19 Kasım 2019 Salı

Anadolu erenleri ve menkıbeleri arasında keşifler

"Gece-gündüz gurbet çekip aşk yolunda,
Vasıtasız Hak didarını gören var mı?"

- Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet

Türklerin Müslüman toplumlar içerisinde öncü ve tartışmasız en büyük hizmetçi noktasına ulaşması birçok sebebe dayanır. İslâmla müşerref olduktan sonraki süreçte gazalar kadar gazeller de önemlidir. Kılıç tutanlarla kalem tutanların cepheleri farklı değildir o vakitlerde. Paşalardan şeyhlere, seyyahlardan sufilere, beylerden dervişlere, "el ele, el Hakk'a" düsturuna uygun bir yaşam sürmüştür Anadolu'da asırlarca. Neticede kimileri yurt açar, kimileri yurt tutar.

Olgay Söyler'i daha çok Atlas Tarih'teki yazılarıyla ve inanç tarihi alanındaki çalışmalarıyla tanıyoruz. İslâmiyet’in yerleşip kök salmasında sufi tarikatların, dervişlerin, âlimlerin, tüccarların, seyyahlar ve hacıların büyük etkisi olduğuna inanmış ve bu inancı doğrultusunda metinler üretmiş, el'an üreten bir isim. Bu 'kıldan ince kılıçtan keskin' sahada, güncel bir dille yazdığı yazılar Karakum Kitap tarafından bir araya getirildi ve böylece yazarın da ilk kitabı konuya meraklı olanlara sunuldu. Anadolu'nun Kronikleri isimli kitabın bir de alt başlığı var: Epik ve Menkıbevi Destan Dünyasına Giriş. Kitap hem bu alana daha evvelinden ilgi duymuş hem de yine bu alanda daha da derinleşmek isteyen okurları kucaklıyor. Titiz bir gayretle, önemli bölümlere ayrılması sahaya nereden gireceğini bilmeyenler için de rahatlatıcı.

Birinci bölümde, veli kültü ve menakıbnameler penceresinde Türklerin dinî-tasavvufî hayatında çok büyük tesirleri olan ve "Pîr-i Türkistan" olarak anılan Yeseviyye tarikatının kurucusu Ahmed Yesevî, alplik ve velilik, keramet konuları irdeleniyor. Bu bölümde özellikle ulemanın kemikleşmiş bir yapı hâline geldiği dönemde bile halkın dervişlerin peşinden gitmeye devam etmesi, 'gönüller yapma'nın önemine işaret ediyor. Söyler, "Anadolu’daki veli kültüne bağlı inançların ve uygulamaların şaman inancı çevresinde oluşmuş inanç ve pratiklerle benzer yönlerinin ele alınması Anadolu inanç sisteminin algılanmasına oldukça büyük katkı sağlayacaktır." önerisinde de bulunuyor.

İkinci bölümde şaman/evliya anlatıları ve kerametleri penceresinden Ak Sakal ve bilge, Korkut Ata, destan, bahşi/baksı, şaman ve âşık gibi sahanın tabiri caizse en gizemli meseleleri masaya yatırılıyor. "Şamandan evliyaya, ozandan destana uzanan yolculukta; şaman ve evliyayı saygın hâle getiren; etrafında oluşan mitoloji ve epik anlatılar; İslam dininin yaygınlaşması ile menkıbe olarak anılacak bu anlatıların oluşmasında anlatı kahramanının bey olması (dini önder yahut aşiret beyi) ve anlatının keramet motiflerini de içermesidir" diyen Söyler'in bu bölümün genelinde yararlandığı kaynaklar da okuyucuya yeni bakış açıları ve keşif yolları sunuyor.

Okuyucuyu üçüncü bölümde kahramanlık destanlarından halk hikâyelerine doğru götürüyor yazar. Burada Battal Gazi ve onun Yunan folklorundaki formu olan Digenes Akritas, XI. yüzyılda İç Anadolu’da Bizans’a karşı yaptığı fetihlerle şöhret bulan ve burada kendi adıyla anılan bir devlet kuran Dânişmend Gazi ile onun adı etrafında yazılmış fetih menkıbelerinden oluşan destanî roman Dânişmendnâme, olağanüstü hikâyelere konu olmuş ve hakkında hâlâ köklü bilgilere erişelemeyen, Anadolu ve Balkanlar’ın Türkleşip Müslümanlaşmasındaki olağanüstü etkisi sebebiyle adı etrafında menkıbeler oluşmuş bir alperen olan Sarı Saltuk Gazi gibi isimlere ve eserlere eğiliyor yazar. Olgay Söyler'in üzerinde önemle durulması gereken görüşlerinden biri de şu paragrafta yatar: "Sarı Saltık’ın sadece din misyoneri olduğu yolundaki algının da temelleri oldukça zayıftır. Denilebilir ki böylesine kuvvetli ve neredeyse tüm sufi çevreleriyle içli dışlı biri gidip Bizans sınırlarında faaliyet gösterse veya Babai İsyanı’nda sağ kalan dervişler çevresiyle ilgili olsa hemen Bizans ve Selçuklular tarafından fark edilir, engellenir ve kaynaklarda da bu kadar faaliyetten bahsedilirdi. Elbette bazı Müslümanlaştırma faaliyetleri olmuştur, İbn Kemal tarihinde bu faaliyetlerden bahsetmiştir. Günümüzde Moldova, Romanya olarak anılan bölgelerde ve Bosna, Edirne, Bulgaristan Coğrafyası’nda da faaliyetleri olmuştur. Ancak bu faaliyetler Ahmet Yaşar Ocak’ın da belirttiği üzere sistemli bir İslamlaştırma değildir. Genelde yerleşim ve yağma hareketlerine yönelik faaliyetlerdir bunlar. Oysa Saltukname’ye bakılırsa Litvanya’dan Bizans’a, Deşt-i Kıpçak’tan Avrupa kıtasında birçok ülkeye dek Sarı Saltık bütün Balkan Coğrafyası’nda, tahta kılıçlı veli-derviş olarak kâfirle mücadele eden bir tip olarak karşımıza çıkar. Bazı araştırmacılar veya tezlerine Sarı Saltık’ı konu edenler, bu dervişi, Saltukname nüshalarını ciddi bir tenkit süzgecinden geçirmeden ve mitoloji, eski Türk inanç sistemi ve Şamanizm unsurlarını titizlikle ayırmadan bir hamaset malzemesi olarak kullanmaktadır."

