16 Kasım 2018 Cuma

Ercan Kesal'ın anılarındaki Metin Erksan

"Anılar çok değerlidir. Bu yüzden olsa gerek,
insan her zaman onları şiirsel renklerle süsler."
- Andrey Tarkovski, Ayna (Zerkalo), 1975 

Bugün bir yandan dizi-sinema diğer yandan edebiyat üzerine eserler veren isimlerden bahsederken, en önce Ercan Kesal'dan bahsetmemiz gerekiyor. Peri Gazozu, Nasipse Adayız, Cin Aynası, Bozkırda Bir Gece Yarısı, "Aslında...", Evvel Zaman gibi roman, anı, günce, söyleşi kitapları yayınlanan Kesal şimdi de "Tanıdığım Metin Erksan" alt başlığıyla Kendi Işığında Yanan Adam'ını anlatıyor. Erksan için "abim, dostum, yad ellerde babam, arkadaşım, şahidim, hastam, hocam ve ustamdı" diyen Kesal, anlatım ustalığını bir kez daha konuştururken özellikle genç kuşak sinema tutkunları için peşinden gidilecek, izi sürülecek bir karakteri en insanî yönleriyle ortaya seriyor.

Thorsten Botz-Bornstein, Filmler ve Rüyalar'da "Kameranın bir kalem olarak kullanılması, gerçekleştirmenin ve soyutlamanın etkileşimiyle, başka bir deyişle üsluplaştırmanın etkileşimiyle ilintilidir. Yani yazan kamera bir üslup üretir." der. Şiirde, düzyazıda olduğu gibi sinemada da üslup sahibi olmak kişiyi kendine has bir alana koyar, kısacası unutulmaz olur. Sevmek Zamanı (1965) bu yüzden unutulmazdır. Çok farklı, bambaşka bir üslubu vardır. Erksan, filmlerinde ne yaptığını çok sonraları gayet yalın, bir çırpıda ifade etse de gerçekliği ve gerçekdışılığı toplayan bir bakışın sahibi olması sebebiyle anlaşılması güç fakat anlaşılması gereken bir isim olmuştur. Sevmek Zamanı'yla beraber Susuz Yaz (1964) ve Kuyu (1968) izlendiğinde, Tarkovski'nin "Bazen gerçekliği ifade etmenin en iyi yolu, gerçekdışıdır" sözü yeniden anlam bulur. Oysa Erksan, kendi filmlerini Kesal'a şu kadar 'kolay' ifade etmiştir: "Hikâye hep aynı aslında doktor. Fakir oğlan, kızı sever. Kavuşamaz. Çaresiz terk eder, ayrılır oradan. Kız başkasıyla evlenir. Oğlan döndüğünde zengin ve güçlüdür. İntikamı korkunç olur. Dünyada tüm filmler hâlâ aynı konuyla çekiliyor. Benim ‘Acı Hayat’ da böyle değil midir Allah aşkına?"

Kurtuluş Kayalı'nın şimdilerde çok zor bulunan "Metin Erksan Sinemasını Okumayı Denemek" adlı kitabında gelenekle teması olan bir Erksan görürüz. Bu gelenekle temasında sürekli sansüre uğramış, dolayısıyla sinemacılığında gerilim hiç eksik olmamıştır Erksan'ın. Ercan Kesal bu sansür meselelerini ilk ağızdan anlatırken, gerek konuşmaları gerekse gördüğü 'manzaralar' sebebiyle bize Erksan'ın pek bilinmeyen bir tarafını gösteriyor. Arabasında yabancı müzik dinleyen bir doktora Türk hekimlerinin Türk müziği dinlemesi gerektiğini öğütleyen, oturma odasına kocaman bir Türk bayrağı asan, katıldığı söyleşilerde 'sol' görüşlü bazı yazar-şair-oyunculara çıkışan taraflarıyla, halis muhlis milliyetçi bir Erksan görmemiz mümkün kitapta. Yine Kayalı, bir röportajında Erksan'ın önemli bir yönünü ortaya koyuyordu: "Atıf Yılmaz, Halit Refiğ gibi yönetmenler çok daha fazla film çekmişlerdir, çünkü onlar piyasaya uygun filmleri yönetmişlerdir. 1960’lı yıllarda 60 ihtilalinin de rüzgarı ile sol ağırlıklı filmler çekilmiştir. Metin Erksan sinemada hep kendine özgü bir sinemasal anlayışın peşinde olmuştur. 1960 yılında çektiği, "Gecelerin Ötesi" tarihsel sorunları sosyolojik olarak ele alan ilk toplumsal gerçekçi filmimizdir. Metin Erksan, döneminin diğer yönetmenleri Halit Refiğ, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz gibi dönemin siyasi yapısına uygun filmler çekmemiştir. Erksan, 60’lı yıllardan önce gerçekçi filmler çekti, politik değildir Metin Erksan’ın sineması."

Erksan ani kararlar vermeyen, ince eleyip sık dokuyan biriymiş belli ki. Bu sebeple ömrünün son otuz senesinde film çekmemiş. Ortama, oyuna katılmak istememiş besbelli. Onun düşünce ve bakış dünyası her zaman diğerlerinden farklı olmuş. Elbette bunun zorluklarını da çekmiş. Ancak yaşamı, kendi acıları ve neşeleriyle kabul etmiş, gerçek bir tutkuyla filmlerini çekmiş, dolayısıyla hayatı tam manasıyla, adım adım yaşamış bir isim beliriyor karşımızda. Ercan Kesal, Metin Erksan'ın nasıl iyi bir gözlemci olduğunu, Türk edebiyatını ne kadar iyi bildiğini çok güzel bir anısıyla aktarıyor: "Ara sıra oturduğu koltuğun yan tarafındaki sehpada dıran dürbünü alarak, bir fener bekçisi ciddiyetiyle Boğaz'dan geçen gemilere, aşağıdan akıp giden araç ve insan kalabalığına, çevredeki evlere falan bakıyordu. "Peki, tekrar film çekmeye karar verseydin, neyi çekmek isterdin Abi?" diye sordum aniden. Bi an durdu. Kütüphaneye doğru baktı sonra. "Sait Faik'i" dedi ve gitti kitaplıktan bir kitap çekti, çıakrdı. Her zamanki şefkatiyle karıştırdığı kitabın içinden bir hikâyeyi bularak önüme koydu. "Al işte, film yapılacak hikâye bu, çek bunu." Hikâyenin başlığına baktım, "Projektörcü." Hikâyede anlatılan, bir ada vapurundaki projektörcünün, gece projektörüyle denizin üzerini tararken birden ışığını sahile, evlere, insanlara, onların mahremiyetine tutuvermesi, oradan çıkardığı hikâyeleri de evde onu uyumadan bekleyen oğluna ballandırarak anlatmasıydı. Gözüm Metin Abi'nin oturduğu koltuğa takıldı. Koltuğun hemen yanındaki dürbüne de tabii ki. Tıpkı Sait Faik'in projektörcüsü gibiydi Metin Abi."

Metin Erksan, Ercan Kesal'ın nikah şahidi. Böyle olunca anıların derinliği, şekli de değişiyor şüphesiz. Mesela nikah kıyıldıktan sonra Erksan, Kesal'a fısıldıyor. "Aferin oğlum" diyor, "ben beceremedim sen becerdin evlilik işini, akıllı adamsın" diye hem övüyor hem de efkarlanıyor şüphesiz. Bir de düğün var tabii. Düğünde Kesal etrafı neşelendirmek için çırpınıyor. Sürekli hareket hâlinde. Bir ara dinlenmek için çöküyor Erksan'ın yanına. Akabinde hemen Erksan'dan güzel bir öğüt çıkıveriyor. "Oğlum sen insanları değil insanlar seni eğlendirmeli. Bugün senin düğün günün." diyor. Bu bana, oğlumun doğduğu günü hatırlattı. O gün ziyarete ve tebriğe gelen herkes elbette doğan bebeği görmek, hayır duası etmek, anneyle sohbet etmek için oradaydı. Gelenler için bebeğin ve annenin sağlığı, durumu önemliydi. Dolayısıyla baba, tıpkı psikolojinin söylediği gibi 'öteki'ydi (ve bu bir süre daha devam edecek özel bir süreçti) aslında. Kimsenin beni sorduğu, düşündüğü yoktu. Esasen böyle bir beklentim de yoktu ama yine de insan baba olarak, orada olduğunu göstermek de istiyordu şüphesiz. Telefon çaldı, arayan amcamdı. Henüz ikinci cümlesinde "kimse sormaz oğlum, sen nasılsın?" dedi. Hayatımda böyle bir soru için gözlerimin sulanacağını söyleselerdi inanmazdım. Eh, sular telefonun akabinde taştı da.

Metin Erksan'ın 'kendine sakladığı' senaryo fikirleri varmış Kesal'dan öğrendiğimize göre. Ara ara bunlardan bahsedermiş de. Sait Faik'ten birkaç hikâye, Sabahattin Ali'den "Ses" hikâyesi, Refik Halit'ten "Hülle" hikâyesi gibi. Bir de Medine Müdafaası varmış fikirleri arasında. Bir günün sohbetinde ayağa kalkıp anlatmış Erksan. Gerçekten insan zihninde canlandırdığında olağanüstü bir etkiye kapılıyor: "Çöl... Sabahın erken saatleri. Bir demiryolunun kenarında konuşlanmış küçük bir Osmanlı müfrezesi. Müezzin görevi üstlenmiş askerlerden biri, sabah ezanını okumak için su tankının üzerine çıkar ve ellerini kulaklarına götürür: 'Allahüekber.' Aynı anda, ilerdeki bir kum tepesini kendine siper etmiş Arap asker, İngiliz yapımı tüfeğiyle askere nişan almış, uygun ânı kollamaktadır. Osmanlı askerinin 'Allahüekber' nidasıyla aynı anda tetiğe basar Arap ve aynı kelimeler dökülür ağzından: 'Allahüekber'..."

Kehanet bu ya, hepimizin hatırladığı bir ajans görüntüsünü hatırlatıyor Ercan Kesal. Suriyeli muhalifler Esad güçlerinin bir helikopterini düşürüyorlar. Erksan'ın yıllar önce anlattığı senaryonun açılış hikâyesine götürüyor sonra bizleri Ercan Kesal: "Füzeyi fırlatan muhalif Suriyeli, 'Allahüekber' nidasıyla işine başlarken, ihtimal ki, aynı yakarış, helikopteri aşağıya düşmekte olan diğer Suriyelinin de dudaklarından çaresizce ve acıyla dökülüyordu: Allahüekber."

Güzel yemek yenecek yerleri bilmesiyle, ödül aldığı bir akşamda onun filminde oynamış insanların sahneye çıkmasından sonra onları 'tanımama'sıyla, ağır hastalandığı bir dönemde Kesal'ın hızlı desteği neticesinde toparlanıp "sen benim tabutumun kapağını parçaladın, beni mezardan dışarı çıkardın!" demesiyle, Çanakkale valisinin "şehrimize neler yapabiliriz?" sorusuna bereket tanrısı Priapus ile Ece Ayhan'ın şiirlerinde sıkça geçen Çanakkaleli Melahat'in karşılıklı kaidelerinin dikilmesini önermesiyle, yoğun bakımda Ercan Kesal'ın "kimim ben söyle bakalım?" sorusuna önce "Ercan", sonra da "Ercan Arıklı!" diye cevap vermesiyle, "Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk" sözünün sahibi olmasıyla, çok ilginç bir Metin Erksan tablosu çıkıyor ortaya. Kitabın sonunda, 2010 yılında Kesal ile Erksan'ın yaptığı bir mülakat da var. Ancak bu mülakat, Erksan'ın hastalığı sebebiyle zor ilerliyor, okunurken bu duygu yoğun biçimde hissedilebiliyor.

Metin Erksan'ın bilinmeyen yönlerine ışık tutan bir kitap Kendi Işığında Yanan Adam. Bir abi-kardeş ilişkisiyle büyüyen dostluğun, bir ömür süren muhabbete dönüşmesinin hikâyesi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İki farklı mezara konuk olmak

İnsanoğlunun kadim meselelerinden biridir ölüm. Varılmak istenmeyen korkutucu bir ‘sondur’. İnsan akılcı ve realist de olsa hayalperest ve romantik de olsa aynıdır; yaşamak ister, hayatı ‘ölesiye’ severken ölümden irkilir, korkar, kaçar.

Arkaik dönemlerden beri ölüme çare aramıştır insan. Pagan ve mitolojik dönemlerde sihir ve efsanelere yüklenen görev modern dönemde bilime irca edilmiştir. Asırlar boyu iksir hazırlayan, büyü yapan, ab-ı hayat arayan, ölümsüzlük otu peşinden koşan insan hastalıkları ortadan kaldırmaya, insan ömrünü uzatmaya ve nihayet ölümsüzlüğü ‘icat’ etmeye bel bağlamıştır. Bu macerada ölümden korkan ve kaçan insanın bulduğu en özgün ve başarılı çözümün sanat olduğu aşikâr. Sanat, insandaki ölümsüzlük duygusunun/arzusunun yansıması/dışavurumu olarak değerlendirilebilir. Bu ‘masum’ dürtü, ölümü gerçek olarak kanıksayan ‘kısıtlı’ insanın bir iz bırakarak yaşamaya devam etme çabasını doğurmuştur. Realiteye baktığımızda insanın bu açıdan oldukça başarılı olduğunu söylemek mümkün.

Sanatın diğer dalları gibi edebiyat da o iz bırakma yöntemlerinden biridir. Edebi sahada ölüm üzerine çok şey söylenmiş, çok şey yazılmıştır şüphesiz. Fakat Alighieri Dante’nin (1265-1321) İlahi Komedya’sı gibi bazı eserler vardır ki, alışılmışın dışında bir bakış sergiler. İnsanlık için ölümün kendisi kadar sonrası da büyük bir merak konusu olmuştur ve fakat asıl risk mevzuya yaşayanlar açısından değil de ölen tarafından bakmaktır. Dante’nin yaptığı da budur. Ahirete yolculuğun anlatıldığı Cehennem, Araf ve Cennet isimli bölümlerden oluşan İlahi Komedya’da ‘öteki dünya’dan sahneler vardır. İlahi Komedya aykırı, fantastik, ezoterik bir eserdir. Fakat bu sıradışılığa rağmen anlatılanlar ‘gerçeklik’ içeren inanç(lar) üzerine inşa edilmiştir. Kanonik metinlerden yapılan alıntılar apokrif metinlerle desteklenmiş ve geriye kalan boşluklar hayal gücüyle tamamlanmıştır. Öteki dünya hakkında yazdıklarını sadece Hıristiyanlık ile sınırlamayan Dante, Yahudilik ve İslam’a da göndermelerde bulunur. Diğer yandan İlahi Komedya salt edebi bir metin değildir. Kutsalın ve lanetin, ödül ve cezanın harmanlandığı eleştirel bir eserdir.

Ölünce her şey biter mi veya sonrasında ölen açısından neler olabilir? Eldeki veriler bu soruları yeterince aydınlatmıyor fakat insan yine bilmediğinin peşine düşmekten geri durmuyor. Ölüm gizemli bir konu ve insan yaşamı sevdiği kadar gizeme de meyilli. İçerik olarak İlahi Komedya gibi fantastik ve ezoterik olmasa da hayata ölen kişinin gözüyle bakan Mezarımdan Yazıyorum ve Ölü Bir Yazarın Anlattıkları adlı iki eser ilk bakışta benzerlik gösteriyor. Açıkçası her iki kitabı eşzamanlı okuma sebebim buradaki benzerlikti. Birçok açıdan farklılık taşıyan iki yazarın konuya nasıl baktığını görmek iyi bir okuma deneyimi olacaktır diye düşünmüştüm. Fakat sonunda birbiriyle hiç benzemeyen iki metinle karşılaştım.

Jaguar Kitap tarafından neşredilen Mezarımdan Yazıyorum’u Brezilyalı yazar Machado de Assis (1839-1908) kaleme almış. İki yüz yetmiş sayfalık eserin çevirisi Ertuğ Altınay’a ait. Eserde ölen kişinin ağzından otobiyografik bir kurgu oluşturulmuş diyebiliriz. Bir anlamla kendisiyle yüzleşen ve geçmiş muhasebesi yapan başkarakterin ölmeden önce yaşadıkları çocukluğundan başlayarak anlatılıyor. Roman mutlu sonlanmamış bir aşk hikâyesi etrafında şekilleniyor. Brezilya’da geçen hikâye zaman olarak on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısına tekabül ediyor. Bu açıdan metin klasisizm ve romantizm özelliklerini taşıyor. Olay hikâyeciliği yöntemiyle ele alınan eserde dönemin toplumsal anlayışlarını görmek mümkün. Varlıklı, üst sınıftan, eğitimli biri olan başkarakter ve çevresindeki insanlar üzerinden sosyolojik tahlil yapılabilir. Özellikle faal olarak devam köle ticareti, burjuvanın sınıfsal üstünlüğü, çıkar odaklı politik ilişkiler ve toplumsal cinsiyetçi yaklaşıma dair çok fazla detay bulunuyor. Her ne kadar ölmüş biri anlatsa da dünyaya dönük bir metin olduğundan kurgusu göze batmıyor.

İz Yayınları etiketi taşıyan yüz altmış sayfalık Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nın yazarı Ömer Faruk Dönmez. Eserde ölen bir yazarın hayata dair değerlendirmeleri bulunuyor. İslam dini özelinde yapılan bu değerlendirmelerde (anlatıcıya göre) Müslümanların hataları dillendiriliyor. Ölen kişinin üst perdeden sert ikazlarıyla karşı karşıya kalıyor okuyucu. Baştan sona didaktik bir üslupla yazılan eserde İslam’ın geleneksel anlayışının tasavvufi yorumundan yararlanılmış. Tasavvuf hoşgörü, anlayış ve uyumun yansıması olarak kabul edilir fakat literal yorumlar kadar baskın bir yapıya sahiptir. Esasında son derece katıdır ve çizgileri serttir. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda da bunu açıkça görebiliyoruz. Romanda işlenen konulara baktığımızda yirminci yüzyılın son çeyreğiyle yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’de yaşanan olaylardan esinlenildiği görülüyor. Çok tanınmayan bir yazar olan başkarakter farklı siyasi ve etnik gruplar arasındaki arbedenin olduğu bir yerde tesadüfen bulunmaktadır. Hiç bir dahli olmayan bir olayda öldürülen ‘yazar’ öteki dünyada kayıtların tutulduğu bölümde görevlendiriyor. Eserde olaydan ziyade durum hikâyeciliği söz konusu. Zira belli belirsiz aktarılan olaylar durumu betimlemeye çalışırken yararlanılan atıflardan ibaret. Kurgu olarak çok başarılı bulmadığımı söyleyebilirim. Özellikle ölen kişiye ahirette ofis işinde görevlendirilmiş hissi veren kısımlar ‘komik’ duruyor. Gülünç anlamında değil, basit anlamında komik. Farklı bir boyut olduğundan şüphe bulunmayan ahireti, dünyadaki hayatı algılama ve yaşama seviyesine indirgeyerek aktarmak basit kalmış. Başkarakterin okuyucuya yaptığı sığ espriler de cabası. Açıkça söylemek gerekirse, bir kurgu metni olmaktan çok deneme-roman arası bir yazın diyebiliriz.

‘Ben’ anlatım tekniği kullanılan her iki metinde de yazarlar ölmüş kişileri yaşıyormuşçasına konuşturuyor. Dolayısıyla hikâyeler monolog şeklinde ilerliyor. İkisinde de evvela anlatıcı kişi (başkarakter) hakkında bilgi veriliyor ve nasıl öldüğü anlatılıyor. Hemen arkasından okuyucunun aklına takıldığı düşünülen ‘ölen birinin nasıl olup da yaşayanların dünyasında kitap yazacağı ve yayınlatacağı’ meselesi açıklanmaya çalışılıyor. İki eser arasında zaten az olan benzerliğe ek olarak okurla konuşmayı da ekleyebiliriz.

Konu ölüm olunca ister istemez dini bir boyut oluşuyor. Yalnız, Mezarımdan Yazıyorum bu konuda oldukça soyutlanmış diyebiliriz. Ölmüş birinin yazmış olması dışında tamamen yaşanılan dünyaya odaklanılmış. Nadiren dinsel motif bulunuyor. Onlar da çok etkili değil. Roman aile ilişkileri, aşk, politika, ekonomik durum gibi konular etrafında oluşturulmuş. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda ise konu ölüm sonrasıyla bağdaştırılmaya çalışılmış. Bilinmeyenle arasındaki perde kalkan başkarakter ‘hakikati’ bilen bir üslupla yaşayanlara (okura) üstü örtülü ‘ayar çekiyor’. Buradaki bilinmeyen kelimenin tam anlamıyla ‘gayb’dır. Ölüm ve sonrası konusundaki İslami literatürün genel çerçevesini vahiy çizmiştir diyebiliriz belki ama ne yazık ki içeriği ve Müslüman zihnindeki anlamsal karşılığı açısından aynı rahatlıkta konuşamayız. Dini literatürün vahiy dışındaki bilgi kaynaklarının konuyu mecrasından çıkardığını söylemek mümkün. Özellikle ölüm sonrasıyla ilgili malumatın büyük oranda İsrailiyyat’ın tesiri altında geliştiği su götürmez bir gerçek. Ölüm sonrası gayb ile ilgili meselelerden biridir ve İslam’ın gayb hakkındaki tutumu son derece nettir. Buna rağmen süreç içerisinde muazzam bir literatür oluşmuştur. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları bu açıdan oldukça zengin bir metin. Rivayetlerin yanında bol bol kaynak verilmeyen ‘hadis’ kullanılmış. Bununla yetinmeyen yazar, rivayet ve hadisleri destekleyecek şekilde tevil edilen ayetlere yer vermiş. Başkarakter üzerinden İslami hassasiyet kasan yazarın gaybi bir konuda bu denli ‘pervasız’ hareket etmesi oldukça şaşırtıcı. Ara ara dinin gereklerini yerine getirmeyerek ölen kişilere ahirette nasıl davranıldığını ima ederek adeta aba altından sopa gösteriyor yazar. Başkarakterin paradoksal tutumu eser boyunca devam ediyor.

Mezarımdan Yazıyorum edebi açıdan oldukça doyurucu bir metin. Yazarın nitelikli dilinin yanında alıntı ve atıflarla zenginleştirilmiş bir romanla karşılaşıyoruz. Bu bağlamda sanatsal bir kaygı taşıdığı görülüyor. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda başkarakter mevcut sanat anlayışının Batı tarafından oluşturulduğunu ve İslami olmadığını belirtiyor. Bu ön kabulü reddettiğini ve dolayısıyla yazdığı metinde ‘sanatsal’ bir kaygı taşımadığını söylüyor. Eğer yapılacaksa sanatın sadece didaktik olabileceğini iddia ederek dini deliller getirmeye çalışıyor. Edebiyata özel bir alan açarak dil, yöntem ve üslubun Kur’an temelli oluşturulabileceğini peygamber kıssalarından ve ayetlerden örneklerle açıklamaya çalışıyor. Yazarın çabasının önemli olduğunu ve fakat metnin aşırı reaksiyoner özelliğinin amacı gölgelediğini düşünüyorum. Toptancı yaklaşımlar her ne kadar kısmi rahatlamalar oluştursa da gerçekçi ve esaslı çözümler sunmaktan beridir. Başkaraktere göre Batı’nın her şeyi kötüdür ve atılması gerekir. Çözüm, klasik İslami anlayışın dokunulmamış hâliyle koşulsuz kabulüdür. Bunun için de reformistlere azami dikkat edilmeli ve her şeyin ölçütü olan ‘büyüklerin sözünden’ çıkılmamalıdır. Tarikat ve tasavvuf metinlerinde yer alan ve gizli bir konsey gibi çalışan ‘büyükler’ tabirinin belirsizliği bir yana bu kişilerin kimler tarafından seçildiği, belirlendiği ya da atandığı ayrı bir muamma. Hakikat tekelindeymiş gibi hareket eden bu tavır lokal bir düşünceyi genele dayattığından kapsayıcılık açısından yetersiz kalıyor ve ideal çözümü sunamıyor.

Her iki eseri farklı kılan sadece yazılış amaçları değil şüphesiz. Coğrafya, zaman, din ve kültür farklılığı yaşamı da ölümü de farklı okumaya imkân tanıyor. Kurgusal olarak ‘ölen birinin yazdığı kitap’ olmak dışında ortak noktaları yok. Eşzamanlı okunduğunda aradaki fark çok daha net anlaşılıyor. Ayrıca eserlerdeki sanatsal kaygı ya da ikaz düşüncesi kendini açıkça belli ediyor. Mezarımdan Yazıyorum Batı edebiyatı içinde bir yere otururken, Batı’nın edebiyat anlayışını yeren Ölü Bir Yazarın Anlattıkları için alternatif bir sanat anlayışı öneriyor diyemeyiz. Zaten alt metin ‘ben roman değilim, kutsal bir görevi yerine getiriyorum’ diye bağırıyor. Sonuç olarak iki farklı mezara konuk olan okuyucu, eseri farklı kılan fikirdeki özgünlüğü bulamıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

15 Kasım 2018 Perşembe

İnsan kalmanın tadı damağınızda!

Sedat Simavi Edebiyat Ödülü kazanmış bir Bilge Karasu eseridir Ne Kitapsız Ne Kedisiz. En çok da ayağına sevgi sürtünen bir kedi ile kitap okuyanları çeker kendine. Ve dokunmayı atlayarak çıkılan kulelerde, sisli, puslu, eksik kalınacak bir adam tarafından yazılmıştır.

Yazın, hırka girdiren; kışın, parmaklarını, sayfa çevirmekten aciz bırakan soğuk kramplarla üşüten; eskinin imarethanesi, taş bir kütüphanede tanıştık 16 yaşında Karasu ile.

Klasikler bitince ne okuyacağını bilemeyen bir çocuğun eline geçen küçücük bir kitaptı. Uzunca vaktini aldı. Zorlanıyordu, direniyordu anlamlandırmaya. O yıl, Karasu ve “Tragedyanın Doğuşu” üzerine olan ısrarı, felsefeye düşüp kalacağının erken teşhisi gibiydi.

Böyle bakıştık uzun yıllar, aşk ile. Türkçeyi, “ve” bağlacını kullanmamasına rağmen bu kadar sade, bu kadar kaliteli kullanan on isim bulamazsın. Ya ağdalıdır, Türk toplumunun mevcuduna uzak konuşan bir komediden ses verirler; ya “bozulma” öyle aşındırırmıştır ki dili, tuttuğun yerden sökülmeye başlayan kıvamda can çekişir. Karasu, benim en sevdiğim ölçü de, ortadadır; nam-ı diğer “ifrat-tefrit” düsturunda.

Ve ancak yeterince yukarıdan bakan biri tüm uçları bu kadar net görebilir, keskin köşeleri yumuşatabilir, sağduyulu bir kıvamın lezzetini böylesi keşfedebilirdi.

Kitapta, “roman”ı, “imge” üretiminde birinci sırada gören Karasu; “Nasıl özenmem Virginia Woolf’un haline her yazı ulaşılması güç bir karşı yaka gibi görünür bana,” diyor tam da siz kendisi için aynı şeyleri düşündüğünüz anlarda. Bir anahtar koymak ister gibidir paspasın altına. O evde yokken gidin, mutfağına girin bir çay demleyin, kanasıya için ister gibidir.

Kitap okumayı, benim gibi, çoğunuz, yazarla aranızdaki alışveriş olarak yorumluyorsanız; Ne Kitapsız Ne Kedisiz sona erdiğinde, alışverişinizin, sadece kendinizle olabileceğine inanmış bir hal ile biriktirdiklerinizin değeri üzerine derince bir düşünceye dalabilirsiniz. “Her okuma, az ya da çok, birtakım değişikliklere uğratır imgelerimizi. Ama okuduklarımızın “imge” üretme gücü ölçüsünde(…) Okuma yaşantısı diyebileceğimiz bir süreçtir bu.”. Yani bir kitap sana her ne anlatırsa anlatsın, isterse okyanus sızdırsın mürekkep izleri arasından içine, sizdeki çukurun derinliğince doldurabilirsiniz bu hazineden, diye bir kavrama yaşatır.

Çünkü bu adam; “Okur kitap arar ama, kitabın da okuru bulduğunu ben çok gördüm. Açıklanabilir bir şey söylemiyorum belki, ama “rastlantılar”ın çoğu, açıklayamadığımız için rastlantı görünmez mi?" dediği kitabı yazmıştır.

Ne kitaplı ne kitapsız
İmge üretiminde roman hala ilk sırada
İletişim güçlükleri üzerine yerli yersiz sözler
“Yeni” dediğimiz üzerine
Cinayetin azı çoğu
Bir hayvanla yaşamak
“Dostlarım üzerine” diye söze girişerek

Bilge Karasu adlı birinin 50. yaşı üzerine metin taslağı, başlıkları ile bağımsız görünen ama örgüsü tamamlandığında aynı kazağın kolu, sırtı, önü olduğunu fark ettiğiniz bölümlere ayırmış kitabı.

Ortak bir “dil” ister Karasu. O dili kurabileceğimize inanır. Kedinin “anne” demesi gerekmediği gibi kedi ile o dilin kurulabilmesi için... Ortak ahlak! Kediyi sevmek ya da kuduz olmuş hayvanları topluca fırınlarda canlı kanlı yakarak öldürmemek için insan olmamız yeterlidir çünkü.

Vicdan sorunu ancak can denen şeye saygı duyulmasıyla ortaya çıkabilir. Elbette kendi canımızdan değil, başkalarının canından söz ediyoruz burada. Sevgi ise ısmarlama olmaz, yaşayarak öğretilecek/öğrenilecek bir şeydir sevgi.” Aksi halde “günah” olmaması üzerine yazılı metin olmaması her türlü çirkinlik için yeterli olacaktır!

Oysa “mubah” olanın kalbe makbul gelmemesi gerekir!

Mubah olan üzerinden detaylarında kaybettiğimiz şey, bize, binlerce kuduz köpeği, kediyi, fırınlara doldurup insan sağlığı için yaktırırken verilen “vahşet” iznidir. Aynı binlerce köpeği, lezzetli birer parça zehirli et vererek de imha edebilecek olan “merhamet”, “mubah”ın altında kalmıştır.

Çünkü “imge”yi unuttuk; ortak anlam ve doğrular kovalarken, birbirimizin kuyruğunu ısırıyoruz!

Oysa insan, “eşrefi mahlukattır” Karasu’nun karasularında açıldıkça!
Ve “Cinayetleri çoğu zaman kavramlar işlettirir!
Cinayetler hep, “kavramlar” adına savunulur
Halk otobüsünü “cihat” bombalar mesela; soykırımı “milliyet” yapar!

Siz de yorgunsanız bunları anlamak ve anlatmaktan; bir kitap es verin; istemsizce de olsa, kavramların sığlığından “imge”nin değerine yola çıkmış olacaksınız son sayfada.

İnsan kalmanın tadı damağınızda!

Yaşam durmadan çözülüp bağlanan, dağılıp toparlanan, bununla birlikte aynı biçimden, kalıptan, karşılıklı konum düzeninden bir ikinci kez geçmeyen bir gidişse, anılarımızı pehpehleyelim, anlatalım kullanalım canımız istiyorsa; ama onlardan koltuk değnekleri çatmayalım kendimize. Anıların yardımıyla ayakta duruyormuşçasına yaşamak, ulaştığımız bu anı geçmişe yansıtıp yaşamak, ulaştığımız bu anın bütün bir yaşam içindeki yerini düşünerek yaşamak, yanlış bir iş,(…) Geçmişimizi özümlemesini öğrenirsek, andaçları savurabilir, anıları bir kıyıya itebilir, ilişkileri –gerektiğinde- bitirebiliriz; yaşam yoksullaşırmış, çevremiz genişlemez, daralırmış, dahası, cenazemizin arkasından yürüyecek olanların sayısı… Varsın olsun. Olacaksa, o da. Yaşamayı öğrenmek gerek… Bu hesaplar yararsız.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

13 Kasım 2018 Salı

Etkilenme endişesi, Yahya Kemal ve Türk şiiri

"Karşısında hepimiz, hayranlıktan ağzımız bir karış açık, elpençe divan duruyor, öksürdüğü zaman ‘Ne musiki!’, lütfedip kendi şiirlerinden bir mısra okursa, ‘Ne harika!' diye iki yana baş sallıyorduk."
- Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor

Bilhassa genç şairler, seleflerinden mutlaka etkilenir. Ama öyle, ama böyle. Kimi şairlere göre şiire zaten etkilenerek başlanır. Bu etkiden sıyrıldıkça özgün bir şiir çıkar ortaya. Tam manasıyla sıyrılmak ne kadar güçse de bunu başarabilen şairler seçkin bir yerde dururlar. O yer, her genç şairin hayali olsa da o yere varan yol hem zor hem de ciddi savaşlar verilmesi gereken bir yoldur. Bu yolda birçok şair şiirden vazgeçse de şiir onlardan vazgeçmez, böylece savaş bitmez. Her yara, özgün olmak adına yeni kapılar aralar şaire. O kapılardan çıkabildikçe kendi sesini daha berrak bir biçimde koyar ortaya. Etki şüphesiz devam eder ama şair kendi diliyle ve hâliyle de karşımızdadır.

Harold Bloom, şiirde etkilenme meselesini ciddi biçimde incelemiş bir isim. Etkilenme Endişesi: Bir Şiir Teorisi bu anlamda çok özel bir kitap. Bloom, her ne kadar zorlu ve yıkıcı bir süreç olduğunu söylese de etkilenmenin 'genç bir şairin başarılı olabilmesinin şartı' olarak görür. Yani etkilenmek aslında bir imkândır ona göre. etkilenmenin bu özelliklerini anlatabilmek için sel metaforunu kullanır. Ancak sel, karşısına çıkan her şeyi alıp götürmesiyle bilindiğinde genellikle yoğun etki altında kalan genç şairlerin bir türlü özgünleşemediğini vurgulamış olur. Gökhan Tunç ise Rüzgâra Karşı Duran Şair diyerek, etkilenme endişesinin üstesinden gelen şairin rüzgârı karşısına almak yerine arkasına almayı becererek, etkilenme endişesini bir imkân olarak kullandığını söyler. Bu anlamda verilecek en önemli isim şüphe yok ki Yahya Kemal'dir. Diğer yandan rüzgâr metaforunun ikinci çağrışımı ise onun, Eski Şiirin Rüzgârıyle adlı eserine yöneliktir. Burada, Sadettin Ökten hocamızın Yahya Kemal'in Rüzgarıyla Düşünceler ve Duyuşlar kitabını da anmalı...

Böylece kitap iki alt başlığı da beraberinde sunuyor: Etkilenme Endişesi Kavramı ve Yahya Kemal’in Türk Şiirine Etkisi. Gökhan Tunç, Harold Bloom’un 'etkilenme endişesi' kavramı merkeze alarak Yahya Kemal’den etkilenen, özgür bir şiir ve poetika geliştirme uğraşında bu etkiyi endişe olarak taşıyan şairlerin süreçlerini bir sorunsal olarak değerlendiriyor. Kitabın önemli bir bölümü işte bu şairlerin süreçlerinin anlatımından oluşuyor: Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nâzım Hikmet, Faruk Nafiz Çamlıbel ve Orhan Veli. Devam eden bölümlerde Türk edebiyatındaki Yahya Kemal algısı hem İkinci Yeni şairlerinin gözüyle hem de anket ve mülakatlar çerçevesinden tartışılıyor. Kitap, oldukça akıcı. Sık alıntı kullanımı hem meseleye 'tarihi bir belge' sunmak hem de başka okumalar yaparak etkilenme endişesini 'ilk ağızlardan' okumak anlamında kolaylık sağlıyor.

Bloom'un "Unutulan her selef tahayyülde bir deve dönüşür" sözünün aksine Yahya Kemal hiçbir zaman unutulmamıştır. Onun şöhreti, henüz şiirleri yayınlanmadan evvel dahi, yani Paris'teyken bile bu topraklarda bilinmiştir. Bazı kaynaklara göre o zamanlar dizeleri konuşulurmuş şiir meclislerinde. Paris'ten döndükten sonra ise tabiri caizse şairlik makamının saltanat tahtına geçivermiş. En büyük 'rakibi' ise Ahmet Haşim olmuş. Birbirlerinden övgüyle bahsettikleri de bir gerçek fakat her iki ismin de birbirlerinden etkilenmemek için büyük çaba sarf ettiği bir gerçek. Kierkegaard, "çalışmak isteyen biri kendi babasını doğurur" der. Her iki şairin de zaman zaman bazı dizeleri ve düşünüşleri arasındaki yakınlık, etkilenme endişesi bağlamında düşünülebilir. Burada her şairin farklı bir kurtuluş stratejisi vardır. Kimi, etkileneceğini düşündüğü şairi okumaz. Kimi istemeyerek de olsa yanlış okur, yanlış anlar. Kimi de şiirlerindeki esas temayı belirgin kılar. Ahmet Haşim bu anlamda daha insan duygularına odaklı bir şairdir; yalnızlık, anne-babasızlık, hasret, kavuşma... Yahya Kemal ne zaman ki Haşim'le arasında benzerlikler fark eder, o an duygu dünyasını topluma döndürür. Bireysel olanı toplumsal olana yayma denebilir buna. Gökhan Tunç'un önemli yorumları ve keşifleri var iki şairin etkilenme endişesi üzerine. Ancak bir yer var ki orada durup düşünmek gerekiyor belki de. O da Ahmet Haşim'in mektubu: "Biliyorum, hayatında beni bir dakika sevmedin, bir dakika havamda rahat etmedin, bir dakika bana dost sıfatını tamamen vermedin. Ben bunu bilerek dostun oldum, çünkü biliyorum ki ruhun benim ruhumun cinsindendi, çünkü biliyorum ki bedbahtsın ve mesut olmayacaksın, tıpkı benim gibi."

Yahya Kemal'in "Sedd-i Çin" olarak gören Tanpınar, hocasından en çok etkilenmiş şairlerin başında gelse de kendi şiirini oluşturabilmek için büyük gayret sarf etmiş. Gökhan Tunç birçok kaynaktan yararlanarak Tanpınar'la Yahya Kemal arasındaki etkilenme endişesini değerlendirirken, Tanpınar'ın Yahya Kemal'i öldürmeyi başaramadığını ve 'şair baba'sı Yahya Kemal'e karşı diklenemediğini söyler. Ne zaman ki Yahya Kemal ölür, Tanpınar bir nebze özgürlüğünü kazanır. Mehmet Kaplan'dan aktarılan çok önemli bir not da var: "Kaplan, Tanpınar'ın 'Yahya Kemal'in mukallidi' yahut 'muakkibi' olarak görülmeyi istemediğini, hatta bu yüzden çok rağbet görmesine rağmen "Bursa'da Zaman" adlı şiirinin Yahya Kemal'i hatırlatması nedeniyle, bu şiiri kitabına almamayı bile düşündüğünü dile getirir."

Nazım Hikmet'le Yahya Kemal arasındaki ilişki Türk toplumundaki klasik baba-oğul ilişkisi gibidir. Burada Freud'un 'ödipal kompleks'i güçlü bir okuma sağlıyor. Öyle ki Yahya Kemal, Nazım Hikmet'in annesine aşık. Celile Hanım'la yaşanan aşk Nazım Hikmet'in şiir serüvenini enine boyuna etkiliyor. Orhan Koçak'a göre Nazım Hikmet yeni bir poetika bulma konusunda ne zaman ki Mayakovski'nin sesini duyuyor, o zaman özgürleşiyor. Tıpkı Tanpınar'ın Valery'de durduğu gibi. Gökhan Tunç, Sermet Sami Uysal'ın Yahya Kemal'le Sohbetler kitabından yararlanarak 'nihai sonucu' Yahya Kemal'in 'Milli Mücadele Destanı' yazma isteği üzerinden belirler: "Vaktiyle öğrencisi olan ve 'Ben ritmi Yahya Kemal'den öğrendim' diyen; XX. yy. Türk şiirinin 'Hayal Şehir' şairinden sonra, en büyük ikinci 'ses'i Nazım Hikmet; Türkçe'yi en yalın, en duru biçimiyle şiirleştirerek Kuvâyı Milliye'si ile 'Millî Mücadele'yi destanlaştırınca, Yahya Kemal bu konuda 'çırağın ustayı geçtiğini' görerek, bu hevesinden vazgeçer!.."

Kitabın devamında Faruk Nafiz Çamlıbel ve Orhan Veli ile Yahya Kemal arasındaki etkilenme endişesi aktarılırken, İkinci Yeni kuşağının genel Yahya Kemal yorumu, anketler ve mülakatlar neticesindeki Yahya Kemal algısı değerlendiriliyor. Bir şiir okuru elbette Yahya Kemal'i tanır, bilir, şiirlerini sever-sevmez ancak Rüzgâra Karşı Duran Şair'le birlikte şunu görecektir ki Yahya Kemal'in etki alanı ünlü olmazdan evvel başlamış, ölümünden sonra da hiç durmadan genişlemiştir.  Gökhan Tunç'un manzarayı daha berrak kılma adına yaptığı 'son yorum'u şöyle: "Görüldüğü gibi Yahya Kemal'in halefleri üzerindeki etkisi çok yönlü bir niteliğe sahiptir. Yahya Kemal'in şiir dili, şiirin ritmine verdiği önem, tarihe bakışı, eski şiire dair düşünceleri, şiirlerinde ele aldığı konular, mekân algısı, konuşmasındaki etkileyicilik ve karizmatik kişiliği, birbirinden çok farklı poetikalara ve dünya görüşlerine sahip şairlerin onu selef olarak konumlandırıp ondan etkilenme endişesi duymalarına neden olmuştur. Türk şiirinde çok önemli bir yer kazanan birçok şairin özgün şiir oluşturma sürecinde Yahya Kemal'le etkilenme endişesi çerçevesinde mücadeleye girmesi dikkat çekicidir. Son olarak Yahya Kemal'in Türk şiirindeki etkisi göz önünde bulundurulmadan Türk şiirini ve bu şiirin gelişim çizgisini doğru anlamlandırıp değerlendirmenin mümkün olmadığı söylenmelidir."

Rüzgâra Karşı Duran Şair, Yahya Kemal'in etki dairesindeki Türk şairlerinden bahsederken aynı zamanda Türk şiirinin poetik gelişimini de yeniden tartışmaya açan bir kitap. Gönlüne 'sahiden' şiir değmiş herkesin bundan sonraki okumalarını farklı bir gözle-bilinçle yapmasına imkân sağlayacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

9 Kasım 2018 Cuma

Türk aydını ve edebiyat

“Neden Oryantalizm’e uzaktan veya yakından benzeyen bir kitabın altında bir Türk’ün imzası yok?" 
- Cemil Meriç 

Türkiye’yle ilgili herhangi bir mesele konuşulurken Tanzimat Dönemi’nin tam anlamıyla dikkate alınmadığını düşünüyorum. Siyasi, askeri, ekonomik, sosyal, eğitim ya da sanat ve edebiyat gibi spesifik alanların ötesinde insana dair paradigmal bir kırılmaya neden olmuştur Tanzimat. Toplumun hayat algısı ve yaşam biçimi ters yüz olmuş desek yeridir. Dolayısıyla Tanzimat bugün yaşadığımız seküler anlayışın çerçevesini çizen bir öneme sahiptir. Bu arada, ‘seküler’ olmayan Tanzimat öncesinin de esaslı bir değerlendirmeye tabi tutulması gerekiyor. En azından bir kesimin abarttığı düzeyde yüksek değerlere sahip bir medeniyet olmadığını ve geleceğe bir vizyon sunma açısından yetersiz kaldığının söylenmesi/bilinmesi lazım.

Türkiye’de aydın kavramı da Tanzimat ile şekillenmeye başlamıştır. Dönemin tabiatı gereği Batı ve/veya Batılılaşma ile ilişkilendirilerek seküler bir içeriğe sahip olmuştur. Batılılaşmayı savunan kesimin kendini sol olarak adladırması aydın sıfatını/vasfını mecburen sol ideolojinin kullanım alanına taşımıştır. Bu durumun bir kimlik bunalımı hâline getirildiğini görüyoruz. ‘Sol’a karşılık olarak kendini muhafazakâr ya da dindar olarak tanımlayanlar aydın yerine münevver ya da mütefekkir demeyi yeğlemiştir. Mesele entelektüel uğraşın ötesinde ideolojik bir zemin kazanmıştır.

Karşılaştırmalı metinleri okumak ayrı bir haz veriyor. Örneğin Doğu-Batı veya liberal-sosyalist ya da pragmatist-idealist vb. karşılaştırmalar mevzuya geniş perspektiften bakmayı sağladığından konunun anlaşılırlık potansiyelini yükseltiyor. Zoom Kitap tarafından basılan ve Orhan Koçak imzalı Ataç, Meriç, Caliban, Bandung adlı kitapçık bu konsept üzere oluşturulmuş bir metin. “Evrensellik ve Kısmilik Üzerine Bir Taslak” alt başlıklı eser 1995 yılında kolektif bir çalışma (Türk Aydını ve Kimlik) içinde yer alan bir denemenin müstakil olarak basılmasıyla meydana getirilmiş. Kitapçığın yetmiş sayfalık bir deneme olması yanıltmasın. Katılıp katılmamak bir yana, acayip derecede bilgi ve düşünce yoğun bir çalışma. Açıkça söylemek gerekirse entelektüel eşiği yüksek ve polemiğe açık bir metin.

Orhan Koçak, eğer konu Türk Edebiyatı ve Aydın olsaydı daha kolay zemin bulunabileceğini, fakat Türk Aydını ve Edebiyat başlığının iki ayrı söylemi barındırdığından zor bir konu olduğunu belirterek başlıyor yazısına. Ona göre Türkiye’de aydın-siyaset ilişkisi başlıbaşına bir temsil alanını doğururken edebiyat bir estetik kültürün oluştuğu yerdir. Buradan hareketle, “birbirinden ayrık duran bu iki alan arasında bağlantı kurulabilir mi ya da bu iki olgu birbirini aydınlatabilir mi veya açıklayabilir mi?” diye soruyor.

Öncelikle eserin isminde yer alan Caliban ve Bandung’a dair bir iki şey söylemek gerekiyor sanırım. Caliban, William Shakespeare’in (1564-1616) Fırtına isimli oyunundaki bir karakterdir. Fırtına’nın başkarakteri Prospero Milano düküdür. İktidarını kaybettiği kardeşi tarafından bir adaya sürülür: “Burada sihirbazlık gücünü geliştiren Prospero, adanın tek yerlisi Caliban ve orman perisi Ariel’i kendine bağlar. Caliban, şekilsiz bir vahşidir, bir ucube. Prospero ve kızının maddi ihtiyaçlarını karşılar, ama Prospero ancak büyünün zoruyla kontrol altında tutabiliyordur onu. Caliban’a konuşmayı da öğreten Prospero’dur; ama nankördür Caliban: ‘Dil öğrenmişin, ne olmuş, ne kârım oldu ki benim/Sövmeyi bellemekten başka!’ Caliban, fırtına sırasında adaya sığınmış iki sarhoşla birleşerek Prospero’ya karşı ayaklanır. Ama başarısız kalır bu ayaklanma. Sonunda Prospero eski gaspçıları da Caliban’ı da bağışlar. Herkes Prospero’nun yüceliğini kabul etmiştir.”. Orhan Koçak eserin Batı’nın sahip olduğu kolonyalist anlayışın bir yansıması olarak kabul ediyor. Bu önemli bir detay çünkü yapılan karşılaştırma ve tespitlerin temellendirildiği bir nokta bu değerlendirme. Bandung ise 1955 yılında Afrika ve Asya’da yeni bağımsızlığını kazanan devletlerin bir araya geldiği konferansa ev sahipliği yapmış Endonezya şehridir. Soğuk Savaş’ın giderek tırmandığı bir dönemdir ve Türkiye, Hindistan başbakanı “Nehru’nun deyimiyle ‘Batı’nın avukatı’ olarak katılır.” konferansa. Orhan Koçak o dönem Türkiye’nin tutumunu tanımladığı “Emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşını vermiş olmakla övünen bir devlet, başka ülkelerin anti-emperyalist tasarılarını hiç umursamıyordur.” cümlesini dipnot olarak buraya iliştiriyorum.

Metin, farklı düşünsel zeminlerde bulunan Nurullah Ataç (1898-1957) ve Cemil Meriç’in (1916-1987) aynı esere yönelik çıkarımları üzerinden ele alınmış. Buradaki ‘aynı eser’ genel anlamda Batı düşüncesine irca edilebilir. Evvela belirtelim ki, Ataç-Meriç karşıtlığı gelenekçi-yenilikçi çatışması bağlamında birer sembol olarak seçilmiş. Nurullah Ataç ve Cemil Meriç Türkiye’deki iki farklı ‘entelektüel’ anlayışı temsil ediyor. Yazar bu çatışmayı “Batıcı Ataç, Doğucu Meriç” şeklinde formülüze ediyor. Yalnız, Orhan Koçak buradaki çatışmadan ziyade asıl üzerinde durduğu nokta, bu iki karşıt eğilimin Batı orijinli bir metni yorumlarken aynı tuzağa düşmüş olmalarıdır. Bu durumu “Bütün psikoloji ve ideoloji farklılığına karşın, Shakespeare’in Fırtına’sına bakarken iki yazarın da aynı noktada buluştuğu, aynı noktada körleştiği görülür: Caliban figürünün kaynağında, Avrupalı istilacılar tarafından köleleştirilen Yeni Dünya yerlisinin olabileceğini düşünmemişlerdir.” şeklinde açıklıyor. Orhan Koçak, Ataç ve Meriç’in Fırtına yorumunu şöyle özetliyor. “Prospero ile Caliban’ın ilişkisi, iki ayrı kültürün çatışması değil, tek bir evrensel kültürün kendi içindeki çekişmesidir onlara göre. Ataç için ayaktakımıyla aydınlar arasındaki, Meriç içinse burjuvaziyle soylular arasındaki karşıtlık. İkisi de Avrupa tarihinden türetilmiş bir evrenselci paradigmanın sınırları içindedir Caliban’a bakarken.

Farklı iki eğilim her ne kadar ayrı bağlam kullanmışsalar da olumsuz bir karakter olan Caliban’ı halkla özdeşleştirme noktasında uzlaşmaktadır. İlginçtir ki bu garip uzlaşı Avrupa’da yapılan oryantalist yorumlarla da örtüşmektedir. Orhan Koçak bu uzlaşıyı şöyle değerlendiriyor: “Ataç’la Meriç’e gelen Caliban, Renan’ın Caliban’ıydı: Mekânsızlaştırılmış, bağlamsızlaştırılmış ve Evrensel Kültürün ‘doğasına’ dönüştürülmüş Caliban.”. Bu durum bizdeki aydın anlayışını ve zihinsel arka planını açıkça gösteriyor: Yapay, Avrupa merkezli kronolojik bir sürecin takliti.

Orhan Koçak yapı-söküme uğrattığı Batı düşüncesinin bilinçaltında bulunan emperyalizmi açığa çıkarıyor. Ümit ve coşkuyla anlatılan keşiflerin aslında birer işgal olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla ne Rönesans ne de Yeni Çağ ütopyacılığı insana bir fayda sağlamaya yöneliktir. Yazar sadece bir metin analizinde bile bu çelişkiyi ortaya koymayı başarıyor. Örneğin, Caliban karakteri oluşturulurken fonetik olarak da semantik olarak da ‘yamyam’ sözcüğünden esinlenme vardır ve bu tek bir örnek değildir. Dahası, işgal eden Avrupalı, yamyam olan işgale maruz kalanlardır. Buradaki çarpıklık varoluşsal bir gerçeklik olarak lanse edilmiştir. Batı kendi vahşiliği meşrulaştırmakla kalmamış idealleştirmiştir de.

Orhan Koçak, Türkiye’de genel olarak bir aydın sorunu olduğunu belirtiyor. Bu aydınların bir kısmı “emperyalistlerle iş tutan yapıyı” anti-emperyalist biçimde tevil etmeye çalışmaktadır. Arap karşıtlığı kendine Batı hayranlığını liman olarak seçmekte, Batılılaşmayı Türkleşmek olarak değerlendirmektedir. Kendisini sömürmek için gelenlerin Araplar değil Batılılar olduğunu unutan bu anlayış ulusal bilinci öne çıkarmak için öncelikle milli duyguları ve retoriği kullanmaktadır. Geliştirilen milli bilinç ‘tarihte Türk’e biçilen rol’ ve ‘Türk’e Türk’ten başka dostun olmadığı’ iç politikaya yönelik retoriktir. İlginç olan, Batı’ya karşı bir Batıcılıktır bu. Bir yandan anti-emperyalist olduğunu söyleyip bir yandan da sisteme dâhil olmak isteyen anlayışla mücadeleye emperyalist blok içinde devam edilmektedir. Aynı zamanda anti-emperyalizm adı altında bir ulusa bağımsızlığını bir başka ulusu tahakküm altına alarak kazandırmıştır.

Cemil Meriç’in hem reaksiyoner hem de paradoksal yorumlarına değiniyor Orhan Koçak. Meriç, toptancı yaklaşarak Batı’nın tüm değerlerini reddettikten sonra içinden kendisine güzel gelenleri olumlamaktan geri durmamaktadır. Kendisi gelenekçidir fakat “gelenek/çilik geri kavuşulamayacak yitirilmiş bir kayıptır”. Orhan Koçak’ın pozitivist-elitist olarak tanımladığı Ataç’a göre “gelenekçi olan çoğunluk hep gericidir ve ilerleme hep yeniliktedir.” Yenilik de Batı’ya doğru hareket etmekle mümkündür. Yazar buradaki her iki anlayışın temsilcisi oldukları eğilimlerin açmazlarını gözler önüne seriyor.

Ataç, Meriç, Caliban, Bandung ilk başta dağınık ve birbiriyle bağlamsız konuların toplamıymış gibi görünüyor fakat Orhan Koçak aradaki ilişkiyi ustaca kuruyor. Eser, Türk aydının paradoksal anlayışını gözler önüne sererken ‘neden evrensel ölçülerde eser üretemiyoruz’ sorusunun da cevabını veriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp