21 Eylül 2018 Cuma

Metafizik yolculukların en özeli: Ardâvirâfnâme

Öldükten sonra insanlara ne olur? Ölümün doğası nedir?” gibi sorular, antik dönem uygarlıklarından beri insanoğlunu meşgul eden sorular arasındadır. Bu sorulara semavi dinlere inananlar dışında çoğunlukla farklı cevaplar verildi. Çünkü dünya üzerinde hali hazırda vahiy dinlerine inanmayan topluluklar olmakla birlikte hepsinin bir şekilde öteki dünya algıları olduğunu biliyoruz, edebiyata ne kadar yansıdığı ise büyük bir muamma şimdilik. Ama yine elimizde örnekler var.

Edebiyata ait bir tür olmasına rağmen inanç tarihi açısından da son derece ilginç öğeler barındıran Ardâvirâfnâme, metafizik yolculukların belki de en özelidir.

İslam öncesi İran Edebiyatı’nda Sasaniler döneminden kalma, tamamen bu dünya hayatının dışında, rüya âleminde ve metafizik bir ortamda gerçekleşmiş iki seyahatten söz edilir. Bu seyahatlerden ikincisi olan ilgilendiğimiz yapıt, öteler dünyasına; araf, cennet ve cehennem seferini konu edinen eser Ardavirafnâme’dir.

Ardâvirâf, din adamları üst kurulu tarafından seçilerek dinsel konulara dair birtakım bilgiler getirip dindaşlarına sunması amacıyla metafizik evrenin cennet, cehennem ve araf denilen bölgelerine gönderilmiş bir azizdir. Büyük İskender’in alt üst ettiği coğrafyada özellikle İran, Zerdüşt dinsel kaynaklarını kaybetmiş, din adamlarında büyük bir azalma yaşanmış inanışta ciddi zayıflama görülmüştü. Bu güç kaybı ve zayıflamayı durdurmak, dinin asıl unsurlarını korumak, kaybolmaya yüz tutmuş taraflarını yeniden gün yüzüne çıkarmak için din adamlarının önderliğinde bir dizi toplantı yapılmıştır. Bu toplantıların sonuncusunda içlerinden birinin metafizik evrene giderek inançlarını güçlendirip dinsel değerlerini yeniden canlandıracak birtakım mesajlar getirmesini istemişlerdir. İşte bu toplantılar sonucu seçilen kişi Ardâvirâf olmuş fizikötesi âlemlere giderek cennet, cehennem ve arafı gezdikten sonra bilgilerle dönmüş, anlattıklarının yazıya aktarılmasıyla da Ardâvirâfnâme doğmuş.

Konusu açısından Zerdüşt inananları tarafından çok önemli olan kitap, eski devirlerde gerçekleşen törenler sırasında okunduğunu cehennem ile ilgili kısımlardan bahsedilirken insanların dehşete kapılarak ağladığını çeşitli araştırmalardan öğreniyoruz. Eserde İslam tarihi açısından çok önemli olan Miraç olayına benzer bölümler olduğunu ekleyelim. Yine "Sırat kıldan ince kılıçtan keskindir" sözünün kaynağı da Ardâvirâfnâmedir.

Benzerliklere, dünya edebiyat tarihinin en önemli Orta Çağ eserlerinden, Dante’nin İlahi Komedya adlı yapıtını da eklemek gerekmektedir. İki eseri karşılaştırma eğilimi bir süredir olmakla birlikte, Batı ısrarla Dante’nin kitabının bu İran eserinin bir benzeri olduğunu kabul etme noktasında direnmektedir. Elbette doğrudan aldığını veya etkilediğini iddia etmek kesin yargılarda bulunmak çok doğru değildir ancak ciddi bir biçimde benzer bölümler her iki eseri okuyanın hemen dikkatini çekecektir.

Olgay Söyler
twitter.com/olgaysyler1

19 Eylül 2018 Çarşamba

"Roman'tik deneme" ya da realist yüzleşme

Daha önce Bellekteki Huriler isimli kitabı Türkiye’de hidayet romancılığının serencamı başlıklı yazıda değerlendirmeye çalışmıştım. İzleri öncesine gitse de bir tarz olarak 1960’ların sonlarında belirgin bir çıkış yakalayan hidayet romancılığında dindar/muhafazakâr kesimin ‘ideal Müslüman bireyi’ üzerinden tebliğ yöntemi işlenir. İdeal bireyin söz ve eylemleri doğal olarak ideal dini anlayış ve yaşayışa işaret eder. Ortaya çıkan görüntü dinin ideolojileştirilmiş biçimlerinin militarist denebilecek ölçüde sunulmasından ibarettir. Söz konusu eserlere baktığımızda edebi açıdan son derece zayıf olduğunu görürüz. Bu zaaf hidayet romanlarının hedef kitle üzerindeki etkisini azaltmadığı gibi o kitlenin dünya algısının ve yaşam kültürünün yüzeyselliğini de yansıtır. Dönemin fikir kitaplarının zamanı algılamasındaki sorunlar ve entelektüel derinliğindeki eksiklikler bugünü etkileyen yanları dikkate alınarak değerlendirilmeli diye düşünüyorum. Zira tercüme eserler dışındaki fikir kitaplarının geneli hidayet romanlarıyla aynı seviyeyideler.

Önceki yıllara nazaran 1990’larda düşünce ağırlıklı eserlerin kat ettiği yolu edebi eserlerde göremiyoruz maalesef. Ta ki ‘üretim hatası’ ya da ‘cins kafa’ diyebileceğimiz bir kaç istisnai yazar/eser dışında. Mehmet Efe ve eseri Mızraksız İlmihal o bir kaç istisnadan. İlk baskısı 1993’te yapılan Mızraksız İlmihal, Kapı Yayınları tarafından tekrar basılarak (2016) okuyucunun istifadesine sunulmuş. 1980’lerin İslami anlayışı ve hareket yöntemini gözler önüne seren eser daha çok bir özeleştiri niteliğinde. Özeleştiri için seçilen kişilerin üniversiteli olması sembolik anlam taşıyor. Değişimin güç kullanarak veya sistemi ele geçirerek gerçekleştirileceğine ‘inanan’ anlayış yerine değişim eğitimli insanlar aracılığıyla gerçekleşecektir anlayışı kendini gösteriyor.

Mızraksız İlmihal’in en önemli özelliği sıradışı çıkışlarıyla ezber bozması diyebiliriz. Hem geleneksel din anlayışının işleyiş biçiminin hem de bu anlayışın topluma dayattığı kadın ve erkek profilinin sorunlu yapısını deşifre ediyor. Eserin isimlendirilmesinde Müslümanların hayatında önemli bir yer tutan ‘ilmihal’ kavramının özellikle seçildiği görülüyor. İlmihal, dinin özümsenerek yaşamsal bir öz formuna getirilmiş hâlidir. Çocukluğumda babamı okurken gördüğüm iki kitaptan biri Kur’an, diğeri ise Arap harfleriyle yazılı, Türkçe okunuşlu Mızraklı İlmihal idi. Mızraklı İlmihal Anadolu’da asırlardır itibar edilen dini bir metin olma özelliğine sahiptir. Anonimliği yazarının bilinmemesinden ziyade halka malolmuşluğuna karşılık gelir. Yazıldığı dönemin (muhtemelen XVI. yüzyıl) katı Sünni yorumunu dayatan ve dönemini aşamayan bir eser Mızraklı İlmihal. Dolayısıyla eksik ve/veya yetersiz ‘yorumları’ barındırıyor. Hâliyle tersinden anakronik bir anlam darlığı çıkıyor ortaya. Mehmet Efe bu özellikleriyle toplumda itibar ve ittiba edilen Mızraklı İlmihal’e atıf yaparak Müslümanların din anlayışındaki donukluğa ve yaşayışındaki şekilciliğe işaret ediyor diyebiliriz. Zaten roman kahramanları not aldıkları defterleri (Nurhan’ın İlmihali/İrfan’ın İlmihali) kendi ilmihalleri olarak değerlendiriyor. Burada (Doğu toplumlarında gerçekleşmeyen) bireyin belirginleşmesinin yanında hayatın değişkenliği karşısında dinin gösterebileceği esnekliğe dikkat çekiliyor. Mehmet Efe zamanı doğru okuması neticesinde ilmihaldeki mızrağı kaldırarak değişimin gerekliliğini vurguluyor. Mızrak kelimesinin anlam dünyası da düşünüldüğünde anlatımda muazzam bir derinlik söz konusu.

Romana gelirsek, eylemden panele, panelden açık oturuma, açık oturumdan gösteriye koşan İrfan ile yalnızca üniversite okumayı düşünen Nurhan aynı üniversitede öğrencidir. Eyleme ve okula diye gittikleri üniversitede karşılaşırlar. Tanışma sürecinden sonra duygusal bir yakınlaşma başlar. Birbirini seven bu iki insan arasındaki ilişki baskın din anlayışının tesiriyle yok olmaya yüz tutar. İrfan kendini dini savunan ve uğrunda her şeyini feda edebilecek bir savaşçı olarak görmektedir. Nurhan’a göre ise İrfan’ın savaş dediği bu şey hem anlamsız hem de sonuç alınamayacak bir uğraştır. “Savaşmak zorundayız” diyen İrfan’a “ben barış istiyorum” diyen Nurhan niyetini açıkça belirtmiştir. Aralarındaki gerilimde toplum içinde kadın ve erkeğin rollerinin etkisi büyüktür. İrfan bu durumun doğal olduğu düşüncesindedir fakat Nurhan’a göre kadınlar erkeklerin iktidar mücadelesinde bir aparattan başka bir şey değildir.

Nurhan’nın bir deftere not tuttuğunu fark eden İrfan kendisi hakkında da bir şeyler olacağı düşüncesiyle defteri gizlice alır (çalar). İrfan’ın hayali Nurhan’nın kendisiyle ilgili hislerini okumaktır fakat defterde hiç de alışılmış olmayan bir Müslüman kadın profiliyle karşılaşır. Nurhan’ın notlarındaki sıradışı ama gerçekçi çıkışlar ve çözümlemeler onu şaşkına çevirir. Bu durum İrfan’ın herşeyi yeniden songulamasına neden olacaktır. Birden Müslümanların sahip olduğu zihniyet ve uygulamalarındaki sorunları görmeye başlamıştır. Hayat artık eskisi gibi değildir, baskısı daha ağır ve yaşaması daha zordur. Diğer taraftan okudukları Nurhan’a daha fazla ilgi duymasına neden olmuştur. Bir süre sonra bu düşünce ve beklentilerindeki farklılığı öne süren Nurhan görüşmemeyi önerir. Sonraki yıl ise başka bir üniversiteye kayıt yaptırır. İrfan bu süreçte uzun uzun düşünmüş Nurhan’a tekrar açılmayı aklına koymuştur. Büyük bir hevesle yanına gider fakat beklemediği bir tepkiyle karşılaşır. Nurhan yeni üniversitesinde yeni bir hayata adım atmıştır ve kendisini geriye götürecek davranışlar içine girmeyecektir. İrfan okulun kantininde herkesi karşısına alan bir manifesto yazar ve yüksek sesle okur. İçini dökmekten başka bir faydası olmamıştır. Bunalımlı günler geçirir ve bir sabah namazından sonra camiden çıkarken hayatının sürpriziyle karşılaşır.

Eseri okurken o dönem Müslümanların topluma, devlete, siyasete ve kadına bakışını görüyorsunuz. Görülen başka bir şey de, devletin dindarlara nasıl baktığı elbette. Ayrıca medyanın malum tavrı hiç değişmemiş. Kitaba dair üzerinde durulması gereken en önemli şey Müslüman kesim açısından erkek egemen anlayışın belirleyiciliği ve derinliği olmayan katı şekilcilik diyebiliriz. Söz konusu şekilcilik gerek hareket yöntemi gerekse yaşam pratiği anlamında tek tip din anlayışını dikte etmektedir. Bu anlayış insanın varoluşsal zenginliğini ortadan kaldırarak toplumu tepkisiz durgunluğa ve atıl bir donukluğa mecbur kılmaktadır. Erkeği üstün tutan bu anlayışa göre araçsallaştırılarak pasifleştirilen kadın kendine biçilen rolün dışına çıkmaya cüret edemez.

Mızraksız İlmihal dindar/muhafazakâr toplumumuza dair o kadar çok şeyin iç yüzünü ortaya koyuyor ki yazarın o dönemi analizine şaşırıyorsunuz. Vakıf ve cemaatlerin iç yüzü, Müslümanlar arasındaki kronik iletişimsizlik, farklı olduğunu iddia eden ama birbirini tekfir ederek aynı tutumu takınan oluşumlar, dini ve ahlaki yozlaşmanın sebep olduğu toplumsal çürümüşlük, sağduyuyu yok eden reaksiyonel tavır, insani değerleri araçsallaştıran hamaset, siyasetin kokuşmuşluğu, söylem ve eylemin uyumsuzluğu, ilkesizlikliğin içselleştirilişi, sanata karşı kayıtsızlık gibi can alıcı meseleler etraflıca konu ediliyor romana.

Üslup açısından şiirsel bir dil kullanan yazar alıntı ve sembolizmden olabildiğince faydalanarak metne edebi bir vasıf kazandırmış. Sözünü sakınmayan muziplik okumayı keyifli hâle getiriyor. Yazarın, sanatının yanında düşüncelerinde döneminin ötesinde bir vizyona sahip olduğunu görüyorsunuz. Mehmet Efe, bir aşk romanı içine dindarların son sürat kaçtıkları toplumsal gerçekliklerini yerleştiriyor. Mızraksız İlmihal 1980’lerin Türkiyesi’nden bugüne anlamlı bir projeksiyon tutuyor. Okura, değer yargılarınının, tasavvurların, düşüncelerin, yaşamların dönüşümünü gösteriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

18 Eylül 2018 Salı

İnsanın bitmek bilmeyen ağrısı: var olmak

İçerisinde düşüncenin kalbe tabi olduğu bu parçalar, gönülle söyleşmek ihtiyaç olduğu zamanlarda yazıldı ve birkaç dergide zaman zaman çıkartıldı. Gönül, yerini düşünceye terk ettiği devirlerde onlar unutuldu. Hareketler, gönüldeki izleri ezip de örselediği zaman gelince, yeniden onlara hasret duyuldu. Şimdi gözyaşı ayak izlerine damlıyor. Hareketlerin harabettiği gönülde sade bir yetim iniltisi var. Tellerine bazı yenilerini de ilâve ettiğimiz bu eski sazın terennümlerini dinleyecek kulak varsa, onda kırık bir kalbin akislerinden başka bir şey duymayacaktır.” diye yazmış Nurettin Topçu, kitabın giriş kısmındaki “Birkaç Söz” başlığı altına.

Var Olmak, “Düşünceler” ve “Duyuşlar” olmak üzere 2 bölüm ve 33 yazıdan oluşuyor. Kitaba adını veren “Var Olmak” adlı denemede Nurettin Topçu; var olmanın istemek, sevmek ve düşünmekle ilgili olduğundan söz ediyor. Bu süreçlerin hepsi ağır ve dahi ‘ağrılı’ süreçler olduğu için, var olmayı insanın bitmek bilmeyen ağrısı diye tanımladım. Yazar ise “İnandığımız varlık, Bir, âlemşümul ve sonsuz Varlık, aşkın var kıldığı eşsiz eserdir. Biz ise O’nun en mükemmel parçasıyız.” diyerek insanın sonsuz varlık içindeki yerini tanımlamış.

Hayatımız bir inanç üzerine kurulu, bu inanç ile ilerliyor ve bu inanç ile dünyaya katlanıyoruz. Yola devam ederken en kuvvetli itici gücümüz, inancımız. Hayatımıza sirayet etmemiş bir inancımız yoksa eğer yaşamayı da sevmeyi de içselleştiremeyiz. ‘Kuru gürültüden ibaret’ olur aldığımız her nefes. Nurettin Topçu ise bu konuyla ilgili “İnanmak ve Sevmek” başlıklı yazıda şunları söylemiş: “Millet kültürünün ağacını dikecek ve millet ruhuna hayat getirecek nesiller, inanışla sevgi mâbedinin mihrabında önce tövbe etmeli, sonra da inanmayı ve sevmeyi öğrenmelidirler.

Hepimiz biriz, ‘Bir’ sonsuz varlığın eseriyiz. Hâl böyleyken hâlâ insanları ve toplumları düşüncelerine göre, renklerine göre, ırklarına göre kategorize etmek; dünyaya nifâk tohumları saçmaktan başka bir şey değildir. “Düşünüşlerimizde birer isim hesabına döğüşen çocuklardan farklı değiliz. İnsanlar arasında yeni yeni ihtiras kıvılcımları serperek ayrılıkları artıranlar, insanlığın gerçek düşmanlarıdır.” diyor yazar ve bu dünyada kardeşçe yaşamak varken neden hâlâ ayrılıkları artırma gereği duyulduğu konusu üzerinde bizi uzun uzun düşünmeye davet ediyor. Cevap niteliğindeki şu cümleleri okumak ise düşünürken bize yardımcı olacaktır diye ümit ediyorum: “Hâkikati bizden saklayan ve birbirimize yabancı hattâ düşman yapan bu perdelerin bir kısmı nefsimize ait iştihalardır, bir kısmı alışkanlıklarla telkinlerin eseridir, bir kısmı da ancak ibadetin dağıtabileceği gafletlerdir.

Bilmek deyince aklıma Ayşegül Büşra Çalık’ın “Bilmek bazen acıdır, bilmek inandıklarının yıkılmasıdır.” cümleleri gelir. Bilmek bazen bir düğümü çözerken bazen de inandığımız değerlerin aslında tamamen uzak durmamız gerekenler olduğunu bize gösterir. Bu bağlamda kitaba dönecek olursak Nurettin Topçu, “Bilmek” başlıklı yazısında “Bilmek seyretmek değildir, bir sırrı çözmektir.” diyor ve ekliyor: “Cüz’i ölçülerden sıyrılıp bütünle boy ölçüşen, içsel merak ve sıkıntıdan doğarak ebedî ve sonsuz saadete ulaştıran, dünyayı cennet yapan, çokluğu Bir’e ulaştıran bu cevher, bu hizmet, bu kudret, bilmek ihtirasında olanların asla bilmediği bir şeydir: Bilmek.

Kitapta diğerlerine göre biraz daha ilgimi çeken “Düşüncenin Derinlikleri” başlıklı yazı oldu. Yazar burada akıl, duygu, sezgi, aşk, ihtiras ve merhamet kavramları üzerinde duruyor. Akıl için “İnsanoğlunu dünyaya sultan yapan cevher.” diyor. Duygular için kurduğu şu cümleler, aklı tamamlar nitelikte: “Duygu, aklı kımıldatan kuvvettir. Hem de kendi varlığının farkına vardırandır. Duygular, insan denen bu ağacın güzel, çirkin çiçekleri ve kokularıdır. Onlarla avunur, onlarla hayata tahammül ederiz.” diyor ve “Merhamet, bu ruh hallerinin hiçbirine karışmadıkça onlar sakat ve sefil kalırlar.” diye ekleyerek merhamete bütünleyici bir özellik yüklüyor. “Duygu, bizi katı cisimlerden ve kalpsizlerden ayıran acıyış.” tanımı ise beni İbrahim Tenekeci’nin “Hiçbir şey olmamış gibi davranmak, yalnızca taşlara mahsustur.” cümlesine götürüyor. Dünyada sürekli ‘bir şeyler’ oluyor ve biz elimizi taşın altına koymadığımız müddetçe vicdanlarımızın sesini susturamıyoruz.

Affın asıl sahibi Allah’tır. İnsan da Allah sevgisiyle affediyor ve ancak Allah sevgisine sahip olanlar affetmesini biliyorlar. İntikam duygusu af ile asla bağdaşmıyor.” cümlelerinin özündeki düşünceye dayanarak da aslında insanların bize yaptıklarını unutmasak bile unutmuş gibi yapabiliyoruz. Çünkü unutmayan ‘Bir’i var, buna tüm kalbimizle iman ediyoruz.

Kitap, kısa kısa yazılardan oluştuğu için okuyucusunu sıkmıyor. Bununla birlikte okuyucuyu bol bol düşünmeye teşvik ediyor. Düşünmeye belki de en çok ihtiyacımızın olduğu günümüzde, yolumuzun bir yerde kesişmesi gereken ‘ilaç gibi’ bir kitap; Var Olmak.

Son olarak, “Üç hâkimin hükmünde hata aranmaz.” diyor, Nurettin Topçu. “Kalbin, kaderin, ölümün.” Ve ekliyorum: Bir haksızlık karşısında hâlâ sızlayabilen bir vicdanımız varsa kıymetini bilmeliyiz; önce gönlümüzün, sonra ise ömrümüzden geçip giden her günümüzün.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

Dinin hayatımızdaki değişen-dağılan yerine dair antropolojik denemeler

Hakikatle güncelin, inançla aktüelin, sabırla paniğin birbirini yediği, didik didik ettiği, har vurup harman savurduğu hepimizin malumu. Bu 'malum' zamanları açıklarken teknoloji, iktisat, siyaset gibi konularla ayrı ayrı ilgilenmek gerekebiliyor. Bu durumda antropoloji de daha sıhhatli bir yol sunuyor bizlere. Bir okumayla birçok başka okuma, bir frekansla birçok frekansı yakalama gibi imkânlar, antropoloji metinlerinin içinden göz kırpıyor. Tayfun Atay, "Batı'da Bir Nakşi Cemaati: Şeyh Nâzım Kıbrısî Örneği" kitabıyla ciddi bir antropolojik inceleme yaparken 'genişledikçe bölünen ve ayrışan' günümüz İslam dünyasını gözler önüne sermişti. "Din Hayattan Çıkar" hem bir yakın toplum tarihi hem de dinin hayatımızda değişen-dağılan yeri anlamında özel bir antropolojik denemeler kitabı.

Herkesin kolayca okuyabilmesi için kitabını kavramsal temeller üzerinden başlayarak inşa etmiş Atay. İnsanda dini ve dinde insanı görebilmek, keşfedebilmek açısından bu bölüm dikkatle okunmalı. Paganizmden cadılığa, şamanizmden rahipliğe kadar giden bu güzergâhta ritüeller ve mitler de önemli bir yer tutuyor. Burada insanın dinle olan ilişkisinin nasıl geliştiği ve neden değiştiğine dair önemli analizler var. Din ve antropoloji konusunda bir geçiş yaparken, bir anısından yararlanıyor Atay: "Teolojik perspektiften bakıldığında hayat, dinden çıkar. Yani varlıkların ve eşyanın insan-üstü bir etken tarafından yaratılmış olduğu inancı temelinde, hayat açıklanır. Bunu en çarpıcı biçimde Ramazan ayında camilerin minareleri arasına asılan mahyalarda göze çarpan "Din, hayattır!" deyişi yansıtır."

Türkiye çözümlemeleri, kitabın ikinci böümü. 1923'ten 2000'lere din, kültür, siyaset tahlilleri yapıyor Atay. Burada seçimlerden ekonomik krizlere, medyadan (ayet ve reklam) medyatikleşmeye (tesettür modası) kadar günümüzde bile üzerine ciddiyetle gidilmesi gerektiği hâlde cesaret edilmeyen konular var. Ayete reklam gözüyle bakılan devirlerden günümüze geldiğimizde değişen çok bir şey de yok aslında. Kutsal kitap, ayetler, hadisler ve özlü sözler çoğu zaman siyasetin bazen de türlü fırıldaklıkların kılıfı hâline getiriliyor hiç çekinilmeden. Tesettürün Türkiye'deki macerası da bu anlamda önemli. Tayfun Atay bölümün sonunda 2015 yılının yaz aylarında televizyon ekranlarında izlediğimiz bir reklama atıfla açıyor meseleyi. Evet, Moda Nisa'nın reklamı. "Bulunmazdı yaz ayı gelince / uzun kollu tunikler / düğün nişan abiye ararken / hep o meşhur panikler / Moda Nisa nokta komda / bulurum ben her bir şeyi / Moda Nisa Moda Nisa / giymem artık hep aynı şeyi" sözleriyle, biraz derin bakabilen ve derini görebilen her insanı gerim gerim germişti. Evvela bu şarkı Füsun Önal imzalı o meşhur "Senden Başka" şarkısının melodisiyle söyleniyordu. Peki orijinal şarkının sözleri nasıldı? "Daha mutlu olamam ömrümde / beni öpüşün var ya / aklımdan çıkmaz bütün ömrümce / o çapkın gülüşün var ya / yaktı bir ateş gibi inan ki / o kor dudakların var ya"... Her izleyenin ve dinleyenin beynindeki çağrışım mekanizması harekete geçmiş olsa gerek o yıllarda. Reklam elbette artık bir köşeye çekilmiş hassasların dikkatini çekti ve yayın hayatı çok uzun sürmedi. Eh, zaten işlevini yerine getirmişti. O zamanlar "en popüler muhafazakâr moda sitesi" sloganını benimsemiş adreste artık daha 'ciddi' hakkımızda metni mevcut. Lakin her yıl muhakkak bir şekilde gündeme geliyorlar. Çünkü moda, hortlayan bir şeydir. Unutmadan, reklamdaki şarkının "giymem artık hep aynı şeyi" sözlerinin de ne kadar İslamî hassasiyetlerle ve Muhammedî ahlakla yazıldığı da barizdir, yoruma bile gerek yoktur.

Tayfun Atay, "Türkiye'de Galile Olmak" bahsinde merhum Şerif Mardin hocayı, 'bildiği gibi' anlatıyor. Burada akademik yalnızlık, sosyalist yakınlık ve ideolojik muhafazakârlık gibi farklı pencerelerden Mardin'e bir bakış var. Merhumun Din ve İdeoloji kitabını yaklaşım biçimindeki özgünlük açısından, 'Türkiye'de dine ve onunla ilişkili kültürel, toplumsal, siyasal olgu ve sorunlara tarihsel süreklilik içinde bakan ve sonuçlar çıkararak görüşler ileri süren bir ilk çalışma' olarak değerlendiriyor Atay. Dinin hem ideolojik hem de sosyolojik anlamda epey yol kat etmesine rağmen dini anlama noktasında yaygın 'pozitivst-laisist' anlayışın hiç değişmediğinden bahsediyor. "Din ve dinsellik fersah fersah yol alırken 'bürokrasi' ve onun sivil uzantılarının dine bakışı, ne yazık ki bir arpa boyu bile ilerlemedi" diyor. Şerif Mardin'in önemi de burada ortaya çıkıyor. Atay, İsmail Beşikçi'yle birlikte Şerif Mardin'i şöyle özetliyor: "Türkiye'ye 'siyaseten' hâkim, etkili ve yetkili çevreler, bu memleketin gidişatı açısından en yararlı olacak, doğru bildiğini söyleyen bilim insanlarını Galile'nin engizisyon karşısındaki durumuna düşürmekten çekinmediler hiç."

Alan çalışmalarından oluşan üçüncü bölümde şeriat-tarikat ve gelenek-modernlik ikiliğine güncel bakışlar var. Ulemâ, saray, imam, mürit gibi birbirinden ayrı 'ses'lerden farklı 'İslâm'lar çıkabildiğini, bunun da halk nazarında neyin nereye konacağı hususunda ciddi bir polemik oluşturduğunu söylüyor Tayfun Atay. Tasavvuf ve tarikat iklimindeki gönül sesinin, kitab'a dayalı ciddi-sert sesten daha makbul olduğunu ve bunun Müslümanlar nezdinde de hâlâ kabul gördüğünü, Şeyh Nazım ve müridleri örneğinden şöyle özetliyor: "İmamlar sahip oldukları şer'i bilgiyi otoritelerinin kaynağı olarak öne sürseler de bu, müridlerin nezdinde bir anlam ifade etmez. Örneğin müridler ile aralarında çıkan tartışmalarda, onlardan birinin kendi haklılığını yirmi yıldan beri imamlık yaptığına dayandırması, diğerinin ise El Ezher'de ilim tahsil ettiğini vurgulaması pek etkileyici olamaz. Çünkü karşılarında muhatap olarak, ilkokul mezunu olmasına karşın yaklaşık yirmibeş yıldır Şeyh'le beraber olan, onu 'dinleyen' bilgiyi bu yolla edinen 'Başmürid' vardır. Kalpten kalbe aktarılan bu bilginin, imamların 'Kitap'a dayalı bilgilerinden daha muteber olduğuna inanılır. Bu, "Müftüler fetva verse de sen yine kalbine danış!" (Erol Güngür, İslam Tasavvufunun Meseleleri, 1991, sf.113) diyen geleneğin İslâm bünyesinde halen canlılığını ve dinamizmini koruduğunun bir göstergesidir."

Tayfun Atay kitabın ilerleyen sayfalarında evrimden, Darwin'den yaratılıştan, teolojiyle biyolojinin ötesine dek uzanan metinlerle okuyucuyu tabiri caizse hırpalıyor. Tarihten önemli sayfalar sunuyor, halifeliğin kaldırılmasını kazanç-kayıp perspektifinden değerlendiriyor. Akabinde İran İslâm Devrimi'nin arka planına uzanıyor ve Müslüman Kardeşler'in kökenine eğiliyor.

Din Hayattan Çıkar, geçmişten günümüze uzanarak sunduğu antropolojik denemeleriyle üzerinden yıllar geçse de okunan, okunması gereken bir İslâm düşünceleri-toplumları haritası. Kitap bu sebeple ilk baskısını 2004'te yapmasına rağmen genişletilmiş yeni ve 6. baskısına 2017'de ulaştı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

14 Eylül 2018 Cuma

Türk masallarında ve efsanelerinde şeytanî varlıklar

Seçkin Sarpkaya ve Mehmet Berk Yaltırık’ın beraber kaleme aldıkları Türk Kültüründe Vampirler adlı eseri daha önce incelemiştik. Şimdi Sarpkaya’nın yüksek lisans tezi olarak sunduğu ve ardından Karakum Yayınevi etiketiyle piyasaya çıkan Türklerin Şeytani Masalları’nı inceleyeceğiz.

Kitap raflarda yerini alalı çok olmamışken üçüncü baskısını gördü zaten. Eseri okuduğunuzda bunun tesadüf olmadığını göreceksiniz. Başarılı bir müzisyen ve akademisyen olan Sarpkaya’nın çalışması Türkiye sahasında geçen masal ve efsanelerdeki canavarları deyim yerindeyse avlıyor ve ardından bir çatı altında topluyor. Kitabın son sayfalarındaki kaynakçanın sayfalarca sürmesi de bunu ne kadar özenle yaptığını gösteriyor.

Çalışma Sarpkaya’nın hocası Metin Ekici tarafından yazılan bir sunuşla başlıyor ve yine Sarpkaya’nın önsözüyle devam ediyor. Yazar özellikle giriş bölümünde canavarları neden “uydurduğumuz” üzerinde duruyor, korkunun ne olduğunun dahi temeline iniyor ve sizi “canavar uydurma sanatı”nın gerekliliğine inandırıyor. Bunları anlatırken de Samed Behrengi’den Stephen King’e kadar geniş bir skalada sanatçı isimlerine ve alıntılarına yer veriyor. Giriş bölümünden sonra demonik varlıklarla ilgili temel kavramlara geçiyor ve yine burada da çoğu mitolojik bilginin alt yapısını kazanıyoruz.

Sarpkaya’nın diğer eseri Türk Kültüründe Vampirler’de de olduğu gibi bu eserde de yazar hem önemli gördüğü bilgileri (yaygın olarak bilinse de) es geçmiyor ve özellikle kelimelerin etimolojik kökenine inmeden bırakmıyor. Yani elinize aldığınız herhangi bir Sarpkaya çalışması için korkmanıza gerek yok; yazar sizi hiçbir şey bilmemiş biri gibi masaya oturtup kitabını okutturuyor ve masadan kalktığınızda da Türk Mitolojisi uzmanı olarak kalkmanızı sağlıyor.

Eser Türk Masallarında Demonik Varlıklar ve Türk Efsanelerinde Demonik varlıklar olarak inceleniyor. İki ayrı bölümde aynı yaratıklara rastlamak mümkünse de anlatılanlar bakımından birbirlerinden ayrılıyorlar. Özellikle ikinci bölümün sonlarına doğru henüz tanımadığım Pispatik, Congulus gibi nice canavarla tanıştığımı da söylemeden geçmeyeyim.

Unutmadan hemen belirtmek istiyorum, yazar araştırma sahası dışında Hint, Yunan, Mezopotamya gibi sayısız kültür ve uygarlık adına karşılaştırmalı bir araştırma sunuyor ve tüm bilgilerin toplandığı güzel bir sonuç yazısıyla da eser bitiyor.

Siz de su gibi akan bu kitabı elinizden bıraktığınızda etrafta küplere binip uçan ve güneşle ayın arasını bozan nice cadı, cinler tarafından para sayılan soğan kabukları, kıl şeklindeki al karıları ile baş başa kalıp önce Türk kültüründeki canavarlara ardından çalışmaya hayran kalıyorsunuz.

Hilal Arslan tarafından yapılan kapak tasarımını eserle paralel bulmakla beraber oldukça beğendim. Arka kapak yazısının çerçeve içine alınması dışında göze batan herhangi bir şey yok. Eserin editörlüğünü Ömer Ünal, yayına hazırlığını Haydar Barış Aybakır yapmış, bu isimler Sarpkaya’nın girişte de destekleri için teşekkürde bulunduğu isimler. Ufak tefek birkaç harf yanlışı dışında (1296 ayrı dipnot için bağışlanabilir bir miktar) sorun bulamadım.

Sadece Türk Mitolojisi’ne değil fantazyaya da ilgi duyuyorsanız hemen koşup kitabı edinmeli ve yayınevinin önceki kitaplarına da bir bakmalısınız. Karakum Yayınevi’ni sosyal medya hesaplarından gördüğüm üzere “Türk Mitolojisi Roman Serisi” adlı bir dizi çıkarma hazırlığı içindeler ki zaten yayınevi halkbilim konusunda her geçen gün kitaplarına bir yenisini ekliyor. Bu seriye de bir göz atın diyerek incelememi sonlandırıyor ve Sarpkaya’nın sonraki çalışmalarını merakla bekliyorum.

Uygar Özdemir
* Bu yazı daha evvel Kayıp Rıhtım'da yayınlanmıştır.