10 Haziran 2014 Salı

İslâm korkusu mu? Türk korkusu mu?

Türk Korkusu kitabıyla Batının Osmanlı İmparatorluğu özelinden Türkler hakkındaki kanaatlerini ele alan akademisyen ve romancı Özlem Kumrular şimdi de meseleyi daha ileri götürerek İslam Korkusu'nu kaleme aldı. Doğan Kitap'tan çıkan eser, gerçekten İslam Korkusu'nu mu anlatıyor? Kumrular'ın emek mahsulü eseri, Batının İslam Korkusu'nu anlatmaktan ziyade yine Türk korkusunu işlemeye devam ediyor. Esasında bu çalışma Türk Korkusu kitabının devamı niteliğindedir.

İslam Korkusu'nun en büyük özelliği tamamen Batılı kaynakları kullanmasında. Özellikle "anlatılar ve seyahatnameler" üzerinden ortaya çıkarılan "korku", sadece didaktik ve kuru bir döküm ile aktarılmıyor, anlatanların psikolojilerini, bilinçaltlarını da sarih şekilde ele veriyor. Egemen devletin gücü çoğu zaman, görülmekten çok "üretilmiştir". Türk imgesi biraz da rivayetlere dayalı kehanetlere bağlı olarak gelişmiş ve Türkler "Tanrı'nın cezası, şeytanın aracı, inanç düşmanı, düzen bozucusu, kısaca Deccal" olarak tanımlanmıştır.

1. Haçlı Seferleri anlatılarında sıkça rastladığımız, doğuda bal nehirleri, altın eşyalar türünden zenginlikler Ortaçağ boyunca Batıyı peşinden koşturdu. İslam Korkusu'nda "havaya yükselip düşmemek, su üstünde seccadeyle gitmek, ateşe ve kaynar su dolu kazana girip yanmamak gibi doğaüstü yetenekler"in yanında, "huriler, şaraptan ırmaklar ve şatafatlı bahçelerle dolu cennet" tasvirleri çok yaygındır. Kumrular, gündelik hayata yansımış ve Batı insanını motive eden bu anlatıların Batının sadece algısı olmadığını, Türklere karşı bilenmelerinin nedeni olduğunu da vurgular, kitap boyunca.

2. Batının bilinçaltında "kafir Türkler" imgesi İslam'ın Hristiyanlık ile olan münasebetlerinden doğar. Özlem Kumrular'ın kitabındaki en net vurgulardan biri Hristiyan Batının İslam'ın itikadî mesajıyla Peygamberi'ne olan düşmanlığının çok keskin olduğudur. İslam'ın kendisinden önceki dinleri ilga etmesi Batılıların moderniteye giden süreçte önemli belirleyicilerinden olmuştur. Özellikle 19. yüzyılda yoğunlaşacak oryantalist tezlerin menşei aslında halkın arasında da yaygın olan hakaretamiz yargılardır: "Sizin dininiz öteki dünyada sütten, baldan ve şaraptan nehirlerin yanı sıra lezzetli yiyecekler, çok sayıda kadın ve kapatma, meleklerle ilişki (…) Bu bir öküzün ya da eşeğin cenneti olabilir, insanoğlunun değil!". Bunların yanında Peygamberimize çok ağır hakaretler de yapılmaktadır.

İslam ile Batı Arasındaki Farklar
3. Özlem Kumrular'ın objektif biçimde yansıttığı gerçeklerden bir tanesi de Batının zulümleri. Belki bundan daha önemlisi Batının Müslümanlardan gelen "birlikte yaşama" tekliflerini kesin olarak reddetmesi. Bunun en belirgin örneği tabi ki Endülüs. İspanyolları Reconquista'nın tek mümessili olarak görmek elbette hatalı olur. Bu süreçte Batı Müslümanlara üç ihtimalli bir öneri getirir: ölüm, sürgün, din değiştirme. Topraklarını terk etmek istemeyenler için en müspeti din değiştirme olarak görünmüş ve Morisko kimliği altında zahiren Hristiyan ama özde İslam olarak kendilerini tanımlamış kimselere Batı itimat etmemiştir. Kumrular "iyi Hristiyan testi"nin yaygınlığını gözler önüne sererken, kızgın demir içirmekten, kafatasını sıkıştırmaya kadar 13 adet işkence yöntemini anlatır. Sonuçta Batıda "temiz kan" furyası başlamıştır. Kanın temizliği Yahudi ve Müslüman kanının karışmamasına bağlanmıştır. Bilmiyoruz Mao Engizisyondan etkilenmiş midir ama yapılan işkencelerin ücretini ölen Müslümanların ailelerinden istemeyi ihmal etmemiş Avrupalılar.

4. Özlem Kumrular'ın İslam Korkusu büyük oranda Türk Korkusu üzerine kurulmuş. Çünkü üzerinde durulan zaman dilimi yani Ortaçağ, İslam ile Türkün birbirinden ayrı düşünülmediği bir çağdır. Kumrular sık sık Türk kelimesinden İslam anlaşıldığını ve Batıda Müslüman olanlara "Türk oldu" denildiğini vurgular. Kumrular Osmanlı üzerinden Türklerin kurduğu imparatorluğun Batıdan ayrılan tarafları üzerinde durarak Müslümanların kendilerini üstün görmelerinin nedenini de vurgular: "Bizler her zaman Türklerin ayağına gideriz, onlar bir defa olsun Batıya gelmez; bu bizim ihtiyacımızın açık bir belirtisidir." Kumrular'ın yaptığı alıntılarda, Türklerin kurduğu sistemin hakkı verilir. Kendileri gibi yaşamayanlara zorlama yapılmadığı, inanca müdahale etmedikleri, can ve mal emniyetinin yerinde olduğu gibi hususlarda Türk korkusu yerini övgüye bırakır. Türkleri Avrupa'dan kovmanın "tek amaç" olduğunun altını çizen yazar, bu bakımdan İnebahtı yenilgisi üzerinde de genişçe durur. Batılı seyyahların Osmanlı topraklarına yaptıkları seferlerdeki ilginç anekdotlardan, ihtida etmiş Batılılar için düzenlenen törenlerin detaylı olarak anlatılmasına kadar bir çok önemli bilgi kitapta yerini alır.

Özlem Kumrular, Müslüman ile Batılılar arasındaki yaşayış farklılığını ilginç gözlemleri aktararak ortaya koyar. Batılılar Müslümanların "koşar gibi değil mutedil adımlarla" yürüdükleri, üzerinde hayvan ve insan figürlü saatleri reddettikleri, çok çalımlı oldukları, yeryüzünde kendilerinden daha üstün ve yiğit insan olmadığına inandıkları, güzel endamlı olup, topal ve kambur olmadıkları, hayra ve adalete düşkünlerini uzun uzun anlatır. Kumrular seyyahların sözlerinden geniş bir yeme içme bölümü de hazırlamış. Osmanlı'da Hristiyan nüfusun bulunmadığı yerlerde şarap edinmenin neredeyse imkansızlığı dile getirilerek, Müslümanların Avrupalılarla damak tadının birbirine zıt olduğu aktarılır. Yemekte fazla oyalanmadan, "Allah'a şükür" denilerek kalkılmasını, yer sofrasına oturmanın getirdiği eşitliği Avrupalı seyyahlar saygıyla beraber tuhaf bulurlar.

Kitabın başında Kumrular, İtalya'daki bir savaştan kesit sunar. Fatih, İstanbul'u fethetmeden 14 yıl önce İtalya'da kadırgalar izleyenlerin şaşkın bakışları altında dağlardan yürütülmüştür. Bu olay Fatih'in dehasına gölge düşürür mü? Özlem Kumrular'ın İslam Korkusu kitabı bu korkunun gündelik hayat nezdindeki karşılığını gözler önüne sermekle birlikte Müslümanlar ile Batı arasındaki ayrılığın köklü temellerine de işaret eder. "Gemilerin dağlardan aşırılması" örneği bile Türk korkusunun abartılmış olduğu fikrini yeterince işleyebilir. İslam Korkusu kaliteli bir araştırma olarak temayüz ederken "metnin ideolojisi" bağlamında örtük mesajını da gayet net biçimde verebilmektedir.

Ercan Yıldırım
twitter.com/Ercnyldrm1

5 Haziran 2014 Perşembe

Omurgasızlaştırılma ve Türklük

Sisifos'u gördüm” diyordu Homeros ve anlatıyordu onun hikâyesini. Tanrılar tarafından cezalandırılan Sisifos, korkunç işkenceler içerisinde, kocaman bir kayayı habire tepeye doğru itiyordu. Kaya tam tepeye vardı varacak, bir güç itiyordu onu gerisin geri, aşağıya doğru yuvarlanıyordu baş belası kaya. Sisifos yeniden tepeye çıkarmaya çalışıyordu kayayı ve hep böyle devam ediyordu. Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı, Omurgasızlaştırılmış Türklük (Dergâh Yay., İst., 2010) adlı eserinde "bilim" der "tam 1900lerin başında edinildi edinilecekti ki, bir takım esrârengiz eller, 1930lardan sonraki Türk nesilleri ile geçmişlerinin tamamı arasında geçit vermez dört duvar örüp onları tekmil tarihî müktesebâtından yoksun kılmışlardır. İslâm medeniyeti çerçevesinde kimliğini kazanmış olan Türk kültürünün bundan böyle kimliğini yeni baştan inşâa etmesi, Türklüğün yaşamağa devamı için elzemdir. Başka bir biçimde söylersek: Tekrar kalkış noktasındayız. Türklüğün Makûs talihi, efsane kahramanı Sisifos’unkine ne de benziyor!" ( Duralı… s. 100).

… "Dörtnala gelip uzak asya'dan akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan" Türkler, 'dışevlilik' yapmış ve yakın kan bağı ile evliliği yasaklamışlardı. Aile, ataerkil ve çoğunlukla tekeşli olup atasoyuna göre yürürdü. İnanç düzenleri bakımından 'içevlilik' kuralına bağlı olan topluluklardan farklı olarak Türkler'in milliyetleri kavmi tabana oturmaz. Böylece kan bağına tazammun etmeyen imparatorluk devletleri kurabilmişler ve 'ülkü' (Müslüman olunmadan önce içeriği müphemdi) edinebilmişlerdir. Ülkü, karşı konulamaz cinsten bir çağrının açık bir biçime bürünmüş hâlidir. Çağrının ete kemiğe bürünmesi tabi ki de bir anda olacak iş değildir. Bunun için yüzyıllar geçmiş, tabiri caiz ise Sisifos yaz kış demeden kayayı tepeye çıkarıp durmuştur. Türkler, İpek yolunu ele geçirmek ve onun getirilerinden pay almayı amaçladıklarından, anayurtlarından kopmuş ve batıya doğru yönelmişlerdir. İran'ı devre dışı bırakan Türkler Çin ile ilkin Doğu-Roma, ardından da Bizans arasındaki ticaretin aracısı olmuşlardır. Avrasya medeniyet ekseni üzerindeki iki aşırı uç arasındaki bahsi geçen ticaret, gelişi güzel olmamakla birlikte, mal, tavır, hüner, zanaat, fikir ile zihniyet değiş tokuşudur. Türkler, tarihleri boyunca sürekli yeni yurtlar edinmişler ve her seferinde yeni bir kültür belirlenimine tabî olmuşlardır. Mamafih, kimi temel özelliklerini yitirmemişlerdir. "Bu değişmez özelliklerin dördü, dil, devlet şeklinde teşkilâtlanabilme, ordu yürütme yetisi ile soy sop saplantısından berî olmadır." (Duralı… s. 32).

Türkler, tarihi seyir göz önüne alındığında, gerek klasik İslam gerekse Avrupalı düşünürler tarafından anlaşılamamıştır. Braudel'in deyimi ile "uzun süre"[2] dilimleri içerisinde ve "büyük alanlarda" konumlanması gereği Türklerin kültür belirlenimleri sürekli olarak değişmiş ve bu nedenle özgün düşünce düzen şebekeleri inşâa edilememiştir. Türkistan olarak anılan Çin, Hint, İran ile Hıristiyan Bizans'ın yollarının kesiştiği havzada, Türkler 'Burkancılığı, Mazdacılığı, Maniciliği ve Hıristiyanlığın bir kolu olup da İstanbul piskoposu Nestorios'a izafeten Nasturîliği benimsemişler ve kendi Göktanrıcı, konar-göçer-avcı ve çobanlık-hayvancılık, maden işletmeciliği, ordu ile devlet teşkilâtlanmacılığı kültür değerleriyle mezcetmişlerdir (Duralı… s. 33).

Güçlü bir devletin çatısı altında birleşerek barışa, esenlik ile gönence ulaşmak arzu ve amacıyla kurulan ilk Türk devleti olan Göktürklerden bugüne amaç ve hedefler hep aynı olmuştur: Hoşgörü, sevgi ve adâlet. Sevil Nuriyeva, "Kayıp Tarih- Enver Paşa" adlı belgesel filminde ‘dünya Türklerin sayesinde selâmete kavuşacaktır ve ben buna inanıyorum’ derken, aslında binyıllık ülküyü dile getiriyordu. Orhon kitâbelerine bakarsak, "Emniyeti ve adâleti sağlamayı amaç bilen, kuvvetli ve hâkimiyete itaat ve inkıyât eden teşkilâtlanmış müstâkil bir camia"dan[3] bahsedilir yani Türk'ün ülküsünden. İslamiyet öncesi tarihsel ve kültürel birikimiyle Türklük adeta İslam'a beden olmaya hazırlanmıştır. Sömürü ile zulme karşı ve ihlâs ile ilim, hak ile adâlet uğruna savaşta ifadesini bulan ve cihât denilen ulu ülkü ete kemiğe bürünmüştür. "M.Ö. Dördüncü yüzyıldan beri Avrasya denilen anakaranın bütün belli başlı inanç câmialarına… girip çıkmış Türklüğün, hayata ve insana karşı vazgeçilmez ülküsü, yâni tarihî ödevi, İslamın yüce çağrısına içkindir, mündemiçtir (...)Türklerin, imparatorluk devleti kurmak uğruna savaşma iradesi, Müslümanlaşmalarıyla manâsını kazanmıştır." (Duralı… s. 59).

Talas Savaşı sonrasında Türk boyları Müslümanlaşmış, Dârülİslamda, çoğunlukla yerleşik düzene geçmişlerdir. Müslümanlaşmayanlar ise zamanla Moğollaşarak veya Çinlileşerek Türklüklerini yitirmişlerdir. Müslümanlaşmakla yetinmeyen Türkler, İslam dininin taşıyıcısı, dünya çapında öncüsü ve savunucusu da olmuşlardır (Duralı… s. 62). "Divân-ı Hikmet"lerin yazılmaya başlandığı bu dönemde, güçlü ve süreklilik arz eden devlet teşkilatlanmaları kuvvetlendirilmeye çalışılıyor ve ülkü hayat buluyordu. "Türklük tarih boyunca bir medeniyetten diğerine geçmekle kalmayıp medeniyetler câmiasının dahi birinden öbürüne geçmiştir. Türklük İslamdan önceki kısmen Göktürk ve nihâyet Uygur devirlerinde Doğu medeniyetleri câmiasına mensûpken Müslümanlaşmakla Batı medeniyetleri câmiasının üyesi olmuştur. Ne var ki, olağanüstü biçim değişikliğine rağmen, kimliğini yitirmemiştir" (Duralı… s. 78). Gelenek, medeniyet câmiaları değişse de, hikmet ehli kişilerce devam ettirilmiş, İslam öncesi ve dışında kalan medeniyet dairelerinde 'kam', 'bilge', 'goşt'; İslami devirde 'veliler'e, 'erenler'e uzanan kesintisiz bir hat mevcudiyetinde korunmuştur. Yine aynı şekilde, askerlik ve savaşçılık alanında İslam medeniyetinde gâzilik, önceki medeniyet ortamında 'alp' olarak belirmiştir. Bu kesintisiz süreç, "Devletiebedmüddet" yani Osmanlı Devleti ile doruk noktasına ulaşmıştır. Halil İnalcık, Osmanlı Devleti yönetiminin tarihsel kökenleri konusunda şu yargıda bulunur: "Hint-İran kaynaklı bu devlet ve idare kavramı, İslam öncesi dönemde gelişmiş, İranlı ve Hıristiyan kâtiplerin istihdamı yoluyla da Abbasî Halifeliğine geçmişti. 11. ve 13. yüzyıllar arasında Orta Asya Türk-Moğol gelenekleriyle değişmiş haliyle de Osmanlılara geçmiştir."[4]

Anlaşılacağı üzere, kesintisizce süreç devam etmekte ve Türklük bulunduğu bütün medeniyetlerin izleriyle ülküsünü beslemekteydi; ta ki 19. yüzyılda kara bulutlar İslam dünyasının üzerine çökene değin. Wallerstein'in deyimi ile "modern-dünya sistem" imparatorluklara son vermekte ve dünyayı yeniden şekillendirmekte idi. 15. yüzyılda İspanya ve Portekiz'in dünya ticareti üzerinde pay sahibi olmak, daha doğrusu bu ticaretin belirleyicisi olabilmek için başlattığı "coğrafi keşifler" neticesinde, sermaye merkezleri "doğu"dan "batı"ya doğru kaymakta ve A. G. Frank'ın belirttiği üzere yüklü bir şekilde dolaşıma sokulan altın ve gümüş ise imparatorluk sistemlerinin ekonomilerini sarsmaktaydı.[5] Ekonomi alanında baş gösteren bu süreç daha sonrasında Batı merkezli hegemonyanın sağlamlaştırılması amacıyla düşünsel-bilimsel alanlarda da kendini gösterecekti. R. Bacon ve Ockham'lı William'dan başlayan deneyci görüşler, İngiltere'nin dünya çapındaki fetihleri ile yaygınlık kazanacaktı. Mekanikçi nedensel yöntem ile deneyi esas alan görüşler fizik dünyasında Newton'un Yeniçağ fiziğine vücut vermişlerdir. Zamanla Avrupa'ya mâl edilen akılcı-deneyci felsefe-bilim sistemleri özü itibari ile İngiliz dünya görüşünün esasıdır. Böylece Avrupa bir yandan gerek reel gerekse de düşünsel-bilimsel anlamda yeni bir dünyaya açılırken öte yandan da önüne çıkan kuvvetleri saf dışı etmeyi amaçlamış oluyordu.

… Hannibal' a, tarihteki en büyük üç generalin adı sorulduğunda "Büyük İskender, Pyrrhos ve ben" demişti. Epir Kralı Pyrrhos, Romalılara karşı büyük bir zafer kazandıysa da, bu zafer çok pahalıya mal olmuştu. Büyük kayıplar pahasına kazanılan zafer anlamına gelen "Pyrrhos Zaferi" deyişi buradan çıkmaktaydı. Milli Mücadeleden tükenmiş halde çıkışımızı Pyrrhos' un zaferine benzetebiliriz. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Sérves’de bedenimize el konulmuştu. Milli Mücadele zaferimiz neticesinde Lozan'da "Bedeninizi geri vereceğiz, buna karşılık ruhunuzu bize teslim edeceksiniz!" takası teklif edilmişti (Duralı, s. 133). İsmet Özel konu ile ilgili "Devlette Devamlılık, Millette Kesinti" adlı makalesinde; "Devamlılık İslam'a Dünya Sistemi karşısında İslam'a mahsus bir alanın tecavüzden masun kılınmasına ilişkindi. Beri yandan kopuşun ilişkin olduğu husus idare tarzından başka bir şey değildi. Ne yapıldıysa zaruretten yapıldı."[6] der. Amaç belli idi: Türk'ün İslamsızlaştırılması, bu yolla Türk'ün "omurgasızlaştırılması" yani dünyanın Türksüzleştirilmesi. Bedenin kurtarılmasına karşın, ruhun esaret altına alınması ile yüzyılların birikimi tam meyvelerini vereceği anda, süreç kesintiye uğratılmıştı ve özellikle 1930larda esrârengiz eller tarafından Türk nesilleri ile geçmişi arasına geçit vermez duvarlar örülmüştü. Kültürün oluşturulmasını öyle basit sanan, bir nevi ‘toplum mühendisliği’ edâsıyla hareket edenler, poturuyla dağdan henüz yeni inenlerdi. Ne yazık ki, kaderimize ve kısmetimize hâkim olan onlardır (Duralı, s. 101).

sonuç
Toplumun maddi-manevi yapılanmasının şartlara uyarlanması, bir başka topluma katılması anlamına gelmez. Tonyukuk ve Bilge Han arasındaki ayrılığın konusu da Türkler için hep bu nokta olmuştur. Çevresine ayak uyduramayan canlı türünün yok olacağı gibi, değişen koşullara ayak uyduramayan ve tabiri caizse mutasyona uğrayan Türkler de, Türklüklerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Göktürklerden, Safevilere ‘taklît ve neticesinde teslim olma’, giderek yok olma gibi sonuçlar doğurmuştur. Göktürkler, Burkancılık yoluyla Çin potasında erirken, Safeviler de Farslılaşmışlardır. Bugün ise, Türk milletinin karşısında iki yol vardır ya müslümanlığı hatırlatılacak, kendine dönecek ya da aydınlanmacı-sermayeci, Protestan-Anglikan medeniyetinin esaretinde "omurgasızlaştırılacaktır". İki bin yıldır Türk'ün halledemediği meselenin özü de, aynen Tonyukuk ile Bilge Hanın arasındaki görüş ayrılığıdır. Tonyukuk'un yanında yer alan ve yüzyıllarca bıkmadan usanmadan kayayı doruklara taşıyan Sisifos'un yani bizlerin yapması gereken, milli-toplumsal hafızanın kurtarılıp diriltilmesinden başka bir şey olmasa gerek.

[1] İlkin José Ortega y Gasset (1883–1955), ‘Omurga’ kavramını, İspanyolların durumunu tasvir etmek amacıyla kaleme aldığı "Espana Invertebrada" ("Omurgasızlaştırılmış İspanya") eserinde kullanmıştır. Şaban Teoman Duralı, Türkler için aynı kavramı kullanmakta beis görmemiştir.
[2] Braudel'e göre uygarlıklar uzun süreli gerçekliklerdir, hareketleri yavaş ve bulunduğu coğrafyaya sımsıkı bağlıdırlar. Braudel, İskender'in "Yakın Doğu'yu" fethinden Hz. Muhammed'in zaferine kadar olan bin yıllık süreci değerlendirirken, her şeyin bir anda başa döndüğünü, bin yıllık süre zarfının sanki bölgede hiç yaşanmadığını ve Yunan dili ile düşüncesinin toz duman oluşunu gözlemler. Braudel'in anlatmak istediği "uzun süre" zarfı içerisinde siyaset, ekonomi ve kültür birlikteliklerinin de olduğudur. Fernand Braudel, Akdeniz: Mekân ve Tarih, Metis Yayınları (Çev: Necati Erkurt), İstanbul 2007, s.97–116.
[3] Sadri Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, s.267.
[4] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300–1600) (Çev: Ruşen Sezer), YKY., İst., s.71.
[5] A. G. Frank, Yeniden Doğu: Asya Çağında Küresel Ekonomi (Çev: K. Kurtul), İmge Kit., Ank., 2010, s.98–108.
[6] İsmet Özel, Cuma Mektupları 7, Şûle Yay., İst., 2002, s.18.


Haydar Barış Aybakır
haydarbrs@gmail.com
* Bu yazının tamamı Dergâh dergisinin 264. sayısında yayımlanmıştır.

27 Mayıs 2014 Salı

Konuşarak değil, dinleyerek anlaşılır

"Bişnev in ney çün hikâyet mîküned
Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned."
- Hz. Mevlânâ

"Her yerde, fakat ârifin kalbindedir Allah
Yoksa sen onu arz u semâvâtta mı sandın."

- Ken'an Rifâî

"Öyle yüksek huzûrlar vardır ki orada, o huzûr sâhibinin yüzü suyu hürmetine kulakların mühürleri açılır ve neler neler duyulur."
- Ömer Tuğrul İnançer

Mesnevî-i Şerîf üzerine sadece bizde değil tüm dünyada sayısız kitap yayımlandı. Şerhleri yapıldı, romanları(?) yazıldı, üzerinde sohbetler düzenlendi, televizyon programları tertip edildi. Bu böyle kıyamete kadar sürecek, zira Mesnevî-i Şerîf'in hakikatlerine erişmeye ne şuurumuz, ne de elimiz, dilimiz, belimiz erecek. "Edeb ya hû" deyişini hemen herkes bilir. E, d ve b harflerinden oluşan edeb; kamuoyuna yapılacak en güzel açıklamayı yapıyor aslında: Eline (iline), diline (lisanına) ve beline (soyuna, sopuna) hâkim ol. Zira insanı eliyle yaptıkları, diliyle söyledikleri ve beline olan hâkimiyeti ya yok edecek, ya ihya edecek. İnsan, kendini bilir. İhya olmak isteyen de ne yapacağını öyle veya böyle bilir. İhyanın bir anlamı da gelişme ve geliştirmedir. Kişisel gelişim kitaplarına inanma şaklabanlığına düşmeden, Mesnevî-i Şerîf gibi sırların sırrını izah eden bir kitabı, Ömer Tuğrul İnançer hocanın sırlı üslubu ve gönlüyle okuma imkânımız var: Dinle Neyden.

Neden sırların sırrı? Allah'ın sırlarını Kur'an-ı Kerim açıklar, Mesnevî-i Şerîf ise Kur'an-ı Kerim'in sırlarını. "Dinle Neyden" ise Mesnevî-i Şerîf'ten ne anlaşılacağı, nasıl okunacağı ve gönül ışığını ne biçimde yakacağı üzerine yorumlar ihtiva ediyor. Ömer Tuğrul İnançer hocanın en önce kalbe giren sözleri, akıla "git başımdan!" diyor ve okuyucunun gözleriyle okuduğunu tüm ruhunun yeniden, coşkuyla hecelemesini sağlıyor. Popüler kültürde buna "çakraların açılması" mı denir? Nedir ne değildir bilemem ama ney vardır ve onun sesi ne var ne yoksa bir kenara bıraktırır. Nefesli enstrümanlara girersek, çıkamayız. Lakin ney, insan sesine en yakın sesi veren enstrümanlardan biridir. Hatta buna dair araştırmalar yaptığımda, insan sesine en benzer sesi kemanın verdiğini fakat insanın iç sesine dair en hakikatli sesi de neyin verdiğini okumuştum. Amatörün amatörü bir klarnet meraklısı olarak şunu diyebilirim ki; nefesli enstrümanlar bize bir şeyi çok iyi açıklamaktadır. O da şudur: İnsan, aldığı nefesi vermekle yükümlüdür. Nefes almak, yaşamak için ne kadar mecburi ise, vermek de o kadar mecburidir. Dolayısıyla insanın yaşamı, nefesindedir. Neyi alıp verdiği kadar, neyi dinleyip dinlemediği de önemlidir. Ağızdan çıkanlar ne kadar önemliyse, kulağa girenler de o kadar önemlidir. Sırların sırrına ermek için en önce dinlemek lâzım. O yüzden, bişnev! Yani, dinle!

Kur'an-ı Kerim'in besmeleyle, Mesnevî-i Şerîf'in bişnevle başlaması bile, "sır" denen şeyin ne olduğunu belli etmektedir. Mesnevî-i Şerîf’in ilk harfi olan “b“de Esmâ-i Hüsnâ’dan da sırlar vardır: Bâkî, Bârî, Basıt, Basir, Bâis, Berr... Sır ne kadar belli olur? İnsan ne kadar kendini verirse. "Sırra kadem basmak" diye bir deyim vardır. Şimdinin kısa ve öz "kayboldu" anlamıyla bir alakası yoktur bu deyişin. Sırra kadem basmak, sırra teslim olmak, sır kapısından içeri adım atmak, kendini sırlara kapatmak demektir. Unutulmasın ki sürekli ortada duran değil, kaybolan aranır. "Kaybolmak" da, "gâib olmak"dan gelir. Gâib ne demektir? Görünmez âlem demektir. Âlem de, âdemin yeridir. Hadi buyurun şimdi, ne oldu akıla? Karıştı.

"Âdemoğluna atasına uymak edebini göstererek şeytan gibi gururlanmak değil, Âdem gibi kabahati kendinde bilmek yakışır. Ve bütün bu edebler insan ile hayvan arasındaki farklı belirler. Yemek, içmek, barınmak, üremek gibi hâller hayvanda da vardır, insanda da. Bunların dışında ve üstündeki davranışlar, insanı insan eder. Tabiîdir ki; bu söz ancak Âdemoğullarınadır. Kendilerine Âdemoğulluğunu değil, maymun oğulluğunu yakıştıranlara ve öyle zannedenlere bir sözümüz yok."

İnsanın herhangi bir konuda konuşurken üslubunda şiddet varsa, bilinmeli o konuda bir aşkı vardır. En güzel aşkın ne olduğunu söylemeye gerek yok. Kitapta Ömer Tuğrul İnançer hoca, Hz. Mevlânâ'nın aşkını Mesnevî-i Şerîf üzerinden anlatıyor. Kur'an-ı Kerim'de "aşk" kelimesi yoktur diye sızlananlara da hikmeti bol sözler ediyor: "Allah, "Müminler Allah'ı şiddetle severler" buyuruyor. Şiddetle sevmenin adına aşk derler.". Dolayısıyla şiddetli bir aşkta da gönül sürekli yanma hâlindedir. Her gönülde de bunun yaşanması için o gönlün doğrudan şaşmaması lâzımdır: "Yalandan kim ölmüş diyorlar. Yalandan beden ölmez. Gönül ölür, gönül!". Sevmek de "vermek"tir hiç şüphesiz. Vermeden sevilmez. Gözü ve gönlü sadece "almak"ta olanın, tahsildârdan ne farkı vardır ki? Tek gerçek, yâr olabilmektir. Yâr da, gönülden gönüle sohbetle olunur.

"Sohbet ise, dinlemeyle olur. Sohbetin dinlenebilmesi için, az konuşmak lâzımdır. Bu da tasavvufun bir diğer tavsiyesidir: “Az yemek, az uyumak, az konuşmak” prensibinin geçerli olduğu tasavvuf terbiyesinde hüner, söylemek değil dinlemektir. Doyduktan sonra yenilen yemek, tembellik uykusuyla geçirilen zaman, lüzumsuz ve boş konuşma tarzında söylenen sözler “israf haramdır” kâidesince yasaklanmıştır. Dinlemeyenler öğrenemezler, öğrenemeyenler bilemezler, bilemeyenler ise “olamazlar."

Âşıkların pîri Hz. Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf'inde âşıkların "ney"i dinleyeceğini anlatıyor. Ârif olanın anlaması için de, önce dinlemesi gerekiyor. Dinlemeden, anlaşılmaz. Dervişin yegane işi de dinlemektir. Dinleyen, dinlenir. İşte Ömer Tuğrul İnançer hoca da "Dinle Neyden"de bunu anlatıyor. Neyi, nasıl dinlemek gerektiğini.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

23 Mayıs 2014 Cuma

Satırdan değil, sadırdan okumak

"Akıl öyle bir acizdir ki ancak acizlere yol gösterir."
- Hz. Mevlânâ

"Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenhâ garip
Dîde giryân, sine biryân, akıl hayrân bîhaber."

- Niyâzî-i Mısrî

"Düşünce, akılla olur. Tasavvuf gönülle olur. Akılla gönül, bir araya gelmez. Gönül devreye girdi mi, akıl firar eder."
- Ömer Tuğrul İnançer

Gönülsüz yapılan hiçbir işten hayır gelmez. Yahut gönülsüz hiçbir iş yapılmaz. Bunun farkına varamayanlar olduğu gibi bir de tamamen gönülleriyle yaşayanlar vardır ki; onları anlamaya bizim dimağımız yetmez. Burada imdadımıza Ziya Paşa, "İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez / zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez" sözüyle yetişebilir. Nitekim herkes her şeyi anlayabilseydi, herkes anladığını herkese aktarabilseydi; eli öpülesi hocalarımızın ne kıymeti kalacaktı? Hoca, hocadır. Hocalık da hocalara mahsustur. Dolayısıyla tasavvuf hakkında konuşmak da hocalara mahsustur; romancılara yahut televizyon şöhretlerine değil. O hocaların sohbetlerinden ve yüce gönüllerinin kapısından mahrum bir ilim, ilim midir? "İlim ilim bilmektir / ilim kendin bilmektir" diyen Yunus Emre'miz, aslında "Nefsini bilen, Rabb'ini bilir" yoluna ışık tutmamış mıdır? Sezai Karakoç, "İnsandan insana şükür ki fark var" derken gönül ehillerini çok ayrı bir köşeye koymamış mıdır? Soruların cevabını bilemeyiz. Cevap verirsek de hadsizlik ederiz. Tasavvuf, bu sorular ve cevaplar arasında ilmek ilmek dokur şahsı. Çok uzun, çileli bir yol olduğu ne kadar klişeyse o kadar gerçektir. Derviş, o çilede incelir, incelir, incelir... Artık kitaba girelim, Ömer Tuğrul İnançer hoca şöyle der: "Dervişlik, imbikten geçirilmiş Müslümanlıktır."

Bu kitap önerisinde, eğer kitabın içeriğinden çıkıp tasavvuf hakkında ahkam kesme gafletine düşersem önce Allah, sonra da tasavvuf ehilleri beni affetsin. Zira amacım, kitabı önermek. Lakin konunun temelinde gönül olunca, insanın ağzı durmuyor. Durdurmak lâzım, çünkü selâmet'ül insân fi hıfz'il-lisan. Yani insanın selameti, dilini tutmasındadır. Tirmizî'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte de "Dilini tut, evini genişlet, günahlarına da ağla!" buyrulmuştur. Konuyu daha fazla dağıtmadan, öncelikle kitabın konu başlıklarını sıralayayım: Melâmet, sohbet ve halvet, ilim ve cehalet, esmâ ve tecellî, râbıta ve seyru sülûk, velîlerin içtihadı, derviş ve siyâset, tasavvuf ve günlük hayat.

Ayşe Şasa'nın sorularına Ömer Tuğrul İnançer hocanın verdiği cevapları Berat Demirci kitap haline getirmiş, ismi de Vakte Karşı Sözler olmuş. Neden böyle olduğu da kitabın ilk konularında hemen ortaya çıkıyor. İnsanın, toprakla ve dolayısıyla kadim gelenekleriyle hiçbir bağının kalmadığı modern dönemlerde tasavvufun ne kadar önem kazandığı ortada. Fakat bu önemi modern Türk edebiyatının en büyük "baskı" yaptıran konu (tasavvuf) olarak ve Pîr'i (Hz. Mevlânâ) daima romanlara "konu" etmek de bir o kadar moda. Modaya maruz kalmamak, herkesin uğradığı akıbete uğramamak için kitaba sadece göz ve kulak değil, gönül vermemiz gerekiyor. Çünkü:

"Şunu unutuyor insanoğlu: Allah, tornadan çıkma, hepsi birbirinin aynı olan kullar istemiyor. Böyle bir isteği yok Allah’ın. Onun için ‘İkra’ kitâbek!’ diyor. Herkes kendi kitabını okuyacak..."

Sömürüye dayalı çalışma hayatı içinde tasavvufun nasıl yaşandığına dair sorulara, hoca oldukça keskin cevaplar veriyor. Tasavvufun bir düşünce değil, yaşam biçimi olduğunu sıklıkla tekrar ediyor. Bir dervişin, tasavvuf dışında başka bir şeyle yaşamasının mümkün olmadığını belirtiyor. Tüm bunlara rağmen kendine "çile" seçmeye çalışan ama aslında gaflete düşenleri de uyarıyor. Tasavvufun, kendi başına öğrenilecek bir şey olmadığının kat'iyetle üzerinde duruyor.

"Tasavvufun altın kuralı söz dinlemektir. Kimse bu yolda kendi kendine ilerleyemez."

"Mesela hacca gitmek, uçakla gitmek ve soğuk hava tertibatı olan bir çadırda, Arafat’ta oturmak imkânı varken "Daha çok ecir kazanayım!" diye güneşin altında oturmak Müslümanlık değildir. Hint fakirliğidir."

"Batağa batmaktan korunarak, biraz çamur da bulaşsa saza dala tutunarak, yardım alarak, belki biraz daha yavaş ama mutlaka yol alınacak… Yol oradan geçiyorsa “Bataklık var, ben kaldım!” denilemez. Ama düz asfalt varken, ecir alacağım diye bataklığa da sapmamak lâzımdır."

Maalesef tasavvuf gibi bir umran okyanusunu, hümanizm fincanına doldurmak isteyen gafiller var. Tıpkı kadının kutsiyetini feminizm, doğanın emanetlerine ihanet etmemeyi çevrecilik kavramlarına büründürmek isteyenler gibi. Gafiller dedim, çünkü gafiller. Bu gafiller bu kafalarından dolayı Yunus Emre'yi idealist, Karacaoğlan'ı lâik, Hz. Mevlânâ'yı da hümanist bilirler ve öyle tanıtılsın isterler. Rahatsızlıkları aslında çok açıktır:

"İslâm’ın kadına verdiği değeri ve onun haklarını bilseler, insanlar ayrıca feminist olmazlar. Hazret-i Peygamber’in mesela "Kıyametin koptuğu ânı görseniz, elinizde bir fidan varsa dikiniz!" emrini veya tavsiyesini işitmiş olsalar, ayrıca "çevreci" diye bir akıma lüzum kalmaz. Müslüman olmak kâfidir. Daha evvel konuştuğumuz, Allah’ın hudutlarını muhafaza etmek mevzuunda, insanın kendisi dâhil, her şey ona bir emanettir. Emanete riayet, imanın şartlarındandır."

İman da maalesef kiminde oluyor kiminde olmuyor. Onu biz bilemeyiz. Ama görünen bir köy vardır, kılavuza da bir ihtiyaç yoktur o köy yolunda. Hocanın keskin ve hakikatli sözleri arasında bizim gibilere başta tuhaf, sonra da haklı gelenleri oldukça anlamlı. Mesela "Allah'ın dediği olmaz!" sözü. Çünkü Allah'ın dilediği olur. Bu minvalde "Eğer Allah dileseydi Hz. Adem’in o ağaca yaklaşmasına mâni olurdu. Allah’ın dilediğinin gayrısında yaprak düşmez" der hoca. Bir de "Her canlı bir gün ölmeyecektir, ölümü tadacaktır" der ve bunu da şöyle derinleştirir: "Beden değişiyor. Ama biz değişmiyoruz. Hep varız. Ve bundan sonra da var olacağız. Yok olmak için var değiliz. Allah, halifesini yok etmek için yaratmamıştır.

Kitabın özellikle son bölümü olan "Tasavvuf ve günlük hayat", hocanın yıllar evvel Türk Edebiyatı Vakfı'nda yaptığı bir konuşmanın metni. Bu konuşmada tasavvuf kavramlarını, deyimlerini ve sözlerini aslında günlük hayatımızda ne kadar da çok kullandığımız aşikâr oluyor. "Bel bağlamak", "çile çekmek", "abdala mâlum olmak", "çelebi adam", "eyvallah", "illallah", "ağzı kara", "lokma görmek" bunlardan sadece bazıları.

İnsanız ve bir çabamız olması lazım. Hoca, bu olması gereken çabayı şöyle açıklıyor: "Her devirde, sahip olanlar da kaybedenler de hep vardı, hep var olacak. Sahip olanların çoğaltılması, kaybedenlerin kayıplarına kavuşturulması çabası içinde olmak lâzımdır."

Dolayısıyla gönülle yaşarken ve bunu öğrenirken satırdan değil, sadırdan okumak gerekiyor. Bu yolu sadırdan okuyup sadırda yaşamak isteyenler için bol hatırlı bir kitap...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

20 Mayıs 2014 Salı

Ve'l-Asr: İnsan, ziyandadır.

"Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen."
- Şeyh Galib

"Dünyanın herhangi bir yerinde bir tek insan mahpus ise kendimi asla özgür hissedemem."
- Albert Camus

Hepimiz nankörüz. Sert mi başladım? Eğer yumuşak başlasaydım hepimiz adına nankörlüğe imza atmış olurdum. Nankörlükle başa çıkmamız gerekiyor. Tez zamanda bu tek tipleşmeye, yığınlaşmaya, gamsızlığa, gammazlığa, değersizleşmeye karşı durmamız şart. Tez zamanda kıymetimizin farkına varmak, değerimizi bilmek, anlama ve kavrama meziyetlerimizi ortaya çıkarmamız şart. Tez zamanda, şart. Çünkü hepimize zararda olduğumuz, ziyan olmamamız için dirilişe geçmemiz Kur’an’da bildirilmiş. Kitabı incelemeden önce hatırlayalım:

"Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir)."

Asr suresi Mekke-i Mükerreme’de nazil olmuştur ve üç ayettir. İmam-ı Şâfii, Asr suresi hakkında şöyle buyurmuş: “Kur'an-ı Kerimde başka hiç bir sure nâzil olmasaydı, şu pek kısa olan Asr suresi bile, insanların dünya ve âhiret seâdetlerini te'mine yeterdi. Bu sure, Kur'an-i Kerim’in bütün ilimlerini hâvidir (kucaklıyor)".

Kitaptakileri kimi okuyucu şairin şiiri, kimi okuyucu şairin hikâyesi, kimi okuyucu da tatlı sert acı gerçeklerin, kuru kavruk bezendiği metinler olarak okuyabilir. İsmet Özel’in sağlam doğruları ve dertleri arasında kaybolmamak da mümkün değil. Fakat her kayboluşta yeni bir çıkış olduğunu da düşünürsek şunu bulabiliriz: İsmet Özel “Neyi Kaybettiğini Hatırla” derken hatırımıza ara ara düşenleri değil, unutulan yahut unutturularak yok edilen kıymetlerimizi birer birer ok gibi fırlatıyor. Öyle uzaktan da değil. Çok yakından, yakınlarımızdan. Bu bir yakın dövüş de olabilir. Er/hâtun kişi niyetine.

"Sözün özü; anladıklarımızla dost oluruz, ancak dostlarımızı anlarız. Artık anlayamadığımız dostlarımızı kaybederiz. Düşmanlarımızı ise anlamamız mümkün değildir. Onlar anlamadığımız kadar düşmanımızdır. Oysa onları öğrenebiliriz. Onları çok iyi öğrenerek bize verecekleri zararı en aza indirebiliriz."
(Düşmanını Öğren, Dostunu Anla - sf. 51)

Dudaklarını birbirine vura vura “Müslümanım!” diyenlerin farkına var(a)madıkları ve içinde boğuldukları gâvurluklar, küfür sistemini bırakın reddetmeyi adeta buyur eden müminler(?), modernizmin her beze dolanan tarağıyla saçını düzleştirenler, su ısıtıcısına basıp belerken tespih çekmeyi ihmal etmeyenler, mikrodalgada hayatının ısıtan ama bir türlü çözemeyenlere(!) birer darbe. Pazara çıkmayan, pazarlık da yapmayan her kimse, işte onların kitabı Ve’l-Asr. İlk baskısından yıllar geçse de önemini kaybetmeden yine onları bekliyor; okuyucusunu. Yani dertdaşını.

"En doğrusu, gelin birbirimize hakkı tavsiye, sabrı tavsiye edelim demektir; ama kimin tavsiye etmeye ve tavsiye olunmaya liyakat kesbettiğini düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. İçinde yaşadığımız medeniyetin iliklerine kadar işlemiş olan riyanın hepimizi ne ölçüde etkilediğini bir bileydik ne iyi olurdu! Tavsiyeye lâyık olmayışımıza hayıflanmaktan fazlası elimizden gelmiyor diye düşünüyorum. En azından, kendim için gerçek bu. Emeğimi hüsrana boğmaksızın sarf edebileceğim bir alana çekilmeye ne büyük bir hasret duyduğumu bilen bir Allah'ın kulu var mı ki?" (Size Tavsiyem Odur Ki... - sf. 131)

Kitaptaki başlıkların içinde saklı hazineleri siz bulun. Siz kaldırın o sandığı. Kaldıracağınız şey sadece sandığın kapağı olmayacak. Bir yükü omuzlayacak, bir dertlinin derdine ortak olacak, böylece aynı safta aynı şeylere itiraz etmenin ferahına erecekseniz. İsmet Özel'in okuyucusu olmakla, onu anlayan olmak arasındaki farkı bu yazıya konu etmeyelim. Sadece Şûle Yayınları'ndan 2004 yılında yayımlanmış (2. baskı) Cuma Mektupları-10'da yer alan "Bir Zamanlar Bir İsmet Özel Vardı" başlıklı yazıdaki işarete göz dikelim yeter: "Neye emek verdiğimi anlamayan insanların benim adımı ağızlarına almalarından oldum olası büyük bir rahatsızlık duyarım, ilk yazımda dedim ki kitle iletişim araçları vesilesiyle yazı işine giren bir Müslüman’ın vazifesi dikkate değer şeyler yazmak değil yazdıklarıyla dikkatlerin Kur’an-ı Kerîm’de yoğunlaşmasını sağlamaktır."

İnsan tercihleriyle insandır. Ziyan olmamak bir tercih midir, zaruret mi? Kitap, belki de bunun cevabı...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
*Bu yazının tamamı Aşkar Dergisi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.