Kitabın son bölümü Danişmend Gazi destanındaki iki kahraman, Efrumiye'nin ve Artuhî'nin hikâyeleri üzerinden bir destanda yer alan motiflere, efsanevî unsurlara ve şahsiyetlere hangi gözle bakılması gerektiğine dair bir pratik sunuyor. "İslam öncesi destanlarda daha çok simge anlamları olan dağ, yeşim taşı, kurt, ay, güneş, yıldız, ok gibi unsurlar üzerinden işlenen rüya motifi İslam sonrası sadece dini hüviyete bürünmüş simgesel anlamlar çok fazla içermeyip gaza, cihat, fetih üzerine görülen rüyalar olarak destan edebiyatında işlenmiştir" diyen yazar rüyaların önemine de dikkat çekiyor. Zira Dânişmend Gazi destanında rüya motifine de sıkça rastlanıyor. Bu bölümle birlikte görüyoruz ki Dânişmend Gazi'yi 'her daim yaşayan' bir kişi hâline getiren şey, onun veli hüviyetine evrilen kişiliğinin ilk kahramanlık destanının yazılmasına sebep olması imiş.

Anadolu'nun Kronikleri, okuyucusunu bu toprakların tükenmez hazinelerine yönlendiren lezzette bir kitap. Her zaman okunacak ve her okunduğunda farklı keşifler için yardımcı olacak nitelikte...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Özgün tekniğiyle bir Ayfer Tunç romanı: Suzan Defter

Suzan Defter, Ayfer Tunç’un daha önce yayımladığı Taş Kağıt Makas adlı hikaye kitabının içerisinde de yer alan ve Can Yayınları tarafından 2011 yılında mini roman olarak basılıp okura sunulan bir kitap. Hemen hemen her okur daha kitabın ilk sayfalarını çevirirken kitapta bir basım hatası olduğu yanılgısına kapılıyor. Zira Ayfer Tunç, son derece özgün ve deneysel bir teknikle kurgulayıp sürdürüyor romanını. Şöyle ki:

Eser aynı günlerde tutulmuş iki farklı kişinin günlükleri üzerinden ilerliyor. Bu nedenle de cümle yapılarına kahraman bakış açılı anlatım tarzının egemen olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Sol tarafta Ekmel Bey’in, sağ tarafta ise Derya’nın günlüklerini bulabiliyorsunuz. Daha önce böyle bir teknikle karşılaşmamış okurlar ilk sayfalarda oldukça güçlük çekseler de zamanla kurgunun kuvvetine kendilerini teslim edebiliyorlar. Küreselleşmenin boğduğu modern insanın, kent içindeki derin yalnızlığı ve bunalımı eserin genel atmosferine epey hâkim görünüyor.

Ekmel Bey avukatlık yapmak suretiyle geçimini sağlarken eşinden ayrılmış ve geniş bir evde tek başınalığa mahkûm olmuş. Satmayı ise hiç mi hiç düşünmediği bu evi için satılık ilanı verip, eve talip olan müşterilerle bir dizi ilişkiler geliştirmeyi amaçlıyor. Öte yandan Derya’nın günlüğünde de son derece trajik ve bohem bir başka kurgu hızla akmaktadır. Derya annesini çok küçük yaşta kaybetmiş, babası ise bir başka kadınla evlenmiş, ilgisiz bir karakter olarak okurun karşısına çıkıyor. Derya’nın abisi de komünist olması nedeniyle babası tarafından reddediliyor. 12 Eylül Askeri Darbesi’nin ağır zulüm ve işkencelerine bizzat yaşayarak şahitlik ediyor.

Günlüklerde kullanılan dilin sahiciliği ve şiirselliği romanın en ustalıklı tarafı gibi. Şiirsellik derken aynı zamanda kusursuz ritmi ve akışı da kast ediyorum elbette:

Yıllar boyu yanmaktansa için için, boş odalarla dolu bir evde boşluk büyütmektense, ipin üstünde yürümekten başka nedir bir hayat?

O anlayabilecek, ben anlatabilecek olsaydım, benim gibi adamların cenneti olurdu dünya.

Güzel olacağından emin olduğumuz günler gelip bizi bulmadı. Ama korkma, sırrını vermem evinin odalarına.

Sahte bir lirizm kurguya hiç yaklaşamamış desek pek de yanılmış olmayız. Eserin arka planında klişe anlatı ve temalar da yok değil. Sözgelimi Suzan, Derya’nın siyasi suçlu abisine âşıktır ve yıllarca onun hapisten çıkmasını bekler, yolunu gözler. Gerek roman sanatında gerekse sinemada aşığın bekleyişi dönem dönem işlenerek sıradanlaşmışsa da Ayfer Tunç yepyeni bir söyleyişi yakalamayı bilmiştir.

Yer yer acıya çalan ironik ifadeler, okuru ansızın hüzünlü bir gülümsemeye götürebiliyor. Derya, evlilik hayalleri kurduğu Cihan’ın başkasıyla evlendiğini telefonla öğrendiğinde şunları yazar günlüğüne:

Bu kaçıncı be Cihan? Ne zaman arasam evleniyorsun.

İki ayrı günlük, iki ayrı karakter ve dolayısıyla da iki hayat bir noktada kesişip sıkı bir düğüm atılınca kurgunun zekâsına bir anda hayran kalıyorsunuz. Ayfer Tunç, Derya’yı Ekmel’e müşteri olarak gönderince okurun merak duygusu epey yoğunlaşıyor. İki karakter de bu rastlaşmadan itibaren birbirlerine tutulmuş birer ayna işlevi görüyor. Derya da Ekmel Bey de kendileriyle hesaplaşmanın ve içsel bazı sorgulamaların izini sürme fırsatı elde ediyor böylelikle.

Suzan Defter romanı, tematik esnetilebilirliği ve çeşitliliği itibarıyla da dikkat çekici görünüyor. Her ne kadar ruhun yalnızlığı ve melankoli hissi gibi bireysel konular yoğun gibi görünse de, dönemin siyasi havası da esere yediriliyor, toplumun aşkı ele alış biçimi üzerinden sosyolojik bazı eleştiri ve yaklaşımlar da sunuluyor: “Sokakların kanlı olduğu zamanlarda, eski usul bir aşk yaşıyorduk,” dedi, “insanlar aşka hala ayıplayan gözlerle baktığı için, aşkımızı belli etmemeye çalışmaktan yorgun düşerdik. O kadar az bir araya gelebiliyorduk ki, önceliği daima aşka veriyorduk. Tam aşkı tatmıştık, ihtilal oldu. Sokaklarda artık ne inanca ne de aşka yer vardı.

Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu

13 Kasım 2019 Çarşamba

Nefis muhasebesinin el kitabı

"İlmin ilk kapısı susmak, ikincisi dinlemek, üçüncüsü edindiği bilgiyi eksiksiz uygulamak, dördüncüsü de yaymaktır."

Tasavvuf dendiği zaman, meseleyle bir miktar ilgili olanların aklına gelecek ilk noktalardan biri “nefis terbiyesi”dir muhakkak. Dillere pelesenk olmuş bu konunun manası ise işin ehli üstadlar tarafından hem yazılı hem sözlü olarak açıklanmaya çalışılmıştır. Bu ise kâh ehl-i muhabbet olma yoluna baş koyanlara zikir ve fiil dâhilinde uygulama ile kâh satırlardan gönüllere aktarılarak yapılmıştır.

İşte erken dönem tasavvufunun en önemli temsilcilerinden biri olan Hâris el-Muhâsibî’nin Allah'a Dönüş adlı eseri, kendisinin ilimde önem verdiği noktaları kalem kalem anlattığı ve Hasan-ı Basrî’den etkilenen Muhâsibî metodunun temel taşlarını bir arada verdiği temel bir eser olması hasebiyle çok önemlidir. Bu metot, en çok nefis muhasebesi üzerine eğilir ki kendisi de, yaptığı işi Allah için mi yoksa başka saiklerle mi yaptığına oldukça önem verip kendini sürekli tarttığı için “Muhâsibî” mahlasını almıştır.

Nefis muhasebesi; aklın, nefsin yapıp ettiklerinin fazlalıklarını ve noksanlarını denetleyerek kulu onun şerrinden korumasıdır.

Özgün bir metot kullanılarak soru-cevap tarzında manadan kaleme dökülmüş bu eserin esas noktası; Allah’a, tövbe ile dönüş ve bu arınmadan sonra gelişen Allah’a doğru seyir yolunda, nefis muhasebesi üzere gelişen hallerin açıklanması üzerinedir. Tasavvuf anlayışında “hal”lere oldukça önem veren Muhâsibî, nefis muhasebesinde ilk adım olan tövbeden sonra gelen vera’, zühd, doğruluk, ihlas, sabır, rıza, marifet, ibret, kalp temizliği, bilgelik, hayâ ve zarafet gibi basamakları ve zararlarından en çok bahsettiği kavram olan riyayı kendine has derin üslubuyla açıklayarak erken dönemde bıraktığı manevî mirasını bugüne taşıyor.

Cüneyd-i Bağdâdî’nin hocası olan, İmam Gazzâlî’nin, İhyâ'sında metodunu kullandığı Muhâsibî’nin bu özlü, derin, etkili eseri manevî arınma yolunda ilk adımını atmak ve ilerleyişini bu halleri doğru idrak ederek devam etmek isteyenler için bir rehber görevi görüyor. Allah'a Dönüş, Hâris el-Muhâsibî’nin, her kesimden okurun anlayabileceği sade ve özgün bir tavır ile nefsin mertebelerinde zühd, takva ve ihlas ile adım adım ilerlerken bu hallerin her birine muhabbetli bir şekilde, en açıklayıcı bir üslupla değindiği öz bir el kitabı niteliği taşıyor.

"Kalplere inişi sırasında bilgi, çalkantılı ve coşkundur. Suyun yatağına erişince sakinleşmesi gibi, o da ancak yatağını bulunca sükûna erer. İşte kul da bu şekilde dinginlik, ilim, yumuşaklık, müsâmaha, Allah Teâlâ'nın vaadi karşısında hüsn-i zanla dolar ve kalbi ilahî müjde ve tehditler konusundaki her şeyi bilir ve kabullenir."

Hâris el-Muhâsibî, 781 ya da 786 yılında Basra'da dünyayı teşrif etti. Genç yaşta, ilim tahsil etmek üzere Bağdat'a gitti. İmam Şâfiî'nin öğrencisi olduğu nakledilir. İlerleyen gençlik dönemlerinde Bağdat'ta hadis meclislerine devam eden Muhâsibî’nin bir zâhid grubuyla tanışmasıyla irfanî-tasavvufî kimliği ön plana çıkmaya başlamıştır. Ebu Süleyman ed-Dârânî, Zünnûn-ı Mısrî, Bişr-i Hafî gibi mübarek isimlerden etkilenmiştir. Sehl bin Abdullah et-Tüsterî, Ebu Abdurrahmân es-Sülemî, Hakîm et-Tirmizî, Kuşeyrî gibi mana büyükleri de kendisinden etkilenmiştir. Feridüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyasında kendisinden bahseder. Tasavvufta “hal” kavramı üzerinde özellikle durmuş, hallerin Kur’ân ve Sünnet’e dayanması gerektiğini söylemiştir. Riyadan kaçınılması üzerinde özellikle durması melâmetî damarına işaret eder. Muhâsibî, 857'de Hakk'a yürümüş; Hakk âşıklarına, insanlığa büyük bir manevî miras bırakmıştır.

Hande Yıldırım Önsöz
twitter.com/miskiamber

Çağın farkında olan adam

İsmet Emre’nin Çağına Küsen Adam isimli romanında yazar çağının yani içinde bulunduğumuz modern zamanların neredeyse her şeyinin farkında olan bir karakterin açısından farklı konuları ele almaktadır. Yazarın romana ismini verdiği şekilden daha çok karakterimize “çağının farkında olan adam” demek daha doğru olur. Özellikle çoğu durum için her ucunu da modern dünyanın omzundan farkında olarak bakması ve ele alması bunun bir delilidir. Örneğin, belki farklı açılardan diyor olsa dahi, bir yerde tüketimin insanı bile tüketebildiğini söylerken bir başka yerde modern zamanda hiçbir materyalin tükenmediğini dönüştürülerek sayısız sefer kullanıldığı söylüyor. Bu örnekler romanın geneli itibariyle çoğaltılabilir.

Öte yandan romandan daha çok sanki bir deneme kitabı havası var Çağına Küsen Adam’da. Otuz farklı bölümden oluşan romanı bölümlerini ayrı ele alırsak bu söz konusu olur. Kaldı ki bu otuz bölümü birbirine bağlayan yegâne şey karakterin bakış açıları.

