30 Temmuz 2018 Pazartesi

İçimizdeki şarkısı hiç bitmeyen şehre dair

"İçim Galata Kulesi, taş taş üstünde..."
- Ezginin Günlüğü, Gemiler Gibi

Kitaba geçmeden evvel Yağız Gönüler hocamdan bahsetmek istiyorum. Bundan yaklaşık üç buçuk yıl önce Kaan Murat Yanık’ın sunduğu “Edebiyat Kokusu” programında tanımıştım kendisini. O günden beri de yazdıklarını, okuduklarını, önerilerini takip ederek kendisinden çok şey öğrendim ve öğrenmeye de devam ediyorum. Bu vesileyle bir kere daha teşekkür ediyorum.

Şarkısı Biten Şehir; ‘dünyanın en güzel yeri’ olan o kadîm mirasımızın gözlerimizin önünde fütursuzca “betonlaştırılmasını” gönlüne kabul ettiremeyen ve bunu engellemek için elini taşın altına koyan bir kalemin eseri.

Hem yaşım gereği hem de İstanbul’un kokusunu -kendimi bildikten sonra- ilk kez 2016 yılında içine çekmiş biri olarak İstanbul’un bozulmamış güzelliğini fotoğraflardan, filmlerden, Tanpınar’ın Huzur’undan ve daha başka kitaplardan biliyorum sadece. Fakat buna rağmen İstanbul’a yapılanları gördükçe insanın içinin sızlamaması pek mümkün olmuyor. Kitabın sonlarına doğru okuduğum birkaç cümle de tıpkı böyle içimi sızlattı. Bir mimarlık kongresi için İstanbul’a gelen Uluslararası Mimarlar Birliği Başkanı Jaime Lerner Bu şehri Mimar Sinan’ın torunları inşâ etmiş olamaz.” diye bir cümle kurmuş. Bu utanç bence hepimize bir ömür yetmeli. Fethi Hz. Muhammed (s.a.s) tarafından müjdelenen bir şehri biz hangi amaç uğruna yok ediyoruz? Bu soruyu sorarken bile üzülüyorum; çünkü İstanbul’un kokusunu henüz istediği gibi içine çekememiş biri olarak yapılan her kıyımda sanki biraz daha eksiliyorum. Ah Güzel İstanbul filmindeki o muhteşem cümleyi keşke hâlâ gönlümüz rahat bir şekilde kurabiliyor olsaydık. Ne diyordu Sadri Alışık: “Âh Güzel İstanbul… Nasıl da bozulmamış o bin yıllık güzelliğin.

Kitabın başında Lüffi Bergen’in yazmış olduğu takrîz yazısındaki bir cümle beni derinden etkiledi: “Yeryüzü alabildiğine geniş ve nüfus son derece sınırlı olduğu halde Habil ile Kabil’i birlikte yaşamaya zorlayan bir gerekçenin bulunması gereklidir.”. İstanbul’da da milyonlarca insanı bir arada yaşamaya zorlayan bir gerekçe olabilir; fakat insanları kendine görmeden bile âşık eden dünya harikası bu şehre kıymanın bir gerekçesi olabileceğini düşünmüyorum, dahası düşünmek istemiyorum. Zîrâ sunuş yazısında Yağız Gönüler hocanın “Varlığı güzelleştirecek, iyileştirecek olan en büyük araç insan.” cümlesinden sonra aksini düşünmek mümkün mü? Çünkü Turgut Cansever hocanın da dediği gibi “İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir”. Dünyayı yaşanmaz hale getirmek değil.

Fakat ne yazık ki başta İstanbul’da yaşayanlar olmak üzere hepimiz bu değişime alışıyoruz. Zamanla normal karşılıyoruz. İnsanız, günlük telaşların içinde düşünmeyi bırakıveriyoruz. Kitapta Sadettin Ökten hocanın bir konuşmasından yapılan alıntı da bu durumu şöyle anlatıyor: “Kırk yıl önce Üsküdar sahilinden gördüğüm o nefis siluetle şu anki siluet arasında büyük fark vardır. En başlarda bu acıyı daha yoğun yaşıyorduk, şimdi bakıyoruz; fakat o gökdelenleri, büyük ve çirkin yapıları görmüyoruz, göremiyoruz. Unutmayın, insanın önce gözleri alışır, sonra gönlü.”. Bu manzaraları bazen belki çok normalmiş gibi izliyoruz, ağlanacak halimize de bazı bazı gülüp geçiyoruz. “Bizim büyük çaresizliğimiz” de bu olsun.

Kitapta Sinan Yılmaz ile yapılan bir söyleşideki şu cümleler özellikle dikkatimi çekenler arasında: “Mesela bu şehirde yaşayan bir öğretmen, öğrencilerinin elinden tutup onları hâlâ yeşil kalmış bir alana götürüyorsa, velileri bu yönde teşvik ediyorsa, tarihi eserleri tanıtma amaçlı bir gezi düzenliyorsa, onlara Yahya Kemal’in şiirlerini ödev olarak veriyorsa, Beş Şehir tavsiye ettiği kitaplar arasına girmişse şehre sahip çıkıyor demektir. Herkes öncelikli olarak ‘Ben ne yapabilirim?’ sorusunu kendisine yöneltmeli. Ortaya çıkacak listenin peşinde yürümek, bu şehre sahip çıkmak demek.”. Aslında hepimiz özelde İstanbul ya da yaşadığımız başka şehirler için, genelde de bu ülke için ne yapabiliriz sorusunu kendimize sormalı ve elimizi bir şekilde taşın altına koymalıyız. Dünyayı belki tek başımıza güzelleştiremeyiz; fakat bu düşünceye sahip olmak ve onu yaymak için çabalamak pek çok değerimizi kurtarmaya yeter. En azından böyle umut etmekten başka şansımız yok. Öyle ki “Umutsuz olmaz. Umutsuzluk insanı da şehri de bitirir.” diyor, Yağız Gönüler.

Yine Sinan Yılmaz ile yapılan söyleşiden birkaç cümleye değinmek istiyorum: “Dünyanın en sıradan şehirlerinin bile böyle hoyratça değişmediğini düşünürseniz, İstanbul’da olan bitenler için sözün bittiği yere geliyorsunuz... Ne kadar isterdik hep güzel şeyler yapılsın ve biz de avuçlarımız patlayıncaya kadar alkışlayalım.”. Buradan da yine Ah Güzel İstanbul filmindeki bir cümleye aklım ister istemez gidiyor: “Ah ihtiyar medeniyet! Çocuklarına sağlam, yepyeni bir dünya kurmaktan aciz misin? Bizi yabancı diyarlardan getirttiğin süslü yalanlarla mı besleyeceksin?

Şarkısı Biten Şehir; İstanbul’u dert edinmenin yanında ‘mahalle’nin yok olmasından, değerlerimizi çabucak yitirmemizden, şehir düşüncesinden ve aile olabilmekten bahsediyor. Ayrıca bu alanda çalışma yapmış Turgut Cansever, Sadettin Ökten, Lütfi Bergen gibi isimlerle yapılan söyleşilerin ve konuşmaların da kitapta yer alması konuya çok yönlü bakabilmemizi sağlıyor. Tüm bunları anlatırken de söz konusu alanla ilgili zengin bir okuma listesini yazar okuyucularına sunuyor.

Yazarın “Esasen şehir, mekân ve meydan için son sözü vicdanlar söyleyecektir.” cümlesiyle yazımı bitirirken kitabın özünü oluşturan İstanbul’un biricikliğini kitaptaki denemelerden birinin de adı olan “Başka Bir İstanbul Yok” cümlesiyle yeniden dile getirmek istiyorum. İstanbul her şeye rağmen hâlâ çok güzel. Bizim ise bu güzelliği korumaktan başka şansımız yok. “Çünkü İstanbul’un manevi iklimi, hepimizden ayrı ayrı hesap soracaktır.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

29 Temmuz 2018 Pazar

Ateizm bir dindir!

Genel itibariyle herhangi bir meseleyi ilkesel ya da metodolojik olarak ele almayı kurumsallaştıramadığımız için konuşma, tartışma ve değerlendirmelerimiz hamasete kurban gidiyor. Bunun üzerine bir de yazılı kültürden ziyade sözlü kültüre olan yatkınlığımız eklenince düşünce dünyamız daha da sığlaşıyor. Elbette istisnalar olabilir fakat istisnaların bozmadığı kaide yerinde sapasağlam duruyor. Hâsılı, gerek düşünsel gerekse fiili faaliyetlerimiz üslup ve/veya usûl açısından ihtiyaç duyulan yeterliliği sağlayamıyor. Tabiri caizse çok konuşuyor ama boş konuşuyoruz. Söze gelince her şeyi çok iyi biliyoruz ama icraat hanesine yazılacak bir şeyimiz olmuyor.

Toplum olarak en çok konuştuğumuz şeylerden birisi din olunca hâliyle ateizm de bu durumdan nasibini alıyor. Meselenin tam bu noktasında kültürel bir açmazımız olan “vusûlsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir” anlayışı kendini gösteriyor. Ateizm konusunda en önemli tepkimiz ya aşağılama oluyor ya da mantık kriterlerinin yanından geçmeyen ama büyük ilmi karşılık verilmiş izlenimine sahip saçmalıklar.

Bir teist için bilinçli bir ateistle tartışmanın ortalama bir teistle tartışmaktan çok daha faydalı olacağını düşünüyorum. Ne demek istediğimi sosyal medyanın sanal âlemi tekeline almadan önceki forum dönemini tanık olanlar daha iyi anlayacaktır. Günlük hayatta görecekleri tepki yüzünden kendilerini çok belli etmeyen ateistler internet sayesinde çok rahat bir konuşma alanı bulmuşlardı. Aralarında teist bağnazları aratmayanları da vardı elbette fakat çoğunluğunu belirli bir birikim sahibi olanlar oluşturuyordu. Forum dönemi kısa sürmüş olsa da herhangi bir konuyu (sanal ortamda) derinlemesine konuşmanın (sorgulamanın/tartışmanın) bugünkünden çok daha mümkün olduğu bir dönemdi. Bu yazıya konu olan Tanrısız Din bana o dönemi hatırlattı. Olvido Kitap tarafından neşredilen yüz yirmi sayfalık kitap Ronald Dworkin (1931-2013) imzasını taşıyor. İsmet Birkan’ın oldukça başarılı çevirisi yazıya sohbet havası vermiş. Ateizm ile ilgili ağır bir metni okumaktan ziyade yazarın konuşmasını dinliyormuş izlenimine kapılıyorsunuz. Karşınızda teorik kavram ve/veya kısır tartışmaya boğan bir metin olmayınca keyifle okumak düşüyor.

Genel olarak, ateizmin dini özellikler gösterdiği ve bir düşüncenin dini özelliklere sahip olması için illa tanrı düşüncesine ihtiyaç olmadığı iddia edilen çalışma dört bölümden oluşuyor. Ronald Dworkin dinin ne anlama geldiğini ele aldığı ilk bölümde din-tanrı ilişkisine değiniyor. Dworkin’e göre din, üstün yaratıcı bir varlığa ihtiyaç duymayan bir yapıdadır. Dolayısıyla din, tanrı kavramından aşkın bir konuma ya da anlama sahiptir. Bu düşüncenin temsilcisi olarak tanımlanabilecek -yazar dinsel ateizm diyor- ateizmin dünyaya dair değer atfetmesi bunun kanıtıdır. Daha da önemlisi bu durum teistler ile ateistlerin ortak noktasıdır. Tek fark ateist düşüncede “öte dünya” anlayışının olmayışıdır. Dünya ve insanlık için değer atfeden ateizm tarih boyunca ahlaksızlık ile ilişkilendirilmiş ve din/tanrı düşmanı kabul edilerek düzen bozucu gibi gösterilmiştir. Tanrı fikrine sahip iktidar destekli dindarların ateistlere karşı yaptırımı da bu minvalde acımasızca olmuştur. Oysa din kavramı teizme indirgenmek zorunda olmamalıdır. Dünya ve insanlık için değer atfeden ateist düşüncenin bağlıları da tıpkı teistlerin inançlarına bağlılığı gibi dindar bir görünüm arz ederler. Ateizme dindarca bağlıdırlar. Dworkin teist ve ateist düşüncenin dünyaya dair değer üretiminin kaynağının ne olduğunu ve değerlerin nasıl üretildiğine dair çıkarımlarını tanrısız din anlayışına sahip düşünürlerin görüşleriyle birlikte analiz ediyor. Farklı tanrı görüşlerinin yanı sıra tanrısız görüşlerin de olabileceğini belirtiyor. Bu bağlamda ahlak, hakikat, doğrulanabilirlik, duygu, bilim ve matematik gibi olguların öneminin altını çizen yazar konuya bilimsel bir biçim vermeye çalışıyor.

Ronald Dworkin ikinci bölümde teist ile ateist insanın düşünce yapısının analizini yapıyor. Yaptığı analizi doğa ve doğanın güzelliği üzerinden ortaya koyan yazara göre teist, varlığı üstün bir yaratıcı tarafından programlanmış, planlı bir oluşum şeklinde değerlendirirken ateist kaos ve rastgelelik formülüyle açıklamaya çalışmaktadır. Teizmdeki kaderciliğe benzeyen bu anlayış tipik bir determinizmdir ve her şey olması gerektiği gibi meydana gelmiştir. Gelecekte de bu hâlde devam edecek bu sürecin başka türlüsü olamayacağından varlığa aşırı anlam yüklenmemelidir. Doğal ve basit olan güzeldir. Ronald Dworkin bu bölümde hayatı ve varlığı fizik kuramlarıyla açıklamaya çalışan bilim insanlarının görüşlerine yer veriyor. Her şeyi teoriyle açıklamaya çalışan fizikçiler (bir anlamda bilim) bir yerden sonra ‘tahmin’ yürütmeye başlamaktadır. Örneği “Big Bang” üzerinden veren yazar varlık için düşünce dünyasının bir kanıt teşkil edemeyeceğini söylüyor. Zira Big Bang’in büyük bir kısmını tahminler yani kanıtı olmayan düşünceler oluşturuyor. Dworkin, fizikçilerin her şeyi teoriyle açıklamaya çalışmalarının sorunlu olduğunu, bazı durumların metafizik alana girdiğini ve ateist düşüncenin bu bilinmezi dini bir anlatım şekliyle ve fakat tanrıya yer vermeden açıklayabileceğini iddia ediyor. Yazar varlığın/doğanın üzerinden güzellik ve simetri etkisini göstermeye çalışıyor. Bu bağlamda güzellik ile hakikat ve simetri ilişkisinin üzerinde durarak simetrinin fiziki anlamda ele alınabileceğini belirtiyor. Ona göre simetri fiziki varlığın karşılığı olan mekânda vardır fakat metafizik bir zemin olan zamanda simetri bulunmamaktadır. Bu durumda fiziki anlatım yetersiz kalmaktadır.

Yazar, üçüncü bölümde din özgürlüğünün anayasal çerçevesini ele alıyor. Bu çerçeveye göre din özgürlüğünün olduğu söylenen bir organizasyonda (devlette) ateistler de teistlerin faydalandığı tüm kazanımlardan/ayrıcalıklardan faydalanmalıdır ve hangi din/inanç olursa olsun pozitif ayrımcılığa tabi tutulmamalıdır. Dünyadaki mevcut uygulamanın din özgürlüğünü ihlal ettiğini belirten yazara göre her devlet kendine uygun bir resmi dinsel anlayış üreterek toplumun bir kesimini üstün tutmaktadır. Ateistler ise bu sıralamada en sonlarda yer alarak büyük bir haksızlığa uğramaktadır. Oysa ateistlerin durumu ya da talepleri herhangi bir dine mensup olanlar gibi yani dindarlık adı altında değerlendirilmelidir. Dolayısıyla devletin laiklik statüsü ateizmi de bir din şeklinde algılayarak ateistlere buna uygun şekilde yaklaşmalıdır. Bunun için öncelikle dinsel özelliğinden soyutlanması gereken kamusal hayata kültürel bir form kazandırılmalıdır. Bu süreçte devlet herhangi bir dini gruba pozitif ayrıcalık tanımamak için dini simge denilebilecek her türlü obje ve aksesuar (giysi de dâhil) kısıtlama hakkına sahip olmalıdır. Yalnız bu uygulamada son derece dikkatli davranılmalı, laiklik baskı aracına dönüştürülmemelidir.

Ronald Dworkin son bölümde ateizm için bir anlam ifade etmeyen ölüm sonrası hayatı ele alıyor. Ölüm sonrası için yapılan yorumlar ya da beklentiler mantık dışıdır. Çünkü dinlerin ölüm sonrası için ortaya koyduğu hususlar (kanıta dayanmayan) fantastik bir kurgudan farklı değildir. Her şeyi bilen ve belirleyen bir tanrının varlığı ve insanların korkudan dolayı itaat etme zorunluluğu çok da anlamlı değildir. Kaldı ki, dünyada insani değerlere sahip olarak yaşamak için illa bir tanrıya ve yönlendirmelerine gerek yoktur. Ateizm insanları ölümü hatırlatmak yerine hayata değer atfederek ölümsüzlüğe çağırmaktadır.

Ronald Dworkin “tanrısız din” kavramını ele alırken bu kavrama bir yandan teolojik bir zırh giydiriyor bir yandan da felsefe, hukuk ve bilim açısından düşüncesini gerekçelendirmeye çalışıyor. Her ne kadar değerlendirme modern Batı düşüncesi etrafında şekillense de buradaki sorunun modern insanın sorunu olmanın ötesinde tarihsel bir mesele olduğu görülüyor. Dworkin’in metninde teist biri için itiraz edilecek, şerh düşülecek ve anlamsız gelecek açılımlar oldukça fazla fakat tartışma üslubu ve yöntemi açısından öğrenecek çok şey bulunuyor. Öyle ki yazarın bir teistten çok daha özgüvenli ve saygılı yaklaşımının takdir edilmesi gerekir diye düşünüyorum. Tanrısız Din, din felsefesi meraklıları için farklı pencereler açacak bir kitap.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Bir hazine sandığının içindeki şiirler

Ağustos Melâli. İlk başta yadırgatıcı bir isim gibi görünebilir. Ancak yazın bu son ayının ve hüzünle birlikte adı en çok anılan ay olan eylülün eşiğinin de ağustosta bulunduğu düşünülürse zamanın, yitip gidenlerin “Tapu Sicil MuhafızıHüsrev Hatemi’nin toplu şiirlerine niçin bu ismi verdiği daha net bir şekilde anlaşılabilir. Şiir isimleri üzerinden konuşabiliriz Hüsrev Hatemi’yi… “Zamanın Sesleri”ni şiirleştirir Hatemi. Kimi zaman “Yedikule Saz Semaisi” olur bu ses kimi zaman “Edinburgh Şarkısı”. “Aşık Garip Coğrafyası”nda da geçer onun şiiri “Ave Praha”da da. Hatemi’nin şiirinde selam verdikleri arasında Ingmar Bergman da bulunur, Cahit Zarifoğlu da… Bütün bunları kalabalık olsun diye şiirine yerleştirmez elbette. O kendi zihin ve gönül dünyasının haritasını pafta pafta çizerken kimseyi açıkta bırakmamaya çalışır hepsi bu.

Hüsrev Hatemi’nin şiirleri bir zihinde yer alan malumatların şiir formunda sunumunun çok ötesinde evvela “muhabbet” yüklüdür. Hüsrev Hatemi okuru, hiç tanımadığı kişiyi, coğrafyayı yahut eseri onun şiirine yüklediği muhabbetle sevmeye başlayabilir. Her ne kadar o meşhur Tapu Sicil Muhafızı şiiri, “Benim şiirim tüfeğidir kavgamın”/Diye kükreyerek/Zehir zemberek/Bir şiire başlamanın özlemiyle öleceğim” mısralarıyla başlasa da, Hatemi’nin böyle bir özlemi olmadığı, o mısralarında ironi yaptığı aşikârdır. “1943 Ablaları” adlı şiiri de bu muhabbete şahittir zaten. Nitekim Hatemi kendisiyle yapılan bir söyleşide kendi şiirine ilişkin şunları söyler: “Şiir, bilgi satmamalı diye düşünüyorum. Bazen vazgeçemediğim sızıntı olursa da onun gösterişinden süsünden arındırıp sızdırmayı seçiyorum. Bunu isteyerek yapıyorum. Gösteriş şiirinden üşendiğim usandığım için.

Hüsrev Hatemi’nin şiirini onun hayatından ayırmak zordur. Yine de şiiri otobiyografik de değildir. Burada temel ölçü “biyografi” değil “muhabbettir” esasen. Nitekim Hatemi’nin tapu sicil muhafızlığı zihin coğrafyamızın sınır tanımadan, red politikası gütmeden çizilen paftalarıyla doludur. “Berlin 1969” adlı şiirinde Berlin’de medfun Giritli Aziz Efendi’yi yad eder mesela. “Yedikule Hafif Zaman Metrosu”nun güzergâhı sürprizlere açıktır nihayetinde.

Hüsrev Hatemi’nin yarım yüzyılı aşan şiir macerasında küçük bir gezinti yapınca şiirinin bir yönüyle parmak izi gibi hep aynı kaldığını, büyük savrulmalar yaşamadığını görüyoruz; bir yanıyla da her dem taze kalmayı başardığına şahit oluyoruz. Hep kendi kalıp hem de kendini tekrar etmemek çok az şairin sahip olduğu bir meziyet ve o şairlerden biri de Hüsrev Hatemi.

Onun şiirinin ayırıcı vasıflarından biri de zengin bir kelime dağarcığına sahip olması. “Dil varlığın evidir” diyen Heiddeger’e kulak verirsek Hatemi şiirinin bu evin pek çok odasına emek verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada şiir yazmaya ilk başladığım, bazı kelimelerin şiire uygun olduğunu, çoğunun şiirsel olmadığını zannettiğim yıllarda beni o zan hapishanesinden azat eden şairlerden birinin de Hüsrev Hatemi olduğunu anmadan geçmek istemem.

Hüsrev Hatemi şiiriyle ile ilgili en anlamlı yazılardan biri de İbrahim Tenekeci’ye ait: “Tanpınar, ‘Edebiyatta benzememek esastır’ der. Hatemi şiirinin en belirgin yönü, yalnızca kendisine benzemesidir. Şu sözü, aslında her şeyi özetler: ‘Kendim kalmaya özen gösterdim’. Bana göre, meziyet ve şahsiyet bir bütündür, ayrı ayrı düşünülemez. Yazdıklarımız ile yaptıklarımızın çelişmemesi gerekir. Bu konuyla ilgili, verebileceğim en iyi örneklerden biri, hiç kuşkusuz, Hüsrev Hatemi Hocamızdır.

Kitapta Hatemi’nin ilk kitabına dâhil etmediği 1955-1962 yılları arasında yazdığı şiirlerle 2011’de yayınlanan Kişver’de yer almayan son dönem şiirleri de yer alıyor. Buna kitapta yer alan 12 Hüsrev Hatemi şiir kitabını da eklerseniz Ağustos Melâli’ni bir şiiri retrospektifi olarak tanımlamak mümkün.

Kitabın son bölümü ise Attila İlhan’ın pek çok kitabının son bölümünde yer alan “Meraklısı İçin Notlar”ı hatırlatıyor bize. Bu “Notlar/Açıklamalar” bölümü şiirlerin arkaplanlarını, içlerinde yer alan kimi kişi, kavram ve olayların didaktik ve kuru bir anlatımla değil Hüsrev Hatemi’nin o keyifli üslubuyla açıklanmasından meydana geliyor. Kesinlikle okumadan geçemeyeceğinizi rahatlıkla söyleyebilirim.

Hüsrev Hatemi şiirini bir araya getiren Ağustos Melâli bir hazine sandığı gibi okumamızı bekliyor.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

27 Temmuz 2018 Cuma

Bir varmış bir yokmuş dünya bir masal imiş

Onlarca, hatta yüzlerce kitap yığılır bazen hayatınıza. Kimi yan yana durur kimi alt alta kimi dağınık… Ah! Kitapların dili olsa da konuşsa. Sonra, bir kitapla karşılaşırsınız ve o kitabı çekip çıkarırsınız yığınların içinden. Yeni bir filizdir -ışkın derler bizim orada- daha çiçek açmamıştır. Göğünüzü genişletmemiştir henüz kelimeleri. Yoldaş olmamıştır dingin bir ikindinize. “Saksılara ektiği çiçekler tutmadı” diye başlar. Çok tanıdık/aşina bir duygu kaplar içinizi. Acaba yazar nereli, dersiniz? Bakarsınız ki, doğup büyüdüğünüz topraklardanmış. Asi Nehri’nin ikiye böldüğü kadim bir şehrin diliyle büyümüş meğer.

Şükrü Keleş’in “İmiş”i Satı ve Ahmet’ten oluşan üç kişilik bir roman. Upuzun bir hikâye mi desem yoksa bilemedim. Fonda bir gösteri grubu. Olaylar belli belirsiz. Duygular üzerinden ilerleyen bir kitap karşılıyor bizi. İnsanlara, eşyalara ve yaşantılara dair ayrıntılar tel tel işlenmiş. Kelimelerle örülen o geniş ağda fazlalıklara yer yok. Durultulmuş, dinlendirilmiş, sonra yerin yüzüne salınmış kelimeler/cümleler bunlar. “İnsan, nasıl bir şeyle sınar kendini? Bir başkasında sınar mı kendini? Ya da bir kitapta mesela?”. Sen söyle sevgili okur!

Çiçek, Ahmet’in avuçları arasında geldiğinde günlerden Salı, aylardan marttı.”. Yazar, anlatırken güzel bir günü imliyor cümlesiyle. İmlerken geçmişin geçmişte kaldığını da ima ediyor. “Gece, koyu lacivert ve yağmurlu. Uzakta, çok uzakta çakan şimşekler bir an şehri aydınlatıyor, gök gürültüsünün sesi yağmur damlalarının sesini bastırıyor. Işıkları söndürdüğünde gecenin bir yarısı. Karanlık. Ahmet, içinin bir yarısı artık; geçmişin bir parçası.

Hastane koridorları, bir anda dökülen saçlar, kel kalan genç bir kadın, aksayan ayağı ve içinde yaşattığı cehennemin o yenilmez yutulmaz karanlığı… Bazı kitaplar boşuna çıkmaz karşınıza, bazı isimler de. “İmiş hangi anlamda kullanılmış acaba?” diye sordum kitabı ilk gördüğümde. (İsmin kader olduğuna inanarak biraz da…) İmiş, meğer kahramanın adıymış.

Yalnız bir genç kadın. İmiş. Kel. Aksak. Hüzünlü. Dostlukla sınanıyor, aşkla ve daha birçok insani duyguyla… Bunu bize anlatan, öyle doğal anlatıyor ki sanki oradaymışız ve onunla beraber aynı şeyleri biz de yaşıyormuşuz gibi hissediyoruz. Yazarın başarısı da burada; hem seyirci olabiliyoruz hem oyuncu o sahnede. (Katarsis duygusu sadece sinemada mı olurmuş canım!)

Bir sevdanın kıyısında yürüyor, provaya gidiyordu”, “İnanayım, diyordu. İnanayım, onun suyuna karışayım. Dalgalarına çarpayım, dalgalarıyla boğuşayım, yeniden, yeniden”, “Her büyülü an gibi, o bir an da kısacık sürüyor. Gelmesiyle gitmesi bir oluyor”. Kitabın kalbi bu cümlelerde atıyor benim için.

Bir varmış bir yokmuş dünya bir masal imiş” diyerek okumaya başlamıştım kitabı. “O sırada İmiş, hikâyemizin başladığı yere gidiyoruz, diye fısıldadı Satı’nın kulağına. Satı, hepimizin hikâyesinin başladığı yere, diyerek çoğalttı sözü.

Söz, şimdi sevgili okura emanet!..

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt

Yenilgiler çağının tarihçesi

"Ben tek kişiyimdir ama içimde biri daha vardır. Bu gizemli "o" sık sık mırıldanır, bazen ağlar, içinden çıkıp uzak bir yere gitmek ister, canı sıkılır, korkar..."
- Andrey Platonov, Birbirimiz İçin Yaşayacağız: Mektuplar 1920-1950

Cümle kurmanın har vurup harman savurmakla eş olduğu zamanlardayız. Oysa söz tohumdur, nereye bırakılırsa bırakılsın tohumdur. Kâğıda, mekâna, zamana, hatta sosyal medyaya. Elbette her sözün de bir dönüşü vardır.

Ekilen tohum ya meyve verir ya da tutmaz. Cümle kurmak, bir söz söylemek, aslında farkında olmadan bizi bir dertliye derman edebilir yahut en azından, derdini paylaşmaya imkân tanır. Hiç tanış olmadan hemhâl olabilmek gibi.

Nihayet, böyle kitaplar da vardır, yazarının okuyucusuna türlü ferahlık zamanları sunduğu. O kitapların yazarları cümle kurmanın kutsiyetini bilir. Bir marifettir bu. Zira bazı ârifler için bütün güzel huylar cennetin, bütün kötü huylar da cehennemin kapılarıdır. Güzel huyların başında ise marifet yer alır, yani bilgi. Cümle, bir bilgiyi yüklenirken yanına tevazuyu, rızayı, emniyeti, teslimiyeti, tasfiyeyi (gönül arınmışlığı), affı ve tevhidi de alırsa cennetin kapılarını tamamlamış olur. Bir cümle için bu kapıları yüklenmek zor gibi görünse de, belki on, belki yüz cümle bize bir şey söyleyebilir cennete dair. Kütüphaneler bu sebeple cennettir kimilerine.

Yenilgiden Dönerken, ismiyle ve rengiyle sonbaharın rayihasını yüklenmiş bir kitap. Tevafuk bu ya, Kasım 2011'de neşredilmiştir ilk baskısı. Sonbaharın son ve en yüklü ayında. Bu rayihada Ali Ayçil'in anıları, öyküleri, denemeleri bir arada tütüyor. Bölümlerinin isimleri de yukarıda bahsettiğimiz tanış olmadan hemhal olabilmeye bir misal sanki: Benden Önce, Ben, Sen, O, Keyur ve Diğerleri, Benden Sonra. İlk bölüm tek bir metinden oluşuyor ve bir telkinde bulunuyor. Çıktığın yol, aradığın kapı ne olursa, nerede olursa olsun: "önce göğsünü arala."

Bir yola çıktığımızda, geçmişin izlerini de yakamıza bir rozet gibi takıp öyle ilerleriz yönümüzde. Bazen bu izler çok katılaşır. Öyle katılaşır ki yakamızdan ayaklarımıza kadar iner ve yol biter. Yolun bittiğini, arayışın son bulduğunu anlayan yolcu kendine yeni bir geçmiş yükü inşa etmeye kalkar. Aslında bu bir inşa değil daha çok hatırlayıştır ve her hatırlayış gibi de tehlikelidir. Ayçil şöyle diyor: "Pek çokları, bu telafi edilmez yenilginin ağırlığından kurtulmak için, kendilerine bir müze kurmaya girişir: Çocukluk ve gençlik müzesi. Bu kötü girişim, katı olanı daha da katılaştırır ve geçmişimizi kötü bir çeviriye dönüştürür."

Cioran, "Meçhul olmayı sev" diye yazmış, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine'de. Ayçil'in yazdıkları da sanki kendi tecrübelerinin dışında birçoğumuzun gerilimini, sancısını, keşfini, yolculuğunu barındırıyor. Bu anlamda bazen bir çocukluk anısı, bazen de yetişkin umutları hepimizin yaşadığı yahut yaşamakta olduğu günlere işaret ediyor. "Kendimi kendi üzerime atılmış bir suç gibi hissediyorum" derken yazar, okuyucularının belki de yarısına bu yükü dağıtıyor. "Kederlendim, sustum, açıkta kalmayayım diye en güvenli yere, kendi dilimin altına saklamdım" derken de diğer yarısına yük aktarıyor. Her insanın bir macera olduğunu hatırlatırken susmanın da bu maceraya dâhil olduğunu hatırlatıyor.

Ayçil'in kendi kendine konuşmalarında bir başka düğümler var. Gençlik arızalarımız yüzümüze çarpıyor bu konuşmalarda. Üstelik bir resim sergisinde: "Sergide, kırmızı ve yeşil ışıklı vitrin tabelalarının yerleştirildiği duvara bakarken, "senin olgunlaşmış, kararlı bir bakışın yok," diye geçiriyorum içimden. 'Sayısız bakışın var. Sayısız bakışın olduğu için, bir yolcuya değil, bir kavşak yerine benziyorsun..."

Ustalığa değil çıraklığa talip olanlara koca koca binalardansa duvardaki taşları görebilmenin, onlarla konuşabilmenin değerini anlatıyor Ayçil. İnsan bazen kendini sayısız sorunla boğuşurken bulur. Çok kısa bir süre sonra da bir ağaçla konuşurken. Derken ölümü hatırından çıkarmadan yaşadığını anımsar ve her şeyde ölümü gördüğünü, ölümle konuştuğunu, ölümle hissettiğini.

Yenilgiden Dönerken'de Sevgili Tütün ve Ekmeğin Güzelliği gibi yıllar sonra, tekrar tekrar okunabilecek yazılar da var. Uzun Samsun'u hayatında çok ayrı bir yere koyduğu belli olan Ayçil "seni kanunlara karşı aşkla savunacağız" diyor. Türk evlerini ayakta tutan bir gaye, bir kutsiyet olan ekmeğe içten iki cümleyle veda ediyor: "Bizim kıyametimiz, eve ekmek götüremediğimiz gün başlıyor. Bu yüzden en mahrem utancımız sensin."

Metin yazmanın, kitap okumanın üzerine eğilen çok değerli denemeler de var bu kitapta. Büyük Yapıt başlıklı deneme Don Quijote üzerinden bizi hem yeni bir kitap hazırlayan yazarın heyecanına, sancılarına ortak ediyor hem de bir romanda kahramanın ne denli önemli olduğuna. Sadece Don Quijote değil, Oblomov ve Raskolnikov da 'nasıl kahraman olunur'a birer misal teşkil ediyor. Bir Şairin Çantasında, özellikle dünya edebiyatı ve felsefe okumaları yapmaya yeni başlayan, bilhassa genç okurlar için lezzetli bir yazı. Bol bol not alabilirler, okuma listesi çıkarabilirler. Ayçil'in bu denemesinde andığı edebiyatçılardan yabancı olanları şöyle sıralayabiliriz: Georges Perec, Gabriel Garcia Marquez, Dino Buzzati, Andre Malraux, Thomas Bernhard, Nick Hornby, Louis-Ferdinand Celine, Anton Çehov, Guy de MaupassantEdgar Allan PoeJorge Luis BorgesMarguerite Yourcenar... Yerlilerden de şu isimler geçiyor: Halide Edip, Safiye Erol, Sadık Hidayet, Yusuf Atılgan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Refik Halit Karay, Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş, Mustafa Kutlu... Madem isimlerin hepsine değindik, düşünürleri de yazmak lâzım: Karl Popper, Ortega y Gasset, Ali Şeriati, Daryush Shayegan, Anthony Giddens, Michel Foucault, Emil Cioran. Şairler? Çok güzel bir üçlü var burada da: Ezra Pound, Turgut Uyar, Yunus...

Bir yazarın eski kitaplarını yıllar sonra yeniden okumayı, kurcalamayı, yeniden 'kendime notlar' çıkarmayı seviyorum. Bu, evi ikinci kez temizlemek gibi bir şey.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Temmuz 2018 Salı

Her şey çocuklar için

"Bu elini sımsıkı tutan babadır
Hayata tümsekleri sarsmadan geçmesini tenbihler
Çocuk bu yumuşak sesin üzerine boylu boyunca uzanır
Hafifçe kısılmış sesi
Dikkatli ve kaçırmamaya çalışmaktadır."
- Cahit Zarifoğlu, Anlaşılması Güç Bir İnsanlık

"...o serin bereket gölgeleri çocuklar
yani çocuk o güzel tüccar
yorgunluklar alıp kargılar dağıtan
geceye karanlıktan önce gelen çocuklar..."
- İsmet Özel, Yorgun

Ruh bilimciler açısından insan denilen karmaşık varlığın en önemli dönemi çocukluk evresidir. Hatta çocukluktan da öte bunu bebekliğe, 0-3 yaşa, 0-2 yaşa kadar götürenler de vardır. Hâl böyle olunca anne babaların bu dönemler için çocuklarına nasıl davranması gerektiğiyle ilgili sorular da çok önemli olmuştur, olmaya da devam edecektir. Şunu belirtmem gerekir ki, genel bir ifadeyle, maalesef ki çocuk yetiştirme konusunda milletçe çok eksiklerimiz var. ‘Ne var kardeşim, annemiz babamız bizi çok iyi yetiştirdi’ veya ‘Batılı psikiyatrların, psikolojik danışmanların normlarıyla bizim kültürümüz bir değil, dolayısıyla da çocuk yetiştirme şeklimiz bir olamaz’ gibi ifadelerle savunulamayacak bir durumdur bu. Tabiî ki çoğunluğun annesi babası çocuklarının üstüne titremiştir ve kendilerince olabilecek en iyi şekilde çocuklarını yetiştirmeye çalışmıştır. Fakat mesleğin içinden biri olarak söyleyebilirim ki, şu andaki çocukların bir kısmı ya aşırı serbest ve kuralsız yetiştirilmekten dolayı içi boş bir özgüven patlaması yaşamaktadır ya da ailesi tarafından aşırı baskıyla büyütüldüğü için içine kapanık, kocaman insan olduğu halde kendi işini kendi halledemeyen kişiler olmuşlardır. Bu da yanlış giden bir şeylerin varlığına en büyük delildir.

Türkiye’de çocuk ruh sağlığı, anne baba tutumları, çocuk yetiştirmeyle ilgili yayınların sayısı veya niteliği -bence- gayet iyi. Özellikle nitelik olarak ‘çocuk’ konusundaki uzmanlarımız gayet yeterli. İş okuma kısmında. Bazı kitaplar akademik bir dile sahip olduğu için ağır bir şekilde okunsa da, dili oldukça sade ve akıcı kitaplar da mevcut. Bunlardan biri de, ‘çocuk’ denilen deryayla ilgilenen ve bu konudaki yazılarını geçtiğimiz mart ayında kitaplaştıran şair ve yazar Yağız Gönüler’dir. Karakum Yayınevi etiketiyle neşredilen kitap, “Unuttun Ama Çocuktun: Bir Babanın Endişeleri” başlığını taşıyor ve ebeveynlere biraz sağlı sollu darbeler indireceğini daha başlığından belli ediyor.

‘Çocuk’ konusuna girdiğimizde ülkemizde karşımız çıkacak en önemli kişilerin başında gelen Mustafa Ruhi Şirin, hayatını bu alana adamış isimlerinden biri. Kitabın da takdim yazısını neşreden Şirin’in ismini ben, bundan birkaç yıl önceye kadar İtibar dergisinde düzenli olarak yayımladığı ‘Çocuk Anayasası’ konusunda yaptığı çalışmaları anlatan yazılarıyla tanımıştım ve dikkatimi çekmişti. Hatta kendi kendime ‘Türkiye’de böyle çalışmalar yapan insanlar da mı var?’ diye sormuştum. Kendi kendime oldukça sevinsem de Şirin’in de yazılarında yakındığı pek çok şey gibi bu konuya da çok itibar gösterilmemişti. Fakat bu tür çalışmaların, hem bu konu hakkındaki kitapların hem de başka başka çalışmaların bir gün etkisinin çok yüksek olacağına eminim. Hayırlısı.

Önsöz ve sonsöz dışında beş ana bölümden kitabını oluşturan yazar onlara sırasıyla şu isimleri vermiş: Dil, Mekân, Zaman, Teknoloji, Bir Soruşturma. Bölümlerin isimleri bile aslında sadece çocuklar için değil, bu hayatta daha iyi yaşayabilmek için bizlerin de nelere dikkat edeceğimizin ipuçlarını veriyor.

Gönüler kitabının önsözünde çocukluğuna gidiyor ve bir modern dünya eleştirisiyle beraber konuya giriş yapıyor. Çocukluğunun elinden alınmasını anılarına değinerek anlatıyor yazar. Burada kendi çocukluğumu hatırladım. Köyde büyümeme rağmen, sokakta oynayan son nesildik biz. Bizden sonrakiler sokağı bil(e)medi. Bu sebeple olacak yazarla sağlam ve bir o kadar hüzünlü bir empati kurduğumu söyleyebilirim. Gönüler de zaten kitabını yazış amacını şöyle açıklıyor: “Hem çocukluğunu doğru düzgün yaşayamayan kuşağıma hem de annelere babalara seslenmek için yazdım bu kitabı.

Kitabın ilk bölümünde üzerinde durulan şey dil bahsi. Konuşmak. Bu aslında çocuk yetiştirmedeki en önemli ve en masrafsız şeydir. Kitap da dönüp dolaşıp bu bahse dayanıyor zaten. Yazar da masallarla birlikte anlatımın ve sözlü geleneğin çocuk üzerindeki olumlu etkisine değiniyor. Bununla birlikte, televizyonun zararlarının otizme kadar dayanmasını aktarıyor ve bu bahiste muhabbet kavramının önemini hatırlatıyor. Yine çocuğun rol model olarak aldığı anne babanın davranışlarının çocuk üzerindeki etkisini de yazısına konu eden yazar, çocuğun ilk kelimelerinde dahi bu durumun gözlemlenebileceğini şöyle açıklıyor: “Günümüzde, bebeğin ilk kullandığı sözcüklerden birinin ‘lan’, ‘vurdum’, ‘kestim’, ‘kan’ olması yeterince korkutucu değil mi? Hikâyesi olan bir evde bu mümkün olabilir mi?

İkinci bölümde mekân açısından çocukluğun izlendiğini görüyoruz. Burada hangi mekân sorusu aklıma düştü. Şehirdeki mekân mı, kırsal mekân mı? Bu konuyu aslında kitabın dördüncü bölümü olan teknoloji konusuyla birleştirebiliriz. Teknolojik aletlerin çocukların eline geçtiği anda mekânın öneminin azaldığına hatta bittiğine inanıyorum. Çünkü artık köylerdeki çocukların da elinde tablet var. Dışarıda oynayacak bir arsa olsa da çocuk için cazip olan elindeki kutucuk.

Yazar, mekân konusunda beklendiği gibi yanlış kentleşme konusunu göz ardı etmiyor. Oyun alanı kalmayan çocukların yaşamına değiniyor. Özellikle şehirlerde çocuk açısından tamamen paraya endeksli bir eğlence anlayışı olmasına ve bu tür birçok şeye değiniyor ve bölümünü hitama erdiriyor: “Kentleşme stratejisinde çocuklara yer verilmemesi ve çocukların düşünülmemesi geleceğimi karartmıştır. Maalesef bu vaziyetiyle yöneticiler yeni yeni yüzleşmektedir. Belediyelerin son derece sunî düzenlenmiş parkları ve AVM’lerin en alt katındaki oyun alanları dışında çocukların gidebileceği hiçbir yer kalmamıştır. Hayvanlarla bir tanışıklık kurabilmeleri için ailelerin arabalarının olması ve hafta sonları kilometrelerce yol gidip ciddi bir ücret vermeleri gerekiyor artık. Çünkü şehrin şarkısı bitti, sokaklar şiir söylemiyor.

Kitapta ilk bölümden sonra, Gönüler’in, konu özelinde hem kendi yazıları hem de bu konularla ilgili yazılmış Türk veya yabancı yazarların kitap incelemeleri yer alıyor. Fakat başka yazarların kitaplarını incelese de aralarda kendi fikirlerini, kendi okumalarını okura yansıtıyor. Bu hem yazarın fikirleri doğrultusunda bir okuma imkânı sunuyor hem de çok farklı yazarlardan konu hakkında pasajlar okumamızı sağlıyor.

Her bölümü tek tek özetlemek istemiyorum fakat son bölüm de kitabın ilgi çekici kısımlarından biri. Yazar burada çeşitli ruh bilimcilere “Çocuk Gelişiminde Ebeveynlerin Hataları ve Çözüm Önerileri” başlığı altında iki soru yönlendiriyor ve onların cevaplarını bize aktarıyor. Bu bölüm kitabın değerine değer katmış diyebilirim. Direkt işin içindeki kişilerden, hem de farklı farklı yedi kişiden bu önerileri okumak bir anne babanın nasıl davranması gerektiğini başka gözlerden de görmesi açısından oldukça doyurucu.

Tabiî ki Yağız Gönüler deyince aklıma ‘kitap’ geliyor. Kitabın sonundaki okuma önerisi ‘nereden başlamalı’ diyen anne babalara veya anne baba adaylarına hazine gibi bir kaynak sunuyor. Her şey çocuklar için.

Zor bir şey çocuk yetiştirmek. Dengesini sağlayıp, hem fizyolojik hem de psikolojik bir varlığın yetişmesini, büyümesini, gelişmesini sağlamak çok kolay değil. Anne babalardan çok büyük özveri istiyor. Bunun yolunu anlatıyor kitap. Tabiî ki bilimsel bilgilerle beraber. Uğraştığımız kişiler birer makine değil, insan. Bir yerini bozduğumuzda yedek parçasını takıp düzeltebileceğimiz varlıklar değil. Bu yüzden çok dikkatli olmak gerekiyor çocuğu yetiştirirken. Çünkü hiç farkında olmadığımız bir davranışımız çocuk için büyük hasar bırakabilir. Bunun önüne geçmeli. Tabii ki önce bu kitabı temel alarak.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Anadolu’nun ıssızlığı ve iki roman

Hasan Ali Toptaş ile ilk tanışmam Gölgesizler romanıyla oldu. Yalnız bu tanışma iyi mi oldu kötü mü oldu tam emin değilim. Çünkü Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler romanını okurken kitaptan başımı kaldırdığım zaman “acaba gerçek dünyaya mı döndüm?” dercesine Inception filminde yer alan totemlerden birine ihtiyaç duymadım değil.

Hepimizin bazen “ben bunu daha önce yaşamıştım”, dediği anlar veya “ben sizi bir yerden tanıyorum”, dediği kişiler olmuştur. Hasan Ali Toptaş’ın zamanı ve karakterleri de bu anlardan veya bu kişilerden meydana geliyor. Tek farklı yönü ise karakterlerin bu “dejavu” durumundan haberlerinin olmaması. Eserde kahramanların bir varoluş sancısı çektiğini her bölümde, sayfada, kelimede hissediyoruz. O antik çağlardan beri gelen “acaba bu dünya başka bir dünyanın yansıması mı?” sorusuna da cevap bulmaya çalışıyoruz. Hatta bu öyle bir duruma dönüyor ki kitabı okurken eser içinde canlı, cansız her şeyin varlığını sorgulamaya başlıyoruz.

Aynı zamanda kitabı okurken aklıma hemen Yaşar Kemal’in Tek Kanatlı Bir Kuş adlı romanı geldi. Tek Kanatlı Bir Kuş adlı roman oldukça canlı anlatımlar aktarır okuyucuya. İki romanda da yer alan o fantastik, o masalsı anlatım okuyucuyu içine çekmektedir. Tek Kanatlı Bir Kuş romanında halkının neden terk ettiği bilinmeyen bir kasaba vardır. Buraya yeni atanan bir posta müdürü, karısı ve yurtdışına göç edip tekrar izine gelen karakterler yer alır eserde. Onlar kasabaya uzak bir noktaya kadar gidebilmiş yalnız oradan ötesine geçememişlerdir. Çünkü hiçbir otobüs şoförü kasabanın içine girmeyi bırakın yakınından dahi geçmeyi kabul etmezler. Gölgesizler’i okurken aklıma bu kitabın gelmesi de şöyle oldu: Acaba, dedim posta müdürünün giremediği kasaba, Gölgesizler’de bulunan köy müdür? Yalnızca Gölgesizler adlı romandaki kahramanlar mı çıkıp girebilmektedir köye?

Gölgesizler adlı romanda çocukların bir an başlarını kaldırıp çınarın üstünde, ardında uzun bir duman bırakarak giden uçak; köye girmek için bekleyen posta müdürü ve yanında bulunanların gördüğü uçakla aynı mıdır? Bu uçak her iki kitapta da bir özgürlük, kaçış timsali olarak mı yer almaktadır? Tek Kanatlı Bir Kuş romanında kasabanın üstüne yıkılıp gelen dağ, dağlarda dolaşıp çaresizce tekrar köye “bir dağ gibi yıkılıp gelen” bekçi midir? Tek Kanatlı Bir Kuş’ta o bekçiden mi korkarlar bir dağa benzeterek? Bir felaket habercisidir heybetiyle bu dağlar. Gölgesizler adlı romanda varlık sancısıyla boğuşan köylüler sanki birdenbire boşaltmıştır köyü de sonra kimsenin girmeye cesaret edemeyeceği bir kasabaya dönmüştür orası. Posta müdürü ve yanındakiler bu yüzden girememektedirler oraya. Köy bir kasabaya dönüşmüştür zaman içinde ve kasaba da durdukça korku üretmektedir. Bu korku köyün meydanında başlamıştır ilk olarak büsbütün. Zaten köyün temaşa alanı, kalbi de orasıdır. O köylülerin nedenini, nereden geldiğini anlayamadıkları pis kokuyla anlamışlardır artık orada yaşanılmayacağını da terk edip gitmişlerdir köyü. Köy bu ağırlığı atınca üstünden büyümeye başlamıştır ve bir kasaba olmuştur. Korku da bir set gibi çekilmiştir köy meydanından çıkıp, yayılarak kasabanın sınırlarına. Dikenli teller nasıl çekilirse sınıra, korku da öyle korumaktadır kasabayı dışarıdan.

İki romanın da kesiştikleri nokta bu korku gibi görülür. Yaşar Kemal de Hasan Ali Toptaş da Anadolu’nun o ıssızlığını göstermişlerdir kitaplarında. Hatta bu duruma sadece edebiyat alanından bakmayalım, Nuri Bilge Ceylan da aynı şekilde işlemektedir filmlerinde bir bakıma Anadolu’yu. Anadolu’dur, beşiktir birçok medeniyete, efsaneye, hikâyeye. Anadolu’dan böyle iki fantastik romanın çıkması da tesadüf değildir bu yüzden.

Tugay Özdemir
twitter.com/TugayOzdmr