Kemal Tahir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kemal Tahir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ocak 2023 Cuma

Kemal'den Piraye'ye mektuplar

Kemal Tahir, Nâzım Hikmet’le birlikte yargılandığı Donanma Davası’ndan dolayı çarptırıldığı on beş yıl hapis cezasının ne kadar ağır bir şey olduğunun farkında değildi; çünkü her an hapishaneden çıkabileceği gibi bir ruh halinde olduğunu onun Piraye’ye yazdığı mektuplarda görebiliyoruz. Hâlbuki bu on beş yılın on iki yılını bilfiil yatmış, daha sonra çıkan afla tahliye olmuştur. Ama, hapisliğinin ilk yıllarında dahi mektuplarında “yakında hâlâs olursak sana Çankırı’dan ne getireyim” diye soruyor Piraye’ye. Bunu yazdığı yıl 1940. Tahir, bu cümlenin üzerine Çankırı’dan sonra daha Çorum’u ve Malatya’yı dolaşacak, nice romanı, hikâyeyi kâğıtlarda ve aklında filizlendirecek ve ancak 1950’de tahliye olacaktır. Umut, hiç bitmiyor, Baudelaire’nin bir şiirinde dediği gibi “Ve İnsanoğlu, ki yoktur umut yitirdiği/Deliler gibi koşar, erinç bulmak ister de!

(Edebiyatımızın bir eksiğidir Kemal Tahir’in mektuplarının toplu bir halde bulunmaması. Zamanında Bağlam Yayınları’ndan çıkan bir Notlar/Mektuplar kitabı, ilk eşine yazdığı Fatma İrfan’a Mektuplar kitabı mevcut. Bir de Orhan Kemal’e Mektuplar adlı kitapta Kemal Tahir’in Orhan Kemal’e yazdığı mektupları görebiliyoruz ancak bunları eksiksiz ve toplu bulamıyoruz. Son olarak da İthaki Yayınları’ndan çıkan Şiirler/Ziya İlhan’a Mektuplar kitabı var ama bunlar hem ayrı baskılarda olup hem de bulunması zor olunca okumak ve Tahir’in mektuplarına hâkim olmak zor oluyor. Tabiî ben oldukça eksik olduğunu düşünüyorum bunların. Bir de şimdi bahsedeceğim Kemal’den Piraye’ye Mektuplar kitabı var elimizde ancak Kemal Tahir on iki yıllık hapis hayatında Piraye’ye sadece on beş mektup mu yazdı? Ki Piraye bildiğim kadarıyla kendisine yazılan mektupları saklayan biri. İnşallah Kemal Tahir’in yeni yayıncısı Ketebe Yayınları bu sorunu çözüme kavuşturacaktır.)

Umut hiç bitmiyor ve Kemal Tahir sanki durumun farkında da değil. Sürekli, yakında çıkacağını ve bu işin “şakacıktan” başladığını düşünüyor; belki de bu yüzden hep ümitvar. Şöyle diyor 1940 tarihli bir mektubunda: “… Turşumuzu kurmayı dahi tasmim etmiş olsalar, gene bu kışa bizi çıkarırlar sanıyorum. Şakacıktan başlayan bu iş kâfi derecede uzadı.

Kitap sadece Kemal Tahir’in Piraye’ye yazdığı mektuplardan oluşmuyor. Piraye’ye yazılan on beş mektubun dışında yine Piraye’ye kısa bir not, Nâzım ve Piraye’ye birer kartpostal, Nâzım’a iki tane mektup ve bir tane de Naci Sadullah’a mektubu ihtiva ediyor. (Piraye’ye olan mektuplar 1940-1945 yılları arasını kapsıyor. Nâzım’a 1942 ve 1947’de birer mektup -çünkü Nâzım bir süre sonra Çankırı’dan Bursa Cezaevi’ne nakil oluyor- görüyoruz. Naci Sadullah’a 1941 yılında yazıyor. Kartpostallar 1940 yılına ait) Ayrıca sunuş ve giriş yazılarında da Kemal Tahir’in Nâzım Hikmet üzerinden Piraye’yle olan abla-kardeş ilişkisine değiniliyor. Bol fotoğraflı bir kitap bu. Piraye’yi, Memet Fuat’ın küçüklüğünü, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı ve başka kişileri de Kemal Tahir’le beraber, o yıllardaki halleriyle görebilmemiz açısından değerli ve arşivlik malzemeler sunuyor. (Nâzım’ın Çankırı’da yaptığı yağlı boya tablolar da kitapta yer almış.)

Mektuplarda genel olarak Kemal Tahir günlük yaşantılarından bahsediyor. Ve elbette hiç bitmeyen geçim derdinden. Alamadığı paralarından vs. Ayrıca yazdığı hikâyeleri Piraye’ye de gönderip onun fikrini alıyor ve önemsiyor da. Bu durum bize Piraye’nin entelektüel seviyesini de gösterebilir. Bu kitap yine Nâzım Hikmet’in İthaki Yayınları’ndan çıkan Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar kitabıyla önlü arkalı okunursa dönemin ekonomik ve siyasal ruhu çok daha iyi anlaşılacaktır. Örneğin tek parti devrindeki sansürü şöyle anlatıyor Tahir: “Pek canım sıkılıyor. Tan’daki hikâyeleri insafsız ve cahilane sansür ediyorlar. Mesela (başındaki abani sarıklı fesi vardı) cümlesini çıkarıyorlar. Sipsivri şu cümle kalıyor (Siyah fötr şapkasını nahiyeye, kasabaya giderken bir de hatırlı misafir gelince giyerdi). Sonra birtakım psikolojileri birtakım vakaların karşısında tespit etmişim. O vakaları galiba müstehcen bulup budamışlar. Hikâyenin adamları, ortasından kopmuş filmlere benzedi. Anlaşılıyor, biraz yazıya benzeyen yazı olmamalı.” Ayrıca bu mektuplarda kişilerin özel duygu ve davranışlarına da tanık oluyoruz. Mesela Tahir, Nâzım’ı inanılmaz çok seviyor ve onun şairliğini -yer yer aşırı abartsa da- yere göğe sığdıramıyor. Bir de dikkatimi çeken şu oldu: Kemal Tahir mektuplarında dinî terimleri çok kullanıyor (Elhamdülillah, Allah razı olsun, ruz-ı mahşer vb.) Ve bunları dinle alakası olmayan birinin kültürel ifadeleri gibi değil, bir Müslüman’ın hayatının içinde bu cümleleri/kelimeleri eritmesi gibi kullanıyor. Hayatı boyunca solda olmuş bir yazarın bu terimleri bu şekilde kullanışı ilginç bir görüntü oluşturuyor bence. (Hapishaneye de komünizm davasından girmişti, hatta ilk eşi Fatma İrfan kendisini bu sebepten -vatan millet düşmanı bir ideolojiyi benimsemiş biriyle birlikte olamam diyerek- terk etmişti.) Belki de o yaşlarda -otuzlu yaşlar- dine bakışı daha farklıydı. Yine de şunu demek istiyorum, şimdiki sol görüşlü yazarlar (sol da demesek olur aslında, ne oldukları belli değil) Türk Edebiyatı bile diyemiyor. Tahir’in baştan ayağa namuslu bir Türk aydını ve Türk insanı olduğunun belirtilerinden biri bence bu durum. Tam bu toprakların insanıydı Kemal Tahir.

Yazıyı bağlayalım. Mektup, 1940’ların, 50’lerin, 60’ların en önemli iletişim araçlarından biri ve devrin muhasebesinin döndüğü en önemli yazınsal belgelerden biri. Birçok görüş ve bilgiye hâkim olabiliyor okur dönemli ilgili. Bu yüzden -işin etik yönüne girmeden- bu tür mektupların daha çok ve daha dikkatli edisyonlarla yayımlanması gerektiğini düşünüyorum. (Turgut Uyar dememiş miydi İsmet Özel’e: Dergiler çıkarıyoruz, hâlbuki birbirimize mektup yazsak yeter diye.) Tabiî nicelik yönünden de artarak. İnşallah Kemal Tahir’in daha fazla mektubu ve kurgusal yazıları o meşhur sarı defterleri aşacak ve bizle buluşacaktır. Bazı kuru-teorik-akademik anlatımlı kitaplara ek olarak (bunlar da lazım) dönemi ve kişileri daha insani yönleriyle öğrenmiş oluruz.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

18 Ağustos 2021 Çarşamba

Bir köy özelinde toplumsal değişme

1960 yılında, bir programda Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Mahmut Makal, Orhan Kemal ve Talip Apaydın bir araya gelmiş ve “Beş Romancı Köy Romanı Üzerine Tartışıyor” başlığı altında, hem genel roman anlayışları hem Türk ve Dünya romanı hem de daha çok olmak üzere köy romanı üzerinde tartışmışlardı (Yakup Kadri ve Yaşar Kemal davet edilmelerine rağmen katılmamıştı). Bu tartışmanın metni de bir kitapçık halinde o yıllarda Düşün Yayınevi tarafından basıldı (İsteyenler sahaflardan zor da olsa bulabilir). Bu tartışmada diğer yazarlar Kemal Tahir’e, köyü bilmeden köy romanı yazdığı gerekçesiyle, deyim yerindeyse saldırmış ve onu, hayatında hiç köyde yaşamamış, köyü görmemiş, köye dair sadece hapishanelerde köylülerden duydukları nispetinde romanlar yazdığı gerekçesiyle eleştirmişti. Hatta Mahmut Makal düşüncelerini “köylüyü mahpushanede tanıyan ve izlenimlerini roman şeklinde, memleket aydınına, millete sunan bir romancının, Orhan Kemal, Fakir Baykurt anlayışında bir romancı olmaması gayet olağan” şeklinde dile getirmişti. Kemal Tahir ise “Suç ve Ceza’daki adamı anlayabilmek için katil mi olacağız?... Allah Allah, gidip adam mı öldüreceğiz, katil romanı yazmak için” şeklinde ironik bir cevap vermişti. Tabiî ki kitapta her yazarın değerli düşünceleri olsa da bu konuda Mahmut Makal’ın zırvaladığını kabul etmek gerekir. Eğer herkes yaşadığı yeri veya hayatı yazsaydı, yazabilseydi öykü veya roman diye bir tür olmazdı. Kitapta, kurgu üzerinden bir kariyer edinen insanların kurguyu dışarıda bırakacak şekilde düşüncelerini savunmaya çalışmalarını okuduğumda komik bulmuştum. Çünkü o tartışmadan altmış yıl sonra birçok kişi görüyor ve savunuyor ki Kemal Tahir bu toprakların en büyük köy romancılarından biridir. Köy insanını en iyi anlatan, köye dışarıdan değil köy insanını bir yığın olarak değil insan teki olarak görebilen ve anlatabilen büyük bir yazardır. Bunun en büyük ispatı Sağırdere ve Körduman romanlarıdır. İkinci olarak da Yediçınar Yaylası üçlemesidir.

Körduman, Sağırdere’den iki yıl sonra neşredilir (1957) ve onun devamı niteliğindedir. Dört ana bölümden oluşur. İlk bölüm olan Dönüş’te, Sağırdere’de Ankara’ya çalışmaya giden Kulaksızın Mustafa’nın (bu kitabın da başkahramanıdır) Yamören Köyü’ne dönüşünü görürüz. Bu dönüş, köy şartlarında baktığımızda kudretli bir dönüştür. Çünkü parayla dönmüştür Mustafa ve bu para köy yerinde, bilinenin aksine her şey demektir: “…Para getirmedik sandı herif… Parayı sen bilir misin? Para, dünyanın çivisi…”. Bu açıdan köyün bazı dinamiklerini göstermesi açısından önemlidir.

Sağırdere’de köy-kent arasındaki ekonomik işleyişi ön plana almıştı Kemal Tahir. Tabiî sosyal yapı da bununla birlikte yer bulmuştu kendine. Bu kitapta özellikle ilk bölümde bu tür tezlerini çok fazla ön plana çıkarmamış Tahir. Köydeki gündelik yaşam ve Mustafa üzerinden köylünün “aşk” hayatı daha doğrusu cinselliği işlenmiş yoğun olarak. Bu durumu Kemal Tahir’in romanlarında çok görürüz. Onun özellikle köy romanlarını okuyanlar, köyün özellikle gençlerinin aklının her an cinsellikte olduğunu düşünür. Belki de onun hapishane gözlemleri bu yöndedir ki Namuscular kitabına baktığımızda pek haksız da değildir. Mustafa’nın da kafası karışıktır. Aşkı (Fadik) ve babasının küçük bir hesap için intikam uğruna “ayartmasını” istediği Ayşe arasında kalmıştır. Köyde intikam sadece mala zarar vermeyle olmaz çünkü. Babası Yakup ağa böyle buyurmuştur: “…Cana değmek salt vurmakla olmaz. Sözgelimi karısını kızını baştan çıkarırsın, alırsın öcünü tatlıca. Köy yerinde barınamaz olur, karıyı boşar, evlenir yeniden… Bunlar hep masarif! Bir de şaşar, karıyı vurursa, yallah mahpusa… Anladın mı?” Kitabın Mustafa açısından başka bir ayırt edici vasfı, onun Sağırdere’de daha çok gördüğümüz batıl inançlara olan bağlılığının bu romanda biraz daha gerçekçi bir hâl almasıdır. Kitapla birebir örtüşen bir durumdur bu. Ne de olsa Körduman, son derece realist bir köy romanıdır. Mustafa da bu şekilde evrilmiştir. Bocalaması da vardır ancak realist bir karakterdir diyebiliriz onun için.

Kitapta ikinci bölümde toplumsal bozulmayı bir nevi bir köy âdeti üzerinden gösterir yazar. Kemal Tahir köyü ve insan tekini anlatır ama toplumsal durumu anlatmaktan kopmaz. Kitabın kötü diyebileceğimiz karakterlerinden Topal İsmail’in köyün büyük başağa’sı (yarenlik kurumu) olabilme durumundan, Yamören’in bazı şeyleri fark etmediğini ve toplumsal çözülmenin başladığını anlayabiliriz: “Millet işin alayında… Güler Allah güler. Yamören’in delikanlısı Topal İsmail’e kalmış. Görürsün, yakında Hırsız İsmail, büyük başağa olur.”. Bu durum 1930’lu yılların sonlarında köyün geçirdiği değişimi ve ahlaki çözülmeyi anlatması bakımından önemlidir.

Bu bölüm de yine Mustafa’nın intikam peşinde koşup Ayşe’yi ayartmaya çalışması üzerine işlenir. Köy adetleri, folklorik yapı, köyün ekonomik işleyişi, köyün sosyal hayatı ön plana çıkan diğer şeylerdir. Ezanın Türkçe okunmasına atıf yapan Tahir, zaman konusunda da bize bilgi verir. Ayrıca şu anda köylerde pek hükmü kalmayan ama o zamanların bir nevi küçük devleti olan muhtarlık kurumunun despotizmi ve iktidarlığı net işlenmiş. Anadolu’nun beş yüz haneli bir köyünü de anlatsa Kemal Tahir toplumun üzerindeki Demokles’in Kılıcı olabilecek her şeyi romanlarında işlemiştir zaten.

Kitabın genel akışı ilk iki bölüm gibidir. Diğer bölümlerde de az farklarla aynı konu devam ettirilir. Köylünün adalet anlayışı, tarımda makineleşmeye bakış, okumanın önemi veya önemsizliği (Murat karakteri üzerinden)… Bazı bölümlerde Topal İsmail öne çıksa da Mustafa hep başkahramandır ve hemen her olay 16-17 yaşındaki bu delikanlıya bağlanır. Adalet ve dürüstlük kavramları iyi işlenmiştir romanda. Ahlaki açıdan baktığımızda Mustafa başkahramandır ama salt iyi midir? Topal İsmail nasıl salt kötüyse Mustafa arada kalmış bir karakterdir. Çocukluk arkadaşı Vahit’i kandırır ama iyi yönleri de öne çıkarılır. Hatta Vahit daha dürüsttür Mustafa’dan fakat Kemal Tahir sanki Vahit’i pek sevmemiştir. Okuru da ısındırmaz Vahit’e. Sonunda, toplumsal yapının da çözülmesiyle birlikte bu iki can ciğer dosttan biri ötekini vurur ve elli yıldır öldürme görmeyen köy dirliğini kaybeder.

Hem Sağırdere hem Körduman köylüyü aydınlatma çabası, onu dönüştürüp devletin kendi politikasına yönlendirme çabası, tarımdaki değişimi gösterme, geleneğin çözülmesi, makineleşme, köyden kente göçü gösterebilme bakımlarından önemlidir. Dönemin siyasi durumunu da gösterir ama bu durum saydığım özelliklerden daha az öne çıkar. Evet, dünyayla birlikte köy de dönüşür ama bunu Türkiye genelinde göstermez bize Tahir. Onun dünyası Yamören ve çok az da olsa Ankara’dır bu romanlarda. Ayrı ayrı da okunabilir bu iki roman, ama önce Sağırdere’nin okunması bütünlük açısından önem arz eder.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

31 Ağustos 2020 Pazartesi

Kemal Tahir’in çıraklık dönemi öykülerinden bazıları

Kemal Tahir’i Türkiye’nin en büyük romancısı olarak görürüm. Fakat bu Tahir’i eleştirmemi engelleyecek bir şey değil. Romanları açısından olmasa da öyküleri açısından eleştirecek birçok nokta bulunabilir. Evet, Göl İnsanları, Nâzım Hikmet’in de övgüsüne mazhar olmuş, dört tane güzel öykü içeren bir kitaptır ancak bunun dışında Tahir’i öykü alanında başarılı bulmuyorum. Şimdi hakkında birkaç şey söylemek istediğim Zehra’nın Defteri de, Kemal Tahir’in İthaki Yayınları’ndan neşredilen kitaplarının bence en zayıfı. Tabii ki bunda pek çok etken var. Zaten bu kitap Kemal Tahir’in sağlığında yayımlanmasını sağladığı kitaplardan biri değil ancak onun öykü çalışmalarını içerdiği için bir değerlendirmeye tabi tutmak gerekir diye düşünüyorum.

Kitap toplamda 17 öykü içeriyor, bunlardan 11 tanesi tamamlanmış 6 tanesi ise yarım kalmış öykülerdir. Öyküler hakkında detaya girmeden genel bir değerlendirme yapacak olursak, kitabı yayıma hazırlayan Sevengül Sönmez’in yazısı bize yol gösterecektir. Sönmez, Tahir’in bazı kitaplarına olduğu gibi bu kitaba da açıklayıcı bir yazı yazmış. Bu yazıda bazı öykülerin başlığı olmadığı için onları kendilerinin koyduğunu, bazı öykülerin dört başı mamur öykü iken bazılarının oldukça kısa ve yarım olduğunu belirtmiş. Öykülerin yazılış tarihleri belli olmadığı için de metinleri temalarına göre bir araya getirdiklerinden bahsetmiş. Yine Sönmez’e göre bu kitap Kemal Tahir külliyatı içinde özel bir yerde bulunuyor fakat bence bu kitap olmasa Kemal Tahir Kemal Tahirliğinden hiçbir şey kaybetmez. Elbette bu kitabın Tahir’in çıraklık dönemi öykülerinden oluştuğunu da eklemek lâzım.

Zehra’nın Defteri adlı öyküyle başlıyor kitap. Zehra’nın mektubu da diyebiliriz bu öyküye. Zehra adlı kadının üçüncü eşine yazdığı, hayatını baştan sona sorguladığı, kadın-erkek ilişkilerinin öne çıktığı lirik bir mektup da diyebiliriz bu öykü için. Kemal Tahir’in folklorik diline uzak, bildiğimiz Kemal Tahir diyaloglarının bulunmadığı bir aşk mektubu da demek mümkün. Öykünün başarılı tarafı, bir kadının duygularının iyi işlenmiş ve bir kadının hayata bakışının başarılı bir şekilde oluşturulmuş olması. Ömer Seyfettin’in öykülerinin tadını almadım desem yalan olur. Aynı şekilde ikinci öykü Adi Bir Macera da yine kadın-erkek ilişkilerinin ön planda olduğu ancak çok da başarılı olmayan bir öykü olarak görünüyor. İlk öyküdeki derinlik ve karakterleri oluşturmadaki meziyet bu öyküde görünmüyor. İlk bölümdeki kadın-erkek temasının işlendiği bir diğer öykü Han’dır. Baştan sona diyalogdan oluşan bu öyküde tema yine kadın-erkek ilişkileri üzerinedir ancak Kemal Tahir’in o meşhur diyalog kabiliyetine tanık oluruz. Folklorik bir yan da vardır diyaloglarda. Fakat bu öykü için bir tiyatro metni gibi yazılmış diyebiliriz. Ortam tasvirlerinden öykünün kuruluşuna ve bazı ara bilgilere kadar her şey bir tiyatro metni okuyor havası verir okura: “Fırtına büsbütün azgınlaşmış, kurt ulumaları biraz daha yaklaşmıştır”, “Dışarıya kulak verir…” gibi. Kemal Tahir’in sosyal veya siyasi hayattan ipuçları hissettirdiği öykülerden biridir. Özellikle İttihat ve Terakki hakkında olumsuz bir hava çizilir ancak öykünün küçük bir kısmından yer alır bu durum. Siyasi dokundurmaların olduğu bir diğer öykü de İstanbul Mektupları: Boğaz Meselesi adlı öyküdür. Komik, ironik bir öyküdür. Bu açıdan diğer öykülerden ayrılır. Dört Bin Lira öyküsü kitabın en kısa öyküsüdür. Bir sayfadan oluşur. Çok da önemli bir metin değildir.

Tamamlanmış öykülerden bazılarına da değinip bu kısmı bitirelim. Şahsi Teşebbüs aslında tam bir öykü gibi başlıyor. Zaman zaman toplumsal eleştiriler de mevcut bu öyküde. Fakat başının ve sonunun alakasız olduğunu görüyoruz. Bu öykü için trajikomik bir cinayet öyküsü diyebiliriz. Bozgun ise ülkemizle ilgili, 2. Dünya Savaşı’nın da içinde olduğu en “öykü gibi öyküdür” bu kitaptaki. Yorgun Savaşçı’yı oluşturacak temel atılır belki de bu öyküde. Dil açısından, anlatım açısından gayet iyidir. Kemal Tahir’in bu kitaptaki takma isimle yazdığı tek metindir.

Yarım kalmış öyküler kısmında altı öykü var ancak üç tanesi hakkında biraz bilgi verip yazıyı sonlandıralım. Kürt Masalları için öykü içinde masal diyebiliriz. Girift ve derinlikli bir yapıda oluşturulan bu öyküde mizahi doz oldukça yüksektir. Yarım kalmasaydı mükemmel bir halk hikâyesi olarak yerini alabilirdi. Kemal Tahir’in köy romanlarındaki özel dilinin bütün özelliklerini görürüz bu öyküde. Öykünün kişileri hem psikolojik hem de sosyolojik olarak sağlam temellere oturtulmuş. Yarım kalması gerçekten yazık olmuş bir metindir. Yine kadın-erkek ilişkileri başat tema olsa da toplumsal yanı da vardır. Yarım kalmış bir masaldır adeta. Gülen Azap Hanı da aynı şekilde yarım kalmasa keşke diyebileceğimiz öykülerdendir. Genel olarak baktığımızda yazarın yarım kalan öyküleri masal veya halk hikâyesi formatındadır. Keyiflidir, mizahidir, ironiktir, sonunu merak ettirir. Dil de buna göre kurgulanmıştır.

Fermanlı Hoca öyküsü ise yazarın Göl İnsanları kitabında, sonradan eklenen dört öykü içindedir. Kemal Tahir’in Göl İnsanları kitabındaki son dört öykü, kendisi hayattayken eklenmiştir. Yani yazar bunları kendisi eklemiştir. Bu kitapta 10 sayfa kadar olan Fermanlı Hoca, aynı isimle Göl İnsanları’nda daha uzun ve bitmiş bir şekilde mevcuttur. Birebir aynı cümleler veya karakterlerle oluşturulmamıştır ancak iki öyküyü de okuyan okur, aynı öyküyü okudum, düşüncesine sahip olur.

Genel bir değerlendirme için şunu diyebilirim: Bu öyküler başarılı öyküler değil. Hele Kemal Tahir kalibresi için oldukça yetersiz fakat yazarın çıraklık döneminde neler yazdığını, nasıl yazdığını anlayabilmek için okunabilir. Bir de büyük romanlarına giden yoldan kesitler sunar okura. Ancak bir şey daha ekleyecek olursak, eğer ki tamamlanmamış öyküler tamamlansaydı, güzel, başarılı altı tane öykü okuyabilirdi okur. Tamamlananlardansa yarım kalmışlarda kaldı aklım (Fermanlı Hoca hariç).

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

9 Nisan 2020 Perşembe

Nâzım Hikmet'in en sevdiği Kemal Tahir hikâyeleri

Nâzım Hikmet’in hapishaneden Türk Edebiyatı’na kazandırdığı iki büyük isim vardır. Bunlardan biri Orhan Kemal diğeri de Kemal Tahir’dir. Nâzım, bu iki ismin çoğu eseriyle birebir ilgilenmiş ve acımasız tenkitlerini onlara ve eserlerine yöneltmiştir. Hatta Orhan Kemal’e acımasız bir şekilde şiiri bırakmasını söyleyen de odur. Fakat sonunda Türk Edebiyatı büyük bir düzyazı ustası kazanmıştır. Aynı şekilde Kemal Tahir’in de özellikle hapishanede yazdığı roman ve öyküleriyle birebir ilgilenmiş, yorumlarını uzun mektuplarında yazara aktarmıştır. Kemal Tahir’in en ünlü ve en önemli öykü kitabı olan Göl İnsanları hakkında “Senden o kadar defa dinlediğim, âdeta birçok satırlarını başlarken sonunu getirecek kadar hatırladığım ilk hikâyeyi yine büyük bir lezzetle, iştiha ile ve gururla okuyorum,” der. Ve bir başka mektubunda ise düşüncesini açık ve değişmez bir biçimde ortaya koyar: “Hiç endişeye düşme. Göl İnsanları Türk edebiyatının en güzel dört hikâyesi olarak kalacaktır.”. Bundan başka da övgüleri vardır bu kitapla ilgili şairin: “Çok yüksek bir yere çıkıp haykırmak istiyorum: ‘Şu Göl İnsanları hikâyelerini yazanı biliyor musunuz? O daha ne güzel şeyler yazacaktır.

Nâzım Hikmet en güzel dört hikâye demiştir ancak Kemal Tahir’in İthaki Yayınları’ndan neşredilen kitabında sekiz öykü vardır. Bu durumun açıklaması ise şudur: Kemal Tahir 10 Mart 1941 ve 25 Nisan 1941 tarihleri arasında ilk dört öyküyü Tan Gazetesi’nde tefrika halinde yayımlamıştır. Daha sonra bu öyküleri 1955 yılında kitaplaştırmıştır. Fakat daha sonraki yıllarda, kitabın bir başka baskısı olacağı zaman (1969) Kemal Tahir bu dört öyküye dört tane daha eklemiştir. Ayrıca ilk neşredilen dört öykü içinde de bazı değişiklikler yapmıştır. Bu değişiklikler çok ufak değişikliklerdir. Bazen bir cümle eksiltme veya başka bir kelime yerleştirme gibi, öykünün kurgusunu etkilemeyecek değişikliklerdir. Böylece yazarın sağlığında yayımlanan Göl İnsanları son haliyle sekiz öyküdür. İthaki Yayınları bu son basımı temel alarak eleştirel basım adı altında bir baskı yapmış, öykülerde hem tefrika halindeki kısımları hem de yazarın sonradan değiştirdiği kısımları göstermiştir. Tefrika halindeki cümle dipnot şeklinde belirtilmiş, yazarın değiştirdiği kısım ise asıl metin içinde gösterilmiştir. Bu açıdan Sevengül Sönmez’in kitaba yazdığı önsöz önemlidir.

Kitapta sekiz öykü var demiştik. Aslında bu kitap iki ayrı öykü kitabı olarak ele alınabilir. Kemal Tahir her ne kadar kendi düşüncesiyle bu birleştirmeyi yapmış olsa da ilk dört öykü ile sonradan eklenen dört öykü arasında pek benzerlik yoktur. Yazar ilk dört öyküde, ekonomik koşullarla şekillenen ve değişen kadın-erkek ilişkisini, köylünün hayata bakışıyla beraber verir. Yani toplumsal ilişkileri daha net görürüz. Fakat sonradan eklenen dört öykü daha yüzeysel konulardan bahseder. Hatta Sevengül Sönmez’in dediği gibi bu öyküler onun mizah dergilerinde takma adlarla yayımladığı öykülere benzemektedir… İlk dört öykünün insanı anlamaya ve ona yakın olmaya çalışan dokusu bu öykülerde neredeyse yoktur.

Göl İnsanları’nın ilk dört öyküsünün isimleri sırasıyla şöyledir: Göl İnsanları, Çoban Ali, Gelin-Kadın Oyunu, Arabacı. Sonradan eklenen öyküler ise Nam Uğruna, Kondurma Siyaseti, Bir Kodoşluk Hikâyesi ve Fermanlı Hoca isimlerine sahiptir. Fermanlı Hoca’nın farklı bir biçimi Kemal Tahir’in bir başka öykü kitabı Zehra’nın Defteri’nde de yer alır.

İlk öykü olan Göl İnsanları kitabın ilk halinde olan diğer üç öyküden daha farklı bir konumda bulunuyor. Kemal Tahir’in kadın-erkek ilişkilerinin toplumsal hayata yansımasının en az olduğu öyküdür bu. Beş tane arkadaşın denizden Terkos Gölü’ne çakıl taşımalarını konu eder. Bu beş arkadaştan Hamdi, diğer karakterlerin merkezinde yer alır ve diğerlerini etkiler. Öbür karakterler ister istemez Hamdi’ye göre konum alırlar. Yazar, Hamdi karakterini merkeze alarak ahlaki bir bakış açısı sağlamaya çalışır. Günlük rutinde bir nevi vicdandır bu karakter. Öykünün kahramanları son derece realisttir. Herhangi bir olay olmadan, bir durumdan nefis bir öykü çıkarmıştır Kemal Tahir. Tek mekânda geçer. İşçilerin patronu Kaptan Şerif karakteriyle kötülüğü ve işçinin üzerinden kazanmayı somutlaştırır Tahir. Bir nevi Hamdi-Şerif karşılaşmasıyla vicdan muhasebesi yaptırır okura. Bunun dışında masumiyeti veya başka değerleri/kavramları temsil eden kişiler de vardır öyküde (Küçük Salih gibi).

İkinci öykü olan Çoban Ali’de yazar köydeki kadın-erkek ilişkilerine daha net değinir. 1940’lı yılların İskilip’inde geçen öykü dört kısımdan oluşur. Çoban Ali ile Fatma’nın evlilik hikâyesi şeklinde kısa bir özet geçebiliriz bu öyküye. Ancak normal bir evlilik değildir bu. Fatma’nın zorla kaçırılması ve bir dizi zor kullanma ve tehdit sonunda onun jandarmaya “kendim kaçtım” demesini sağlama uğraşını içerir. Dört bölümden oluşur demiştik; bu bölümlerden ilkinin öykünün kalan kısmıyla bir bağı yok gibidir. Diğer kısımlardan kopuk durur. Çoban Ali’nin koyunlarını İstanbul’a götürüp satmasını konu eden bu bölüm olmayıp olmasaydı öyküden bir şey eksilmezdi. Asıl öykü ikinci bölümle birlikte başlıyor. Kadın-erkek ilişkisiyle beraber o zamanlarda taşradaki askerin ve bürokrasinin gücünü de hissediyoruz. Hatta jandarmanın zenginin yanında yer almasını içeren pasajlar da mevcut. Bir nevi toplumsal gücü elde tutanla toplumsal yetkiye sahip unsurların çıkar doğrultusunda anlaşması diyebiliriz.

Öykülerdeki kadın-erkek ilişkilerine bakış açısının birçoğu aslında hâlâ Anadolu’daki birçok yerde mevcut. Bu bakış açısına ek olarak bir de ‘kişiye göre muamele’ işin içine giriyor ve ‘namus’ kavramı, toplumdaki en adaletli veya dindar görünen kişilerin gözünde bile ‘adamına göre’ bir hâl alabiliyor. Bunun iyi bir örneğini Gelin-Kadın Oyunu öyküsünde, Sultan’ın aklından geçenlerde görüyoruz. Ancak o da sadece aklında karşı çıkabiliyor bazı şeylere:

…Kanının sıcak sıcak yüzüne toplandığını hissediyordu. Az daha, ‘Halil’le bu haltı eden bir ben miyim? İmam’ın gelini Şehime, Karagöz’ün karısı, muhacirin karısı hep Halil’le tutulmadı mı?’ diyecekti. Az daha, ‘Hacer teyze ayartmadık gelin mi bıraktı köyde… Kocası gurbette olan karıların yoldan çıktığını, be imam, sen bilmezden mi gelirsin?’ diye bağıracaktı.

Arabacı öyküsü ilk üç öyküden bazı yönleriyle ayrılıyor: Doğrusal bir istikamette devam eden öyküde çok az karakter bulunuyor örneğin. Az olaylı, hatta olay bile bulunmuyor diyebiliriz öyküde. Başka bir köye iş için giden bir arabacının yolda gördüğü iki yaşlı kadını at arabasına alıp belli konuşmalardan sonra onların birinin kızıyla evlenmek için işi bırakıp köylerine gidişini konu ediyor. Daha sonra da, aslında evli olduğu için bir kurtuluş yolunu aramasına değiniyor. Bu öykünün toplumsal tarafı çok baskın değil; daha çok arabacının vicdanıyla olan muhasebesini konu ediyor. Aslında birkaç olay eklenip biraz daha uzatılsa çok daha biçimli ve başarılı bir öykü çıkabilirdi ortaya. Ancak yine de keyifle okunuyor. Diğer üç öyküye göre daha trajikomik demek de mümkün.

İlk dört öykü bu şekilde. Sonradan eklenen diğer öykülere de daha genel değinmek istiyorum. Bu öykülerde Kemal Tahir’in toplumsal eleştirilerini daha ironik bir anlatım ve diyaloglarla yaptığı çok bariz belli oluyor. Kitabın uzun öykülerinden olan Nam Uğruna öyküsünde bir barajın açılış hikâyesini konu ediyor örneğin. Bürokrasinin ve köylünün aynı anda yer aldığı bu öykü başından sonuna güldürü unsurlarından sıyrılmıyor. Fakat her an genellenebilecek politik eleştirilerini de sıralıyor Tahir:

İşçiler barajın iki yanında, gölgelerde oturuyorlardı. Son gündelikleri vermeyerek açış törenlerini kalabalıklaştırmak, Şaban Bey’in önemli buluşlarındandı.

Kondurma Siyaseti’ne de değinmek gerekiyor çünkü bu öykü anlatım yönünden diğer öykülerden biraz daha farklı bir konumda bulunuyor. Tunceli sürgününü konu eden öykü ‘ben’ diliyle oluşturulmuş. Ayrıca bir halk hikâyesini anlatır gibi bir üslûp söz konusu. Hatta destansı bir dil kullanmış diyebiliriz yazar için. Sürgünle, dramatik unsurlarla başlayan öykü daha sonra bir mizah öyküsüne dönüyor. Bürokrasinin şaşkınlığı, devletin baskısı, yağma, hırsızlık gibi olumsuz durumların iç içe geçtiği öyküde göç ettirilenlerin sosyal yapısına ve ekonomik düzeylerine önem vermiş yazar. Ancak karşıt unsurları öyküde anlatması en önemli özelliği. Zorla göç ettirilmek o insanlar için oldukça zor bir durum ancak bunun dramatik tonunu iyi ayarlamış Kemal Tahir ve bürokrasinin durumuyla ilgili verdiği örneklerle de öyküyü dengelemiş. Örneğin, göç kararı verirken son derece ciddi olan bürokrasi ve bürokratlar, konu bir işi halletmeye geldiğinde nasıl hallere düşüyor, şu örnekler yeterli olacaktır:

Hükümat bu kez işi her nedense sıkı tutmuş… Yol boyunun iki yanına çifter çifter nöbetçiler dikmiş… Sağa sola bükülmek yok! Otlağı buldun, biraz soluklanacaksın! Hayır! Bakmışsın şurdan bir atlı kopar hışım gibi… ‘Nerede sizin Büyük Bey’iniz?’ ‘N’olacak?’ ‘Vali emridir, size durmak yok! Basın bakalım ağır ağır!’

Bir Kodoşluk Hikâyesi ve Fermanlı Hoca öyküleri de son derece mizahi öyküler olarak görülebilir. Kemal Tahir’in kitaplarında cinselliğin baskın olduğu her zaman vakidir; ancak bu kitapta kadın-erkek ilişkileri yoğun olarak işlenmesine rağmen bu temaya çok değinilmez. Sadece Bir Kodoşluk Hikâyesi öyküsünde biraz daha baskındır. Ancak öyküleri bir sıralama yapacak olsak sanırım bu öykü en son sırada yer alacaktır. Fermanlı Hoca ise kitaptaki en komik öykülerden biridir. Ama daha önce de dediğim gibi, bence bu son dört öykü okura eğlence ve biraz da bazı konularda dokundurmalar dışında çok şey katmaz. İlk dört öykü ise Nâzım Hikmet’in dediği kadar vardır. Genel anlamda iyi, keyifli bir kitaptır Göl İnsanları. Son dört öykü eklenmese daha mı iyi olurdu diye soruyorum kendime. Böyle olsaydı bu durum Göl İnsanları’nı daha yukarı çekebilirdi. Kalan dört öykü de bir iki eklemeyle müstakil bir öykü kitabı olarak basılıp kendi kulvarında iyi bir öykü kitabı olabilirdi. Yine de bu kararı veren yazarın kendisi olduğu için bize söz düşmez artık. Bize, Kemal Tahir okuyup biraz dertlenmek, biraz düşünmek ve kitabın ikinci yarısında da bolca gülümsemek düşer. Kahkaha attırmaz çoğu zaman ama insanın suratında ironik gülümsemeler oluşturur.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

30 Aralık 2019 Pazartesi

Çekirdeği olsa, bozkır kalır mıydı bozkır?

Cumhuriyet tarihinin üzerinde en çok tartışılan konularından biri Köy Enstitüleri’dir. 1940 yılından itibaren Tek Parti yönetimince açılmaya başlanan köy enstitülerinin kapanışı, Demokrat Parti zamanında, 1954 yılında olmuştur. Üzerinde polemik yapılmasının önemli nedenlerinden biri de bu enstitülerin açılışını başka kapanışını başka partinin yapmış olmasıdır. Çünkü köy enstitüleri, üzerinde çok fazla tartışma dönse de, sosyal medya ve internette karşılaşılan birkaç yüzeysel bilgi dışında çoğu kimsenin -konuya özel ilgi duyanlar dışındakilerin- çok da bilgisi olmadığı kurumlardır. Bu yüzden mutlaklaştırılmıştır kimilerince. Bazı kesime göre kapatılması tamamen hatadır, çünkü oralardan tam donanımlı öğretmenler çıkıyordur ve çıkacaktır. Türkiye gelişecek eğitim şahlanacaktır. Kimilerine göre de bu kurumların bir faydası yoktur hatta zararı vardır, komünizm propagandası yapmakta ve çocukları küçüklükten öğretmenliğe kadar bu propaganda ile yetiştirmektedir. Sonuç olarak köy enstitüleri çok uzun sürmeyen bir projedir; ancak üzerindeki tartışmalar hiç bilgisi olmayanlarca bile halen devam etmektedir.

Kemal Tahir, Osmanlı ve Türk tarihinin sinir uçlarına, önemli olaylarına dokunmayı seven bir yazar. Gerek ekonomik gerek siyasal gerekse eğitim alanında konuşulması istenmeyen veya konuşulması belli bir kalıp dışında yasaklanan şeyleri romanlarında her zaman işlemiş bir yazar. Örneğin İzmir suikastını anlattığı Kurt Kanunu, mütareke yıllarını anlattığı Esir Şehir üçlemesi ve yaşadığı tarihlerde konuşulması bir tabu olan Osmanlı’nın, kuruluşunu konu edindiği Devlet Ana bu durumun en önemli kanıtlarıdır. Tabii Kemal Tahir köy enstitüleriyle de ilgili fikir sahibidir ve köy enstitülerinin her alanıyla ilgili söyleyeceği şeyler vardır. Bunları da 1967 yılında yayımladığı Bozkırdaki Çekirdek kitabıyla söylemiştir.

Kemal Tahir kitabını üç ana bölüme ayırmış: Ortam, Deney ve Bozkırdaki Çekirdek. Bunları da kendi içinde ve isimlendirerek kısımlara ayırmış yazar. İsimlendirme Kemal Tahir romanlarında önemli bir şey. Sadece kitaplarının isimleri değil bölüm içi isimlendirmeler de yazar için önemlidir. Çünkü bu isimlerle yazar bütün bölümü bir veya birkaç kelimeyle özetler. Örneğin ilk bölüm olan Ortam’ın alt başlıkları Çatı, Taban, Çevre ve Pazar’dır. Tahir bütün bu bölümleri ilk bölümün asıl meselesi olan ortama bağlar ve bu ortamı da kendi içinde böler.

İlk bölümün ilk kısmı mekân olarak Ankara’da, Tek Parti Genel Sekreteri’nin bürosunda geçer. Kişi olarak karşımızda Tek Parti Genel Sekreteri, Karayağız Milletvekili, Profesör Milletvekili, Paşa Vekil ve İlköğretim Genel Müdürü vardır. Ağırlıklı olarak diyaloglar üzerinden ilerleyen bu bölümde milletvekilleri arasındaki siyasi güç savaşı göze çarpar. Köy Enstitüleri’nin kapatılması veya bu kurumların devamı konusuna görüş ayrılıkları vardır ortamda bulunan kişilerin. Fakat mihver Milli Şef’tir. Ona göre konum alınır. Konu Çankırı-Çorum-Kastamonu illerinin kesişim noktasındaki Keşiş Düzü’ne yeni açılacak enstitüdür. Konuşmada köy enstitülerine nasıl öğrenci bulunacağı, bu kurumların köylüye ve millete faydası, buradan çıkacak öğretmenlerin nasıl kullanılacağı gibi konular konuşulur. Amaç köyü değiştirmektir:

Şehir çocuğuna gerekli öğretim başka, köy çocuğuna başka… Enstitülerde yeterince genel bilgi, meslek bilgisi veriyoruz. İstediğimiz, köy yaşayışında öncü, sözü geçer, saygılı, kendine fikir sorulacak, akıl alınacak insanı yetiştirmek… Öncelik tanıyoruz pratik bilgilere… Bunun da belkemiği, çalışmaya gidecekleri yer köy olduğu için: tarım…

Fakat bu, bürokraside, devletin üst katmanlarında böyledir. Bozkır, taşra farklıdır. Bu romantik amaçlar zaten ortamdaki diğer milletvekillerince de çok inanılan şeyler değildir. Bu projeye duruma romantik yaklaşan bir avuç insandan başka inanan yoktur. İlk bölümdeki mekânı kitabın kalan kısmında göremeyiz. Kemal Tahir bundan sonraki her bölüm ve kısmı taşrada, enstitünün kurulacağı bölgelerde geçirir. Fakat ilk kısım Çatı’daki genel kapsam, kitabın diğer bölümlerinde daha spesifik konulara doğru eğilir. Çatı’da okur, köy enstitülerinin o ana kadarki bütün defolarını da görür. (Yanlış yerden öğrenci seçimleri, hazır binaların kullanılması, köylerdeki yarı feodal düzenin hesaba katılmaması, köy eğitmenlerinin çocukları kendi özel işlerinde kullanması vb.) Zaten kitabın ilk kısımdan sonraki bölümleri bu defoların ortaya dökülmesi şeklinde ilerler.

İlk bölümün diğer üç kısmı Taban, Çevre ve Pazar kurulacak enstitüye en yakın köy olan Şirin Köyü ve kasaba olan Ilgaz’da geçer. Bu kısımlarda yerel kahramanlar kitaba dâhil olur. Cinci Nezir, Zeynel Ağa, Topal Muhtar, Yamörenli Eğitmen Murat, Sultan, Öğretmen Nuri Çevik, Enstitü Müdürü Halim Akın, Başeğitmen Cemal Avşar ve Öğretmen Emine Güleç gibi kahramanlar üzerinden hem köy ve kasaba halkının sosyal yaşamı, eğitim düzeyi gibi şeylerin panoraması çizilir hem de enstitüye, halkın deyimiyle ‘esdüdü’ye bakışı işlenir. Taşranın kendi kurallarının olduğu, devlet ve kasaba halkının ‘çarpıştığı’nı okur fark eder. Devlet ve halk fikren çarpışır fakat güçsüz olan tarafın riyakârlığı da ön plana çıkarılır. Her bir karakterin özellikleri ilk bölümün her kısmında detaylı işlenir. Okur açısından bir açık kapı yoktur. Kim iyi kim kötü ortadadır. Aynı zamanda mekânın kişiler üzerindeki belirleyiciliği de işlenenler arasındadır. Yerel halkın önde gelen isimlerince yapılan şark kurnazlığı, para hırsı, cahillik ve devlete karşı duyulan korku ön plandadır. Enstitü olayı, yukarıdakilerin ayrı, aşağıdakilerin ayrı güç savaşı verdiği bir durumdur. Kemal Tahir birinci bölüm Ortam’da okura kısaca “enstitü olayında yukarıda, yani Ankara’da durum bu, aşağıda, yani taşrada durum bu, bir de arada enstitülere polyannacı bir şekilde yaklaşanlarca da bu” der.

İkinci bölüm olan Deney kendi içinde dört kısma ayrılır: İnanç, Kaynak, Keşiş Düzü, Dumanlı Boğaz. Bu isimlendirmelerden zaten hangi ismin altında neler işlenmiştir fark edilebilir. İnanç kısmında bu köy enstitülerine olan inanç; Emine Güleç, Halim Akın, Nuri Çevik ve Cemal Avşar üzerinden işlenir. Ancak İnanç kısmının bir karakteri vardır. Az sözle çok şey anlatan ve bu dört inanmış öğretmenin aklını, enstitülerin gerçekten başarılı olup olamayacağı konusunda karıştırmış olan biri: Müfettiş Şefik Ertem. Şefik Ertem Milli Eğitim müfettişlerindendir ve köy enstitülerinin başarılı olamayacağını, hem yöntem açısından hem devletin taşraya olan tavrı açısından tamamen yanlış bir planlamayla oluşturulduğunu savunur. Bu, romantik bakış açısına sahip öğretmenlerin arasından realist bir bakışla sivrilen bir karakterin durumu objektif değerlendirmesidir. Özellikle bu enstitülerin tepeden inmeci bir şekilde oluşturulmuş olması, devletin, taşranın kendi dinamiklerini hesaba katmadan bu projeyi gerçekleştirmesi Müfettiş Şefik Ertem’in önemli fikirlerindendir:

…Çok arandı köyü ihya edecek okul tipi… Sonraları anladım ki, böyle saman alevi gibi parlayışlarımız hep kolaya kaça huyumuzdanmış… Kaytarmacılığımızdan… Köye bir bina yapıp bir de öğretmen göndererek bütün zorluklardan kurtulmak. Aklı erenler, ‘olmaz öyle şey!’ dediler. Dört süngülü ile koca bir istibdadı deviren inkılapçılar bilmiyorlar ki, köyü yaşatacak okul değildir, okulu yaşatacak köydür. Öyleyse, ‘Köylü bizden nasıl bir okul istiyor?’ diye düşünmeliyiz. Yoksa hükümet zoruyla kurulan okul da mekanik olarak dıştan kurulan her müessese gibi böyle dayanak noktası bulamaz, en geç batar.

Bu bölümün en önemli kısmı yukarıda da bahsettiğim ilk kısım olan İnanç’tır. Diğer kısımlarda, örneğin Kaynak’ta, enstitüye alınan çocukların köylerinden enstitünün kurulacağı binaya taşınma süreci, Keşiş Düzü’nde enstitü için yapılan faaliyetler anlatılır. Özellikle bu faaliyetlerde çocukların hayal kırıklıkları yer alır. Çünkü onlar, derli toplu bir binaya gideceklerini sanırlarken düz bir arazide tamamen beden gücüne zorlanarak bir şeyleri oluşturmaya zorlanırlar. Çadırlarda kalırlar, suları yoktur, hastalanırlar, köylüyle çatışırlar ve hatta aralarında ölen olur. Çünkü devlet böyle istemiştir, hazır binada eğitime başlayan enstitülerin köy gerçeğini yakalayamayacağını düşünmüştür. Ancak bu durum bazı çocukları enstitü fikrinden uzaklaştırır. En çalışkan ve bu bölümün asıl kahramanlarından biri Yusuflu Esef’tir. Köy gerçeğini de bilir, enstitünün değerini de. Ve bölümde işlenen birçok olayın merkezindeki karakterdir. Dumanlı Boğaz’da da Keşiş Düzü’ndeki olaylar devam ettirilir. Küçük bir komün ortaya çıkmaya başlamış, köylüyle, özellikle Cinci Nezir’le çekişmeler artmıştır.

Kitabın son bölümü Bozkırdaki Çekirdek olayların da çözümlendiği ve nihayete erdiği yerdir. Bu bölüm de kendi içinde beş kısma ayrılır: Kara Değirmen, Sığınak, Tıkaç, Sanık, Kara Değirmen. Olayların Cinci Nezir’in kara değirmeninde başlayıp orada bittiği bir bölüm oluşturmuştur Tahir. Kara Derviş’in, yani Cinci Nezir’in asıl kahramanlardan olduğu bir bölümdür. Bu bölümde çocuklar ve öğretmenler eliyle kurulmasına başlanan ve iyice geliştirilen enstitü bolca işlenir. Yapılan işlere geniş yer ayırmıştır yazar. Evet, çocuklar arada sırada bu kadar çalıştırılmayı sorgulamaya başlamıştır ancak zaten gönülsüz gelen Hıdır Molla dışında bir fire verilmez: “…Gündüzleri kendini işe kaptırıp zorlarken, arada bir durup böyle gerindiği, Türkçesi, yıldığı sıralar bu aralıksız yorgunluğa nasıl dayandığını anlamıyordu. ‘Haklı şu namussuz Molla! Adam, köyünde uğraşsa bu kadar, çoğa kalmaz zengin olur. Nedir peki?’

Şefik Ertem bu bölümde tekrar karşımıza çıkar. Bu sefer resmi bir görevle gelmiştir enstitüye. Müdür Halim Akın’la olan konuşmaları kitabın fikrî olarak omurgasını oluşturur. Çünkü Kemal Tahir okura aksettirmek istediği fikirlerinin çok büyük kısmını müfettişin dilinden işlemiştir. Bu da karşımıza sadece iki kez çıkar. Müfettişin olduğu sahneler artırılsaydı, daha didaktik bir kitap olacak olmakla beraber, köy enstitüsü fikrinin ‘yukarıdan’ nasıl görüldüğü çok daha iyi anlaşılacaktı. Şefik Ertem’in, Müdür Halim Akın’ın enstitülere taktığı bozkırdaki çekirdek adına atfen kullandığı şu cümle, hem onun hem de yazarın bu kurumlar hakkındaki genel fikrini yansıtır aslında. Bir de bu çabaların ne kadar beyhude olduğunu:

Bakacaktın Enstitücü Halim… Bakaydın, belki çıkarabilirdin kendi başına… Çekirdeği olsa, bozkır kalır mıydı bozkır?

Bu cümle belki çok üstten bir bakış açısına sahip birinin cümlesi gibi görülse de kitabın geneline baktığımızda böyle olmadığı görülebilir. Bozkırın işlevsizliğinden ziyade kurumların ölü doğmuş bir proje sonucu oluşturulduğunu söylemek için kullanılmıştır.

Bir iki eleştiriyle yazıyı sonlandırayım. Bir kere Kemal Tahir’e pek yakışmayacak bir sonu olduğunu düşünüyorum bu kitabın. Silahlı bir çatışmayla sonuçlanacak bir kitap değildi bu. Yatağında usul usul akıyordu kitap. Bazen debisi yükselse de bunu iyi ayarlamıştı yazar. Ancak bu son, eğreti durmuş bu temaya. İkinci olarak, birinci bölümün ilk kısmı olan Çatı, olmasa da olurdu. Ne oradaki mekânı ne de oradaki karakterleri görüyoruz bir daha. Evet, devletin zirvesinde bu kurumlara nasıl bakıldığının gösterilmesi açısından önemli ancak bunu kitabın içine yaysaydı çok daha başarılı anlatım sağlardı yazar.

Fakat her şeye rağmen Kemal Tahir’in dili en iyi kullandığı kitaplardan biri olmuş Bozkırdaki Çekirdek. Zaten yazar, o bölgede uzun yıllar hapishanede kaldığı için yerel dile oldukça hâkim. Bir de halkın iç dinamiklerini iyi işlemesi ekstra bir artı değer katmış kitaba. Salt iyi veya salt kötü karakterler oluşturmak yerine her yönüyle ‘insan’ı anlatması, zaten yazarın usta olduğu konulardan.

Kemal Tahir, halen tartışılan bu kurumlarla ilgili bize ‘işin bir de bu yönü var’ diyebilen ender yazarlardan. Bu kurumları putlaştıran veya hakkında az da olsa bir şeyler okumak isteyenler mutlaka bu kitaba bakmalıdır. Evet, bu bir roman; ancak yanlış bilgilerle doldurulmuş değil. Belki biraz subjektif, o kadar.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

2 Kasım 2019 Cumartesi

Şahsi bir öykü: Murat, hür İstanbul ve diğerleri

Kemal Tahir’in meşhur sarı defterleri vardır. Sağlığında yayımladığı birçok kitabın dışında, o öldükten sonra ortaya çıkan ve yavaş yavaş yayımlanan birçok kitabı daha bulunur yazarın bu defterlerde. Hür Şehrin İnsanları böyle bir kitap. Ölümünden sonra meşhur sarı defterlerin arasında bulunan bu kitap, 1949 yılında Çorum Cezaevi’nde tamamlanmış fakat sonradan çalışılmak üzere bir kenara konmuş. 1949 senesinden Tahir’in ölüm yılı olan 1973’e kadar da epey zaman geçmesine rağmen yazar bir daha bu kitaba dönüp bakmamış. Hatta bu kitaptaki bazı karakterleri daha sonraki romanlarında kullanmış ve bu romanı tamamen silmiş sanki aklından. Böyle kitapları var yazarın. Damağası örneğin. Fakat bu kitap sağlığında yayımlamayıp daha sonra yayımlanan kitaplardan farklı olarak pek tamamlanmamış havası vermiyor okura. Gayet derli toplu bir çerçeve içinde, karakterlerin de düzgün ve derin işlendiği bir kitap. Özellikle diyaloglar, Kemal Tahir diyalogu diyebileceğimiz konuşma tarzının en iyi örneklerini barındırıyor. Kemal Tahir deyince aklına diyalog gelenlerdenseniz, bu kitapta en lezzetli halini bulacaksınız.

Daha önce Bilgi Yayınevi, Tekin Yayınevi ve son olarak da günümüze yakın İthaki Yayınları’ndan neşredilmiş kitabın şu anda baskısı yok. İthaki Yayınları’ndan tek ciltte neşredilirken Bilgi ve Tekin Yayınevlerinden iki cilt halinde neşredilmiş. Ben de bu kitabı Tekin Yayınevi’nden iki cilt halinde okudum.

Hür Şehrin İnsanları bana Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları’nı anımsattı ilk başta. Fakat o kitaptan daha farklı bir yapıda olduğunu daha okumamın ilk başlarında anladım. Esir Şehrin İnsanları’nda, işgal altındaki İstanbul’un bir portresini, karakterlerden üzerinden çizen Kemal Tahir, bu kitapta sosyal olaylardan ziyade Murat’ın hikâyesini, onun aracılığıyla belirli bir çevrenin yaşayışını çizer.

Cumhuriyetin ilanından sonraki bir zamanı baz alır Kemal Tahir. 5 Mart 1930 tarihiyle başlar roman. Başkahraman Murat’tır. Diğer karakterler Murat’a yakınlıklarına göre önem kazanır veya önemini yitirir. Bu roman için otobiyografik nitelemesini de yapabiliriz aslında. Kemal Tahir’in birçok hapishane romanında kendini İstanbullu Murat olarak karakterlere dahil ettiğini düşünürsek bu romandaki Murat’ın da kendisi olabileceğini düşünmek mümkün. Ayrıca Tahir’in hayatına vakıf olan kişiler, romandaki olaylardan da Murat’ın Kemal Tahir’in kendisi olduğu sonucuna varacaklardır.

Dört ana bölümden oluşur Hür Şehrin İnsanları. Başlıklar ile bölümün içeriği Kemal Tahir’in her romanında olduğu gibi birebir uyumludur: Fakir-i Pürtaksir, Avukat Kâtibi, Kör Uçuş ve Batak.

İlk bölüm İstanbul’da Felek Kıraathanesi’nde başlar. İlk bölüme adını veren Fakir-i Pürtaksir, zamanında moda olan anket defterlerini doldurduktan sonra Murat’ın attığı imzadır. Bir nevi takma isimdir. Bu bölümde Murat’ın ve çevresindekilerin geçim derdi, sefaleti ve kahvehane hayatı işlenir. Aynı zamanda iş arama, bulamama, borçlanma durumları bolca mevcuttur. İnsan ilişkileri ön plana çıkar. Kemal Tahir’le özdeşleşmiş diyalogların en iyilerini görürüz bu bölümde. Beş günlük süreyi kapsayan ilk bölüm romanın zamansal olarak en kısa bölümüdür. Beş günün her bir günü detaylıca işlenir ve okur 700 küsur sayfalık bu dev esere karakterleri ve olayları iyice tanıyarak hazırlanır. Cenaze, kumar, fakirlikten kısmen kurtuluş, iş bulma gibi birçok olay, karakterlerden rol çalmadan ama merkezde Murat olacak şekilde okura aktarılır. Bu bölümün karakterleri Kahveci İhsan, Hamdi Bey, Ertuğrul Hikmet, Necip gibi kişilerdir. Az diyaloğu olan başka karakterler de mevcuttur. Kitaba hazırlanma bölümü diyebileceğimiz bu ilk bölüm Kemal Tahir’in avukat kâtibi olarak iş bulmasıyla neticelenir ve Murat’ın hayatı başka bir yolda akmaya devam edecektir. Bu bölümde Murat’ın sefaletinin en yoğun halini görür okur. Tahir’in bu sefaleti bu kadar net ve yoğun vermesindeki maksat bence, kitabın kalanında başkarakter Murat’ın değişimini daha net çizmek ve okura bunu hissettirmektir:

Ölmüyordu, sefalete alışınca, insan bir manada yaşıyordu ama, bir senede üç senelik yıpranarak şüphesiz… Bir senede beş sene yıpranarak…

Felek Kıraathanesi ilk bölümde ana mekândır ancak kitabın kalan kısımlarında bu mekânın ismi çok nadir geçer. Murat’ın değişimiyle birlikte mekânlar da değişecektir.

İkinci bölüm Avukat Kâtibi adını taşır. Murat, Hayret ve Celil Bey’lerin yanında avukat kâtibi olarak işe başlamıştır (Kemal Tahir de zamanında avukat kâtipliği yapmıştır). Daha geniş bir zaman dilimine sahip bu bölümde Murat’ın kâtipliğe ilk başladığı günle kitabın sonundaki hâli arasında büyük fark vardır. Özellikle ekonomik anlamda ‘yolunu bulmuştur’ Murat. Artık yüreği şiir yazamayacak, bir şey okuyamayacak kadar ferahtır. Öyle ki bolca kadın arkadaşı, sevgilisi olur ve onlarla ilgili yaşanmışlıklar detaylıca işlenir yazarın kaleminden. Cinsellik ön plana çıkarılır. Muhitin değişmesiyle birlikte karakterler de değişmiştir ancak ilk bölümün bazı karakterleri yine yer bulur bu bölümde de. Murat’ın yanında çalıştığı avukatlardan başka Kâtip Yordanidis, Şarlot, Safo, İbrahim Rıza Bey gibi karakterler romana ve Murat’ın hayatına dâhil olmuştur. Bu karakterlerle roman sonuna kadar devam edecektir, yeni eklenenlerle birlikte.

İkinci cildin ilk bölümü, kitabın da üçüncü bölümü olan Kör Uçuş, Murat’ın Safo’yla, Tamara Hanım’la, Şarlot’la ve başka kadınlarla olan ilişkilerini anlatır. Adından da anlaşılacağı üzere Murat –kör bir şekilde- bir çapkınlık turuna başlamıştır İstanbul’da. Sefalet günleri geride kalmıştır, zengin olmasa da iyi kazanır hem işinden hem de yan işlerden. Mekân ve kişi olarak artık Felek Kıraathanesi ve oradaki hayat çok geride kalmıştır. Ara ara Hamdi ve Ertuğrul Hikmet’in adı ve kendileri görünür ancak diğer karakterler görünmez. Murat’ın kişisel ilişkileri büyük yer tutar bu bölümde ve cinsellik çok ön plana çıkarılmıştır. Yazarın Murat karakterine en çok yoğunlaştığı bölümdür. Sosyal olaylar çok yer almaz. Roman içinde bölümleri bir hiyerarşiye tâbi tutsak, bu bölüme en zayıfı diyebiliriz. Sosyal ve siyasi hayattan o kadar kopuktur. İlk bölümde dâhi şair Mehmet Akif’in sürgün yıllarına atıf yaparak, kısa da olsa politik bir dokundurma vardır ancak bu bölümde yazar tamamen Murat’ın kişisel hayatına yönelmiştir. Fakat yine de şunu diyebilirim: Kemal Tahir Murat karakterinin değişiminin gerektirdiği bir bölüm olarak amaçlamış olabilir Kör Uçuş’u.

Kitabın son bölümü Batak adına sahip. Bu bölümde ben Kemal Tahir’in bu kitabı niye yayımlamadığını ve bu romandaki karakterleri niye başka kitaplarda kullandığını anladığımı sanıyorum. Şöyle ki: Kemal Tahir, romanını fikirlerini topluma iletmek için kullanan bir yazar. Yani roman, Kemal Tahir’de bir fikri, bir görüşü savunuyorsa ve toplumu yönlendirme kapasitesine sahipse değerli bir şeydir. Roman, Tahir’de amaç değil araçtır. Bu bölüm kendi içinde diğer bölümlerle bir bağ oluştururken bir taraftan da Türkiye’nin siyasi hayatına, çok partili hayata geçme çabalarına da ışık tutar. Fakat romanın geneline baktığımızda yazarın bu amacını gerçekleştirdiğini söyleyemeyiz. 700 küsur sayfalık bir eserin sadece son bölümünde bu durumu sağlayabildiği için, yani Murat’ın kişisel hikâyesinden ancak son bölümde çıkabildiği için, kanaatimce, bu romanı yayımlamaz Tahir. Bunun yerine Türk Edebiyatı’nın en iyi romanlarından olan Yol Ayrımı’nı yazar. Bazı karakterlerini de o romanda kullanır.

Romanın tarihi Serbest Fırka’nın kurulma zamanlarına denk getirildiği için bu duruma değinmemek olmazdı. Fırka’nın nasıl kurulduğunu kendine göre, oldukça ironik bir şekilde dile getiren Tahir merkeze yine kahramanı Murat’ı koyar. Murat’ın kişisel hikâyesi devam ederken arka planda da politik eleştirilerini yer yer eleştirel bir şekilde, hatta alay edercesine dile getirir:

…Fırka nasıl kuruldu? Paşam, baloda kafayı bir güzel tütsülemiş. Aklına gelmiş. ‘Yahu! Demiş, başka memleketlerde fırkalar var. İntihabatta rekabet yapıyorlar, rey almağa gayret ediyorlar. Oyun oluyor. Millet avunuyor! Biz de hele bir deneyelim!’ demiş. Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin, Ali, Veli, siz şu dakikadan itibaren Halk Partisi’nin prensiplerini inkâr ettiniz, Serbest Fırkalı oldunuz!’ demiş. (Medet Paşa hazretleri! Estağfurullah!) yani, (Ağız arar… Serhoşlukla aklından bir şey geçirir… Sonra fena olur!) diyerek tövbenin arasına darı tanesi sığmamış. Nihayet Paşam, kendilerini teksin etmiş. (Fethi beyi fırka reisi yapmam gerek! Siz de o fırkadan oldunuz, bitti!) buyurmuş. (O fırkadan olduk ya, o fırka neyin nesi? Bre nerede şu Fethi bey? diyerek telâşlanmışlar. Fethi bey apar topar Yalova’ya götürülmüş...

Hür Şehrin İnsanları yukarıda da değindiğim gibi bazı açılardan Murat’ın değişimine odaklanan hatta bu değişimi göstermek için bazı ‘numaralar’ yapılan bir roman. Bunu başarılı bir şekilde hitama erdirmiş Kemal Tahir. Başlangıçtaki Murat’la sondaki Murat’ı karakter, tutum, davranış açısından değerlendirdiğimizde ortaya bambaşka biri çıkar:

Dünyayı düzeltmek ona düşmüş değildi ya… ‘Sat anasını…’”

Hür Şehrin İnsanları yazarı tarafından yayımlanmak istenmemesine rağmen iyi bir roman. Özellikle diyalog ve karakterleri işleme açısından Kemal Tahir’in en iyi romanlarından olduğunu söyleyebilirim. Fakat sanırım, Kemal Tahir’in roman anlayışına pek yaklaşmadığı için yayımlanmadı. Ama tüm bunlara rağmen, en azından Yol Ayrımı ve Bir Mülkiyet Kalesi gibi iki dev romana temel olduğu için bile değeri bilinmelidir.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

30 Mayıs 2019 Perşembe

Çorum Cezaevi'ni anlatan bir roman denemesi

Kemal Tahir ömrünün azımsanmayacak bir zamanını, Nâzım Hikmet’le beraber yargılandığı donanma davası yüzünden hapiste geçirmiştir. Bu durum doğal olarak usta romancının yazın hayatına da yansımış, yazar bu durumla ilgili birçok roman kaleme almıştır. Bunların en bilineni Kelleci Memet’tir. Karılar Koğuşu, Namuscular, Damağası gibi romanları da bu temayı işlediği diğer romanlardır. Bu dört romanın içinden Kelleci Memet’i farklı bir yere koyarız çünkü Kemal Tahir Kelleci Memet’i sağlığında yayımlamış, her türlü düzeltmeyi ve romanın son şeklini kendisi belirlemiştir. Diğer üç roman ise, yazar vefat ettikten sonra notları arasında bulunmuş ve daha sonra yayımlanmıştır. Üstelik bu romanlara baktığımızda, bunların yazımının Tahir’in gençlik zamanlarına kadar uzandığını da görürüz. Fakat yazar muhtemelen son haline getirmediğini düşündüğünden olacak, bu romanları yayımlamayı tercih etmemiştir.

Bu dört roman içinde Kelleci Memet bir yönüyle nasıl farklı bir yerdeyse, Damağası da başka bir yönüyle bu dört romandan ayrılır. Damağası dışında kalan üç roman da bir şekilde okura tamamlanmışlık hissi verir. Evet, eksikleri vardır, ancak bir roman ya da başı sonu çok da tutarsız olmayan bir metin okumuş oluruz; ancak Damağası her ne kadar roman olarak anılsa da aslında bir roman denemesidir. Bu dört hapishane romanı içinde eksik kalmış, son haline getirilmemiş tek taslaktır. Başı ve sonu belli bir bütünlük arz etmez. Evet, mekânsal olarak bir bütünlük içindedir. Çorum Cezaevi’nde geçer bu anlatı. Ancak tamamlanmamıştır. Bu sebepten de bence roman sayamayız, yarı kurgu yarı hatırat türü bir eser olarak görebiliriz Damağası’nı.

Üç ana bölümden oluşur kitap. Buna romana üç giriş bölümü denemeleri de diyebiliriz. Damağası (Notlar), Damağası ve Damağası (Son Çalışma) bu bölümlerin isimleridir. Zaten isimlerden bile bu bölümlerin müsvedde çalışmalar olduğu bellidir. Kitap şu anda piyasada yoktur ancak sahaflardan temin edilebilir. Daha önceleri Bilgi Yayınevi, Tekin Yayınevi ve İthaki Yayınları’ndan neşredilmiştir. Ben Tekin Yayınları’ndan okudum. Benim okuduğum basım, yayınevinin editörüne göre tashih edilmişti. Bunu kitabın sonundaki nottan anlıyoruz. (Daha sonra değineceğim.)

Kitap, ilk bölümüne 28 Nisan 1948 tarihini taşıyan sarı defterdeki notla başlar: “Bütün bu aşağıda okuyacağınız zincirleme meselelerin, günlerden bir gün, Çorum Cezaevi’nde, mahsustan yere düşürülüp, kırılan bir saatten doğduğuna inanmak güçtür. Amma neylersiniz ki, realist bir hikâyeci sıfatıyle, şüphecileri şüphelerinde serbest bırakarak, hakikatı gördüğümüz gibi kaydedeceğiz.

İlk bölümde, yukarıda bahsedilen saat meselesi çevresinde konu epey bir işlenir fakat bu bölüm dışında kitabın diğer bölümlerinin saat meselesiyle alakası yoktur. İlk bölüm özelinde konuşacak olursak; hikâye, hapishane gardiyanlarından Hasan Kırat’ın saatinin kırılması üzerine başlar. Bir taşın su üzerinde bıraktığı halkalar gibi konu genişledikçe genişler. Kendine has anlatım tarzıyla Hasan’ı etraflıca tanıtır yazar. Diğer karakterleri de es geçmez. Örneğin kitabın ileriki bölümlerinde karşımıza ‘Casus Yüzbaşı’ olarak çıkacak Yüzbaşı Bey, bu bölümde de önemli bir karakter olarak yer bulur kendine.

Kemal Tahir ilk bölümde bize mahkûmlar üzerinden bir hapishane portresi çizer. Bunu, temele aldığı birkaç mahkûm ve hapishane görevlileri üzerinden gerçekleştirir. Ancak bu bölüm ve bu kitap genelinde söylersek, Karılar Koğuşu, Namuscular, Kelleci Memet’te olduğu gibi koğuşlara çok girmez Tahir. Devlet-bürokrasi-mahkûm çizgisiyle birlikte bir perspektifin sunulduğu bölümde politik göndermeler de yer alır ama çokça yer bulmaz kendine:

Böylece seneler geçti. İki taraf da Halk Partisi’nin ‘halk için, halkla beraber’ prensibinden faydalanarak git gide şiştiler.

Ayrıca bir hapishanede, müdür-gardiyan-mahkûm ilişkisi ve bu ilişkiyi belirleyen dinamikler de diyaloglar aracılığıyla okura aktarılır.

İkinci bölüm olan Damağası, 1949 tarihlidir ve kendi içinde iki bölüme ayrılır: Kitaplı Casus ve Gazete Muharriri. Bu bölüm otobiyografik özelliklerin ağır bastığı bir bölümdür. Bölümün iki isminde de anılan aslında Kemal Tahir’in kendisidir. İstanbullu Celal adıyla kendine yer verir yazar bu bölümde. Çorum Cezaevi’ne ilk gelişini konu eder. Cezaevine kitaplarla dolu iki büyük bavulla gelmesinden ötürü diğer mahkûmlar arasında başlarda kitaplı casus olarak anılır. Fakat İstanbullu Celal karakterini işlemeden önce Kemal Tahir, daha önceleri hapishane yatan iki casus hakkında bilgiler verir. Bunlardan biri ilk bölümdeki Yüzbaşı Bey’dir. Burada kitabın aslında halen taslak olduğunu belirten önemli noktalar vardır. Yazar ilk bölümde de ikinci bölümde de Yüzbaşı Bey hakkında malumat verirken birebir aynı cümleleri kullanır. Sanki Yüzbaşı Bey’e hangi bölümde nasıl bir rol vereceğine karar vermeye çalışır gibidir.

Bu bölümün diğer kısmı, önce casus sanılan daha sonra gazete muharriri olduğu ortaya çıkan İstanbullu Celal’in (yani Tahir’in) hapishanedeki belli başlı kişilerle konuşmaları üzerinden ilerler. Bu konuşmalarda Tahir, yerel halkın dünyaya bakışını çok iyi resmetmiştir. Hapishanenin ‘kendi’ kurallarını, iç işleyişini Celal üzerinden göstermiştir. Bu bölümde de güncel politik olaylar kısaca kendine yer bulur. Zaman, İkinci Dünya Savaşı zamanıdır. Hitler hakkında menfi-müspet fikirler mahkûmların bakışından yansıtılır fakat diyaloglar genelde günlük muhabbet kıvamında ve daha çok mahkûmların kendi dertleri üzerinedir.

Son bölüm Damağası (Son Çalışma), kendi içinde dört bölüme ayrılır: Kitaplı Casus, Casus Yüzbaşı, Kara Müdür ve Bir Mahpushane Hikâyesi. Bu bölümler kendi içinde bir bütün oluşturmaz. İstanbullu Celal’in hapishaneye gelişi, ikinci bölümdekinden daha farklı bir şekilde anlatılır. Hikâye Celal üzerinden gidecek diye düşünürken bir anda Casus Koço’nun hikâyesine geçilir ve İstanbullu Celal’e bir daha dönmez yazar. Kurgu yarım kalmıştır. Ayrıca önceki bölümlerde de bahsedilen Casus Yüzbaşı ve Kara Müdür’ün hikâyelerine daha geniş yer ayrılır. Bu bölümün son kısmı Bir Mahpushane Hikâyesi ise sadece bölümden değiş kitaptan da tamamen ayrılır. Gerçi kitabın sonunda ‘Bir Mahpushane Hikâyesi’ başlıklı bu son bölüm, doğrudan doğruya önceki bölümlerle ilgili görünmekle beraber, ana dosyada bulunduğu, ayrıca yazarın son çalışmalarından olduğu için son ve dördüncü bir bölüm olarak ilavesi uygun görülmüştür notu yer alsa da bu hikâyenin, mekân olarak hapishanede geçmesi dışında kitapla bir bağı olduğunu düşünmüyorum. Bir mahkûmun hapishaneye nasıl düştüğünün hikâyesidir bu. Bir anlatıcının etrafına topladığı diğer mahkûmlara anlattığı, zaman zaman diyaloglarla ilerleyen bir anlatıdır bu bölüm. Farklı bir metin olarak bakabiliriz buna. Aynı zamanda yazarın daha sonraları yazacağı Rahmet Yolları Kesti’deki Uzun İskender karakteri de kendine kısaca yer bulur bu bölümde.

Edebiyatımızda ve dünya edebiyatında çeşitli sebeplerden yarım kalan veya yazarın sağlığında yayımlamadığı birçok eser vardır. Bu sayı Kemal Tahir külliyatında daha fazladır. Fakat bulunan meşhur sarı defterlerinden çıkan notları derleyip yayına hazırlayan editörler vardır şükür ki. Bunu yarım kalan eserlerin çok başarılı olduğu için değil, yazarın yazdığı her şeye kıymet verdiğim için söylüyorum. Yoksa Damağası ne bir romandır ne de Türk Edebiyatı’nın kült eserlerindendir. Ancak Tahir’in kendine has üslûbunu göreceğimiz bir eserdir. Bir bütün haline getirilip kurgusu belirlenseydi nasıl bir şey olurdu bilinmez ama Kelleci Memet’teki başarıyı yakalayabilirdi. Ancak bir roman çalışması okumak isteyenler için de gayet güzel bir okuma imkânı sunar kitap.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

14 Ocak 2019 Pazartesi

Güçler arasında kalan bir köyden Osmanlı'ya son bakış

Köyün KamburuYediçınar Yaylası ve Büyük Mal’la birlikte bir üçleme oluşturan serinin ikinci kitabıdır. Aynı zamanda altı bölümden oluşan ve 317 sayfayı ihtiva eden bir romandır. Bir nevi Yediçınar Yaylası’nın devamı diyebiliriz fakat başlardaki bölümleri, Yediçınar Yaylası kitabındaki bazı olayları farklı bir gözden gösteren sayfalar içerir.

Kemal Tahir bu romanda, zamansal olarak Tanzimat’tan Cumhuriyet sonrasına uzanan ve mekânsal olarak Çorum ve çevresinde geçen anlatısına devam eder. Cumhuriyetin ilan edilmesine az bir vakit kala da romanını bitirir. 1958’de Yeni Gazete’de tefrika edilen Köyün Kamburu, Les Tors den Village adıyla Fransızcaya da tercüme edilmiştir. Romanın, ilk bölümü ‘Parpar Ahmet’ ismini taşır. Parpar Ahmet’in uzun yıllar sonra Narlıca Köyü’ne, varlıklı sayılabilecek bir şekilde dönmesiyle başlar. Bir köy kahvesi portresi çizer Tahir bu başlangıçta. Parpar Ahmet’in geçmişinden kısaca bahsedilir. Parpar Ahmet, ilk kitapta da romanın kilit karakterlerinden olan, tütün kaçakçısı Gâvur Ali’nin, eskilerin ‘taun’, yenilerin ‘Sürgün Kırımı’ dedikleri yıllarda köye bela ettiği bir kişidir. Köye dönüşü, Muhtar Kadir Ağa ve Uzun İmam tarafından olumlu bir şekilde karşılanır. Fakat önemsiz bir olaydan dolayı, bu uysal, söze karışmayan, herkesle iyi geçinen Ahmet, bir anda tamamen değişir ve insanlarla kavga eden, tembel, hayvanlarına, tarlalarına bakmayan, elinden sürekli zulüm akan birine döner. Bu süreç, romanda 4-5 yılı kapsar. Köylülerin ‘sakinleşmesi’ için Topal Ayşe’yle evlendirmeleri de bir işe yaramaz ve Ahmet’in bütün öfkesi karısına yönelir. Öyle ki Ayşe artık her gün dayak yer. Gebe haliyle yediği son ve aşırı dayaktan sonra da öldü sanılarak bırakılır. Köylüler de, Uzun İmam’ın ön ayak olmasıyla Parpar Ahmet’i, ‘içinde cin var’ diyerek iyice bir döver ve bölüm tamamlanır. Bu bölüm Parpar Ahmet’e ayrıldığı için asıl kahraman da odur. Ancak daha sonraki bölümlerde romanın da aslı kahramanı onun oğlu olacaktır: Çalık Oğlan. Bu bölüm Çalık Oğlan’ın kitabın asıl kahramanı olması için hazırlanmış bir ön bölüm gibi okunabilir.

Yediçınar Yaylası gibi durgun başlamaz Köyün Kamburu. Akıcıdır, merak unsurunu iyi kullanmıştır yazar. Okuru romandan uzaklaştırmaz. Hatta yer yer mizahi unsurlar bile vardır ki okur kitabın içine iyice çekilir.

İkinci bölümde kitabın, Yediçınar Yaylası’nın başlangıcına döndüğünü görürüz: Yani Abuzer Ağa’nın yanındakilerle beraber Çorum topraklarına gelişine. Zaten bunun ipuçlarını başlarda vermişti Kemal Tahir. Dilâver Ağa ve Ömer Ağa’nın ilk kitapta ölmelerine rağmen, bu kitapta hayatta olduklarına dair ifadeler vardır. Buradan da anlarız ki Köyün Kamburu, başlangıcı itibariyle Yediçınar Yaylası’nın devamı değildir, olaylara başka karakterlerin gözünden ve farklı mekândan bakar. Fakat ilk kitaptaki olaylar hızlı bir şekilde okura yansıtılır. Daha sonra kronolojik yönden ileri doğru gider. Yediçınar Yaylası’nın çobanı Hanefi’nin öldürülmesi hem hızlı bir şekilde okura tekrar hatırlatılır hem de olayların ilerleyeceği kanalın yolu açılmış olur.

Bu bölümün ve genelde kitabın esas kahramanı ise Parpar Ahmet’in oğlu Çalık Oğlan’dır. Başlarda öyle ağır tembel, öyle sessiz hain! Ablak, kara yağız yüzünde inadına çatık kaşları, kocaman kara gözleriyle, adama canını alacakmış gibi gizliden gizliye bakıyor şeklinde tanımlanan Çalık Oğlan yaşadığı mucizevî olaydan sonra tam tersi bir karaktere bürünür. Zaten kitabın da ruhuna dönüştüğü ikinci karakter uygundur. Aslında yazar ilk baştan Çalık Oğlan karakterini dönüştüğü hâliyle yazabilirdi ancak biraz dolambaçlı bir yol izleyip olağanüstü bir hava katmak istemiş olabilir bu dönüşüme.

Çalık Oğlan’ın karakteri bu bölümde iyice işlenir. Masum görünür fakat kurnazdır. Çevresine saygılı görünmeye çalışır ancak sinsi planları vardır. Uzun İmam’ın yanında dersler alarak medreseye girmek istemekte, sonra da bir köye imam olmak hevesindedir. Çünkü Kemal Tahir’in de ‘çalıklığı’ üzerinde uzun uzun durduğu gibi ne kişiliği ne de fiziksel özellikleri köyde çalışmaya, tarla ekip biçmeye uygun değildir.

Cinsellik bu bölümde çok ön plandadır. İlk kitabın Emey’i yine başroldedir desek yanlış söylemiş olmayız. Kemal Tahir küçük yaştaki karakterlerde dahi bu unsuru gösterir.

Üçüncü bölüm ‘Çalık hafız’ adını taşır; karakter aynıdır fakat bu sefer medreseye girmiştir Çalık Oğlan. Orada devam eder hikâye. Kemal Tahir bu bölümde olaydan ziyade konuyu diyalog ağırlıklı işlemekte ve fikirlerini okura yansıtmaktadır. Bu bölümde, toplumumuzda bazı kişi veya gruplardan tepki çekecek pasajlar yer alır, özellikle medreselerle ilgili. Medreseleri; kötü, düzenbazların molla sayıldığı, her türlü kumarın oynanıp uyuşturucunun içildiği, hatta zaman zaman fuhşun yapıldığı yer olarak tasvir eder. Olayların merkezinde Çalık Hafız hep vardır fakat aktif değildir. Daha çok, medreselerin asıl işleyişlerini yerine getirmeyip bozulmaları işlenir:

‘Tamam,’ dedi. ‘Çalık olduğundan köy işi görmemişsin. Seni yanıma çırak aldım. Köy yerinde Kuran, mevlüt okumaktansa karagöz oynatmak, cura çalmak daha iyidir. Köylünün hovardası sofusundan daha verimkâr olur. Sofu kısmını geç… Sofu takımı her yerde ‘Hep bana…’ hesabını kollar.

Ne sandın! Molla kısmının her şeyi paradır, bağırması, salya sümük ağlaması…

‘Kemerbaşı, bize haşhaş kenevir sordu. İlaç mı yapacak?’
‘Sordu demek! Sen kenevirden ne yapılır bilir misin?’
‘Bilmem.’
‘Esrar yapılır.’
‘Töbe… Medrese yerinde öyle şey mi olurmuş?’
‘Olur ki ne güzel olur. Afyona gelince, geçen yıl, Sultan Hamit’e konuk gelen Acem Şahı Muzaffereddin Han, günde beş avuç afyon yutmadı mı, adını sorsan bilmezmiş…’ ‘Kemerbaşı da m öyle?’
‘Yahu, buranın bir koca kemerbaşısı, Acem’in şahından aşağı mı kalır?’

Bölüm ilerledikçe siyasi olaylar da romanda kendini hissettirir ve Çorum çevresinde bunların algılanış şekli diyaloglarla uzunca işlenir. Hürriyet gelmiştir, Abdülhamit tahttan indirilmiştir. Cöntürk belası devrededir:

‘Neyin nesi yahu, bayram değil kandil değil!’ diyenler şöyle anlaşılmaz bir karşılık aldılar:
‘Hürriyettir bu, hürriyet…’
‘Ne demek?’
‘Hürriyet, ağa! Bundan böyle sen sensin, ben de ben… ‘Hep bir eşit’ olduk. Başımıza buyruk…’

Daha sonraları Balkan Savaşı ve nihayetinde 1. Dünya Savaşı başlar. Kemal Tahir bu süreçleri, savaşa karşı halkın bakışını, birçok kişinin savaştan kaçmak için medreseye yazılmasını, yargılamadan, diyaloglar hâlinde işler:

O zamana kadar, molla takımının askere götürüldüğü hiç görülmemişti. Allah’ın savaş emri hoca tayfasını tutmadığından medresedekilerin yürekleri rahattı. İşin şakası kalmadığını anlayan ağa oğulları, açıkgöz zibidilerle birlikte canlarını medreseye atmışlardı. Az vakitte medresenin kırk hücresinde molla sayısı üç yüze yaklaştı, odalarda toprak atılsa yere düşmez oldu.

Kitapta, tıpkı Yediçınar Yaylası’ndaki gibi eşkıyalık da işlenir. Kemal Tahir’in eşkıyalık teması üzerine oturttuğu romanı Rahmet Yolları Kesti’dir; ancak bu üçlemenin ilk ikisinde de bu tema yer yer yoğunlaşır. Devletin, kendine bile hayrı olmadığı zamanlardır. Eşkıyalar köylünün üzerine çökmüştür, üstelik hükümet adamları da buna göz yumar, hatta bunu desteklerler.

Kara Abuzer, bu romanda artık iyice ağa statüsündedir. Karısı Emey’i Kenan’ın üzerine salarak koca Yediçınar Yaylası’nın sahibi olmuş, Kenan’ın bütün malını üzerine almıştır. İlk kitabın esas kahramanlarından Kenan bu kitapta sadece diğer kahramanların diyalogları aracılığıyla kendini hissettirir.

Gücü olanın güçsüz olan üzerinde tahakküm kurduğu ya da kurmaya çalıştığı bir düzeni başarılı gözlemlerle, realist bir şekilde satırlara yansıtmıştır yazar. Yediçınar Yaylası’nda yoğun bir şekilde ön planda olan cinsellik teması, bu kitapta başlarda en yoğundur, sonraları da vardır ancak etkisi azalmıştır. Bu durum romanı bir seviye yukarı çeker.

Köyün Kamburu’nda, insanların güç karşısında daha önceki davranışlarını yok sayıp nasıl da tam tersi davranış göstermelerinin en net resmi çizilir. Çalık Hafız, gayrı resmi muktedirlere haddini bildirdikten sonra hem köylünün hem de eşkıyanın ve ona yataklık edenlerin gözünde ‘kahraman’ mertebesine yükselir. Daha önceleri adam yerine konmayan Çalık Hafız, ipleri eline almıştır. O artık ‘Hızır peygamberden farksız’, ‘mutasarrıfa söz geçiren’, ‘Halife Ömer gibi adalet gösteren’ biridir köylünün nezdinde. Tabii Çalık Hafız’ın da kendi planları vardır, geçmiş intikamlarını almak gibi.

İttihatçılara genel olarak bakış olumsuzdur. Osmanlı’yı yıkan güç olarak görülür İttihatçılar. Kemal Tahir özellikle mütareke dönemi romanlarında zaman zaman İttihatçılara yönelik eleştirilerini göstermiştir. Fakat bu üçlemenin ilk iki kitabında İttihatçılara bakış, Çorum halkının bakışından tamamen olumsuz yansıtılmıştır:

‘Ya Arap tayfasının üstümüze salması neyin nesi? Peygamber sülalesinden olanlar bile İngiliz’e arka çıkmış. Osmanlı’nın karnını cenbiyelerle yarmak bunlarda, ‘Allah Allah’ diyerek arkadan baskın yapmak bunlarda…’
‘Sebebini bilemedin mi? Büyük Cemal Paşa bunların şeyhlerini tespih tanesi gibi asıvermiş!’
‘Neden? Kudurmuş mu, gözüne ne görünmüş?’
‘Bilmez gibi yahu? Bu Büyük Cemal paşa bildiğimiz padişah paşası değil, İttihatçı paşası… Bunlar sonradan paşa olduklarından şaşırmışlar. Ne derler ‘Osmanlıya paşalık verilmiş, önce babasını asmış’ derler, işte o hesap…’ … ‘Sultan Hamit gibi gölgeli bir padişahı bunların neden indirdiği anlaşıldı. Bunların niyeti… akıllarına geleni yapmak. Baktılar ki, kendi iplerinde oynamayacak, herifi deflediler…’ 

Son bölüm ilginç bir şekilde ‘Başlangıç’ ismini taşır. Bu neyin başlangıcıdır? Acaba Çalık Hafız’ın evlenmesiyle başlayacak sürecin mi yoksa Çalık Hafız’ın işlerini özellikle ekonomik olarak büyüttüğü için ilerde köylü üzerinde iyice hegemonya kuracak olmasının mı? Onu bu kitapta belli etmez Kemal Tahir. Roman bir anda sonlandırılır. Bu bir üçleme olmasaydı, kötü bir sona sahip olurdu Köyün Kamburu. Fakat devamı olduğu için, bunu önemsemeye gerek yok diye düşünüyorum.

Kemal Tahir’in Çorum’da hapishanede yatarken yaptığı gözlemlerin diyaloglara en iyi yansıdığı romanlardan biri olmuş Köyün Kamburu. Fakat karakter bazında bazı açıklar var. Kambur Kadı’nın kim olduğunu öğrenemiyor okur bu kitapta da. İlk kitapta da bu kitapta da ismi birkaç cümlede geçip bir daha geçmedi. (Çorum’a gelmesi-Çalık Hafız’ın medresesinde bir dönem bulunması gibi) Kemal Tahir her karakterin sonunu okura gösteren bir romancı değil fakat Kambur Kadı’nın üçüncü kitapta daha çok yer alacağını düşünüyorum. (Ancak bu, sadece bir tahmin).

Akıcılık olarak Yediçınar Yaylası’ndan daha başarılı bir roman Köyün Kamburu. Kitap, kendini sadece diyaloglarıyla bile okutabilecek güçte.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

28 Aralık 2018 Cuma

Tanzimat'tan II. Meşrutiyet'e taşradaki Osmanlı

Kemal Tahir’in külliyatına baktığımızda birçok iki veya üç kitaptan oluşmuş seriler görmek mümkündür. Bunların en önemlisi elbette Esir Şehir Üçlemesi dediğimiz Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı’dır. Fakat bu üç kitaba baktığımızda hepsinin kendi başına kült birer eser olduğunu görebiliriz. Yani tek tek de bu eserleri okusak, birçok şey alabiliriz bu kitaplardan. Özellikle Yol Ayrımı tek başına, çok partili hayata geçiş denemelerini anlama açısından önemlidir ve serinin ilk iki cildini okumadan da bu kitap okunabilir. Fakat Yediçınar Yaylası, serinin diğer kitaplarını okumadan tek başına çok da bir anlam ifade etmez. Daha doğrusu mânâsı eksik kalır. Köyün Kamburu ve Büyük Mal ile beraber okuyup tek bir değerlendirme yapmak daha doğru olabilirdi ancak ayrı ayrı değerlendirmeyi tercih ettim.

1958 yılında ilk baskısını yapan Yediçınar Yaylası Tanzimat Fermanı’ndan II. Meşrutiyet’in ilanından üç yıl sonrasına uzanıyor. Bu üçleme ise Atatürk’ün ölümüne kadar uzanıyor. Fakat 1911 yılında sonlanan Yediçınar Yaylası’yla devam etmek bu değerlendirmeyi biraz daha kapsamlı hâle getirecektir.

Mülkiyet kavramının yanlış yönü, toprak ağalığı, eşkıyalık gibi toplumsal sorunlar işleniyor Yediçınar Yaylası’nda. Kemal Tahir, nasıl ki mütareke dönemi romanlarında içinde bulunulan sosyal ve siyasal hayatı şehir içinden şehirli karakterlerle okura yansıttıysa, Yediçınar Yaylası’nda Osmanlı Devleti’nin son zamanlarını, bazı kritik olayları (Tanzimat Fermanı’nın ilânı, İkinci Meşrutiyet’in ilânı vb.) Çorum ilinden ve dolaylarından ve orada yaşayan karakterlerin gözünden okura yansıtıyor. Yani kırsaldan payitahta bakıyor.

Toplam beş bölümden oluşur Yediçınar Yaylası. “Başlangıç” bölümüyle okur için ön bir okuma sunan Kemal Tahir, birinci bölümün ismini “Ağalık Vermekle…”, ikinci bölümün ismini “…yiğitlik vurmakla…” koymuş. Üçüncü ve dördüncü bölümleri isimsiz bırakmış. Zaten son iki bölüm oldukça kısa. En uzun bölümü ise ikinci bölüm oluşturuyor. Başlangıç bölümü, Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği tarihlerde başlar. En kestirmeden gidecek olursak, Başıbozuk Ağası, Çorum Âyanı Dilâver Ağa ile Çakır Kâhyaların Hüseyin Efendi arasındaki çekişmeleri konu ediyor demek mümkündür. Uzun sayılabilecek bir zaman diliminde geçen Başlangıç bölümünde, dikkat çeken bir diğer karakter Kambur Kadı’dır. Kitabın sadece bu bölümünde bulunan Kambur Kadı’nın kitabın ilerleyişine etkisi vardır. Dilâver Ağa’nın nasıl âyan olduğundan, Hüseyin Efendi’nin bunu içine sindirememesinden ve aralarındaki düşmanlığın boyutlarından bahsedilir bu bölümde. Çakır Kâhyalar bu bölümden sonra da kitapta ana karakterlerin bulunduğu ailedir. Önce Hüseyin Ağa’nın oğlu Ömer, daha sonra da Ömer Ağa’nın oğlu Kenan kitaptaki asli karakterleri oluşturur.

Evet, vaktin birinde, Çakır Kâhyalardan Halil Efendi’nin Ömer oğlan, Başıbozuk paşası Dilâver Ağa’yı katiyen adam hesabına almayıp, herifin kahpesini güpegündüz atına hoplatarak Yediçınar Yaylası’na çıkarmıştı da, dünyanın yüzüne ‘yiğit-erkek’ diye nam salmıştı.” şeklinde başlayan roman aslında geriye yönelik bir süreci takip eder. Yani, Ömer’in, Dilâver Ağa’nın Cemile’sini kaçırmasına hangi olaylar sonucu varıldığı anlatılır. Bir köy kahvesinde etrafına topladığı insanlara halk hikâyesi anlatır şeklinde yazılmıştır bu bölüm. Kemal Tahir bu olaydan yola çıkarak birçok olayın iç yüzünü anlatmayı sürdürür. Âyanlık müessesi, Kambur Kadı’nın alicengiz oyunları, Çorum ve çevre insanlarının sosyal hayatı bu süreçte işlenirken aynı zamanda Osmanlı’nın son dönemleri de satırlara yansıtılır. Tanzimat Fermanı’nın ilanına Çorum ahalisi şöyle bakar örneğin:

…Durmaya kalmadı, koca Sultan Mahmut bu işleri kibrine yediremedi de dertlenip öldü. Yerine büyük oğlu, Sultan Mecit geçip oturdu. Aklı erenler, ‘Eh, belki bunda bir uğur vardır,’ dediler.

Millet soluğunu kesip beklerken, yeni padişahın, gündüz gözüne ortaya çıkıp bir ferman okuduğu duyuldu. Bu fermana göre, bildiğimiz gâvur tayfası hâşa sümme hâşa Müslümanla bir oluyor. Sanki âhir zaman peygamberi hiç gelmemiş de Müslümanlık bunca zamandır dünyayı tutmamış gibisine…

Hey oğul! ‘Gayrı, gâvura domuz gâvur, Yahudiye, rezil çıfıt, Ermeniye din düşmanı diye bağırmak yok! diyeyim de sen anla!

Kişileri başarılı ve net işlemiştir Kemal Tahir. Kim kimdir, kitap kimin üzerinden dönecek, fark edilir. Örneğin Dilâver Ağa kötüdür. Biraz da İnce Memed’deki Abdi Ağa’yı anımsatır bize. Fark şudur; Tahir, somut bir zulüm göstermez okura Dilâver Ağa tarafından gerçekleştirilen. Fakat Çorum halkına âyanlığının verdiği güçle bir tahakküm kurduğunu da hissettirir. Dilâver Ağa’nın ölüp Ömer’in soluğunu Cemile’nin yanında almasıyla başlangıç bölümü sona erer. Ağalık, mülkiyet, eşkıyalık, Osmanlı son dönem siyasi ve sosyal düzeni kısa kısa işlenir kitapta. Adı gibi kitaba bir başlangıç olmuştur.

Birinci ve ikinci bölümleri, yani asıl hikâyeyi tütün kaçakçısı Gâvur Ali’nin, Avukat Celal ve Cöntürk sürgünü Seyfettin’e, Celal’in bahçesindeki anlatımından takip ediyoruz. (Cöntürk sürgünü Seyfettin bu bölümde aktif değildir ancak kitabın sonlarına doğru, yani İkinci Meşrutiyet ilan edilince aktif bir kahraman hâline gelir fakat ilk kitabın sonuna gelinmiştir.)

Gâvur Ali’nin sofrada Avukat Celal’e ve Cöntürk sürgünü Seyfettin Bey’e geçmişi anlattığı zaman, meşrutiyetten iki ay öncesine dayanır. Fakat anlattığı tarihler yaklaşık 1898, 1900 yıllarıdır. Çoban Abuzer (daha sonra Abuzer Ağa olacak) üzerinden anlatılır bu bölüm. Ana karakterler Çakır Kâhyaların Ömer, oğlu Kenan, Abuzer ve genç karısı Emey’dir. Özellikle Emey ve Kenan ön plana çıkar bu bölümde. Öncesinde Abuzer’in ailesiyle birlikte Çorum’a nasıl geldiği, insanları dil bilmediği gerekçesiyle nasıl aldatma planları yaptığı, birinci karısı Fati ile birlikte Emey’i kullanarak nasıl güç ve para elde etmeye çalıştıkları işlenir. Bu bölümde diyaloglar çok fazladır. Yazarın hapishane romanlarını okuyanlar bu bölümün diyaloglarına yabancı kalmayacaktır; çünkü Tahir’in hapishane romanları da bu çevrelerde geçer. (Namuscular, Kelleci Memet, Karılar Koğuşu).

Birinci ve ikinci bölümde Çorum çevresinden çok uzaklaşmamış yazar, yani Osmanlı’ya ve son dönemlerine çok değinmemiş. Fakat Çorumlu olan Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın adı arada karakterler tarafından kullanılır. Tıpkı şimdiki gibi, devlet kademesinde bir hemşehrileri olduğu için her zaman gurur duyar Çorumlular. (Ve devlette önemli bir tanıdıkları olduğu için de devlet Çorum’a pek karışmaz.)

Birinci ve ikinci bölümlerde Kemal Tahir cinselliği çok fazla ön plana çıkarır. Hatta okurken bir ara düşündüm, siyasi olaylara ne zaman değinecek diye. Kemal Tahir asıl işlemesi gereken konuları kitabın sonlarına bırakır ve bize ikinci kitabı da merak ettirir. Fakat Kenan ve Emey üzerinden, daha doğrusu Kenan’ın Emey’i elde etmek istemesi ve bütün Çorumlu erkeklerin Emey hakkındaki düşünceleri üzerinden cinselliğin bu kadar öne çıkarılmasını gereksiz buldum. Çünkü bende beklenti farklıydı. Evet, sürükleyiciydi fakat taşradan Osmanlı’yı görmek istediğim için bu bölümler bana ‘nereye bağlanacak acaba’ sorusunu sordurdu. Ancak Kemal Tahir gerçekten önemli bir yere bağladı.

Üçüncü bölümde de anlatılan yıl ve olayın gerçekleştiği yıl, birinci ve ikinci bölümlerle aynı fakat mekân farklıdır: Çorum Zaptiye Dairesi. Gâvur Ali’nin burada gerçek görevi ortaya çıkar ve okur bir ters köşe olur. Dördüncü bölümde ise artık İkinci Meşrutiyet ilan edilmiştir ve zaman olarak da 1911 yılına gelinmiştir. Biraz hızlı bir geçiş olduğunu söylemek lazım.

Kemal Tahir tıpkı hapishane romanlarındaki gibi ahlâk kavramını detaylı bir şekilde ancak okurun gözüne sokmadan işlemiştir. Kenan’ın Emey’i elde etmek istemesi üzerinden ahlâki hassasiyetin nerelere kadar düşeceğini Kenan’ın dilinden ve düşüncelerinden net şekilde ortaya koyar Kemal Tahir:

’Herifin karısına gideceğiz. Hacı Hasan Paşa gibi sopayı çekip bizi kötületir mi?’ Tabancasını yokladı. ‘Karnına dayarım da gümletirim! Yabanın dil bilmez garibi kendi evimizde kafamızı mı ezecek?’ Silah sesine bütün Çorum’un toplanacağı aklına geldi. ‘Kısrağa hırsız geldi sandım da körlemeden korkutmaya çıktım’, derim! diye dişlerini göstererek sırtardı.

Yediçınar Yaylası bize bir serinin ilk kitabı olduğunu çok net şekilde gösteriyor. Kemal Tahir bence bu seriyi zaten baştan planlamış çünkü hem ikinci kitap hemen bir sonraki yıl basılıyor hem de bu kitabın bir devamı olacak şekilde bazı olaylar ayrıntılı inceleniyor. İnsanların acımasızlığı, taşranın sosyal hayatı, kadın-erkek ilişkileri kitabın büyük bölümünü oluştururken, Tahir olayları Osmanlı’nın yıkılışına yaklaştırarak romanı tamamlıyor. Üçlemenin ilk ayağının olması hasebiyle önemli bir yer edinir kitap, Türk Edebiyatı’nda.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

3 Aralık 2018 Pazartesi

Osmanlı’nın kritik günlerini Kemal Tahir'le okumak

Bir kişinin veya bir ailenin izinin sürüldüğü romanlar her zaman ilgimi çekmiştir. Bunun içindir sanırım, Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları’nı çok sevmem, Amin Maalouf’un olumsuz anlamda belki de en çok eleştirilen eseri Yolların Başlangıcı’na bayılmam. Tabii ki her eser bir iz sürer ama bahsettiğim, detaylarıyla, belli bir zaman diliminin uzun uzun anlatıldığı romanlardır. Kemal Tahir’in Bir Mülkiyet Kalesi de bu özelliğiyle ve 490 sayfasıyla diğer eserleri andırıyor. Konusu elbette farklı ancak bahsettiğim durumdan ötürü benim gönlümü kazanan eserlerden biri oldu.

Bir Mülkiyet Kalesi, Kemal Tahir’in sağlığında yayımlanan bir eser değil. Ölümünden sonra derlenip basımı yapılmıştır. Bundan ötürü, kitabın son halini, yani yazarın ‘bitti’ dediği halini okuyamıyor olabiliriz. Kemal Tahir ya fırsat bulamadı bu eseri yayımlatmaya ya da vazgeçti bu eserden. Ancak Kemal Tahir’in ölümünden sonra derlenen çok eseri var. Bu yüzden artık bu durumu es geçmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Bir Mülkiyet Kalesi hakkında kısaca şunu diyebiliriz: II. Abdülhamit’in yaveri, saray marangozlarından, alaylı yüzbaşı, marangoz Mahir Efendi’nin II. Meşrutiyet’ten kısa bir süre önce başlayıp İstiklal Harbi’nin kısa bir süre sonrasına kadar olan hayatını konu edinir. Bu süreçte hem Mahir Efendi ve ailesinin özel hayatına hem de Osmanlı Devleti’nin siyasi hayatına dair malumatlar verir. Elbette bu süreçte II. Meşrutiyet, Balkan Savaşı, I. Dünya Harbi, Çanakkale Deniz Savaşı, Mütareke Dönemi, ilk meclisin kurulması gibi birçok olay da kendine yer bulur romanda.

Yazarın, Mahir Efendi karakterini babasından esinlenerek oluşturduğu yönünde bir rivayet de mevcut kitapla ilgili. Doğru olabilir; çünkü özellikle hapishane romanlarında ‘İstanbullu Murat’ karakteriyle kendine birden fazla yer vermiştir Kemal Tahir. Bu romanda da Mahir Efendi’nin ilk oğlunun adı Murat’tır. Bu benzerlik benim açımdan rivayeti doğruluyor.

Bir Mülkiyet Kalesi, Kemal Tahir romanları içinde bazı farklılıklarıyla yer alır. Genelde kısa denebilecek zaman dilimlerini romanlarında işleyen Tahir, bu romanında ortalama 15 yıllık bir zaman diliminde geçen olaylara yer verir. İkinci bir farklılık ise bölümlerle ilgili. Genelde kitaplarında ana bölümlerinin sayısını az tutan yazar, bu kitabını 12 bölüme ayırmış.

‘Saray-ı Hümayun’da’ adlı bölümle romana başlayan yazar, Abdülhamit’in de diyaloglu bir karakter olarak yer aldığı bu bölümde kısaca, saraydan, Mahir Efendi’nin padişahla olan ilişkisinden, marangozluk işlerinden bahsederek kitabın alt yapısını oluşturur. Daha üçüncü sayfada ise dönemin siyasi olayları ile ilgili Mahir Efendi’nin fikirlerini okuruz. Mahir Efendi, kitap genelindeki fikrî profilini bu sayfalardaki fikirleriyle özetler. Okuma yazması olmayan, siyasi olaylara aklı ermediğine inanan, Abdülhamit’i taparcasına seven Mahir Efendi, dönemin kargaşasını, kafa karışıklığıyla beraber şöyle özetler:

Yedi düveli parmağı üstünde oynatan, ‘İstanbul’a elli bin kişilik askerimle seyyah geliyorum!’ diye haber yollayan Moskof çarına, ‘Buyur! Ben de yüz bin askerle karşıcı çıkıyorum!’ diye cevap veren, koca Alman imparatorunu, Acem şahını, daha bilmem hangi kralları ayağına kadar getirten Abdülhamit, Jöntürk meselesine bir çare bulamaz mı?

İkinci bölümde okura karakterleri ve hayatlarını daha iyi tanıtır yazar. Özellikle Mahir Efendi’nin nasıl marangoz olduğu, aile hayatı gibi durumlara değinen Tahir, Mahir Efendi’nin evliliğine kadar giden yolu merak ettirici unsurlarla beraber çizmiş. Daha sonraki ‘Canseza’ bölümüyle beraber ortak okuyabiliriz bu bölümü. Bu genç karı-kocanın hayatları, geçmişleri ve evliliğiyle beraber siyasi olaylar da paralel olarak bölüme yerleştirilmiş. Fakat II. Meşrutiyet’in ilanı, bazı devlet adamlarının öldürülmesi ve Abdülhamit’in payitahtı terk etmesi hızlıca geçilmiş. Bu süreç biraz daha uzun tutulabilseydi, ayrıntılara daha iyi vakıf olabilirdik.

Buraya bir parantez açmak istiyorum. Kemal Tahir birçok konuyu ve düşünceyi, karakterlerinin bakışıyla romana yansıtır. Bu konular arasında din, sosyalizm, Bolşevizm vs. var. Bu düşünceler yazarın salt kendi düşünceleridir diyemeyiz. Çünkü zıt fikirleri çarpıştırmayı seven bir yazar Kemal Tahir. Özellikle dinî anlamdaki yozlaşma, bazı din adamlarının yanlış fikirleri de hicvedilen durumlar arasında. Bunu, ‘bakın o devrin romanları, filmleri hocaları hep kötülemiştir’ şeklinde ele alacak at gözlüklüler olacaktır ama durum bu değil. Daha önemli şeylerden bahseder yazar. Din yozlaşmasını toplumsal yozlaşmayla ele alır. Örneğin direklerarası meselesi. (İstiklâl Marşı Derneği de, Çelimli Çalım’ın ilk sayısında, direklerarası şarlatanlığını konu etmişti.) Özelikle ‘Ramazan neşesi’, ‘nerede o eski Ramazanlar’ başlıkları altında direklerarasını övücü konuşmalar yapanlar, Kemal Tahir’in şu satırlarını okuyabilir:

… Semt Şehzadebaşı’na pek yakın olduğundan ramazanlarda teravih namazlarını bir solukta kıldırıp halkı Direklerarası’na yetiştirdiği meşhurdu. Bilhassa uçarılar bu huyundan dolayı imam efendiyi yere bastırmıyorlardı.

Kemal Tahir’in bu romanda yaptığı en başarılı işlerden biri, toplumu ve toplumun hayata ve yaşananlara karşı verdiği tepkiyi iyi gözlemlemesi. Bütün kitap boyunca bunu fark edebilir okur. Abdülhamit’in ‘istibdat devri’ni baz alarak ve insanları gözlemleyerek yaptığı tespit, son derece sosyolojik bir tespittir. Cümleler ne kadar tanıdık değil mi?

İstibdat, dünya üzerindeki bütün meziyetleri -kurnazlığa varıncaya kadar… Çünkü kurnazlık da bir çeşit meziyet sayılmaya başlar- müstebite mal ederek yaşar. Meziyetler ancak müstebite mal edildikten sonra, ondan millete geçerler. Ve mutlaka millete de mevcut sayılırlar. Müstebit, Allah tarafından milletin başına kondurulmuş bir devlet kuşudur. Onun sayesinde yaşanır, onun sayesinde mesut olunur, onun her şeyin hakkında geleceği, bütün dünyaya kılıç çekip bütün dünyayı yeneceği şüphesizdir. Ona itaat eden bir millet, bütün bu ilahi meziyetlere sahip olmuş demektir. Ona itaat etmeyenler ise birtakım vatan hainleri, bozguncular, dinsizler…

Kemal Tahir bir taraftan Mahir Efendi’nin izini sürerken diğer taraftan kronolojik olarak tarihi ilerletir. Önce kısaca, Mahir Efendi’nin Balkan Savaşı’nda askere alınıp savaş sonrasında emekli edilmesine değinen yazar, daha sonra 1. Dünya Savaşı’na yer verir. Roman ilerledikçe kişilerden ziyade olayların öne çıktığını görürüz.

Seferberlik zamanında İstanbul’un hâlini, sosyal hayatını, özellikle kıtlığı oldukça realist bir şekilde çizer yazar. Bir taraftan da savaş karşıtlığını satır aralarında ve diyaloglarda okura aktarır. Denebilir ki, Kemal Tahir’in en fazla ‘Savaşa Hayır’ savunusu yaptığı roman Bir Mülkiyet Kalesi’dir. İnsanların aç kalmasını, ekmek yerine süpürge tohumu yemesini, açlığın her yeri sardığı İstanbul’da bir şeriat devleti olan Osmanlı’nın durumunu kişiler üzerinden ve savaş karşıtı bir duruşla işler yazar:

Açlık ayıp, utanma bırakmadı, namus falan hep karnı tok adamlara mahsustu. Babası, ağabeyi, kocası cephede olan genç kadın ve kızlar birdenbire sokaklara döküldü. İlk gidenlere erkekler, ‘Zavallı taze!’ diyerek sözde merhamet ettiler, mendillerini koca karı kalabalığının üzerinden alıp ekmeği evvela verdiler. Bu hal, tereddütte olanları da nihayet yola getirdi.

İlk çimdikleri yadırgayanlar sonra sonra bunların azlığı veya çokluğuyla eğlenmeye, bıyık buranlara önce zoraki, sonra alışık alışık gülümsemeye başladılar. Bütün bunların neticesi nihayet Kalubelâ’dan beri vardığı yeri buldu. Boynu eğri imam, yeşil sarıklı mezin, Laz fırıncı, tıknefes polis, mütekait binbaşı, gece bastırınca, birer mendille güzel kadınların evlerine girmeyi âdet ettiler. Mahallelerde baskın yapacak delikanlı kalmamıştı. İnsanlar o kadar açtılar ki, namustan bahsetmek gülünç ve usandırıcı bir şey oluyordu.

İstiklâl Harbi veya Mütareke Dönemi deyince aklıma artık ilk olarak Kemal Tahir geliyor. Özellikle İstanbul’un işgalini romanlarına çok başarılı bir şekilde konu eder Tahir. İnsanların işgali nasıl kanıksadığı, Bolşevizm, sosyal hayat, azınlıklar gibi her zaman bu milleti ve ülkeyi ilgilendiren, birbiriyle alakalı veya alakasız konuları roman içinde gerek diyaloglarla gerek paragraflarla çok iyi anlatır. Aynı zamanda spesifik tarih olayları da Kemal Tahir’in kahramanlarınca masaya yatırılır. Mustafa Suphi vakası veya Halide Edip’in meşhur Sultanahmet mitingi gibi. Benim ilgimi çeken, millet-i sadıka olarak addedilen Ermenilerin durumu oldu. Şöyle işler yazar konuyu:

… Bilhassa tren günleri herkeste bir telaş vardı. Hele tehcirden nasılsa kurtulup birer köşeye sinmiş olan Ermeniler birdenbire meydana çıkmışlardı. Türkler hem harp kaybettiklerinden hem de komşuların şehitlerini düşündüklerinden askerden gelenleri o kadar şatafatlı karşılamıyorlardı. Fakat Ermenilerde bilakis harp kazanmış gibi bir hal vardı: her asker şehre bir muzaffer kahraman gibi giriyordu. Geceleri meşaleler yakan kadınlar, çığrışarak mahalleleri dolaşıyorlar, senelerdir konuşmamaya dikkat ettikleri lisanlarını inatlarına yüksek sesle haykırıyorlardı.

Zabitlerin yanında, yolu tek başlarına çıkartamayacaklarından korkarak kalmış tek tük emirberler, artık testilerini alıp çeşme başlarına gidemez olmuşlardı. Askerden dönen Ermeniler, nerde bir üniforma görseler, şimdilik lisanen hakaret bırakmayıp yapıyorlardı.

Kitapta oldukça fazla detay ve fikir var. Özellikle son bölümde Mustafa Kemal Paşa’yı da karakterlerden biri haline getiren yazar saltanatın kaldırılmasını uzun uzun işlerken, Anadolu’da uzun savaş yılları geçiren Mahir Efendi’nin ailesine dönüşüyle, asıl kahramanı da ihmal etmez. Şu eleştirimi belirtmeden geçmek istemiyorum: Yazar Mahir Efendi’yi zaman zaman olayların içine katamamış. Bazen, kitap Mahir Efendi’den kopmuş giderken Mahir Efendi sanki kitaba yetişmeye çalışıyormuş gibi bir hal içine giriyor diyaloglarıyla. Kitaba bazen eğreti kalmış. Bunu hep görmüyoruz. Hatta çok az görüyoruz. Evet, diğer olayları da ilgi çekici işlemiş yazar ancak bu Mahir Efendi üzerinden ilerleyen bir romansa bu duruma biraz daha dikkat edilebilirdi.

Romanın başından sonuna kadar konuya sadık kalan Tahir, karakterlerden bazılarını kitabın başında kullanıp bırakmış bazılarını ise sonradan olaya dahil etmiş. Bütün yönleriyle en geniş ele alınan karakter Mahir Efendi olsa da diğer karakterlerini de romana katacak biçimde işlemeyi başarmış yazar. Sadece Mahir Efendi’nin küçük oğlu Cemal romanda çok az yer alır. Bunun sebebi romanda açıklanmamış ama kız çocuk beklerken erkek çocuk sahibi olan Mahir Efendi için bunun şokunu bütün hayatı boyunca yaşamış diyebilir miyiz?

… Hele ikinci çocuğuna -Mahir Efendi daha şimdiden bunun kız olacağına emindi, adını bile koymuştu- Ayşe’ye gebe kaldıktan sonra büsbütün korkak olmuştu. 1917 senesi ağustosunda Ayşe değil, maalesef Cemal doğdu.

Kitapta mekânın hikâye üzerinde etkisi çok fazla değil. Örneğin Yorgun Savaşçı’da mekân çok fazla öndeydi ancak Tahir’in bu romanında mekândan ziyade kişi ve olaylar daha ön planda diyebiliriz.

Bu roman tamamlanmamış veya son hâli verilmemiş bir roman olabilir. Buna bir kanıt da gereksiz uzatılan bölümlerin olması. Özellikle ‘Anadolu’ bölümünde gereksiz uzatılmış yerler mevcut. Bunu, konuyu detaylı işlemekten ayırt etmek lazım. Bazı okurlar bundan sıkılabilir ama başta da dediğim gibi ben çok keyif aldım.

Önemli bir romandır Bir Mülkiyet Kalesi. Kemal Tahir’in kült eserleri arasında yer almıyor olması önemini azaltmaz. Kitapta çok şey işlenmiş ve okuması da kolay. Hatta Kemal Tahir’in dil ve anlatım açısından en rahat okunan kitabı diyebilirim. Osmanlı’nın son dönemlerine tanıklık etmek isteyenler için ideal bir eser. Birçok yönüyle…

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10