İsmet Emre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İsmet Emre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Şubat 2020 Cuma

Arayışa ve arınma ihtiyacına dair denemeler

Deneme okumayı ne kadar sevsem de son zamanlarda bu türden oldukça uzaklaştığımı fark ettim. Bunda hem son yıllarda farklı türlere yoğunlaşmam hem de Türk edebiyatında iyi deneme kitaplarının çok da yayımlanmaması etkili oldu.

Durup durup aynı yazarların kitaplarına yoğunlaşmak da bir yerden sonra bilinen bir yolu ezbere gitmek haline dönünce farklı bir arayışa girdim. İsmet Emre bu arayışım sonunda çıktı karşıma, iki kitabıyla: Turuncu Hüzünler ve Sular ve İnsanlar. Bu yazının konusu, Haziran 2019'da yayımlanan Sular ve İnsanlar kitabı olacaktır.

Şunu söylemek gerekir ki İsmet Emre velûd bir yazar. Bilimsel kitapları, romanları, öyküleri, şiirleri, denemeleriyle edebiyatın hemen her alanında eser vermiş bir akademisyen. İlk defa okuduğum yazarın bende bıraktığı intiba gayet olumlu oldu. Çok şey bilen, çok şey anlatmaya çalışan ve bunları bir lirizmle okura aktarmaya çalışan bir imaj oluşturdu İsmet Emre. Buradan Turuncu Hüzünler'e de bir kapı açmış oldum kendi açımdan.

Sular ve İnsanlar, Karakum Yayınevi etiketini taşıyor, iki kısımdan ve 112 sayfadan oluşuyor. Bunlardan ilki ve kitabın daha çok hacmini kaplayan kısmın ismi Sanat ve Edebiyat. Yirmi yedi denemeden oluşan bu bölümde, isminden de anlaşılacağı gibi yazarın edebiyat ağırlıklı olmak üzere fikirlerine vakıf oluyoruz. Geniş bir kapsamda oluşturmuş Emre bu yazıları. Yazı yazmanın insana ve yazara ne anlam ifade ettiğinden okumaya dair düşüncelerine, edebiyat ve siyaset ilişkisinden Malatya’yla ilgili bazı kültürel meselelere kadar geniş bir skala okuru karşılıyor. Hiçbir kanıtlama ihtiyacı duymadan, karşısındakiyle sohbet eder gibi, bir akademisyen olmasına rağmen denemelerinde bunun hissedilmediği bir tarzı var İsmet Emre’nin. Bu da elbette daha konforlu bir okuma imkânı sunuyor okura. Tabii bu daha kolay ve konforlu okuma imkânı kimseyi yanıltmasın, esaslı fikirleri var yazarın okuma-yazmaya dair. Okuma yazma eylemine kaçınılmaz olarak insan unsuru da girince gayet doyurucu denemeler çıkmış ortaya.

Yazı yazan, özellikle deneme yazan yazarları seviyorum. Çünkü bu yazarlar ne akademik veya bir araştırma kitabının kurallarıyla hareket etme zorunluluğu duyuyor ne de bir kurgu oluşturma ihtiyacı. Aklına takılan meseleleri, kanıt adlı o bilimsel ‘şey’e bulamadan gönlünden geldiği gibi anlatan deneme yazarları aslında bir şeyler arıyor: Varlığını, insanlığını… Aynı zamanda da bir arınma ihtiyacı duyuyor bu yazarlar. Bunu ister varoluşçu edebiyat bünyesinde yapsın ister başka bir tarzda yapsın, sonuç olarak bir arayışın ve arınma ihtiyacının görüldüğü tür oluyor deneme. En rahat ve günlük konulara değinenlerde dahi bu kıvılcımı görmek mümkün bence. İsmet Emre’de de bu durum var ve bunu daha ilk denemelerinde okurla paylaşıyor:

Dünyayla arandaki köprüyü tamir ediyor yazı. Doğası itibariyle dünyaya sayısız bakma olanağı verdiği için, dünyayı bulunduğun mesafenin biraz daha berisinden seyretme olanağı verdiği için, kurumuş, kurumaya yüz tutmuş uçlarına hareketlilik verdiği ve duygusal tomurcuklanmaya imkân tanıdığı için insan eylemleri arasında, insan soyunun en çok ihtiyaç duyduğu eylem biçimlerinden biri yazmak… Ve onu terk ettiğimizde bedenimizi terk etmiş gibi oluyoruz.

İnsan tipi olarak çok farklı ve ilginç bir toplumda yaşıyoruz. Gerek olaylar karşısındaki duruş ve tepkilerimizden gerekse düşünüş şeklimizden bunun emarelerini toplumda görmek mümkün. Okuma yazmayı sevenler açısından durum daha da ilginç bir hâl alıyor. Çevremizde, okuma yazmayla pek işi olmayanlarca fazla okuyanların ne maksatla okumayı sürdürdükleri bir merak konusudur. “Bu kadar okuyorsun da, bunlar ne işe yarayacak?”, “roman okumak sana ne kazandırır ki?” ya da “âşık mı oldun da şiir okuyorsun?” (ne alakaysa) gibi soruları, hayatının merkezine okuma yazmayı koymuş olanlar sıkça duymuştur. Burada benim durduğum yerle İsmet Emre’nin durduğu yer çok yakın. Dünya öyle bir noktaya geldi ki, maddi kazanç getirmeyecek (sadece para değil, şöhret, makam, mevki vb.) şeyler boş uğraş olarak görülüyor insanlarca. Maalesef ki bizim toplumumuz bunun en net örneğini gösteriyor. Bir menzile varış hesabında herkes, kimse yolda olmanın büyüsüne talip değil. Birçok kimse okumanın büyüsüne de talip değil. İsmet Emre de bu dertten mustarip olacak ki şöyle diyor Okumaya, Suya ve Hayata Dair adlı denemesinde:

Okumanın, sürekli okumanın sizi nereye götüreceğini düşünüyorsunuz? Hiçbir yere. Bir yere gitmek istemiyorum zaten, sadece gitmeyi seviyorum, gitmenin kendisini, yalın hâlini. Bir yere varmaksa başka bir şey. Bir yere varmak için yürümenin hesabı kitabı var, benimse yok. Bir yere varmanın mantıkla akrabalığı var, benimse yok. işin doğrusu, hayat bir formülse, çözülmesi gereken şifreleri varsa, mantıktan ibaretse ben başak bir yerde yaşıyorum. Başka bir yerde, başka bir boyutta, başka bir zaman ve zeminde…

Sonuçta, okumasa kendini kaybedecek bir yazar var karşımızda, ondan da okumayı dünyevi bir mantığa oturtmayı bekleyemezdik zaten.

İnsanın okuma yazmayla, kitapla, kitap kafelerle ilişkisi ilk bölümde bolca irdeleniyor. Ayrıca ilk bölümün en önemli denemesi, kitaba da adını veren Sular ve İnsanlar adlı denemedir. Emre burada insanı çeşitli sulara benzeterek mükemmel bir analoji yapmış. Kitap bu deneme için dahi okunur. Ayrıca edebiyatımızın bazı konulardaki eksikliklerine dair de sağlam eleştirileri var yazarın (örn: Çanakkale zaferinin edebiyatımızda yeterince yer almaması gibi). Klişe bir eleştiri konusu gibi dursa da İsmet Emre’nin satırlarında anlam kazanıyor eleştiri cümleleri, bir de bu durumu unutturmaktansa klişeye düşüp bu eleştiriyi yapmak daha onurluca diye düşünüyorum.

İkinci bölüm Kültür ve Edebiyat isminden oluşuyor. Bu bölüm hem sayfa hem de deneme sayısı olarak çok daha az kısımdan oluşuyor. On denemeden oluşan bu bölümde İsmet Emre edebiyatın toplumsal yönüne daha çok değiniyor. İlk bölümdeki yazıların aksine bu bölüm daha genel konulardan oluşuyor. İlk bölümdeki ayrıntıyı bu bölümde bulamayacaktır okur. Ayrıca bu bölüme eleştirilerini, lirik ve öznel değerlendirmelerindense daha ciddi denemelerini koymuş yazar. Elbette üslûbu değişmiyor yazarın, lirizm var ancak ilk bölümdeki gibi değil. Satirik anlatım da yoğun bu bölümde: “Güzel rüyalar görüyor, kötü sabahlara uyanıyoruz ne yazık ki! Yazık ki güzelliklerimiz rüya, çirkinliklerimiz gerçek oluyor!

Okumayı seven kişilerin yolunun denemelerden geçtiğine inanıyorum. Aslında deneme geçilecek bir tür değil, her zaman elimizin altında olması gereken bir tür. Kasıntı, sanki makale yazar gibi oluşturulan ve bunların daha ciddiye alınacağı düşünülen denemelerdense daha serbest, daha dokunaklı ve daha hayatın içinden gelen denemelerdir kastettiğim, tıpkı İsmet Emre’ninkiler gibi. Herkes bu denemelere ekstra katkı sunabilir ya da eleştirileriyle farklı bir tartışma zemini açabilir. Zaten böyle olması gerekir. Benim de var farklı düşündüğüm konular bu kitaptakilerden. Fakat bu, denemeleri başarılı ve değerli bulduğumu gölgelemez; aksine bir düşünme kapısı açar okuyana.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

13 Kasım 2019 Çarşamba

Çağın farkında olan adam

İsmet Emre’nin Çağına Küsen Adam isimli romanında yazar çağının yani içinde bulunduğumuz modern zamanların neredeyse her şeyinin farkında olan bir karakterin açısından farklı konuları ele almaktadır. Yazarın romana ismini verdiği şekilden daha çok karakterimize “çağının farkında olan adam” demek daha doğru olur. Özellikle çoğu durum için her ucunu da modern dünyanın omzundan farkında olarak bakması ve ele alması bunun bir delilidir. Örneğin, belki farklı açılardan diyor olsa dahi, bir yerde tüketimin insanı bile tüketebildiğini söylerken bir başka yerde modern zamanda hiçbir materyalin tükenmediğini dönüştürülerek sayısız sefer kullanıldığı söylüyor. Bu örnekler romanın geneli itibariyle çoğaltılabilir.

Öte yandan romandan daha çok sanki bir deneme kitabı havası var Çağına Küsen Adam’da. Otuz farklı bölümden oluşan romanı bölümlerini ayrı ele alırsak bu söz konusu olur. Kaldı ki bu otuz bölümü birbirine bağlayan yegâne şey karakterin bakış açıları.

Burada karakterin bakış açıları diyerek çoğul bir ifadeye yer vermemin sebebi daha öncede değindiğim farklı uçların aslında modern dönem ile ilgili olmasa bile ana karakterimizin neredeyse reddettiği kendi zamanından her olay ve kavrama bakışıdır. Çağının Farkında Olan Adam’a bu hissi yaşattırmayan tek olgu ölüm diyebiliriz. Romanın farklı yerlerinde farklı şekillerde karşımıza çıkan “ölüm” kavramına doğrudan bir modern etiketi yapıştıramayıp ölümle temas halinde olan birden farklı şeyi eleştirmektedir. Yani daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse ölümü sadece bir bağlam olarak kullanmaktadır.

Fakat hemen belirtmem gerekir ki ölüm biricik bağlam değildir. Çağının Farkında Olan Adam, evlilik gibi bütün hayatı kapsayan ömürlük bir şeyi bu kadar uzun sürmesi dolayısıyla sıkıcı olarak niteler. Ancak burada karakterimizin kendi düşüncesi değilmiş de sanki o modern zamanlara yine modern zamanların omzundan bakarak eleştirisini getiriyor gibidir.

Evlilik yeterince büyük ve geniş bir konu değilmiş veya güya evlilik modern bir şeymiş gibi ve kritiğini yapması yetmiyormuşçasına hikâyemizin sonu ve başlangıcı üzerinden de bir yorum yapar. Tabii burada hikâyeden kastını romanın sonunda tam anlamıyla anlayabiliyoruz.

Üstelik böyle konular dışında alelade bir sokak lambası üzerinden de eleştirisini yapabiliyor. Burada da ana karakterimizin zamanının etkisiyle yadırgamışlığının ve rahatsızlığının okura gösterilişini görmekteyiz. Çünkü Çağının Farkında Olan Adam dinlenmek için yattığı yatağında dahi dinlenemez, huzursuz olur.

Karakterimiz sadece tek düze veya bir başlık üzerinden değil karşıt konumdaki şeyleri de bir tutarak veya bir noktaya getirerek modernite gözlüğünü burnuna indirip öyle bakar. Örneğin insanlığın karanlıkta kaldığını da söyler fakat daha sonra sanki bunu söylememiş gibi modern insanın aydınlığı çok abarttığının da eleştirisini yapar.

Sorduğu sorularla kendini rahatsız ettiği kadar modern dünyanın da yerinde doğrularak oturmasını sağlıyor. Ancak tip olamayacak kadar keskin karakterimiz belki de sorularıyla romanın hatta yazarın bile üstüne çıkıyor.

Emre, Çağına Küsen Adam’da doğrudan ve tek düze bir olay örgüsü üzerinden gitmemiş ve bu hareketiyle romanının karakteri olan Çağının Farkında Olan Adam’ın yanında saf almaktadır.

Kitabın “Karanlığın lanetlediği bir çağda nereye sığınabilir ki insan kendinden başka?..” şeklinde başlaması aslında nerdeyse bütün romanın genel durumunu özetlemektedir. Karakterimizin kendisine sorduğu soruların çoğunun cevabının verilmemesi ve kendi kendini yadırgaması buna en büyük kanıttır.

Karakter sadece kavramlar ve anlayışlar üzerinden değil kendi anıları üzerinden de huysuzluk yapar, bu da ayrıca kendine sığınmış insanın yine kendisini huzursuzlaştırmasının ve yadırgamasının bir tezahürüdür.

Hamza Eren Sarıçam