Yenilgiden Dönerken etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yenilgiden Dönerken etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mayıs 2021 Pazar

Şiir ve hikâyeyle irtibatlı denemeler

Edebi bir tür olarak denemenin kendi içinde gösterdiği çeşitlilik, onu sınıflandırma hususunda da farklı birtakım görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Denemecinin dikkat noktasının değişmesiyle birlikte deneme de kendi içinde ayrılmış, bu ayrılışlar yeni isimlendirmeler doğurmuştur. Yazarın herhangi bir konuya ilişkin objektif gözlemlerini içeren yazıları, edebiyat eleştirileri, makale tonuna yaklaşan denemeler, felsefe, din, toplum üzerine yazılan nesnel yazılar, yazar ve entelektüellere dair portreler, yazarın düşünme ve hayatı algılayış biçiminden süzülen birtakım öznel metinler ayrı ayrı sınırlandırılıp isimlendirilmiştir. Denemelerin konuları dikkate alınarak yapılan bu sınıflandırma, Batı edebiyatındaki yaygın kabullerden birisidir.

Bahsi geçen bu sınıflandırmaya, Türk Edebiyatı Kavramları ve Terimleri Sözlüğü’nde rastladığımdan bu yana, zihnimdeki deneme tanımları yerli yerine oturdu, diyebilirim. Sınırları ve geçirgenliği net olmayan bir türü, konularına göre sınıflandırmak isabetli bir düşünce olarak görünmüş olmalı. Bu makul yönelim, denemenin sunduğu imkân ve yazara sağladığı serbestiyet, yazıya yeni başlayanların zihninde bir “kolaylık” fikri uyandırdığından olacak ki denemeye meylettirir onları. Fakat deneme zannedildiği gibi kolaycılığın evi midir? Nilüfer Kuyaş’ın Başka Hayatlar kitabının ön sözünde geçen bir cümlesi, türün ciddiyetini ifade etmesi bakımından dikkate değer. “Deneme yazarlığın esas sınavıdır,” diyordu Kuyaş. Yazar, orada sınanır bütün çıplaklığıyla. Kendini samimiyetle anlatabildiği ve hayatla kurduğu sıcak teması ince bir görme biçimiyle sunabildiği nispetle de iyi bir metin çıkarır. Böylece yazar, denemeyi denerken hem kendini hem de kalemini sınavdan geçirir.

2000’li yılların denemesinden ve türün tabi tuttuğu sınamadan geçen isimlerden bahsedeceksek eğer, Ali Ayçil denemeciliği, zikretmemiz gerekenlerin başında gelir. Ceviz Sandıklar ve Para Kasaları, Kovulmuşların Evi, Yenilgiden Dönerken ve Usta Konuşmak İstiyor isimli kitaplarından biri bile, bu kadarıyla, son dönem denemeciliğimizin tazeliğinden hiçbir şey yitirmeyecek örnekleri arasına girer. Bu denemeler, bahsi geçen sınıflandırmaya göre subjektive essays, yani öznel denemeler kategorisinde değerlendirebileceğimiz metinlerdir. Ali Ayçil’in yazınsal haritası; yaşama dair hemen her ayrıntıyı, taşrayı, okul yıllarını, otobüs terminallerini, edebi heyecanları içinde barındıran geniş bir avlu gibidir. Bir çeşmenin kurnasında on beş yıl boyunca oturan ve bilinmez bir kederle hızla yaşlanan kadın, sokakta telaşsız oynayan çocuklar, ayakkabı tamircisinin sabahları, bir masaya konup kalkan hikâyeler, yaz akşamları, ebedi göçüne hazırlanan bir ihtiyarın çocukluğunun evine dönme arzusu, ficek atmaya giden kızlar, bir heyecanla çıkan ve çok geçmeden batan dergiler, geçim darlıkları, sokağın yazı masasına ulaşan uğultusu… hepsi doğallıkla, içten gelen bir ezgi gibi sızar satırlara.

Ayçil’in meraklı bir bilgelikle nesneler ve insan hikâyeleri üzerinde dolaştırdığı bakışı muhtevanın çeşitlenmesine, şairliği de şiirin müzikal perspektifinden faydalanmasına ve kelimelerin ses çağrışımlarının öne çıktığı bir dilin yakalanmasına vesile olmuştur. Bu dilsel ritim başka başka seslere ulanır. Çağın gürültüsünden kendine kaçan ve yarasına uymayan kabuğundan avazını esirgemeyen şaire mesela. Bir yazar okurun içinden geçtiği başka yazarlara, onların seslerine, onların hikâyelerine ulanır. Üstelik yalnız dilin ve sesin değil, imgesel anlatımın da kapıları aralanır okura, “Dünya, bir meleğin kanadında titreyip duran bir su damlasından daha ağır değil. Bütün bitkinlikler, bütün meraklar, bütün aşklar, bütün kentler ve tarih, o su damlasının içinde saklı. Orada geçmiş de yok gelecek de. Bir tek “anın” iniltisi koca bir tarih tutuyor.” Bu çok yönlülük Ayçil’in, son dönem denemeciliğinin öne çıkan isimlerinden biri olmasının sebepleri arasında gösterilebilir.

Deneme, öteki türler gibi belli başlı kurallarla çevrelenmiş bir tür olmadığından üslup öncelenir. Orhan Burian’ın dediği gibi, “Anlatımda özgünlük ve zerâfet en çok denemede aranır. Üslubun gaye olduğu tek yazı nevidir.” Ali Ayçil’in denemeleri, üslubu dikkate alan, söylenene yeni biçimler ve sesler ekleyen bir yere doğru ilerler. Bu ilerleyiş, son kitabı Usta Konuşmak İstiyor’da başka bir ivme kazanır. Önceki kitaplarında, özelde Yenilgiden Dönerken’de, baskın bir içe dönüş vardır. Yazarın kendisidir ortaya dökülen. Başkalarında gördüğü, nesnelerde ve hayat kırıntılarında aradığı bizzat kendisidir. Kitabın “Sen” bölümündeki İstanbul anlatımında, gördüğü İstanbul değildir anlatılan, içte imgeleşmiş kenttir. Okur, bir şehir anlatısında bile içe yöneltilmiş dikkate odaklanır bu yüzden. Okuru metne dahil eden bu iç ses, Yenilgiden Dönerken’de sürekli olarak beslenir. Yazar da bu bağı kuvvetlendirmek için sık sık okura seslenir, onu karşısına alır, düşüncelerini okumaya ve metnin karşı tarafta uyandıracağı reaksiyonu ölçmeye çalışır, “İçinizden kimileri bu yazıyı okuduklarında, meseleyi biraz abarttığımı düşüneceklerdir. Sözü edilen kıskançlığın mağduru siz değil de ben olduğuma göre, şimdilik, kendi tecrübelerimin ayak izinden yürümeyi daha uygun buluyorum.

Ancak Usta Konuşmak İstiyor‘da denemelerin seyri değişir ve yazar, penceresini tamamen farklı hikâyelere aralar. Okur bu aralıktan anlatılanları dinler yalnızca, ona seslenilmez, buyur edilmez. Bilinçli bir tercihle dışarda, salt dinleyici konumunda bırakılır. Bir hikâye anlatıcısı tavrıyla tahkiyenin öne çıkarıldığı bu metinlerde yazar, sıradan insanlara odaklanır. Hani şu hayatları herhangi bir habere konu olmayacak ve hemen her yerde karşılaşabileceğimiz türden insanlara; monotonluğun uyuşukluğuyla çepeçevre kuşatılmışlara, bir zamanlar genç olan yaşlılara, kahvehanenin herhangi bir masasında oturan herhangi bir adama; balıkçıya, kundura tamircisine, aşçıya, yorgun kadınlara, gülümsemeleri içine kaçanlara odaklanır ve onların hikâyesinde gördüğünü yazar, hikâyelerdeki “ben”i değil.

Üstelik bu metinler, öykü olabilecek tahkiye ve yoğunluğuna sahip metinlerdir. Deneme, öykücükler anlatarak türün geçirgenliğinden faydalandığı gibi, yazarın kendi kıyısından beslenerek de ben evrenin, yani denemenin içinde kalır. Ayçil, Usta Konuşmak İstiyor‘da , anlattıklarını kendi beninden geçirse de odak noktası hep ötekinin hikâyesi, ötelere gönderilen bir mektup ve bir selamdır. Hem form hem de muhteva olarak bu kitabıyla tali bir yola girdiğinden, farklı bir ivme yakaladığından söz edebiliriz.

Yazının başında vurgulanıldığı gibi, başlangıçtan bu yana çıkan denemelerinden biri bile, kuşağının önemli denemecileri arasında hak ettiği yeri almasına vesile olmuştur. Genel edebî tercihlere ve kanonik yaklaşımlara bakıldığında da denemeye edebiyatın üvey çocuğu muamelesi yapıldığını, yazarın ilgilendiği “asıl” türün yanında denemeye şöyle bir uğradığını görebilmek zor değil. Fakat yalnızca denemeyle söylenebilecek şeylerin varlığı; öyküyle, şiirle irtibatlı, söylem alanı geniş bir tür olduğu düşüncesi göz önünde bulundurulursa, fikirlerin doğuşunun ve içe yöneltilmiş dürbünün en doğal biçimde denemeyle açığa çıkacağı da kolaylıkla fark edilecektir. Ali Ayçil denemeleri bu farkındalıkla ilerleyen, türü ciddiye alan ve türün imkânlarını tanıyan metinler olarak dikkati hak ediyor.

Feyza Kartopu

27 Temmuz 2018 Cuma

Yenilgiler çağının tarihçesi

"Ben tek kişiyimdir ama içimde biri daha vardır. Bu gizemli "o" sık sık mırıldanır, bazen ağlar, içinden çıkıp uzak bir yere gitmek ister, canı sıkılır, korkar..."
- Andrey Platonov, Birbirimiz İçin Yaşayacağız: Mektuplar 1920-1950

Cümle kurmanın har vurup harman savurmakla eş olduğu zamanlardayız. Oysa söz tohumdur, nereye bırakılırsa bırakılsın tohumdur. Kâğıda, mekâna, zamana, hatta sosyal medyaya. Elbette her sözün de bir dönüşü vardır.

Ekilen tohum ya meyve verir ya da tutmaz. Cümle kurmak, bir söz söylemek, aslında farkında olmadan bizi bir dertliye derman edebilir yahut en azından, derdini paylaşmaya imkân tanır. Hiç tanış olmadan hemhâl olabilmek gibi.

Nihayet, böyle kitaplar da vardır, yazarının okuyucusuna türlü ferahlık zamanları sunduğu. O kitapların yazarları cümle kurmanın kutsiyetini bilir. Bir marifettir bu. Zira bazı ârifler için bütün güzel huylar cennetin, bütün kötü huylar da cehennemin kapılarıdır. Güzel huyların başında ise marifet yer alır, yani bilgi. Cümle, bir bilgiyi yüklenirken yanına tevazuyu, rızayı, emniyeti, teslimiyeti, tasfiyeyi (gönül arınmışlığı), affı ve tevhidi de alırsa cennetin kapılarını tamamlamış olur. Bir cümle için bu kapıları yüklenmek zor gibi görünse de, belki on, belki yüz cümle bize bir şey söyleyebilir cennete dair. Kütüphaneler bu sebeple cennettir kimilerine.

Yenilgiden Dönerken, ismiyle ve rengiyle sonbaharın rayihasını yüklenmiş bir kitap. Tevafuk bu ya, Kasım 2011'de neşredilmiştir ilk baskısı. Sonbaharın son ve en yüklü ayında. Bu rayihada Ali Ayçil'in anıları, öyküleri, denemeleri bir arada tütüyor. Bölümlerinin isimleri de yukarıda bahsettiğimiz tanış olmadan hemhal olabilmeye bir misal sanki: Benden Önce, Ben, Sen, O, Keyur ve Diğerleri, Benden Sonra. İlk bölüm tek bir metinden oluşuyor ve bir telkinde bulunuyor. Çıktığın yol, aradığın kapı ne olursa, nerede olursa olsun: "önce göğsünü arala."

Bir yola çıktığımızda, geçmişin izlerini de yakamıza bir rozet gibi takıp öyle ilerleriz yönümüzde. Bazen bu izler çok katılaşır. Öyle katılaşır ki yakamızdan ayaklarımıza kadar iner ve yol biter. Yolun bittiğini, arayışın son bulduğunu anlayan yolcu kendine yeni bir geçmiş yükü inşa etmeye kalkar. Aslında bu bir inşa değil daha çok hatırlayıştır ve her hatırlayış gibi de tehlikelidir. Ayçil şöyle diyor: "Pek çokları, bu telafi edilmez yenilginin ağırlığından kurtulmak için, kendilerine bir müze kurmaya girişir: Çocukluk ve gençlik müzesi. Bu kötü girişim, katı olanı daha da katılaştırır ve geçmişimizi kötü bir çeviriye dönüştürür."

Cioran, "Meçhul olmayı sev" diye yazmış, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine'de. Ayçil'in yazdıkları da sanki kendi tecrübelerinin dışında birçoğumuzun gerilimini, sancısını, keşfini, yolculuğunu barındırıyor. Bu anlamda bazen bir çocukluk anısı, bazen de yetişkin umutları hepimizin yaşadığı yahut yaşamakta olduğu günlere işaret ediyor. "Kendimi kendi üzerime atılmış bir suç gibi hissediyorum" derken yazar, okuyucularının belki de yarısına bu yükü dağıtıyor. "Kederlendim, sustum, açıkta kalmayayım diye en güvenli yere, kendi dilimin altına saklamdım" derken de diğer yarısına yük aktarıyor. Her insanın bir macera olduğunu hatırlatırken susmanın da bu maceraya dâhil olduğunu hatırlatıyor.

Ayçil'in kendi kendine konuşmalarında bir başka düğümler var. Gençlik arızalarımız yüzümüze çarpıyor bu konuşmalarda. Üstelik bir resim sergisinde: "Sergide, kırmızı ve yeşil ışıklı vitrin tabelalarının yerleştirildiği duvara bakarken, "senin olgunlaşmış, kararlı bir bakışın yok," diye geçiriyorum içimden. 'Sayısız bakışın var. Sayısız bakışın olduğu için, bir yolcuya değil, bir kavşak yerine benziyorsun..."

Ustalığa değil çıraklığa talip olanlara koca koca binalardansa duvardaki taşları görebilmenin, onlarla konuşabilmenin değerini anlatıyor Ayçil. İnsan bazen kendini sayısız sorunla boğuşurken bulur. Çok kısa bir süre sonra da bir ağaçla konuşurken. Derken ölümü hatırından çıkarmadan yaşadığını anımsar ve her şeyde ölümü gördüğünü, ölümle konuştuğunu, ölümle hissettiğini.

Yenilgiden Dönerken'de Sevgili Tütün ve Ekmeğin Güzelliği gibi yıllar sonra, tekrar tekrar okunabilecek yazılar da var. Uzun Samsun'u hayatında çok ayrı bir yere koyduğu belli olan Ayçil "seni kanunlara karşı aşkla savunacağız" diyor. Türk evlerini ayakta tutan bir gaye, bir kutsiyet olan ekmeğe içten iki cümleyle veda ediyor: "Bizim kıyametimiz, eve ekmek götüremediğimiz gün başlıyor. Bu yüzden en mahrem utancımız sensin."

Metin yazmanın, kitap okumanın üzerine eğilen çok değerli denemeler de var bu kitapta. Büyük Yapıt başlıklı deneme Don Quijote üzerinden bizi hem yeni bir kitap hazırlayan yazarın heyecanına, sancılarına ortak ediyor hem de bir romanda kahramanın ne denli önemli olduğuna. Sadece Don Quijote değil, Oblomov ve Raskolnikov da 'nasıl kahraman olunur'a birer misal teşkil ediyor. Bir Şairin Çantasında, özellikle dünya edebiyatı ve felsefe okumaları yapmaya yeni başlayan, bilhassa genç okurlar için lezzetli bir yazı. Bol bol not alabilirler, okuma listesi çıkarabilirler. Ayçil'in bu denemesinde andığı edebiyatçılardan yabancı olanları şöyle sıralayabiliriz: Georges Perec, Gabriel Garcia Marquez, Dino Buzzati, Andre Malraux, Thomas Bernhard, Nick Hornby, Louis-Ferdinand Celine, Anton Çehov, Guy de MaupassantEdgar Allan PoeJorge Luis BorgesMarguerite Yourcenar... Yerlilerden de şu isimler geçiyor: Halide Edip, Safiye Erol, Sadık Hidayet, Yusuf Atılgan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Refik Halit Karay, Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş, Mustafa Kutlu... Madem isimlerin hepsine değindik, düşünürleri de yazmak lâzım: Karl Popper, Ortega y Gasset, Ali Şeriati, Daryush Shayegan, Anthony Giddens, Michel Foucault, Emil Cioran. Şairler? Çok güzel bir üçlü var burada da: Ezra Pound, Turgut Uyar, Yunus...

Bir yazarın eski kitaplarını yıllar sonra yeniden okumayı, kurcalamayı, yeniden 'kendime notlar' çıkarmayı seviyorum. Bu, evi ikinci kez temizlemek gibi bir şey.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf