planlıyor! Müslüman ülkelerde kafa karışıklığı yaşayan sekülerlermiş insanlar, bu meselede zaten ciddi bir coşku dahi gösteriyorlar. Esasında bunun bizimle hiçbir alâkasının olmaması gerekirdi, çünkü Müslümanlar olarak bizim zaten kendi takvimimiz, dolayısıyla da tarihi zihnimize oturtacak kendimize özgü bir şablonumuz mevcut.” Takvim deyip geçmek meseleyi basite indirgemek olur. Aslında bu bir şuur meselesi…

Onsekizinci yüzyıla kadar ulemanın çoğu, kitap basımının haram olduğuna inanıyordu. Bir metin, özellikle de dinle ilgili olanı, ihtiram ve huşu uyandıran kutsal bir şeydi; bu bakımdan, kitapların geleneksel hat ve cilt zanaatkârlarınca yavaş yavaş ve aşkla yapılması gerekiyordu. Birbirinin aynısı olan çok sayıda kitabın aynı anda elde edilebilirliği, âlimlerin düşüncesine göre, hem İslâmî öğrenimi ucuzlatır, hem de öğrencileri fikirlere vukuf ve metinleri hıfz etme konusunda tembelleştirirdi. Dahası, zaman zaman sayfaların kalıpla basılma sürecinde tüm varoluşun kaynağının ismini ihtiva eden metinlere saygısızlık yapıldığı da öne sürüldü.”. Abdülhakim Murad’ın bu sözleri bendenizi şaşırttı; çünkü bildiğim kadarıyla Osmanlı’da matbaaya karşı çıkan ulemâ değil müstensihlerdi. Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma isimli kitabında belirttiği gibi; “Kitap basmanın şeriata aykın olduğu iddiasıyla ulemânın basımevi açılmasına karşı geldikleri yollu çok yaygın bir inanç vardır. Gerçekte ise ulemâdan böyle bir direnme geldiğini gösteren hiçbir delil yoktur. Şeyhülislâm Abdullah Efendi fetvâyı hemen vermiş, ulemâdan on bir kişi ilk kitabın başına konan “takriz”ler yazmışlardır. Bunlarda kitap basmanın şeriata aykınlığından hiç söz edilmemektedir. Matbaa açıldıktan sonra da Şeyhülislâm Abdullah Efendi, İbrahim Müteferrika’ya basılmasını gerekli saydığı iki kitabı da salık vermiştir. Matbaanın düzeltme işlerine bakmak üzere ve ihtimal ki Arapça’dan yapılan çevirileri kontrol etmek üzere, ulemâdan üçü kadı, biri Mevlevî şeyhi olan dört kişi memur edilmiştir. Basımevi açıldıktan ve işe başladıktan sonra da ulemâ ocağından bir karşı koyma gelmediği gibi, kısa süre sonra çıkan Patrona ayaklanmasında da kitap basmaya karşı bir istek ileri sürülmemiş, onu kapatma gibi bir olay da hiçbir yerde kaydedilmemiştir.” (sf. 57)

Kitabı okurken bazen çok sıkıldığımı saklayacak değilim; ancak Abdülhakim Murad’ın sırf şu sözleri için bile bu kitap okunur diye düşünüyorum; “İslâm dünyasının çekirdek bölgesindeki dinî uyanış hareketlerine liderlik yapanların kaçı, moderniteyi temellendiren fikirleri gerçekten doğru olarak bilmektedir? Hatta kaçı zamanımızın temel entelektüel sistemlerinin ismini bilmektedir? Yapısalcılık, postmodernizm, analitik felsefe, eleştirel teori ve diğerleri onlar için kapalı kitaplardır. Onlar, bunun yerine, "Uluslararası Siyonist Mason Entrikası" veya "Yeni Haçlı İstilası" ya da buna benzer kuruntuları mırıldanıyorlar. Eğer birçok İslâmî hareketin niçin başarısız olduğunu anlamak istiyorsak, belki de modern dünyayı entelektüel olarak kavrayamayan bu liderler hakkında bilgilenmekle işe başlamalıyız. Zira sözünü enttiğim entelektüel kavrayış, İslâmî idarenin önündeki engellerin başarıyla aşılmasının ön şartıdır. Modernite ideolojilerinin isimlerini dahi bilmeyen bir İslâmî hareket liderinin bunların üstesinden gelebileceğini ummak, doğrusu hiç de gerçekçi değildir.”. Hz. Ali’nin; “Kişi bilmediğinin düşmanıdır” şeklindeki nefis sözü aklıma geldi. Hakkında bilgi sahibi olmadığımız ideolojileri/görüşleri öylesine kolay tenkit ediyoruz ki…

Sünnet deyince günümüzde bazı insanlar burun kıvırıyor mâlum. “Peki bu hususta Abdülhakim Murad ne der?” diye soracak olursanız işte cevabı: “Sünneti yaşamak, zâhir kadar bâtında da bir kemâle ulaşmaya çalışmak anlamına gelir. Sünnet, fıtratını bozmamış olanlar için, türümüzün normal yaşam tarzı gibi kolayca ve tabii olarak gelmek zorundadır. “Aranızda hiç kimse iman sahibi değildir” der Peygamber, “tâ ki arzularınızı, kişisel tercihlerinizi, hevanızı benim size getirdiklerime tâbi kılana dek!”. Bugün Müslüman topluluklar arasında bu dersi almamış çok insan var. Bir kimsenin Sünnet’e bağlı olmadan manevî kemâle ulaşabileceğini tahayyül eden bazı sapkın ahmaklar var. “İslâmsız ihsan” olabileceği ifadesi, İslâm’ın zuhurundan bu yana tüm Müslümanlar ve sûfîler tarafından reddedilmiştir.”

Ailenin Çöküşü” başlıklı 4. bölümde Abdülhakim Murad çokeşliliğe dair İslâm modernistlerini rahatsız edecek şeyler söylüyor: “Batı’da çokeşlilik Müslüman topraklarda görüldüğü üzere az rastlanır bir istisna değil, kuraldır. Sadece sapkın bir ahmaklık -yahut göz yumma- şu gerçeği göz ardı edebilir: Eğer bir politikacı, iktidarın üretiyor olduğu gözüken erotizmden dolayı mahkemelik oluyorsa, demek ki karşı cinsten biriyle geç saatlere kadar çalışıldığında, bir büyük yangın ihtimalden daha fazla bir şeydir. Çocuklar ve eşler ne kadar acı çekerlerse çeksinler, isterse intihara kadar varan travmalar yaşasınlar, bu şartlar altında sistem bir koruma sunmamaktadır. Demek ki, bireysel hakların aile haklarından önce geldiği gibi felâkete götürücü bir anlayış kaçınılmaz bir şekilde bireyin, hem de ailenin çökmesi sonucunu doğurmaktadır.

Ahlâkî hastalıkların daima belirli başlangıçlarının olduğunu belirten Abdülhakim Murad sözlerine şu şekilde devam ediyor: “İslâm bu tip başlangıçların ortaya çıkabileceği sosyal dölyatağını kurutmaya çalışır. Nitekim konu eğitime gelince bizim taraf olduğumuz tercih, erkek ve kızların ayrı ayrı eğitilmesidir. Üstelik erkek ve kızların beraberce eğitilmesi, sadece bizim karşı olduğumuz bir şey de değildir. İskoçya’da bir özel okul müdürü de bu konuda ümitsizlik içindedir ve yakın zamanlarda çözüm olarak okulunda erkek ve kız öğrencilerin birbirlerine altı inç’ten, yani on beş santimden daha fazla yaklaşmamaları kuralını getirmiştir; zira “hatanın başlangıcı çevredir.” Fakat okullar başka yerlere göre temiz kabul edilebilecek bir başlangıç noktasıdır. İşyerlerinde, kadının ilerlemesine engel olunmadan, gayrimeşru bir aradalığa ilişkin tüm olasılıklar ortadan kaldırılarak eş hakları garanti altına alınmalıdır. Bu noktada karşı cinsten asistan istihdam etmede ısrarlı olan siyasetçiler ve işadamları, gerekçelerini açıklamalıdırlar. Kadını metalaştıran ve evlilikte sadakatsizliği kışkırtmaya yönelik pornografi ve pornografi içeren reklâmlar, müsamaga gösterilmeden sansür edilmelidir. Ki, hemcinslerinin resmedilmesine çok haklı olarak itiraz eden feministlerin de olması gerektiği konusunda hemfikir olduğu sansürün işlevi budur.”. Batı’daki en önemli Müslüman entelektüellerden biri olan Abdülhamid Murad’ı bu sözlerinden dolayı “yobaz” ilan etmezler herhalde, değil mi?

Başka bir skandal daha var ki, o da, babaları ‘anneleştirme’ ve ev erkeğine dönüştürme kampanyasıdır; ama hemen ekleyelim, bu kapmanya büyük oranda başarısız olmuştur. Tüm bu yanlışlar ve başarısızlıklar sonucunda, bugün birçok ev, evden çok yatakhaneye dönüşmüş durumdadır. Öğün vakitleri rastgeledir, öğünler ise konserve türü hazır yemeklere kaymıştır; anne babalar, enerjilerini tükettiklerinden, çocuklarıyla “nitelikli zaman” harcayamaz hale gelmişler, dahası eve ve birbirlerine aidiyet hisleri de hazin bir şekilde zayıflamıştır. Çocuklar da, evi terk ettiklerinde artık eskisi gibi kendilerini pek bir şeyleri terk etmiş gibi hissetmiyorlar. Böylesine kasvetli bir bağlamda, çözülme neredeyse mantıksal sonuçtur. İki eşin de çalıştığı ailelerde stres, normal insanların çoğunun üstesinden gelebileceğinden fazladır. Yüksek gelir ve (bazıları için) işten zevk alma, artan yorgunluk ve mücadele için yetersiz telafilerdir. Kadının evi sıcak bir yuvaya dönüştürme kabiliyetinin törpülenmesiyle, hem koca hem de çocukların içinde bulunduğu ortam güvensizleşmiştir.”. İngiltere’de ikâmet eden Müslüman bir entelektüel olarak Abdülhakim Murad bu sözleriyle resmen bizi resmetmiyor mu?

Wilfred Thesiger’in, Arap bedevîlerle uzun seyahatleri sırasında eşcinsel ilişkinin en küçük bir belirtisine rastlamadığını söylediğini nakleden Abdülhakim Murad’ın eşcinsellik üzerine de söyleyecekleri var: “Bazı yeni araştırmalarda öne sürülen o ki, eşcinsel eğilimler her zaman için sonradan kazanılmaz, bazen de insanlar kromozomlarındaki tanımlanabilir düzensizlik sebebiyle bu eğilimle doğarlar. Ahlâk ilâhiyatı açısından bunun imaları gayet nettir: Kur’an, insanın sadece kendi cüz’î iradesiyle yaptığı amellerden dolayı sorumlu olacağını vurgular; o halde, doğuştan gelen ölçülebilir bir karakter olarak eşcinsellik günah olmaz. Elbette, buradan, eşcinsel eğilime göre amel etmenin hak verilebilir bir davranış olduğu sonucu da çıkmaz. Benzer araştırmalar göstermiştir ki, kundakçılık ve suça ait başka tür davranışlar da dahil olmak üzere, birçok insan eğilimi, bazen genetik bozukluktan kaynaklanabilmektedir. Ama buradan hareketle hiç kimse, nedeni genetik bozukluk dahi olsa, bu tür davranışların ahlâka uygun olduğu sonucuna ulaşamaz.

Kitapta ilgimi çeken noktalardan biri de âdet gören kadına diğer toplumların bakışı: “Mesela bazı ilkel toplumlarda kadınlar âdet vakitlerinde kocalarının evinden uzaklaştırılırlar. Etiyopya’daki Galla kabileleri, âdet gören kadınlar için özel kulübeler yaparlar. Bugün bile, kadınların davranışlarına ciddi engeller bazı yasalarda onaylanır: Örneğin, modern Fransız hukuku bile, âdet öncesi aşırı gerilimi geçici bir cinnet biçimi olarak tanımlar.”. Alın size dikkat çekici bir tespit daha: “Camilerin aslen bir erkek mekânı hâline gelmiş olduğu bu Müslüman toplumlarında, bir peygamber veya evliya türbesi kadınlara mahsus bir kutsal mekân ihtiyacını karşılar. Filistinli kadınlar için bazı Peygamber türbelerinin önemi, bu çerçevede çok kere belirtilmiştir.

Abdülhakim Murad, hanım okuyucuları Şafiî mezhebine meylettirecek şeyler de söylüyor: “Gündelik ev işleri dahil, toplumsallığın bir boyutu gibi gözükür, ama tamamen kadınlara ait bir alan olarak tanımlanmamıştır; çünkü Şafiîlik de dahil olmak üzere bazı mezheplerce gündelik ev işleri, kadından çok erkeğin sorumluluğu olarak görülür. Kutlu Peygamberin vefatından sonra Hz. Âişe’ye Peygamberimizin evde ibadet etmediği vakitlerde neler yapıyor olduğu sorulduğunda şöyle cevap vermişti: “Ailesine hizmet etti, yerleri süpürdü ve elbiselerini dikti.” Şafiî fakihleri, bu temel üzerinde, kadınların ev işi yapmama hakkını savunurlar. Örneğin, ondördüncü yüzyılın Suriyeli fakihlerinden İbnü’n-Nakîb bunda ısrar eder: “Kadın ekmek pişirerek, un öğüterek, yemek yaparak, çamaşır yıkayarak ya da başka şeyler yaparak kocasına hizmet etmekle vazifelendirilmemiştir; zira evlilik akdi, kadın tarafında, sadece kocanın cinsel yönden kendisinden zevk almasına izin vermesini gerektirir, bundan başka da bir mecburiyeti yoktur.

Kitapta çok az da olsa usûl meselelerine de yer verildiğini görüyoruz. Abdülhakim Murad, mesela İmam Şafiî’nin –ki benzer ifadeler diğer imamlardan da nakledilmiştir- “Benim hükmümle çelişen bir hadis görürseniz, benim görüşüme değil, hadise tâbi olun” gibi müçtehid imamların tavsiyelerinin uzmanlara yönelik olduğunu belirterek şöyle der: “Bugünlerde bazı yazarlar nasıl inanmak isterlerse istesinler, böylesi tavsiyelerin muhatabının İslâmî eğitimden yoksun halk kitleleri değil, İmam’ın uzmanlaşmış talebeleri olduğu aşikârdır. İmam Şafiî bu sözünü söylerken kasaplardan, bekçilerden ve eşek güdücülerinden oluşmuş bir kalabalığa seslenmiyordu.

Mezhep imamlarını teleskoba benzetmek Abdülhakim Murad’dan başka kimin aklına gelir inanın hiçbir fikrim yok: “Kuran ayetlerini ve hadisleri yıldızlara benzetebiliriz. Çıplak gözle onların birçoğunu berrak biçimde göremeyiz; bu yüzden de teleskoba ihtiyacımız vardır. Eğer ahmak ya da mağrur isek, kendimiz bir teleskop imal etmeyi deneyebiliriz. Ama eğer aklı başında ve alçakgönüllü isek, bizim için İmam Malik veya İbn Hanbel tarafından imal edilmiş ve büyük gökbilimciler kuşağı tarafından nesiller boyu arıtılmış, cilalanmış ve geliştirilmiş bir teleskobu kullanmaktan memnuniyet duyarız. Her şeyin ötesinde, bir mezhep, İslâm’a en azamî netlikte görmeyi sağlayan hassas bir araçtan öte bir şey değildir. Kendi aygıtlarımızı kullanırsak, amatörce çabalarımız bizim görme kabiliyetimizi kaçınılmaz şekilde bozacaktır.”. İslâm’ın hikmet ve dengeyi emrettiğini, hangi halde olursak olalım bizim için her zaman erişilebilir ve uygulanabilir bir konumda olduğunu belirten Abdülhakim Murad’ın şu sözlerine kulak vererek bitirelim: “Bugünün dünyasında biz talihli bir ümmetiz. Talihliyiz, çünkü Batılılardan ayrı olarak, hâlâ güzelliğe odaklanmış haldeyiz. Başka bir deyişle, her şeye rağmen, ne olduğumuzu yahut ne olmamız gerektiğini biliyoruz.”. İnşallah Abdülhakim Murad’ın dediği gibidir.

Postmodern dünyada kıbleyi bulabilmek temennisiyle…

Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz