23 Eylül 2019 Pazartesi

Türkiye’de misyonerlik faaliyetleri

Türkiye İçin Sırada Ne Var? Bir kitap için oldukça kışkırtıcı bir isim. Yalnız, kışkırtıcılığı bir yana; Tanzimat’tan beri güncelliğini hiç kaybetmeyen durumu özetlemesi açısından manidar. Öncesi olsa da özellikle Tanzimat’ın ilanıyla birlikte büyük bir ivme kazanan Osmanlı üzerindeki Batı etkisini iyi analiz etmek gerekiyor. Kitabın satır aralarındaki detaylardan bu etkinin izleri açıkça fark ediliyor. İmparatorluk toprakları içinde yaşayan Hıristiyanların haklarını koruma bahanesiyle Osmanlı devletine yapılan siyasi baskıların yanında toplumsal çalışmalarla nasıl bir dönüşümün planlandığı görülebiliyor.

Mahya Yayıncılık kalitesiyle kısa süre önce yayınlanan Türkiye İçin Sırada Ne Var?’ın konusu Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde maruz kaldığı misyonerlik faaliyetleri. Osman Nuriler’in çevirisini yaptığı kitap yüz altmış sekiz sayfadan oluşuyor. Çalışmanın içeriğini en kısa hâliyle ‘misyonerlik faaliyetlerine yönelik nelerin yapıldığı ve yapılması gerekenlerin neler olduğu’ şeklinde özetleyebiliriz. Kitabın yazarı aileden ‘radikal’ dindar olan ve teoloji eğitimi alan David Brewer Eddy, Amerika merkezli misyonerlik kuruluşlarından Yabancı Misyon Temsilcileri Teşkilatı’nda (American Board) genel sekreterlik yapmış bir akademisyendir. Amerika’da yayınlanma tarihi 1913.

Yazar, "Türkiye İçin Sırada Ne Var?"ı üç kısma ayırmış. İlk kısımda İslam’la ilgili yanlış ve Müslümanlarla ilgili yanlı biçimde aktarılan kısa bilgiler yar alıyor. İmparatorluk içindeki farklı milletlerin karakteristik özelliklerine değinilerek bu milletlerin Türklere karşı desteklenmesi gerektiğini belirtiliyor. Eddy, Doğulu toplumların karakteristik özellikleri ve inançlarının analizini yaptıktan sonra misyonerlik faaliyetlerine tarihsel bir bakış atarak hareket yöntemine geçiyor. İslam coğrafyasında etkili olabilmek için dikkat edilmesi ve yapılması gerekenleri sıralıyor. Bu aşamada misyonerliğin yapıldığı alanları görebiliyoruz. Başta eğitsel olmak üzere tıbbi, kültürel ve ekonomik misyonerliğin önemi vurgulanıyor. Sık sık önceki misyonerlerin çalışmalarına değinen yazar aşılan zorluklara ve gelinen noktaya dikkat çekiyor. Çalışmaların istenen başarıya ulaşması için daha çok inanç, istek ve çaba gerektiğini, özellikle gençlere ve kadınlara yönelik çalışmaların arttırılmasının zorunlu olduğunu belirtiyor. Misyonerlerin Anadolu’da açtığı eğitim kurumlarının çoğunun kız koleji olması teşkilatın stratejisini ele veriyor. O dönem misyonerlerin girişimiyle açılan okulların bir bölümünün günümüzde faal olduğunu görüyoruz. Buradan hareketle başarılı bir çalışma gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Üçüncü kısımda, kitapta anlatılanlardan hareketle misyonerlik faaliyetlerinde kullanılmak üzere bir program yer vermiş yazar. Özet olarak neyin nasıl yapılacağını anlatıyor.

Esere ayrıcalık kazandıran iki özelliği var. İlki, 1900’lerde Osmanlı coğrafyasında görev yapan misyonerlerin hazırladığı raporlardan hareketle oluşturulan bir kitap olması. Bu açıdan teoriden öte pratize edilen çalışmalar hakkında oldukça detaylı bilgiler yer alıyor. Hayatlarını misyonerliğe adamış çok sayıda kadın ve erkek misyonerin ismen yer aldığı metinde yapılan çalışmaların istatistiki kayıtlarının tutulmuş olması meseleye yaklaşımın ciddiyetini gösteriyor. İkinci özellik ise Müslümanlara yönelik misyonerlik faaliyetlerinin Amerikan toplumuna anlatan bir ‘rehber’ kitap olması. Bu yolla bir yandan faaliyetler hakkında bilgi verilirken bir yandan da yeni katılanlar ve müstakbel misyoner adayları için yol haritası belirleniyor. Sonuç itibariyle misyonerlik faaliyetlerinin kamuoyuna yönelik propagandası yapılarak teşkilata maddi-manevi destek sağlanması amaçlanıyor. Kitapta dikkat çeken en önemli şeylerden biri misyonerlerin iyi eğitimli ve son derece donanımlı oldukları. Eğitmen olarak alanlarına vakıf, birkaç dil bilen bu insanlar coğrafya hakkında geniş bilgiye sahiptir.

"Türkiye İçin Sırada Ne Var?" birkaç yıl önce okuduğum benzer bir çalışmayı hatırlattı. 1800’lerin başında Bağdat’a gönderilen bir Fransız subayın raporlarının kitaplaştırılmış hâli olan Vehhabilerin Ortaya Çıkışı adlı kitapta da "Türkiye İçin Sırada Ne Var?"daki oryantalist bakış açısının bir benzeri bulunuyor. Fransız subayın raporlarının 1900’lerde kitaplaştırıldığı göz önüne alınırsa Batılı devletlerin İslam coğrafyasındaki faaliyetlerini bu dönem yoğunlaştırdığı anlaşılıyor. Müellifin Osmanlı topraklarının misyonerlik faaliyetleri için Batılı devletler tarafından parsellendiğini söylemesi de bunu doğruluyor. Farklı bölgelerin farklı ülkelerden gelen misyonerlerin sorumluluğuna verildiğini belirtiyor. Askeri raporlar yerine misyoner raporlarından oluşturulması Türkiye İçin Sırada Ne Var?’ı öne çıkaran bir özellik. Militarist anlayış yerine uygulamaya sokulan kültürel faaliyetlerin toplumu değiştirmede çok daha etkin olduğu anlaşılıyor. Yalnız her iki eserin de ‘masa başı’ tabir edilen çalışmalar olması bir başka benzerlik olarak göze çarpıyor. Zira birbirine yakın tarihlerde biri Fransa diğeri Amerika’daki çalışma ofislerinde hazırlanmıştır. Ayrıca her iki metindeki Batı merkezli üslup tipik oryantalist bakış açısını ziyadesiyle yansıtıyor.

Oryantalizm demişken, oryantalist çalışmaların tarihsel geçmişini dikkate alarak okumak meseleyi anlamak açısından fayda sağlayacaktır. Her ne kadar akademik disipline sahip oryantalist çalışmalar on dokuzuncu yüzyılda başlamış olsa da ilk oryantalist çalışmaların on ikinci yüzyıla kadar gittiği biliniyor. Dolayısıyla Batı’da İslam ve Araplarla ilgili literatürün ilk bin yılın başlarında oluşmaya başladığı görülüyor. Bu literatür, oryantalizm kavramını 1970’li yıllarda dünyanın gündemine sokan Edward Said’in (1935-2003) dikkat çektiği gibi ‘Batı’nın Doğu’ya olan epistemolojik üstünlüğünün ontolojik üstünlüğe dönüştürülmesi’ şeklinde açığa çıkıyor. Ötekileştiren, subjektif tanımlayan, aşağılayan üstenci yaklaşım yazarın bahsettiği sevgi diliyle uyuşmuyor. Din oryantalist çalışmalarda önemli bir konuma sahip. Kitapta da bunun yansımasını görüyoruz.

Kitapta ilginç bulduğum detayların birkaçını yazmadan geçemeyeceğim. ‘Osmanlı’ tabiri yerine ‘Türk’ kavramının seçen yazar Osmanlı devletiyle ilgili konuları Türk’e nispetle aktarıyor. Genel anlamda Doğulu milletlerin karakteristik özelliklerini olumsuz olarak yansıtıyor fakat özellikle Kürtler hakkında çok daha ileri giderek nahoş şeyler söylüyor. Müslümanların genelini ise cahil ve vahşi olarak nitelendiriyor.

Yazarın üstenci üslubundan bölgenin Müslüman olmayan toplulukları da nasibini alıyor. Örneğin Doğu kiliselerinin reforma ihtiyacı vardır ve Amerikan misyoner teşkilatları bunu sağlayacak güçtedir. Kitaptaki en ilginç detaylardan biri misyonerlik faaliyetlerinin Doğulu Hıristiyanları da kapsaması gerektiği düşüncesi. Yazara göre Rumlar ve Ermeniler her ne kadar Hıristiyan da olsa dinin aslına vakıf değillerdir. Dolayısıyla onlar da faaliyetlerin kapsamı içinde olmalıdır. Diğer yandan Amerikalı Hıristiyanların misyonerlik faaliyetlerine gereken desteği vermediğini söyleyen yazar, Batı’da da bazı sorunların görülmeye başladığını sözlerine ekliyor. Mesela yeni nesil öncekiler kadar dine meyilli olmadığı gibi yardım ve bağış konularında isteksizdir. Ayrıca ateizmi ve ahlaksızlığın artmasına zemin hazırlayan üniversiteler konusunda da harekete geçilmelidir.

Yazarın çoğu yerde spekülatif ve aşağılayıcı bir üslup seçtiği görülüyor. Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’nun büyük bölümünü Ermenistan olarak nitelendiriyor. Balkan milletlerinde Bulgarları diğerlerinden ayırarak olumsuzlamasının nedeninin misyonerlik faaliyetlerine izin verilmeyişi olduğunu anlıyoruz. Misyoner kuruluşlara mesafe bırakan yöneticilere hakaret ederken faaliyetlere izin veren yöneticileri övüyor. Sık sık dini literatürden alıntılar yaparak misyonerlere ve yaptıkları işlere kutsiyet atfediyor. Hıristiyanlığın yüceliğinden ve inananlarına yüklediği misyondan bahsediyor. Yazara göre İslam ilerlemekten, refah sağlamaktan ve medeniyet oluşturmaktan uzaktır. Batı ise bunlara sahip olmasını Hıristiyan oluşuna ve Hıristiyanlığa bağlı kalışına borçludur. Zaten Hıristiyanlık şimdiye kadar gittiği her yere iyilik ve sevgi götürmüştür. Teolojik kehanetlere olan inancını belirten yazar, Tanrı’nın Krallığı’nın Tanrı’nın kendilerine verdiği ‘yeminli sözü’ olduğunu söylüyor. Hatta Yahudilerin kutsalı olagelen ‘Vadedilmiş Topraklar’ kehanetini de Hıristiyanlığa mal ediyor. Türkiye İçin Sırada Ne Var?, Evanjelist hareketin birkaç asır önceden bu coğrafyaya sızışı ve toplumları etkileyişini açığa çıkarıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

20 Eylül 2019 Cuma

Uzaktaki yakınlar: Jung ve Hesse

"Doğaya yakın olduğunuzda Tanrı'nın sesini dinleyebilirsiniz."
- Hermann Hesse

"İnsanın ne olduğunu anlamak için kişi Doğa'yı izlemeli ve 'beklenmedik olanın önemi'ni kabul ederek tek başına kalmalıdır."
- Carl Gustav Jung

Bahse konu edeceğim kitabın adını ilk defa, merhum Engin Geçtan hocanın Hayat adlı kitabında okumuştum. Böyle bir kitabın varlığı bile şaşırtmıştı keza Jung en ilgi duyduğum psikiyatrken Hermann Hesse en sevdiğim yazarlardan biriydi. İkisini yan yana, üstelik mektuplarla ve fotoğraflarla takip etmek pek güzel olurdu diye düşünürken kitabın Türkçe baskısını bulamamıştım.

Geçtan hoca kitaptan çok ilginç bir paragrafı konuk etmişti Hayat'ta. Jung'un Hindularla ilgili şu sözlerini iktibas etmişti: "Doğadaki diğer varlıklar gibi insan da kendini ifade etme arayışı içindedir ve 'Benlik' bu bütünlüğe ulaşmanın düşü konumundadır. Hindular bu konuyu öteden beri bilgece işlemişlerdir."

Sonra Hermann Hesse'nin romanlarında ne yapmaya çalıştığını yeniden düşünmüştüm. Bozkırkurdu aslında kendisi değil miydi? Narziss ve Goldmund yine Hesse'nin anlamaya çalıştığı, belki de kendinden iki parça, iki karakter gibi duran kimseler olamaz mı? Demian, romanın anlatıcı olan Sinclair'den ne kadar bağımsız bir varlıktı? Siddhartha'nın Bozkırkurdu'yla olan ilişkisi nasıl anlamlandırılabilirdi? Derken Şili'li bir diplomat ve yazar Miguel Serrano'nun "Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse: İki Dostun Hatıraları" kitabının Destek Yayınları tarafından neşredildiğini öğrenir öğrenmez gidip aldım ve öylesine bir sayfayı açtım. Şöyle diyordu Hesse: "Bazı insanlar hem Siddharta'yı hem de Bozkırkurdu'nu yazmış olabildiğimi anlayamazlar. Fakat onlar birbirini tamamlıyor; onlar, aralarında gidip geldiğimiz iki kutup..."

İşte aradığım tipte bir kitap. Sadece mektuplarla ilerlemeyen, düşünülmüş fikirlerin ve yazılmış metinlerin kökenine inen, Hesse ile Jung'u birbirine yakınlaştıran hassasiyetleri çok da didiklemeden ortaya döken, dilimize güzel çevrilmiş -Seza Özdemir'i tebrik etmeli- bir kitap. Bir tarafta Alman edebî romantizm geleneğinin Novalis, Hölderlin, Kleist ve Nietzsche'den sonraki büyük temsilcisi, Schopenhauer ve Goethe gibi Doğu düşüncesine çok sıcak iki efsanesinin sanki bir uzantısı olan, Mozart ve Bach notaları eşliğinde çalışan Hermann Hesse. Diğer tarafta ise egoyu bilinçaltından ayırma çabalarıyla, simgeler dünyasına hiç çekinmeden dalıp çıkmasıyla, arketip fikrinden mit ve efsaneleri yeniden yorumlama girişimleriyle psikoloji dünyasının bilgelerinden Carl Gustav Jung.

Hesse'nin yapıtlarıyla 1945'te tanışmış Serrano. İlk okuduğu eseri Demian olmuş. 1946'dan önce Almanya'nın dışında hiçbir yerde ünlü olmadığını söylüyor. Bir Meksikalı ressam, Boncuk Oyunu'nu okuduktan sonra oldukça etkilenmiş, bir resim yapmış ve bununla yetinmeyip Hesse'ye göndermiş. Serrano burada, böylesine hassas bir okurun kitap karşısındaki coşkusunun anlaşılabilir olduğunu şöyle açıklıyor: "Bugün bile bir kitabın ihtiyaçlarım için gerekli olduğunu düşünsem onu bulmak için dünyanın yarısını dolaşırım, bana özel bir şey sunmuş o birkaç yazara sonsuz hürmet ederim. Bu nedenle kitapların kendilerine verilmesini bekleyen, ne araştıran ne de hayranlık duyan, günümüzün ruhsuz gençliğini asla anlayamam. Ben bir kitap almak için yemek yemeden idare edebilirdim; kitapları ödünç almayı hiç sevmezdim, saatlerce onlarla yaşayabileyim diye onların tamamen benim olmalarını isterdim. İnsanların olduğu gibi, kitapların da kendilerine özgü kaderleri vardır. Onları bekleyen kişilere yönelip doğru anda onlara ulaşırlar. Yaşayan malzemeden yapılırlar ve yazarlarının ölümünden sonra da uzun süre karanlığa ışık tutmaya devam ederler."

Serrano'nun bu kitabıyla birlikte söz konusu duygularında ne kadar samimi olduğu anlaşılabilir. Zira okuduklarımızdan bir 'tanışıklık' olduğunu anlayabiliyoruz ama 'dostluk' çok daha derin, ciltlerle ifade edebilecek bir yazma girişimi olurdu muhtemelen. 1951'de İsviçre'ye doğru yola koyuluyor Serrano, amacı Hesse'ye ulaşmak. Evini buluyor, bahçenin girişine doğru yöneldiğinde kapının üstünde "Ziyaretçi giremez" yazısını görüyor. Devamında evin ön kapısında Çinçeden çeviri bir şiirle karşılaşıyor. Meng-Tse'ye (Mensiyüs, MÖ 371-289) ait bu şiir; ihtiyarlığa erişen ve üzerine düşenleri tamamlayan bir insanın artık huzurla yaşamayı hak ettiğini, kendiyle yüzleşmek için gerekli olan zamana kavuştuğunu, artık ziyaret edilmesine gerek olmadığını, yaşadığı evde sanki kimse yokmuş gibi davranılması gerektiğini anlatıyor. Böylece Hesse'nin sadece yaşamının sonunda değil bütününde münzevi olmayı, huzuru aramayı ve son nefese dek düşünmeyi bir şahsiyet meselesi hâline getirdiğini anlıyoruz. Serrano ona ulaştığında "Söyleyin, huzuru burada, dağlarda bulabildiniz mi?" diye soruyor. "Doğaya yakın olduğunuzda Tanrı'nın sesini dinleyebilirsiniz" diye cevaplıyor Hesse. Onun doğaya, doğanın getirdiği manevi armağanlara ne kadar meraklı olduğu Ağaçlar kitabında bir nebze anlaşılabilir. Zaman zaman konuşmaları derinleşiyor Hesse'nin. Sözcüklerin birer maske olduğuna, kişiliğin aşka imkan tanıdığına, doğanın güzelliğinin en önce Doğu'daki tapınaklarda ve anıtlarda anlaşılabileceğine, Hinduların az okuma sebebinin batıdan gelen düşüncelere ihtiyaç duymamaları ve zaten Doğu'nun yükseliş hâlinde olmasına dair anlatımlar... Peşinden Serrano, "Nasıl olur da buradayım? Nasıl oluyor da bu kadar uzaktan gelip kendimi bugün sizinle burada otururken bulma şansına eriştim?" diye soruyor. Hesse, bir dönem psikanaliz gördüğü Jung'tan etkilenerek aldığı kavramla açıklıyor bunu: "Hiçbir şey tesadüfen olamaz. Burada sadece doğru misafirler buluşur. Bu, Hermetik Çember'dir.". Kitabın Hesse'ye ayrılan bölümü bazı konuşmalar, mektuplaşmalar ve anılarla devam ediyor. Serrano'nun oğlu ve Hesse arasındaki ilişkiyle, Hesse'nin ölümünden sonra mezarında yaşadığı bir an oldukça etkileyici. Esasında bu iki hikâye de Hesse'nin Hermetik Çember ifadesini doğruluyor sanki...

1947'de Antarktika'ya doğru yola çıkıyor Serrano ve Jung'a olan yakınlaşması da bu seyahatte başlıyor. Jung'un The Ego and the Unconscious kitabı yanında ve esasında bu kitap yolculuğunun amacıyla çatışıyor. Parkasının cebine koyduğu bu kitapla beraber devasa buzdağlarının arasında "Dünyanın geri kalanından uzakta, neredeyse topyekûn bir yalnızlık içindeyken modern insanda Ego'yu Bilinçaltı'ndan ayıran öteki boşluğu kapatacak bir şey" aramaya başlıyor. Jung'un ölümüne iki sene kala, 28 Şubat 1959'da Jung'la ilk görüşmesini gerçekleştiriyor. Hindular üzerine uzunca bir konuşma, peşinden Hint düşüncesi ve yaşamı, insanın bilinçten ibaretmiş gibi düşünülmemesi gerektiği, doğallık ve doğa, Hindistan'ın arketipliği, yoga, omurganın temelindeki çakralar, benlik kavramı üzerine uzun uzun konuşmalar... İkinci görüşmesinin tarihi 5 Mayıs 1969. Bu kez Küsnach'ta, Jung'un evinde. Giriş kapısının üstünde Latince bir ifade: Vocatus adque non vocatus, Devs aderit. Çağrılsın ya çağrılmasın, Tanrı mevcuttur. Gelişen ve genişleyen yakınlıkları, Serrano'ya soru sorma anlamında cesaret kazandırıyor. Sohbetin bazı derinliklerinde Hesse'yi hatırlatan ifadelere rastlamak okuyucu için de heyecan verici. "Bana göre tek önemli şey Doğa'yı takip etmektir. Bir kaplan iyi bir kaplan olmalıdır, bir ağaç da iyi bir ağaç. Dolayısıyla insan da insan olmalı. Fakat insanın ne olduğunu anlamak için kişi Doğa'yı izlemeli..." ifadesi gibi. Hesse, yazarlığının yanında bir şair olarak da şiiri yücelten, çok önemseyen biriydi hiç şüphe yok ki. "Şair geçmişi çağrıştırmalı ve onu tekrar yaşamalı, fani olanı zapt etmeli. Bu onun işinin önemli bir yanıdır." sözlerini kaydetmiş Serrano. Jung da, Freud'un "Gittiğim her yerde, benden önce oraya gitmiş bir şair buldum" sözünü haklı çıkarırcasına şöyle demiş ona: "Kimse ne dediğimi anlamadı. Sadece şairler beni anlayabilecektir...". Jung'un mitlerle ve simgelerle ilgilenen ortak bir arkadaş aracılığıyla Hesse'yle tanıştığını öğreniyoruz sonraki sayfalarda. Söz konusu arkadaş belli ki Hesse'ye yakın bir isim.  Bir süre Jung'la çalışmış fakat sonuna kadar ilerleyememiş. "Yol, çok zordur" diyor Jung.

Hesse'nin ve Jung'un kitaptaki mektupları, ifadeleri ve derinleşmeleri; edebiyatın ve psikolojinin yan yana ne çok yakıştığını gösteriyor. İnsanı büyüleyen, hayretini artıran, gönlünü coşturan iki nefis mesele. Ne insanın kendini ifade etme isteği ne de insan ruhunu keşfetme isteği biter. Bu yüzden edebiyat da psikoloji de birer mesele, belki de 'bir' mesele...

Serrano'nun arkadaşı Bochi Sen, Zürih'te birçok kez ziyaret ettiği Jung'dan bahsederken, onunla reenkarnasyonu tartıştıklarını ve Jung'un sıradaki hayatını seçme şansı olsaydı yine aynı hayatı seçmeyi tercih edeceğini söylemiş. "Bu, tıpkı Hesse gibi, hayatını tamı tamına bütün hisleriyle kavrayarak yaşamış olduğunu söylemenin bir yoluydu" diyor Serrano. İkisi arasındaki fark için Hesse'de Jung'a göre daha fazla huzur ve dinginlik bulduğunu söylüyor. Çünkü Jung son anına kadar araştırıyordu.

Okudum ve düşündüm: kaçımız senelerce üzerine ciddi okumalar yaptığımız bir yazarla yahut şairle böylesine dostluk kurabiliriz? Mesela ona uzun uzun mektup yazabilir miyiz? Beraber yürüyüş yapabilir miyiz? Var mı şimdilerde böylesine kibrini yenmiş birileri? Bilmiyorum. Bu kitap hiç değilse tüm bunları hissettiriyor, yaşatıyor.

Madem Hesse'den ve Jung'dan bahseden bir kitabı ele aldık, dün (19 Eylül 2019) vefat eden Kamuran Şipal'i de anmak gerek. Çünkü eğer bugün Hermann Hesse, Alfred Adler, Elias Canetti, Jung, Rilke ve daha nicesini sevdiysem, kütüphanemde onları özel raflara dizdiysem bu kıymetli mütercimin emekleriyledir. Mekanı cennet olsun.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

18 Eylül 2019 Çarşamba

Sıradan insanları şiirsel dille buluşturan hikâyeler

Sıradan insanların olağan hikâyelerini şiirsel dili ile harmanlayarak önümüze sunuyor Ercan Kaygas, Gölgesi Beyaz isimli kitabında. Dört bölüm ve her bölümde üçer hikâye olmak üzere toplam on iki hikâyeden oluşan kitapta doğrudan bir tema üzerine hikâye kitabı ya da hikâyeler arası ortak bir paydadan dolayı oluşan bölümlerden söz etmek ancak çok genel veya çok özel olarak bakıldığında görülebilir.

Hikâyelerinde evde kalmış bir kızdan bir hurdacıya bir işçiden anneye neredeyse herkesin kendi hayatında karşılaşabileceği kesitleri veya tipleri tıpkı her hikâye ve bölüm başında bulunan farklı şair ve yazarların mısraları gibi ahenkli ve şiirsel olarak ele almış.

Yazarın mısraları seçiminde tıpkı kendi hikâyelerinin adeta başka hikâyecilerden izler barındırması gibi farklı olması da dikkat çekici bir husus. Bir hikâyede Sait Faik okurken öbüründe Füruzan’dan izler görmek mümkün. Bu farklı hikâyeciler etkisi sadece tema, konu veya işleyiş bakımından da değil üstelik. Nerdeyse hepsinin bir kombininden ortaya çıkan özgün ama bir o kadar da örnek alınmış hikâyelerden dolayı böyle gözükmektedir.

Dil olarak yalın diyebileceğimiz ancak yalınlığından daha ağır bir şiirsellik ile öne çıkan hikâyeleri konu bakımından ortak bir temele oturmak için sadece sıradan insanların hikâyeleri diyerek genelleyemeyiz. Hikâyelerinde özellikle kadının yeri doğrudan ya da dolaylı olarak önemli bir yer tutmaktadır. Bazen bir anne kız ilişkisi üzerinden bazen ise çok sevdiği erkeği betimlerken kadın doğrudan gözükmektedir. Bunun yanında neredeyse her hikâyede anne figürü de çok önemli bir yer tutar. Ancak sadece kadın üzerinden konumlandırmak da pek mümkün değildir yazarın hikâyelerini.

İkinci bir bakış ile konu üzerinde düşünülünce ikili ilişkiler daha geniş bir yer tutuyor gibi fakat bunu da sadece kadın erkek ilişkisine indirgemek yine hikâyeleri oturmayacağı bir şekilde konumlandırmaktan başka bir şey olmayacaktır. İkili ilişkilerden kastımı ise daha açık bir hale getirecek olursam örneğin anne ile kız veya oğul ile aile gibi aslında kadın erkek ilişkisinden daha ön planda ve daha önemli olan bağlantılar daha üst bir başlık olmasını sağlar ikili ilişkilerin.

Daha öncede değindiğim bölümlerden ve hikâyelerden önce konulmuş dizeler konusunda ise yazar tıpkı hikâyelerin bölümlere ayrılmasındaki gibi dize seçimlerinde de tek tip bir yol izlememiş gibi. Ayrıca dizelerin bu kadar önemli olmasının sebebi yine bahsettiğim yoğun ve neredeyse romantik şekilde kullanılan şiirsel dilden dolayıdır. Romantik şiirsellik diyerek tanımlamak istediğim ise şiirsel dil ile okuyanı yoracak kadar yoğun bir biçimde aktarılmasıdır. Ancak yazar çoğu hikâyesinde dozunda ve üslubun doğal sınırlarını aşmadan vermiştir.

Tema, işleyiş ve konu bakımından farklı hikâyelerinde farklı yazarlardan iz barındırmaktan öte sanki o yazarlar gibi yazması alelade bir taklitçilikten çok tarzını farklı yazarlardan edinmiş gibi bir hali olduğunu göstermektedir yazarı bu kitabında. Tıpkı farklı elementlerden oluşturduğu hikâyelerini yine farklı yazarlardan ilhamla bir araya getirdiği kitabıyla okura bir derleme öykü kitabı sunuyor gibi.

Sonuç olarak Ercan Kaygas ilk öykü kitabını şiirsel dilin sınırlarını zorlayarak sadece dize alıntısı ile değil farklı hikâyecileri içten içe barındıran üslubu ve yine şiirselliğiyle sıradanlıktan konu ve içerik bakımından sıyrılmasıyla oluşturmuştur. Bununla beraber hikâyelerindeki karakter ve olaylarla da tek düze konuları, küçük insanların hayatından bulunup hikâyeleştirmiştir. Hatta onun da deyişi ile “dişini karıştıracak bir kürdanı olmayanların” bile hayatlarını hikâyesine konu edinmiştir.

Hamza Eren Sarıçam

16 Eylül 2019 Pazartesi

Şiirle karakter çizmek

Edebi türler ve metinlerarasılık üzerine düşününce yollar hep şiire çıkıyor bende. Kemal Varol’un Âşıklar Bayramı isimli o nefis romanını okurken romanın en lezzetli kısımlarının şiire en çok yaklaştığı sayfalar olmasını buna delil olarak gösterebilirim. Hakeza nesir olmasına rağmen öykü türünün de romandan ziyade şiire yakın olduğunun neredeyse kabul gören bir fikir olması gibi. Yolların hep şiire çıktığı bu serüvende hem dilimizi terbiye etmek hem de edebi lezzete en kestirme yoldan gidebilmek için şiirimizi takip etmeyi tercih ediyorum. Şiirimizi takip etmenin en isabetli adresinin de dergiler olduğu apaçık. Bir edebiyatsever olarak dergilerin varlığından haberdar olduğumdaki sevincimi unutamam. Türk şiirinin nabzını tutmak için de evvela dergilere sonra o dergilerden filizlenen ilk kitaplara bakıyorum.

Fatih Muhammet Atasever de şiirlerine İtibar dergisinden aşina olduğumuz bir isim. Kitabı Türkçe Karakter, temmuz ayında Profil Kitap'tan çıktı. Atasever kitabına bu adı vermemiş olsaydı da biz onun bu yaptığının, şiir adına bir karakter ortaya koymak olduğunu söyleyip kenara çekilebilirdik.

Atasever’in şiirinin katmanlı bir yapısı var. Çağrışıma dayalı imgesel yoğunluklu bir şiir var karşımızda. Bu yanıyla kendini kolay ele vermeyen, okuyucudan dikkat ve çaba isteyen bir üslup. Self- Determination şiirinde şöyle diyor mesela şair:

"Öyle ki
ikna edilmemiş bir tek ölüm kalır
dayım zeytinlikte vurdu kendini
Misak-ı millîyi elbet bilir
Kuba motorla da ağılabilir göğe
anladık.
"

Bunun gibi imgesel anlatımın yoğun, mısra arası anlam geçişlerinin hızlı olduğu şiirler okuyucuyu şiirden koparabilir ama sabredilip bütünü görünce kendini ele veren bir şiir yapısından bahsediyorum. Bu riskli işi başarıyla kotarıyor bence Atasever.

Onlarca tanım arasından şiire dair en benimsediğim “içe ve derine doğru bir işçilik” olduğu varsayımı. Atasever de şiir yoluyla içe ve derine doğru bir yolculuğa çıkıp, ölümle hayatla ve sevgiyle bir hesaplaşmaya giriyor. Aynı zamanda bir anlamlandırma çabası bu.

"Göstermek gibi olmasın 23 oluyorum / yerde bulsan sayacaksın / kaç kez düştüğünü" diye belirtiyor 20 Aralık şiirinde Atasever.

"Uzun süren bir intihara ara vermişim gibi / bana veciz bir söz verin / yoksa öleceğim" diyor 144P şiirinde.

Yeri gelmişken söyleyelim. Başlıklar okuyucuyu şiire alıştırır ve kendi dünyasına davet eder. Bir nevi kapısıdır yani şiirin. Atasever fazla cesur davranıp okuyucuyu hesaba katmıyor diye düşünüyorum. Şair ve öykücülerle yapılan söyleşilerde dikkatimi çeken şeylerden biri de ilk kitaplarıyla ilgili sorulara okuyucuyu hesaba katmadıklarını itiraf etmeleriydi. Ama işin doğası biraz böyle galiba. Atasever’in bazı başlıkları şöyle. 144P, 20 Aralık, Found Footage, Self- Determination gibi. Dil konusuna değinecek olursak Atasever’in akıcı, rahat bir üslubu var. 92 doğumlu genç bir şaire göre oldukça iyi. Sözü uzatmadan tasarruflu kullanarak söylemeye çabalıyor derdini. Oturma İzni gibi lirik şiirlerinde dili daha da yumuşuyor örneğin.

"Oturma izni alamam diye kalbine
gündemine düşmüyor yüzüm, olsun
elini çabuk tutar suçu üstlenirim.
"

En dikkatimi çeken şiiri ise İlk Görüşte oldu. Şöyle diyor bir yerinde şiirin:

"Yemin ederim her bakışta
karşılıklı oturabileceğin bir kalbim var
bir tek o götürebilir seni İstanbul’a.
"

Harold Bloom bir şairin şiir yazarak dünyada kendine yer açmaya çalıştığını söylüyor. Fatih M. Atasever de şiiriyle yabancıladığı bu dünyada kendine yer açmaya ve kızgınlığını dışa vurmaya çalışıyor. Her şairin olduğu gibi Atasever’in de dünyayla arasında pürüzler var ve şiir yoluyla o pürüzlerle uğraşıyor. Bana kalırsa Türk şiirinde de kendine yer açmış bulunuyor.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf

Analı babalı ama öksüz çocuklar

Göç olgusu, sosyolojik ve psikolojik temelde çalışmalara konu olmuş ve bundan sonra da hep olacaktır. Çünkü her göç, kendi içinde farklı anlamlar taşır. Sosyolojik olarak ortak bir temele oturtsak bile ruhsal olarak her insan tanesi kadar anlamı olan bir şeydir. Örneğin Balkanlardan gelenlerle Suriye’den gelenlerin durumuna ortak temelde göç desek de, baştan ayağa farklı anlamlar taşır. Elbette buna bir de yakın zamanda Almanya’ya göç eden vatandaşlar dâhil edilebilir. Temmuz Çocukları kitabının da temeli, zamanında ailesi Almanya’ya göç etmiş genç bir kadının, Aysu’nun hikâyesidir.

Aysu, Almanya’ya önce annesinin gitmesiyle babası ve kardeşleriyle beraber Türkiye’de kalır ancak daha sonra bütün aile annelerinin yanına taşınırlar. Fakat Aysu anne babası ve iki kardeşi gibi (Süheyla, Aziz) devamlı olarak Almanya’da yaşamaz ve Türkiye’ye döner. Aileden kopukluğu da burada başlar zaten:

Her sınıfta, her okulda göçmen, Almancı çocuklar vardı demek. Garip çıbanlar… Yazları ailelerinin gelmesini bekleyen, geldiklerindeyse yaşamlarının akışı değişen, kesintiye uğrayan, bir aylığına analı-babalı olmanın ayrıcalığına kavuşan ama çoğunlukla bu anne-babayı nereye koyacağını bilmeyen yaz çocukları. En çok da Temmuz çocukları. Analı-babalı öksüz çocuklar.

İki kısımdan oluşuyor kitap. İlki Paralel Hayatlar, diğeri ise Ölüm ve Cennet. Kitabın çok büyük kısmını ilk bölüm oluşturuyor. Bu ilk kısımda Aysu’nun, anne Şükriye Hanım’ın, abla Süheyla’nın, ablanın evlenmeden önceki aşkı Klaus’un, kardeş Aziz’in ve baba Sabri Bey’in dünyalarına konuk oluyor okur. Yazar, aynı zaman diliminde (bir yılbaşı akşamı) farklı mekânlarda bulunan karakterlerin hayatına kamera tutup onları üçüncü bir gözle gözetliyor da diyebiliriz. Fakat yine de en çok yer Aysu’ya ayrılmış. Hatta bazen Aysu’nun dilinden yazılmış kısa bölümler de okuyor okur. Bunları Aysu’nun tuttuğu notlar adı altında görüyoruz ki birçok düğüm de bu kısımlarda çözülüyor zaten.

Aysu bu romanın asıl kahramanı. Diğer olayları birbirine bağlayan güç. Merkez. Ancak her karakterin hikâyesi kendi içinde bir temele ve ‘burukluğa’ oturuyor. Örneğin en büyük kardeş Süheyla, çok küçükken babası tarafından istemediği biriyle zorla evlendirilmiş, psikolojik problemleri olan biri. Kitapta kamera ona çok az tutulsa da asıl kahramanlardan. Çünkü bütün aileyi etkileyen bir yaşantı ve özel durumu var. Şükriye, kendi içinde çelişkiler yaşayan, memleketine dönmek istemeyen bir anne. Geçmişe özlemi çok büyük. Diğer karakterlerden ziyade önce Aysu daha sonra da Süheyla ve Şükriye daha çok öne çıkıyor. Yazarın üstünde hiç durmadığı bir başka karakter de, ikinci kardeş Yaşar. Mersin’de yaşadığını öğreniyoruz sadece. Keşke onu da hikâyeye dâhil etseymiş yazar, böylece daha geniş dallara ayrılan, gölgesi daha büyük olan bir aile ağacı altında kümelenmiş yaşantılar okuyabilirdik. Bir aileyi temel alan romanların başarılarından biri de, her karakteri geniş ve tutarlı ele almasıdır çünkü. Fakat belki de, her ailede olabilecek suskun, silik birey rolünü Yaşar’a vermiş Menekşe Toprak.

Paralel Hayatlar bölümü herkesin yılbaşı akşamına ışık tutsa da bu bölümlerde karakterlerin sadece o akşam yaşadığı olayları değil aslında daha çok geçmişi gözlemliyoruz. Uzun yıllardır Ankara’da ailesinden uzak yaşayan Aysu’nun Almanya günlerini mesela. Ya da Şükriye Hanım’ın Almanya’ya ilk geldiği günleri. Bu teknikle yazar, sadece ânı değil de bütüncül bir geçmiş zaman hikâyesi çiziyor. Çünkü “ama bir kez daha, yaşamın sadece içinde bulunulan andan ibaret olmayıp, geçmişin, unutulmuş kokuların; bir zaman dert edinilmiş ya da çok önemsenmiş birinin, sevinçli bir ürperişin, uzaktan uzağa bir fark edilme ya da fark etmenin hal hamur oluşundan meydana geldiğini hatırlıyordu.

Kitap sadece bir ailenin hikâyesini değil aynı zamanda göç eden insanların zorluklarını ve onlara dışarıdan bakanlar tarafından (Klaus) yapılan gözlemleri de içeriyor. Çok olmasa da küçük ama önemli sosyolojik çıkarımlar mevcut diyebiliriz.

Kitabın yalın bir dili ve sade bir üslûbu var. Çok rahat okumak mümkün. Üslûbu yer yer Orhan Pamuk’a yaklaşıyor dense yanlış bir şey söyleniyor olmaz.

Menekşe Toprak iyi bir yazar. Hikâyede bıraktığı bilinçli boşluklardan başka açık kalan bir kısım yok. Fakat önemli bir eleştirim de var. İkinci kısım olan Ölüm ve Cennet’in Cennet kısmı o kadar gereksiz olmuş ki. Yani yazar bütün o olumsuz yaşantılardan sonra ve söylersem ‘spoiler’ olacak olaylardan sonra tozpembe bir hayat çizmiş 13 sayfalık. Hiç ama hiç gerek yoktu. Bence kitap Ölüm kısmında bitmeliydi veya aynı çizgi üzerinde devam etmeliydi.

Temmuz Çocukları 2015 yılında İletişim Yayınları’nda neşredilmişti. İlk baskısını ise 2011 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan yapmıştı. Fakat bildiğim kadarıyla her iki yayınevinde de ilk baskıyı aşamadı. Hâlbuki genel anlamda baktığımızda gönül rahatlığıyla iyi bir yazar diyebiliriz Menekşe Toprak için. Diğer bütün kitaplarıyla birlikte bu kitabı da okunmalı.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10