Burada karakterin bakış açıları diyerek çoğul bir ifadeye yer vermemin sebebi daha öncede değindiğim farklı uçların aslında modern dönem ile ilgili olmasa bile ana karakterimizin neredeyse reddettiği kendi zamanından her olay ve kavrama bakışıdır. Çağının Farkında Olan Adam’a bu hissi yaşattırmayan tek olgu ölüm diyebiliriz. Romanın farklı yerlerinde farklı şekillerde karşımıza çıkan “ölüm” kavramına doğrudan bir modern etiketi yapıştıramayıp ölümle temas halinde olan birden farklı şeyi eleştirmektedir. Yani daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse ölümü sadece bir bağlam olarak kullanmaktadır.

Fakat hemen belirtmem gerekir ki ölüm biricik bağlam değildir. Çağının Farkında Olan Adam, evlilik gibi bütün hayatı kapsayan ömürlük bir şeyi bu kadar uzun sürmesi dolayısıyla sıkıcı olarak niteler. Ancak burada karakterimizin kendi düşüncesi değilmiş de sanki o modern zamanlara yine modern zamanların omzundan bakarak eleştirisini getiriyor gibidir.

Evlilik yeterince büyük ve geniş bir konu değilmiş veya güya evlilik modern bir şeymiş gibi ve kritiğini yapması yetmiyormuşçasına hikâyemizin sonu ve başlangıcı üzerinden de bir yorum yapar. Tabii burada hikâyeden kastını romanın sonunda tam anlamıyla anlayabiliyoruz.

Üstelik böyle konular dışında alelade bir sokak lambası üzerinden de eleştirisini yapabiliyor. Burada da ana karakterimizin zamanının etkisiyle yadırgamışlığının ve rahatsızlığının okura gösterilişini görmekteyiz. Çünkü Çağının Farkında Olan Adam dinlenmek için yattığı yatağında dahi dinlenemez, huzursuz olur.

Karakterimiz sadece tek düze veya bir başlık üzerinden değil karşıt konumdaki şeyleri de bir tutarak veya bir noktaya getirerek modernite gözlüğünü burnuna indirip öyle bakar. Örneğin insanlığın karanlıkta kaldığını da söyler fakat daha sonra sanki bunu söylememiş gibi modern insanın aydınlığı çok abarttığının da eleştirisini yapar.

Sorduğu sorularla kendini rahatsız ettiği kadar modern dünyanın da yerinde doğrularak oturmasını sağlıyor. Ancak tip olamayacak kadar keskin karakterimiz belki de sorularıyla romanın hatta yazarın bile üstüne çıkıyor.

Emre, Çağına Küsen Adam’da doğrudan ve tek düze bir olay örgüsü üzerinden gitmemiş ve bu hareketiyle romanının karakteri olan Çağının Farkında Olan Adam’ın yanında saf almaktadır.

Kitabın “Karanlığın lanetlediği bir çağda nereye sığınabilir ki insan kendinden başka?..” şeklinde başlaması aslında nerdeyse bütün romanın genel durumunu özetlemektedir. Karakterimizin kendisine sorduğu soruların çoğunun cevabının verilmemesi ve kendi kendini yadırgaması buna en büyük kanıttır.

Karakter sadece kavramlar ve anlayışlar üzerinden değil kendi anıları üzerinden de huysuzluk yapar, bu da ayrıca kendine sığınmış insanın yine kendisini huzursuzlaştırmasının ve yadırgamasının bir tezahürüdür.

Hamza Eren Sarıçam

8 Kasım 2019 Cuma

Usul usul akan öyküler: Geyikler, Annem ve Almanya

Nursel Duruel’in Geyikler, Annem ve Almanya kitabının ilk basımı, Türkiye’nin siyasi açıdan karmaşık geçen ve devam eden yıllarında, 1982 yılında Adam Yayıncılık’tan gerçekleştirildi. Daha sonra Alkım ve Can Yayınları’ndan, en sonunda ise Yapı Kredi Yayınları’ndan neşredildi.

Öykümüzün ‘ne’ olduğunu ve ‘nereye’ geldiğini göstermesi açısından, 70’lerin ve 80’lerin öykü kitaplarına ayrı bir önem veriyorum. Nursel Duruel’in bu kitabı da öykümüzün nerede durduğuyla ilgili önemli ipuçları veriyor. Duruel’in öyküleri, tıpkı Füruzan’ın öyküleri gibi bir an’ı temsil ediyor. Zaten bu iki ismi tarz olarak birbirine çok yakın buldum. Belirli bir zamanın fotoğraf ını kişiler üzerinden lirik bir şekilde çeken Nursel Duruel, durum öyküsü diyebileceğimiz türün en seçkin örneklerinden birini Geyikler, Annem ve Almanya adıyla kitaplaştırmış.

Kitapta toplam sekiz öykü bulunuyor: İlk öykü kitaba adını da veren Geyikler, Annem ve Almanya. Diğer öyküler ise 03 Nöbeti, Ölüm Aralarında Kaldı, Fırıncı Şükriye, Zaman Aralığında, Nereye, “Minareden At Beni İn Aşağı Tut Beni” ve Yineleme’dir.

İlk öykü olan Geyikler, Annem ve Almanya, kitabın en kuvvetli öykülerinden biri. Altı sayfalık kısacık bu öyküde yazar isminden de anlaşılabileceği gibi bir göç ve ayrılık durumunu ele alıyor. Annesi işçi olarak Almanya’ya babasının yanına gidecek olan bir kızın gözünden anlatıyor bize bu durumu. Tam yetmişlerin sonuna ve seksenlerin başına uygun bir durum olarak karşımıza çıkıyor bu öykü. Anne-kız sevgisini en saf haliyle, ayrıca ayrılığı en keskin haliyle anlatan yazar, okurun gözüne gözüne sokmadan ve feminist bir havaya bürünmeden bir karı-koca anlaşmazlığını da işliyor. Fakat ana ekseni oluşturan şey, o zamanın bir gerçeği göç ve ayrılık: “Boğazıma dek tıkandım. Boynumdaki damar hiç böyle atmamıştı. Ağlamak istemiyorum. Ağlarsam burnum akacak, burnumu çekersem annem ağladığımı bilecek. Uyuyamayacak, uyuyamazsa yarın güçsüz kalacak. Anneannem haklı, çok zayıfladı annem. Ağlamamalıyım. Her şey bir yana, ağladığımı görürse annem utançtan öleceğim. Hayır görmemeli… Bilmemeli…

Duruel’in öyküleri tek bir bakış açısına sahip değil. Bazı öyküleri küçük bir çocuğun gözünden anlatılıyor, bazılarında hâkim bakış açısı var. Bazı kahramanları küçük bir çocuk bazıları ise yetişkin kadın(lar). Onlardan biri kitabın ikinci öyküsü 03 Nöbeti. İsmine baktığımızda bir asker veya sağlık çalışanının hikâyesi olduğunu düşünebiliriz ancak bu bir telefon santralinde çalışan Saliha’nın hikâyesi. Yaşadığı hayatla iç dünyası arasındaki tutarsızlığı çözmeye çalışan bir fakülte öğrencisidir Saliha. Sözlü tacizin arka planda aktığı, bir kadının gece işinde ne tür zorluklar yaşayabileceği, hayatın zorluklarının bir kadının gözünden tutarlı, sert ama abartıya kaçmadan, yer yer diyaloglarla anlatıldığı bir öykü 03 Nöbeti. Aynı zamanda bir yol ayrımı hikâyesi. Yalnızlık ana tema diyebiliriz bu öykü için. Duruel’in üslûbunu en iyi konuşturduğu öykülerden olduğunu söylemek de mümkün.

Duruel’in anlatımının en önemli özelliklerinden biridir abartıya kaçmamak. Usul usul konuşur ama söyledikleri okura oldukça tesir eder. Mutsuz bir aşk hikâyesini birkaç sayfada sessizce anlatır ama insanın içine işler o durum. Bu sessizce anlatım bazen üstü örtük bir anımsatmaya sebep olabilir. Bazen anlatılmak istenen şeyi normalden fazla gizler Duruel. Okura bırakır öykünün içindeki cevheri yakalamayı. Bunun örneğini Fırıncı Şükriye öyküsünde görürüz. Bir an’ın hikâyesidir ancak arka planda bir sürecin anatomisini gösterir bize yazar. Bir ölüm üzerinden, tahminen 80 öncesinin olaylarına ve ülkenin siyasi atmosferine üstü oldukça kapalı, kısa diyaloglar veya cümlelerle değinir. Sonrasında ölümün o sessiz birlikteliğinde, bir cenaze evinin suskunluğunda güncel siyasi atmosferden çıkıp geçmişte kalmış Afyon’daki Yunan muhaberesine değinir. Olayları birkaç cümleyle bağlar. Bu seferki kahramanı yaşlı bir kadındır:

Koca ülke baştan başa ölüler evi ablam. Nutuklar, camiler, tabutlar… Ya yürekler? Ya beyinler?"

Kitabın bence en iyi öyküsü, altıncı öykü olan Nereye adlı öyküdür. Burada yazar modern hayatla birlikte değişmeye başlayan aile ilişkileri ve ölüm kavramını, öykülerinin belirleyici yanlarından olan ‘kadın’ı merkeze alarak irdeler. Üstüne basarak ama bağırmadan, bir kadının gözyaşları eşliğinde bu durumu satırlarına yansıtır. Çoğu öyküsü gibi yine kısa bir zaman diliminde geçse de, bu öyküde de tıpkı çoğu öyküsünde olduğu gibi geri dönüş tekniğini çok başarılı kullanmış yazar. Ayrıca önem verdiğim bu öyküde kahramanın psikolojik durumu da başarılı bir şekilde yansıtılmış:

Gündelik yaşamın tekdüze ve ‘Ne yapıyorum?’ demeye fırsat tanımayan akışı içinde unutup gittiği ya da hiç düşünmediği yığınla konu, gece uyanışlarında her yönden saldırıya geçiyordu.

O yazın ardından gelen ilk bayramda bütün çocuklar analarının dul olarak geçireceği ilk bayramdır diye toplanıp geldiler. Büyük oğul kurbanı orada kesti, gelinler ananın konuklarını ağırladılar. Daha sonraki bayramlarda birer ikişer eksilmeye başladılar ya da sıraya koydular.

Son iki öykünün diğer öykülere göre biraz daha zayıf kaldığını düşünüyorum. Özellikle son öykü sadece diyalogdan oluşuyor ve post-modernizmin niteliklerini taşıyor. Diyalogu bol olan öykülerden ziyade anlatım yoluna gidilen öyküleri daha başarılı Nursel Duruel’in. Son öykü anlatımın hiç olmadığı bir tarzda olduğu için zayıf kalmış biraz.

Çok iyi bir öykücü Nursel Duruel. Şiirsel bir dile sahip. Ve bu şiirsel dil ile anlatımını yalın üslûbunu sade tutabilme başarısını gösteriyor. Öyküleri de konusunu hayatın ta içinden aldığı için yere sağlam basıyor. Ama en sevdiğim özelliği, usul usul anlatması oldu bazı şeyleri. Aşırı uçlara kaçmadan kurduğu atmosfer öykülerin başarısını oluşturmuş. Durum öyküsü türünde Türk Edebiyatı’nın zirvelerinden biri olduğunu düşünüyorum yazarın.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

2 Kasım 2019 Cumartesi

Şahsi bir öykü: Murat, hür İstanbul ve diğerleri

Kemal Tahir’in meşhur sarı defterleri vardır. Sağlığında yayımladığı birçok kitabın dışında, o öldükten sonra ortaya çıkan ve yavaş yavaş yayımlanan birçok kitabı daha bulunur yazarın bu defterlerde. Hür Şehrin İnsanları böyle bir kitap. Ölümünden sonra meşhur sarı defterlerin arasında bulunan bu kitap, 1949 yılında Çorum Cezaevi’nde tamamlanmış fakat sonradan çalışılmak üzere bir kenara konmuş. 1949 senesinden Tahir’in ölüm yılı olan 1973’e kadar da epey zaman geçmesine rağmen yazar bir daha bu kitaba dönüp bakmamış. Hatta bu kitaptaki bazı karakterleri daha sonraki romanlarında kullanmış ve bu romanı tamamen silmiş sanki aklından. Böyle kitapları var yazarın. Damağası örneğin. Fakat bu kitap sağlığında yayımlamayıp daha sonra yayımlanan kitaplardan farklı olarak pek tamamlanmamış havası vermiyor okura. Gayet derli toplu bir çerçeve içinde, karakterlerin de düzgün ve derin işlendiği bir kitap. Özellikle diyaloglar, Kemal Tahir diyalogu diyebileceğimiz konuşma tarzının en iyi örneklerini barındırıyor. Kemal Tahir deyince aklına diyalog gelenlerdenseniz, bu kitapta en lezzetli halini bulacaksınız.

Daha önce Bilgi Yayınevi, Tekin Yayınevi ve son olarak da günümüze yakın İthaki Yayınları’ndan neşredilmiş kitabın şu anda baskısı yok. İthaki Yayınları’ndan tek ciltte neşredilirken Bilgi ve Tekin Yayınevlerinden iki cilt halinde neşredilmiş. Ben de bu kitabı Tekin Yayınevi’nden iki cilt halinde okudum.

Hür Şehrin İnsanları bana Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları’nı anımsattı ilk başta. Fakat o kitaptan daha farklı bir yapıda olduğunu daha okumamın ilk başlarında anladım. Esir Şehrin İnsanları’nda, işgal altındaki İstanbul’un bir portresini, karakterlerden üzerinden çizen Kemal Tahir, bu kitapta sosyal olaylardan ziyade Murat’ın hikâyesini, onun aracılığıyla belirli bir çevrenin yaşayışını çizer.

Cumhuriyetin ilanından sonraki bir zamanı baz alır Kemal Tahir. 5 Mart 1930 tarihiyle başlar roman. Başkahraman Murat’tır. Diğer karakterler Murat’a yakınlıklarına göre önem kazanır veya önemini yitirir. Bu roman için otobiyografik nitelemesini de yapabiliriz aslında. Kemal Tahir’in birçok hapishane romanında kendini İstanbullu Murat olarak karakterlere dahil ettiğini düşünürsek bu romandaki Murat’ın da kendisi olabileceğini düşünmek mümkün. Ayrıca Tahir’in hayatına vakıf olan kişiler, romandaki olaylardan da Murat’ın Kemal Tahir’in kendisi olduğu sonucuna varacaklardır.

Dört ana bölümden oluşur Hür Şehrin İnsanları. Başlıklar ile bölümün içeriği Kemal Tahir’in her romanında olduğu gibi birebir uyumludur: Fakir-i Pürtaksir, Avukat Kâtibi, Kör Uçuş ve Batak.

İlk bölüm İstanbul’da Felek Kıraathanesi’nde başlar. İlk bölüme adını veren Fakir-i Pürtaksir, zamanında moda olan anket defterlerini doldurduktan sonra Murat’ın attığı imzadır. Bir nevi takma isimdir. Bu bölümde Murat’ın ve çevresindekilerin geçim derdi, sefaleti ve kahvehane hayatı işlenir. Aynı zamanda iş arama, bulamama, borçlanma durumları bolca mevcuttur. İnsan ilişkileri ön plana çıkar. Kemal Tahir’le özdeşleşmiş diyalogların en iyilerini görürüz bu bölümde. Beş günlük süreyi kapsayan ilk bölüm romanın zamansal olarak en kısa bölümüdür. Beş günün her bir günü detaylıca işlenir ve okur 700 küsur sayfalık bu dev esere karakterleri ve olayları iyice tanıyarak hazırlanır. Cenaze, kumar, fakirlikten kısmen kurtuluş, iş bulma gibi birçok olay, karakterlerden rol çalmadan ama merkezde Murat olacak şekilde okura aktarılır. Bu bölümün karakterleri Kahveci İhsan, Hamdi Bey, Ertuğrul Hikmet, Necip gibi kişilerdir. Az diyaloğu olan başka karakterler de mevcuttur. Kitaba hazırlanma bölümü diyebileceğimiz bu ilk bölüm Kemal Tahir’in avukat kâtibi olarak iş bulmasıyla neticelenir ve Murat’ın hayatı başka bir yolda akmaya devam edecektir. Bu bölümde Murat’ın sefaletinin en yoğun halini görür okur. Tahir’in bu sefaleti bu kadar net ve yoğun vermesindeki maksat bence, kitabın kalanında başkarakter Murat’ın değişimini daha net çizmek ve okura bunu hissettirmektir:

Ölmüyordu, sefalete alışınca, insan bir manada yaşıyordu ama, bir senede üç senelik yıpranarak şüphesiz… Bir senede beş sene yıpranarak…

Felek Kıraathanesi ilk bölümde ana mekândır ancak kitabın kalan kısımlarında bu mekânın ismi çok nadir geçer. Murat’ın değişimiyle birlikte mekânlar da değişecektir.

İkinci bölüm Avukat Kâtibi adını taşır. Murat, Hayret ve Celil Bey’lerin yanında avukat kâtibi olarak işe başlamıştır (Kemal Tahir de zamanında avukat kâtipliği yapmıştır). Daha geniş bir zaman dilimine sahip bu bölümde Murat’ın kâtipliğe ilk başladığı günle kitabın sonundaki hâli arasında büyük fark vardır. Özellikle ekonomik anlamda ‘yolunu bulmuştur’ Murat. Artık yüreği şiir yazamayacak, bir şey okuyamayacak kadar ferahtır. Öyle ki bolca kadın arkadaşı, sevgilisi olur ve onlarla ilgili yaşanmışlıklar detaylıca işlenir yazarın kaleminden. Cinsellik ön plana çıkarılır. Muhitin değişmesiyle birlikte karakterler de değişmiştir ancak ilk bölümün bazı karakterleri yine yer bulur bu bölümde de. Murat’ın yanında çalıştığı avukatlardan başka Kâtip Yordanidis, Şarlot, Safo, İbrahim Rıza Bey gibi karakterler romana ve Murat’ın hayatına dâhil olmuştur. Bu karakterlerle roman sonuna kadar devam edecektir, yeni eklenenlerle birlikte.

İkinci cildin ilk bölümü, kitabın da üçüncü bölümü olan Kör Uçuş, Murat’ın Safo’yla, Tamara Hanım’la, Şarlot’la ve başka kadınlarla olan ilişkilerini anlatır. Adından da anlaşılacağı üzere Murat –kör bir şekilde- bir çapkınlık turuna başlamıştır İstanbul’da. Sefalet günleri geride kalmıştır, zengin olmasa da iyi kazanır hem işinden hem de yan işlerden. Mekân ve kişi olarak artık Felek Kıraathanesi ve oradaki hayat çok geride kalmıştır. Ara ara Hamdi ve Ertuğrul Hikmet’in adı ve kendileri görünür ancak diğer karakterler görünmez. Murat’ın kişisel ilişkileri büyük yer tutar bu bölümde ve cinsellik çok ön plana çıkarılmıştır. Yazarın Murat karakterine en çok yoğunlaştığı bölümdür. Sosyal olaylar çok yer almaz. Roman içinde bölümleri bir hiyerarşiye tâbi tutsak, bu bölüme en zayıfı diyebiliriz. Sosyal ve siyasi hayattan o kadar kopuktur. İlk bölümde dâhi şair Mehmet Akif’in sürgün yıllarına atıf yaparak, kısa da olsa politik bir dokundurma vardır ancak bu bölümde yazar tamamen Murat’ın kişisel hayatına yönelmiştir. Fakat yine de şunu diyebilirim: Kemal Tahir Murat karakterinin değişiminin gerektirdiği bir bölüm olarak amaçlamış olabilir Kör Uçuş’u.

Kitabın son bölümü Batak adına sahip. Bu bölümde ben Kemal Tahir’in bu kitabı niye yayımlamadığını ve bu romandaki karakterleri niye başka kitaplarda kullandığını anladığımı sanıyorum. Şöyle ki: Kemal Tahir, romanını fikirlerini topluma iletmek için kullanan bir yazar. Yani roman, Kemal Tahir’de bir fikri, bir görüşü savunuyorsa ve toplumu yönlendirme kapasitesine sahipse değerli bir şeydir. Roman, Tahir’de amaç değil araçtır. Bu bölüm kendi içinde diğer bölümlerle bir bağ oluştururken bir taraftan da Türkiye’nin siyasi hayatına, çok partili hayata geçme çabalarına da ışık tutar. Fakat romanın geneline baktığımızda yazarın bu amacını gerçekleştirdiğini söyleyemeyiz. 700 küsur sayfalık bir eserin sadece son bölümünde bu durumu sağlayabildiği için, yani Murat’ın kişisel hikâyesinden ancak son bölümde çıkabildiği için, kanaatimce, bu romanı yayımlamaz Tahir. Bunun yerine Türk Edebiyatı’nın en iyi romanlarından olan Yol Ayrımı’nı yazar. Bazı karakterlerini de o romanda kullanır.

Romanın tarihi Serbest Fırka’nın kurulma zamanlarına denk getirildiği için bu duruma değinmemek olmazdı. Fırka’nın nasıl kurulduğunu kendine göre, oldukça ironik bir şekilde dile getiren Tahir merkeze yine kahramanı Murat’ı koyar. Murat’ın kişisel hikâyesi devam ederken arka planda da politik eleştirilerini yer yer eleştirel bir şekilde, hatta alay edercesine dile getirir:

…Fırka nasıl kuruldu? Paşam, baloda kafayı bir güzel tütsülemiş. Aklına gelmiş. ‘Yahu! Demiş, başka memleketlerde fırkalar var. İntihabatta rekabet yapıyorlar, rey almağa gayret ediyorlar. Oyun oluyor. Millet avunuyor! Biz de hele bir deneyelim!’ demiş. Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin, Ali, Veli, siz şu dakikadan itibaren Halk Partisi’nin prensiplerini inkâr ettiniz, Serbest Fırkalı oldunuz!’ demiş. (Medet Paşa hazretleri! Estağfurullah!) yani, (Ağız arar… Serhoşlukla aklından bir şey geçirir… Sonra fena olur!) diyerek tövbenin arasına darı tanesi sığmamış. Nihayet Paşam, kendilerini teksin etmiş. (Fethi beyi fırka reisi yapmam gerek! Siz de o fırkadan oldunuz, bitti!) buyurmuş. (O fırkadan olduk ya, o fırka neyin nesi? Bre nerede şu Fethi bey? diyerek telâşlanmışlar. Fethi bey apar topar Yalova’ya götürülmüş...

Hür Şehrin İnsanları yukarıda da değindiğim gibi bazı açılardan Murat’ın değişimine odaklanan hatta bu değişimi göstermek için bazı ‘numaralar’ yapılan bir roman. Bunu başarılı bir şekilde hitama erdirmiş Kemal Tahir. Başlangıçtaki Murat’la sondaki Murat’ı karakter, tutum, davranış açısından değerlendirdiğimizde ortaya bambaşka biri çıkar:

Dünyayı düzeltmek ona düşmüş değildi ya… ‘Sat anasını…’”

Hür Şehrin İnsanları yazarı tarafından yayımlanmak istenmemesine rağmen iyi bir roman. Özellikle diyalog ve karakterleri işleme açısından Kemal Tahir’in en iyi romanlarından olduğunu söyleyebilirim. Fakat sanırım, Kemal Tahir’in roman anlayışına pek yaklaşmadığı için yayımlanmadı. Ama tüm bunlara rağmen, en azından Yol Ayrımı ve Bir Mülkiyet Kalesi gibi iki dev romana temel olduğu için bile değeri bilinmelidir.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

1 Kasım 2019 Cuma

Önce anılar ve arkadaşlar, sonra edebiyat ve hayat

"Ama arkadaşlar iyidir."
- Tabutta Rövaşata (1996)

Elde tutulmuş bir bavul. Nasıl bir el? Biraz yorgun fakat umutlu. Yola çıkmaya gücü yok belki ama yola çıkmadan da yapamıyor. Yaşamın değişen ve değişmeyen tüm yanlarını, ceketinin omzundaki tozu savurur gibi savurmaya hazır olabiliyor aniden. Kimi zaman da ceketi bir köşeye asıp dinlenmeye ihtiyaç duyuyor. Nefeslenmeye.

Peki nasıl nefeslenmeli? Edebiyatla, sinemayla, yazarak. Dolayısıyla okuyup izleyerek. Sadece yaşayıp gitmek vardır elbet, onun öncesine işte bu anlamlı eylemler geldi mi o yaşayıp gitmenin de seyri değişir, tadı değişir. "Yaşadım çok şükür" dedirtir insana yaptıkları. Ama bu kadar değil, bir şey daha var.

Ercan Kesal, biliyoruz ki okumayı yazmaktan daha çok seviyor. Zaten yazmasının sebebi de okuduğu ve etkilendiği meseleleri insanlarla paylaşmak. Böylece acı da sevinç de konacağı yeri buluyor. Yani işin özünde insan var. Bir de "arkadaş" var. Gün geçtikçe yitip giden arkadaşlığa bir ağıt gibi yazıyor bu kez Kesal. Velhasıl'ı işte böyle okudum. Arkadaşlığın hayatımızın ulaşılamayacak köşelerine çekilişini sadece seyretmekle yetinmek belki de kederi getirdi okurken gönlüme. "Kendinizi arkadaşınıza olduğunuz gibi gösterin. Sizin gelgitlerinizi bilmesi gerektiği kadar fırtınalarınızı da bilmelidir" diyor Halil Cibran. "Bir adamı tanımak için, düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lâzım hiç değilse" diyor Cemil Meriç. Velhasıl işte bu iki cümle arasında gidip geliyor. Hem Kesal'ın yaşamındaki gelgitleri, fırtınaları hem de tanıdığı insanların acılarını, heyecanlarını anlatıyor. Peri Gazozu'nda, Cin Aynası'nda, kendi trajik hikâyesinden çıkan Nasipse Adayız'da da böyle bir tablo görmüştük aslında. Oradan anlıyoruz yazarın kalabalıklar arasında akıp giderken çarpıp geçmekle kalmadığını. Muhakkak anlatıyor. Şu insan benim hayatıma şöyle şöyle dokundu, bu insanın hayatına ben şöyle dokundum misali. Metin Erksan'ı özel olarak anlatmak isteyişi (Kendi Işığında Yanan Adam) de bundan değil mi? Bu insanlar arası irtibatı düşünüp de dünyayı daha güzel, daha iyi anlamak için türküye yanaşmamak olmaz. Âşık Daimî diyor çünkü: "Kainatın aynasıyım, madem ki ben bir insanım..."

Tanımak isteyip de gerek yaş gerekse şehir sebebiyle tanıyamadığınız şairler, yazarlar muhakkak vardır. Bunlardan özellikle bazılarına dair metinler okurken duygulanırız. Hiçbir şey düşlemeden, hiçbir kaygı gütmeden duygulanırız. Belki onun yaşamıyla kendi yaşamımız arasındaki benzerlik, belki yazdığı bir cümlenin, dizenin hatrı. Mesela benim için Ahmet Erhan öyle. Onu Ercan Kesal'dan okumak, samimiyetle ifade edebilirim ki içimi sarsıyor. Çok isterdim şaire özel bir kitap yazmasını, ne kadar olursa o kadar. Çünkü 'hikâye'de çok şey var: "Sisin içinde kaybolmuş bir fener gibi, dünya derdinin içinde kaybolmuş birisiydi. Öylesine kaybolmuştu ki kendi siluetini dahi seçemez olmuştuk. J. Steinbeck'in Bitmeyen Kavga'sında roman kahramanı, ölen yoldaşının toplanan kalabalığın önünde şu cümleyle uğurlar ve bu kitabın son cümlesidir: "O, kendisi için hiçbir şey istemedi yoldaşlar, hiçbir şey istemedi!". Ahmet Erhan, bu dünyada, kendisi için hiçbir şey istemeden yaşadı ve öylece öldü. Ben şahidim."

Velhasıl'da çarpıcı olan bir konu, şiirin hem Ercan Kesal'ın hem de çevresinin ne kadar önem verdiği bir sanat oluşu. Her an her yerde konuşulan şiire mutlak sadakatle bağlı bir hâl varmış herkeste. Bu durum olan biten her şeye şair nazarından bakmayı da beraberinde getiriyor. Böylece insanın hikâyesi ortaya çıkıyor. Hikâye olmadan hayatın tadı çıkmıyor, elemiyle neşesiyle yaşanamıyor, sadece geçip giden bir ömür için ah vah ediliyor. Hikâyesi olan insanlar, hikâyesi olan filmler Kesal için büyük bir önem taşıyor. Kemal Tahir'i de böyle anıyor, karısı Fatma İrfan'a cezaevinden yazdığı mektubu hatırlatıyor: "İnsanlar bizim günlerimizden daha kötülerini masal yapmasını bildiler. Kuvvetlerimizi felakete karşı deneme fırsatı bulduk. En tatlısı, 'Hey canına, biz neler çektik,' diye söze başlayabilmektir. Hikâyesi olmayan adamlara acıyor gibiyim..."

Edebiyatın cephanelik olma vasfını sevdiği yazarların, şairlerin ve hatta yönetmenlerin düşünce dünyalarından cümlelerle, fikirlerle aktarıyor Kesal. Ama annesiyle ve babasıyla geçirdiği zamanlar, kelimelerin ne işe yaradığı noktasında apayrı bir yerde duruyor. Burada âdetler, gelenekler, mektuplar, fotoğraflar ve yaşamın içinden süzülen davranışlar kelimelere ne kadar ihtiyacımız olduğunu ortaya koyuyor. "Gezegenin ortasında yapayalnız kalmış gibi yaşayan kız kardeşlerimin ve anaların arzuhalcisi, sesi olmayanların sesi olmaktır edebiyat. Bu yüzden kelimeler, mazlumların yaralarını serinleten merhemlere benzer" diyor.

Eduardo Galeano da var Velhasıl'da, Andrey Tarkovski de. Biri edebiyatın gerçekçi boyutunu engin bilgisi ve yaşam görgüsüyle harmanlıyor, diğeri ise gözlerini bir namlu gibi kullanmasıyla hayatı yorumluyor. Buna benzer olarak, Ahmet Hamdi Tanpınar'la Krzysztof Kieslowski arasında kurduğu ilişki de insanı farklı okumalar ve izlemeler yapmaya sevk ediyor. Yine, Tarkovski'yle yaptığı hayali fakat her yönüyle gerçek röportaj; insanın kendisini kandırmasının nasıl bir felaket olduğunu, sanatın insanı manevi bir varlık olarak her zaman kuvvetlendirebileceğini, 'sevme'nin insan hayatına anlam katabilecek yegane yetenek olduğunu hatırlatıyor. Laf dönüp dolaşıp Kesal'ın babasının sözünde -ve elbette boğazımızda- düğümleniyor: "Zengin olsan ne, fakir olsan ne? Yeter ki yüzün yere eğilmesin."

Kitaptaki metinlerden biri de Bozkırda Futbol Hikâyeleri başlığını taşıyor. Benim gibi hem futbola hem edebiyata tutkun olanların -maalesef ki ilki giderek değerini kaybediyor- kitaptaki gözdesi olacaktır. Hayatın fena hâlde futbola benzer olmasını anlatmak belki zordur, ancak insanın doğallığında ve doğanın insana sunduklarında neler olduğu düşlenirse futbolun da kendini anlatmak, paylaşmak ve yardımlaşmak noktasında 'aslında' ne kadar kıymetli olduğu görülebilir. Üstelik hem eğlenceli hem de kıymetli. Demek ki endüstriyel futbol bir şey ifade etmiyor. Formalar birer reklam panosuna döndüğünden beri "gol!" diye ayağa kalkmak bile 'tehlikeli' görülüyor.

Önemsediğimiz fakat dünyanın uğultusundan bir kenara çekilmek zorunda kalan duyguları yeniden hatırlatacak kadar kuvvetli bir kitap Velhasıl. İnsanı bir saz olarak düşünürsek, herkese farklı telinden dokunabilir. Bana en çok arkadaşlık telinden dokundu. Ercan Kesal'a gönülden teşekkür etmek için Ahmet Erhan'ın dizelerinden yararlanmak ve öyle bitirmek isterim: "Severim Doktor Ercan'ı, kendi çapında yüz yataklı dahiliye koğuşudur."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf