mvlt_ltntp sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
mvlt_ltntp sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

16 Haziran 2020 Salı

Şiir insanları birleştirmez, onları ayırır*

“Terleyecek kan yürek kağıda boncuk boncuk,
Ve şiir bitince rahme düşen her çocuk
şair olacak!"
- Süleyman Çobanoğlu, Şiirler Çağla

Bir şiir kitabını alıp baştan sona okumayalı on yılı geçmiştir. Bir dönem sadece şiirle hemhâl olan biri için pek anlaşılabilir bir durum değil. Kendi adıma edebiyatı şiirle sınırlandırdığım o dönemler mısraların ciddi manada heyecanlandırdığı demlerdi. Dünyanın gerçekten değiştirilebileceği düşüncesinin sihrine bugün bile şaşırıyorum. Sonraları şiir adasından uzaklaştığımı fark eden bir ahbabım bunun sebebini sorduğunda -kısaca- ‘şiirin gerçeklikle örtüşmeyişi’ demiştim. Şiirin, idealden avuntuya dönüşmesi hâlâ düşündüğüm meselelerden. Öyle ki şiir hayat içerisinde nerede duruyor sorusu havada asılı duruyor. Mevzuyu Adornovari (T. W. Adorno, 1903-1969) bir abartıya bulayıp kişisel kaygıyla meşrebime yontarak mağduriyet hıncı devşirecek değilim fakat şiir bir şey vaat ediyorsa o şeyin ne realizmle ne de rasyonalizmle alakasının olmadığını açıkça söyleyebilirim. Dahası, ‘barbarlık’ şiire gelinceye kadar insanlığı kaç infaza uğratıyor saymak abes olur.

Bir yandan salt ütopya olduğunu düşündüğüm şiirin hayatın gerçekleriyle örtüşmediği hissine her gün biraz daha kâni olurken öte yandan şiir konusunda Cemil Meriç (1916-1987) kadar da katı düşünmüyorum. Sadece şiirin özü itibariyle hakikatin nabzını tutabilme ihtimalini zayıf görüyorum. Moderniteyle birlikte hayatın değişen dinamiklerinin bunun başlıca nedeni olabileceğine dair düşüncem elbette tartışmaya açık.

Cemil Meriç şiire meyilli toplumların duyguya ağırlık verdiklerini ve düşünmeyi gerektiren felsefe alanında yetersiz kaldıklarını iddia ediyor. Ona göre felsefe yani düşünce yerine hisse yönelik bu durum ilerlemeyi engelleyen ortamı doğuruyor. Doğu toplumlarında pek rastlanmayan (epistemolojik) ‘düşünme’ ilerlemenin temel dinamiğidir ve felsefeye yatkınlık Batı dünyasının başarısının neredeyse temel özelliğidir. Bu görüşün kökeni Antik Yunan felsefesine kadar gidiyor. Örneğin Platon, şairlerin mimesis (taklit) yoluyla gerçeği perdelediğini ileri sürüyor. Platoncu görüş, sanıyorum, romantizm temsilcileri dışında tüm zamanlarda destekçi bulmuştur. Bunun en bariz göstergesi, Platon’un (MÖ 4 veya 5. yy) şiir ve şair hakkındaki görüşlerinin benzerini Rousseau’ya ve (1712-1778) Hegel’e (1770-1831) kadar uzanan bir yol çizmesi diyebiliriz. Bu düşünceye göre şair gerçeği anlatmaz, kurgucudur. Okuma müptelası Cemil Meriç’in zihin dünyasının şekillenmesinde özellikle ilk dönem için Batılı filozofların ve dolayısıyla Batı felsefesinin payı büyük. Şiir ve şair ile ilgili kanaatinde bunun etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yazının başına dönersek, uzun yıllar sonra baştan sona okuduğum şiir kitabı Süleyman Çobanoğlu’nun geçen yıl Ötüken Neşriyat’tan çıkan Tamgalar’ı oldu. Çobanoğlu’nun Şiirler Çağla ile hafızamda ‘özge’ bir yeri var. Unutmak adlı şiirindeki “Hafıza mı, ölüm mü, hangisi daha kolay?” dizesi ara ara yankılanır zihnimde. Sadece anlamsal uzamı değil tınısı da içimi yumuşatır. Şiirin yapabileceği en uç noktanın bu olacağı kanaatindeyim. Şiir, hissi estetize edebilir en fazla, gerisi yanılsama.

Tamgalar, Süleyman Çobanoğlu’nun üçüncü şiir kitabı. Ötüken Neşriyat bir güzellik yapıp 2009’da yayınlanan Hudayinabit ve ilk baskısı 1997’de yapılan Şiirler Çağla’yı da Tamgalar ile birlikte edebiyat dünyasının sularına bırakmış oldu. Şair ve yayıncı üzerine düşeni yaptığına göre eğer yolu varsa, şiir yola buradan sonra okurla devam edecek denebilir.

Süleyman Çobanoğlu okuyucusu onun iki konuda hassas davrandığını ‘hassaten’ bilir. Bunlardan biri Türkçe yani dil, diğeri İslam yani dindir. Şair, Tamgalar ile bu ikiliye üçüncü bir halka eklemiş görünüyor. Anane, kültür ya da gelenek diyebileceğimiz bu olguyu en ‘öz’ anlatan kelime ‘töre’ olabilir. Buradaki üçüncü halkanın Çobanoğlu için yeni bir şey olmadığının da altını çizmek gerekiyor elbette. Önceki çalışmalarında bunun göstergeleri fazlasıyla mevcut. Yalnız, Tamgalar’da bu özellik biraz daha öne çıkmış izlenimi verdi bana. Bu sebepten Tamgalar’daki vurguyu ‘Türklük’ şeklinde yorumlayanlar da çıkabilir lakin bu tavrın anlamı daraltmaktan başka bir işe yaramayacağı kanaatindeyim. Tüm ‘özcü’ duruş sergileyen şairlerde olduğu gibi, aşırı yoruma maruz bırakıp kısıtlamak şiiri şiir olarak değerlendirmeye engel olacaktır.

Şiir konusunda teknik detaylara girmek niyetinde değilim. Zira vardığı nokta şiir bitti/bitmedi şeklinde kısır bir yer oluyor. Onun yerine gerçek şiir kendini her şartta belli eder deyip Tamgalar’da dikkatimi çeken birkaç noktaya temas etmek istiyorum. Yukarıda değindiğim gibi, şair iki konuyu; dil ve dini şiirinin omurgası yapıyor. Önceki eserlerinde de bu durum göze çarpıyordu fakat Çobanoğlu’nun Tamgalar’da kullandığı dile ayrı bir özen gösterdiği hemen belli oluyor. Bugün günlük dilde pek yer bulamayan sözcükler bir hayli fazla. Türkçenin etkilendiği diller bir yana, öz varlığından örnekler bulunduğundan okurun eli iki de bir sözlüğe kayıyor. Eserdeki üslup gereği öncekileri göre anlatım epey kısaltmış fakat bu yönelim anlamı daraltmayarak derinleştirmiş diyebiliriz. Dilin yanı sıra ‘töre’ (gelenek, kültür) fazlaca yer alıyor şiirlerde. Bu bağlamda şair yörüklüğünün de verdiği ayrıcalığı ziyadesiyle kullanıyor. Eserde yer alan dinsel ögelerde efsane, destan, mitoloji ve pagan detaylar epeyce mevcut fakat ana damarı ilim ve irfanı bir araya getiren rivayete dayalı geleneksel İslam inancı oluşturuyor.

Tamgalar’ı okurken en çok hissettiğim şey yaşanmadan yazılamayacak ifadeler oldu. İsyan da şükür de, tıpkı insanın zatında olduğu gibi bir arada hatta aynı anda bulunuyor. Kimi politik tepki kimi ahlaki duyarlılık taşıyan öfke yüklü sözler satıhtan zihne çarparak dağılıyor. Yerleşik hayatın hayatı dumura uğratışı, kaybedilen değerlerin telafisizliğinin keyfiyeti düşüncelere salıyor okuru. Süleyman Çobanoğlu Tamgalar’la kadim bir kültürün içinden topladığı düş(ünce)lerden aidiyetini belli eden bir ‘iz’ bırakıyor okurun zihnine.

*Tamgalar, T. S. Eliot’tan (1888-1965) yapılan bu alıntıyla başlıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

29 Temmuz 2018 Pazar

Ateizm bir dindir!

Genel itibariyle herhangi bir meseleyi ilkesel ya da metodolojik olarak ele almayı kurumsallaştıramadığımız için konuşma, tartışma ve değerlendirmelerimiz hamasete kurban gidiyor. Bunun üzerine bir de yazılı kültürden ziyade sözlü kültüre olan yatkınlığımız eklenince düşünce dünyamız daha da sığlaşıyor. Elbette istisnalar olabilir fakat istisnaların bozmadığı kaide yerinde sapasağlam duruyor. Hâsılı, gerek düşünsel gerekse fiili faaliyetlerimiz üslup ve/veya usûl açısından ihtiyaç duyulan yeterliliği sağlayamıyor. Tabiri caizse çok konuşuyor ama boş konuşuyoruz. Söze gelince her şeyi çok iyi biliyoruz ama icraat hanesine yazılacak bir şeyimiz olmuyor.

Toplum olarak en çok konuştuğumuz şeylerden birisi din olunca hâliyle ateizm de bu durumdan nasibini alıyor. Meselenin tam bu noktasında kültürel bir açmazımız olan “vusûlsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir” anlayışı kendini gösteriyor. Ateizm konusunda en önemli tepkimiz ya aşağılama oluyor ya da mantık kriterlerinin yanından geçmeyen ama büyük ilmi karşılık verilmiş izlenimine sahip saçmalıklar.

Bir teist için bilinçli bir ateistle tartışmanın ortalama bir teistle tartışmaktan çok daha faydalı olacağını düşünüyorum. Ne demek istediğimi sosyal medyanın sanal âlemi tekeline almadan önceki forum dönemini tanık olanlar daha iyi anlayacaktır. Günlük hayatta görecekleri tepki yüzünden kendilerini çok belli etmeyen ateistler internet sayesinde çok rahat bir konuşma alanı bulmuşlardı. Aralarında teist bağnazları aratmayanları da vardı elbette fakat çoğunluğunu belirli bir birikim sahibi olanlar oluşturuyordu. Forum dönemi kısa sürmüş olsa da herhangi bir konuyu (sanal ortamda) derinlemesine konuşmanın (sorgulamanın/tartışmanın) bugünkünden çok daha mümkün olduğu bir dönemdi. Bu yazıya konu olan Tanrısız Din bana o dönemi hatırlattı. Olvido Kitap tarafından neşredilen yüz yirmi sayfalık kitap Ronald Dworkin (1931-2013) imzasını taşıyor. İsmet Birkan’ın oldukça başarılı çevirisi yazıya sohbet havası vermiş. Ateizm ile ilgili ağır bir metni okumaktan ziyade yazarın konuşmasını dinliyormuş izlenimine kapılıyorsunuz. Karşınızda teorik kavram ve/veya kısır tartışmaya boğan bir metin olmayınca keyifle okumak düşüyor.

Genel olarak, ateizmin dini özellikler gösterdiği ve bir düşüncenin dini özelliklere sahip olması için illa tanrı düşüncesine ihtiyaç olmadığı iddia edilen çalışma dört bölümden oluşuyor. Ronald Dworkin dinin ne anlama geldiğini ele aldığı ilk bölümde din-tanrı ilişkisine değiniyor. Dworkin’e göre din, üstün yaratıcı bir varlığa ihtiyaç duymayan bir yapıdadır. Dolayısıyla din, tanrı kavramından aşkın bir konuma ya da anlama sahiptir. Bu düşüncenin temsilcisi olarak tanımlanabilecek -yazar dinsel ateizm diyor- ateizmin dünyaya dair değer atfetmesi bunun kanıtıdır. Daha da önemlisi bu durum teistler ile ateistlerin ortak noktasıdır. Tek fark ateist düşüncede “öte dünya” anlayışının olmayışıdır. Dünya ve insanlık için değer atfeden ateizm tarih boyunca ahlaksızlık ile ilişkilendirilmiş ve din/tanrı düşmanı kabul edilerek düzen bozucu gibi gösterilmiştir. Tanrı fikrine sahip iktidar destekli dindarların ateistlere karşı yaptırımı da bu minvalde acımasızca olmuştur. Oysa din kavramı teizme indirgenmek zorunda olmamalıdır. Dünya ve insanlık için değer atfeden ateist düşüncenin bağlıları da tıpkı teistlerin inançlarına bağlılığı gibi dindar bir görünüm arz ederler. Ateizme dindarca bağlıdırlar. Dworkin teist ve ateist düşüncenin dünyaya dair değer üretiminin kaynağının ne olduğunu ve değerlerin nasıl üretildiğine dair çıkarımlarını tanrısız din anlayışına sahip düşünürlerin görüşleriyle birlikte analiz ediyor. Farklı tanrı görüşlerinin yanı sıra tanrısız görüşlerin de olabileceğini belirtiyor. Bu bağlamda ahlak, hakikat, doğrulanabilirlik, duygu, bilim ve matematik gibi olguların öneminin altını çizen yazar konuya bilimsel bir biçim vermeye çalışıyor.

Ronald Dworkin ikinci bölümde teist ile ateist insanın düşünce yapısının analizini yapıyor. Yaptığı analizi doğa ve doğanın güzelliği üzerinden ortaya koyan yazara göre teist, varlığı üstün bir yaratıcı tarafından programlanmış, planlı bir oluşum şeklinde değerlendirirken ateist kaos ve rastgelelik formülüyle açıklamaya çalışmaktadır. Teizmdeki kaderciliğe benzeyen bu anlayış tipik bir determinizmdir ve her şey olması gerektiği gibi meydana gelmiştir. Gelecekte de bu hâlde devam edecek bu sürecin başka türlüsü olamayacağından varlığa aşırı anlam yüklenmemelidir. Doğal ve basit olan güzeldir. Ronald Dworkin bu bölümde hayatı ve varlığı fizik kuramlarıyla açıklamaya çalışan bilim insanlarının görüşlerine yer veriyor. Her şeyi teoriyle açıklamaya çalışan fizikçiler (bir anlamda bilim) bir yerden sonra ‘tahmin’ yürütmeye başlamaktadır. Örneği “Big Bang” üzerinden veren yazar varlık için düşünce dünyasının bir kanıt teşkil edemeyeceğini söylüyor. Zira Big Bang’in büyük bir kısmını tahminler yani kanıtı olmayan düşünceler oluşturuyor. Dworkin, fizikçilerin her şeyi teoriyle açıklamaya çalışmalarının sorunlu olduğunu, bazı durumların metafizik alana girdiğini ve ateist düşüncenin bu bilinmezi dini bir anlatım şekliyle ve fakat tanrıya yer vermeden açıklayabileceğini iddia ediyor. Yazar varlığın/doğanın üzerinden güzellik ve simetri etkisini göstermeye çalışıyor. Bu bağlamda güzellik ile hakikat ve simetri ilişkisinin üzerinde durarak simetrinin fiziki anlamda ele alınabileceğini belirtiyor. Ona göre simetri fiziki varlığın karşılığı olan mekânda vardır fakat metafizik bir zemin olan zamanda simetri bulunmamaktadır. Bu durumda fiziki anlatım yetersiz kalmaktadır.

Yazar, üçüncü bölümde din özgürlüğünün anayasal çerçevesini ele alıyor. Bu çerçeveye göre din özgürlüğünün olduğu söylenen bir organizasyonda (devlette) ateistler de teistlerin faydalandığı tüm kazanımlardan/ayrıcalıklardan faydalanmalıdır ve hangi din/inanç olursa olsun pozitif ayrımcılığa tabi tutulmamalıdır. Dünyadaki mevcut uygulamanın din özgürlüğünü ihlal ettiğini belirten yazara göre her devlet kendine uygun bir resmi dinsel anlayış üreterek toplumun bir kesimini üstün tutmaktadır. Ateistler ise bu sıralamada en sonlarda yer alarak büyük bir haksızlığa uğramaktadır. Oysa ateistlerin durumu ya da talepleri herhangi bir dine mensup olanlar gibi yani dindarlık adı altında değerlendirilmelidir. Dolayısıyla devletin laiklik statüsü ateizmi de bir din şeklinde algılayarak ateistlere buna uygun şekilde yaklaşmalıdır. Bunun için öncelikle dinsel özelliğinden soyutlanması gereken kamusal hayata kültürel bir form kazandırılmalıdır. Bu süreçte devlet herhangi bir dini gruba pozitif ayrıcalık tanımamak için dini simge denilebilecek her türlü obje ve aksesuar (giysi de dâhil) kısıtlama hakkına sahip olmalıdır. Yalnız bu uygulamada son derece dikkatli davranılmalı, laiklik baskı aracına dönüştürülmemelidir.

Ronald Dworkin son bölümde ateizm için bir anlam ifade etmeyen ölüm sonrası hayatı ele alıyor. Ölüm sonrası için yapılan yorumlar ya da beklentiler mantık dışıdır. Çünkü dinlerin ölüm sonrası için ortaya koyduğu hususlar (kanıta dayanmayan) fantastik bir kurgudan farklı değildir. Her şeyi bilen ve belirleyen bir tanrının varlığı ve insanların korkudan dolayı itaat etme zorunluluğu çok da anlamlı değildir. Kaldı ki, dünyada insani değerlere sahip olarak yaşamak için illa bir tanrıya ve yönlendirmelerine gerek yoktur. Ateizm insanları ölümü hatırlatmak yerine hayata değer atfederek ölümsüzlüğe çağırmaktadır.

Ronald Dworkin “tanrısız din” kavramını ele alırken bu kavrama bir yandan teolojik bir zırh giydiriyor bir yandan da felsefe, hukuk ve bilim açısından düşüncesini gerekçelendirmeye çalışıyor. Her ne kadar değerlendirme modern Batı düşüncesi etrafında şekillense de buradaki sorunun modern insanın sorunu olmanın ötesinde tarihsel bir mesele olduğu görülüyor. Dworkin’in metninde teist biri için itiraz edilecek, şerh düşülecek ve anlamsız gelecek açılımlar oldukça fazla fakat tartışma üslubu ve yöntemi açısından öğrenecek çok şey bulunuyor. Öyle ki yazarın bir teistten çok daha özgüvenli ve saygılı yaklaşımının takdir edilmesi gerekir diye düşünüyorum. Tanrısız Din, din felsefesi meraklıları için farklı pencereler açacak bir kitap.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

12 Temmuz 2019 Cuma

Hepimiz birer Kutu Adam’ız

“Hakikaten Kutu Adam denen insan kozasından, nasıl bir yaratığın çıkacağı hususunda benim bile en ufak fikrim yok.”
- Kobo Abe, Kutu Adam

Bu blogda Kobo Abe’nin (1924-1993) eserleriyle ilgili birkaç değerlendirmem bulunuyor. O değerlendirmelerimde Kobo Abe’nin Franz Kafka (1883-1924) ile ‘özdeşleştirilmesinin’ sadece Abe’ye değil Kafka’ya da haksızlık olarak gördüğümü belirtmiştim. Gizemli, sıradışı ve kasvetli üsluptan dolayı böyle bir indirgemeye gidilmesinin edebiyata dair anlam ve yorum dünyasını zenginleştirmek yerine daralttığını düşünüyorum. Kategorize etmek, benzerliklere vurgu yaparak farklılıkları gözardı etmenin yöntemidir. Oysa zenginliğin ölçütü farklılıklardır. Sınıflandırmak ya da etiketlemek bilimsel olguları açıklamada işe yarayabilir lakin edebiyat gibi soyut uzamı uçsuz olan bir alanda kısıtlayıcıdır. Zaman, mekân, dil, din, kültür, yaşam şartları ve en önemlisi düşünce evreni olarak Kafka ve Abe’nin benzerlikten çok farklılık barındırdığı kanaatindeyim. ‘Kafkaesk’ deyip çıkmak kolaycılık oluyor.

Kobo Abe okuyucuyu zorlayan bir üsluba sahip. Yazdığı metinler anlaşılması zor ve hem gerçeküstü hem de gerçekdışı tuhaflıklar içeriyor. Onun eserlerinin ilgimi çekmesinde kurgudaki giriftliğin ve felsefi sorgulamalarının önemi büyük. Bunun neticesi olarak Türkçe’ye kazandırılan eserlerini kaçırmamaya özen gösteriyorum. Geçen yıllarda arka arkaya üç kitabını neşreden Monokl Yayınları’ndan beklediğim hareketi Sel Yayıncılık yaparak Kobo Abe’nin Kutu Adam’ını (yeniden) yayınladı. Devrim Çetin Güven’in çevirisini yaptığı kitap iki yüz dört sayfadan oluşuyor. Abe’nin diğer eserleri gibi sıradışı bir hikâyesi olan Kutu Adam aşırı kapalı anlatıma sahip. Bu özelliği metni olabildiğince gizemli hâle getiriyor. Bunun yanında metindeki diyalogların çevirisinde konuşma diline yer verilmiş. Okurken biraz sırıtsa da orijinalindeki özelliğinden dolayı böyle bir tercih yapılmış diye düşündürüyor. Kurguya ara ara ‘o’ anlatıcı yöntemi serpiştirilmiş fakat genel olarak ‘ben’ anlatıcı tekniği uygulanmış. Yalın bir dil kullanıldığını söyleyemeyiz. Kapalı anlatıma ek olarak oldukça detaylı ve imgelem dünyasına uzanan betimlemeler okuru zorlayacak nitelikte. Kutu Adam, yazarın Türkçe’ye çevrilmiş diğer eserlerindekinden çok daha dağınık bir yapıya sahip. Kopuk kopuk oluşturulan kurgudaki bağlamları yakalamak oldukça zor. Bu özellik Abe’nin üslubuna aşina olmayanların yadırgayacağı bir durum. Diğer yandan eser, Kobo Abe okurlarının alışık olduğu karamsarlığı fazlasıyla içeriyor.

Kutu Adam’ın hikâyesi Tokyo’da geçiyor. Metindeki değinilerden dönem olarak yirminci yüzyılın ortaları olduğunu anlıyoruz. Sık sık Kobo Abe’nin -her zamanki gibi- modernizm anlayışına yaptığı eleştirel bakışına tanık oluyoruz. Kutu Adam bir anti-kahraman olarak karşımıza çıkıyor. Toplumdan soyutlanmış bir bireyin hakikat ile hayali olanın düş(ünce) dünyasındaki yansımalarını görüyoruz. Buradaki soyutlamanın bireyden mi toplumdan mı kaynaklandığı tam olarak kestirilemiyor. Şizofrenik ve sosyopat davranışları Kutu Adam’ın kişilik bozukluğu yaşayan biri olduğunu düşündürüyor. Bu durum metnin anlaşılmasını daha da zor hâle getiriyor ve hikâye tam anlamıyla çözümlenemiyor. Sistem tarafından ehlilleştirilemeyen Kutu Adam marjinalize olduğu ve/veya edildiği görülüyor. Sahte kutu adamla mücadele ederek varolmaya çalışıyor ve bu varolma mücadelesi sırasında Kutu Adam’ın içsel gerilimlerine tanık oluyoruz. Kitapta hayata dair detayların insan psikolojisi üzerine etkisinin hikayeleştirildiğini söyleyebiliriz. Bir başınalık hissinin yol açtığı psikolojik bunalım bireyin yalnızlığının daha da içine gömülmesine yol açıyor. Bu durum modern insanın en büyük açmazlarından biri olarak karşımıza çıkıyor.

Kutu Adam sosyal hayattan tecrit yaşamaktadır. Üzerine geçirdiği bir kutuyla hayatına devam etmektedir. Tek başınadır ve çaresi yalnızlığının, düş(ünce) dünyasının daha da içine gömülmektir. Onun yaşam alanı artık o kutunun içidir ve dışarıyla ilişkisi görmek için açtığı iki delikten ibarettir. Kutu Adam olarak yaşamak zamanla öğrenilmektedir. İçinde yaşacak kutunun nasıl hazırlanacağı, hangi durumda nasıl davranılacağı, kalınacak yer, yiyecek temini, kutunun içinin dizaynı, birlikte taşınması gerekli malzemelerin neler olduğu gibi meseleler yaşayarak çözülmektedir. Dışarısıyla irtibatını kesen Kutu Adam için zaman hissi felç olmuştur ve Kutu Adam olmadan önceki yaşanmışlıklar unutulmuştur.

Kutu Adam için tam anlamıyla bir eleştiri metni diyebiliriz. Modern insan gerekli olup olmadığını hesaba katmadığı şeylerin müptelası olmuştur. Birbirine benzeşerek farklı oldukları zehabına kapılmışlardır. Psikolojik boyutlarıyla birlikte değerlendirildiğinde modern insanın eğilimlerini sorgulayan yönü açıkça göze çarpıyor. Toplumsal yapıya da yansıyan bahsi geçen eğilimler yer yer psikolojik sorunların ortaya çıkışı şeklinde açıklanabilir. İnsan eğilimlerinin esiridir. Örneğin dikizlemek bu eğilimlerden biridir. Görülmeden görmek/izlemek üzerine kurulu olan dikizleme isteği insanı cezbetmektedir. Bu eğilimin tersinden yansıması ise teşhirciliktir. Dikizleme isteği dikizlenme isteği şeklinde ortaya çıkabilmektedir. Kutu Adam dışarıyı görmek için kutuya açtığı delikleri dikizlemek için kullanmaktadır. Hayatı, insanları o görüntü üzerinden yeniden anlamlandırmaktadır. Kobo Abe anti-kahramanı aracılığıyla güzellik, çirkinlik, çıplaklık gibi konuları kendi içinde felsefi bir analize tabii tutuyor. Kutu Adam’ın değerlendirmeleri günümüz insanının ‘dikizleme’ ve ‘teşhircilik’ anlayışıyla karşılaştırıldığında anlamlı sonuçların ortaya çıkacağı muhakkak.

Kutu Adam’da gerçek ile gerçekdışı, hayal ile hakikat birbirine girmiş durumda. Hayatın hangisi olduğu veya hayatın bir sanrı olup olmadığı müphemliğini koruyor. Kutu Adam’a göre hayat zihindekinin dayatmasıdır. Bizler de bugün hakikatten bağımsız olarak kendi gerçekliklerimizin içine gömülerek ve bu gerçekliklere gerekçeler uydurarak yaşıyoruz. Kutu Adam, sergilemiş olduğumuz bu keyfiliği kendi keyfiyetince muhatabına gösteriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

30 Temmuz 2021 Cuma

Algı her şeydir! - IV

Hakikat çok yönlüdür lakin çoğul değildir. En yalın ifadeyle, o meşhur anektodda olduğu gibidir: Filin farklı yerlerine dokunan görme engellilerin fili tarif etmesi istenir. Dokundukları her bir uzuv onlar için fildir. Tarifler tek başına yanlış gibi gözükse de, bu hâlleriyle eksiktir ve fakat büyük resimde hepsi de doğrudur denilebilir. Burada sorun çıkaran nokta, tariflerden herhangi veya her birinin tek doğrunun, yani hakikatin kendi tarifi olduğu iddiası olacaktır. İster dini, ister seküler olsun insanın meselesi de bu duruma benziyor. Tarih boyunca hakikat olgusunun insanı içine alan ama insanüstü (aşkın) bir duruma/güce işaret ettiğini söyleyebiliriz. Modern dönemde de etkisini sürdüren bu anlayışa göre hakikate sahip olmak güce sahip olmakla eşdeğerdir. İnsanın, hakikatin sahibiymiş gibi davranmasının sebebi de muhtemelen bu.

Bu kabul postmoderniteyle birlikte etkisini kaybetmeye başlamışsa da anlamsal açıdan konumunu sürdürdüğü bir gerçek. Öyle ki, hakikat denildiğinde, postmodernitenin çoklu gerçekliğe yol açan tüm rölativizmine rağmen insanların zihninde ‘gerçek olanın kendisine’, ‘tüm gerçekliklerin üzerinde bir gerçeğe’ işaret eden anlam kaybolmamıştır. Oysa bugünün dünyasında hakikat olgusunun geleneksel konumu ve işlevini yitirmesi nedeniyle etki alanının ortadan kalktığı görülüyor. Post-truth çağ olarak tanımlanan bu dönemde hakikatin önemsizleştiği, değersizleştiği, anlamsızlaştığı yeni bir yaşam biçiminin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu evrede her şey doğru, her şey gerçek, her şey hakikat. Her şeyin doğru, gerçek veya hakikat olduğu bir ortamda nihai anlamda gerçek, doğru ya da hakikatin hükmü kalmıyor.

Bir süredir Batı’da kapsamlı bir tartışma konusu olan post-truth olgusu Türkiye’de kısmi bir etkileşime sahip. Konu, hem bireysel hem de akademik açıdan ilgi duyanların dışında tüm sosyal bilim konularında olduğu gibi yüzeysel bir geçiştirmeye tabi tutuluyor. Yapılan değerlendirmeler, iyi bir çevirmene denk geldiyse nitelikli çeviri dışında Batı düşüncesi ekseninde yapılan birkaç teknik analizden öteye gidemiyor. Maalesef yine tiren kaçıyor ve biz oralı değiliz.

Tüm teorik ya da kavramsal çalışmalarda olduğu gibi post-truth konusunda da Batılı düşünce evrenini hâkim ama o evrenden azade, özgün bir bakış açısına ihtiyaç var. Devamının gelmesi şartıyla, Mahya Yayıncılık’tan çıkan Post-Truth Durum’u bu kaygının küçük bir adımı olarak nitelendirebiliriz. Mehmet Sebih Oruç, Post-Truth Durum’da değer ve anlam kaybına uğrayan hakikat olgusunu tarihsel açıdan ve multidisipliner bir bakış açısıyla ele alıyor. Felsefeden siyasete, sosyolojiden teknolojiye, bilimden kültüre kadar geniş bir alanı iletişim süreçleri bağlamında irdeleyen çalışmaya temel teşkil eden metin master tezi olduğu için akademik bir üsluba sahip. Sosyal Medya Çağında Bilgi ve Doğruluk alt başlığını taşıyan kitap yüz altmış altı sayfadan oluşuyor. Postmodernizm olgusunu felsefi tartışma alanına taşıyan Jean-François Lyotard’ın (1924-1998) Postmodern Durum’undan mülhem kitaba verilen isim aynı zamanda konunun önemine de atıf yapıyor. Post-truth olgusu planlı bir sürecin değil, modernite ve postmodernitenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan kaçınılmaz bir durum.

Mehmet Sebih Oruç, Post-Truth Durum’u üç ana bölümde ele almış. Birinci bölümde moderniteden başlayarak post-truth duruma yol açan sürecin felsefi arka planı üzerinde duruyor. Bu anlamda, Kartezyen düşünceden başlayarak Aydınlanma ile en üst seviyeye çıkan akılcı/bilimci paradigma irdelenerek postmodeniteye nasıl geçildiği izah edilmeye çalışılmış. Akıl ve bilim takıntısının aşırı yorumu olan pozitivist anlayış yerine rölativist anlayışın ikamesi felsefi açıdan özetlenmiş diyebiliriz. Yazarın özet değerlendirmesinde Batı düşüncesindeki varlık/varoluş felsefesinin modern biçiminden postmodern biçimsizliğe evrilişinin izleğini sürmek mümkün. Sonuç itibariyle, modernden postmoderne geçen tarihsel sürecin post-truth anlayışı ortaya çıkaran faktörleri doğurduğu vurgulanıyor. Dahası, Oruç’a göre post-truth olgusu anlaşılmak isteniyorsa modernite ve postmodernite süreçlerinin anlaşılması şart.

İkinci bölümde konu biraz daha spesifik hâle getirilerek post-truth olgusu iletişim süreçleri ve medya bağlamında ele alınıyor. Diğer yandan buradaki kapsam daralması konunun anlamsal uzamını daraltmıyor. Zira konu medyanın etkileşim içinde olduğu siyasi, ekonomik, sosyolojik ve kültürel açılımlarla birlikte ilerliyor. Bu bölümde özellikle teknolojinin determinist etkisine ve bu görüşü eleştiren teorik çalışmalara değinilerek kültürel değişim bu zaviyeden değerlendiriliyor. Ayrıca bir önceki bölümde felsefi zemininin nasıl oluştuğu anlatılan post-truth durumun kalıcılığını sağlayan ve etkisini arttıran teknik/teknolojik altyapı tartışılarak ortaya çıkan tekno-kapitalist kültürün çerçevesi çizilmeye çalışılıyor.

Oruç, tekno-kapitalizm bağlamında post-truth olgusunun neoliberal politikalarla derin bir ilişkisinin bulunduğunu belirtiyor. Ona göre genelde medya ama özellikle yeni medya uygulamaları neoliberal politikaların hem kitlelere yayılmasını hem de kitleler nezdinde meşruiyet kazanmasını sağlıyor. Sürece en önemli katkıyı zaman ve mekân olgusunu ortadan kaldıran internet ve iletişim teknolojilerinin sağladığını söyleyebiliriz. Sosyal medya sayesinde görünür olmanın cazibesine kapılan bireyin, bu konumu kaybetmemek için herhangi bir kıstas gözetmeden her yola başvurması post-truth kültürün doğal bir yansıması olarak değerlendiriliyor. İnsanların gönüllü olarak bu kültüre eklemlenmesi sonucunda kontrol ve yönetim mekanizmasının işleyişi kolaylaşıyor. Diğer yandan her anını internete yazı ve görsel olarak yükleyen birey sayesinde mahremiyet olgusu tamamen yok oluyor. Toplumu veri hâline getiren sistem her şeyi kâr malzemesine dönüştürüyor ve elbette bu süreci en iyi yöneten ve asıl kazananı ekonomik ve siyasi yapılar oluyor.

Üçüncü bölümde ABD başkanı Donald Trump örneğinden hareket edilerek post-truth durumun pratikteki yönüne dikkat çekiliyor. Böylece ilk iki bölümde analiz edilen teorik tartışmaya hayatın içinden somut bir karşılık verilmeye çalışıldığı görülüyor. Bu bölüm aynı zamanda günümüz insanının hakikat ile kurduğu sorunlu ilişkiyi de gözler önüne seriyor. Gerçek olmadığı bilinse bile yalana duyulan ilginin tutarlı bir izahı bulunmuyor. Modernite ve Aydınlanma sonrası metafiziksel anlayıştan materyalist anlayışa dönüşen dünya görüşünün postmodernite ile eskiyi redde dayalı radikal yorumunun yanında rekabete dayalı kapitalist sistem ve onu destekleyen neoliberal felsefenin oluşturduğu değer aşındırıcı kültürel ortam en mantıklı açıklama gibi gözüküyor. Diğer yandan post-truth durumu anlamak için bu kültürel anlayışın amiral gemisi diyebileceğimiz ABD’nin iyi analiz edilmesi gerekiyor. Zira dünyayı ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan mobilize eden Amerikan devleti ve toplumunun siyasi ve sosyolojik analizi diğer toplumlara kolaylıkla teşmil edilebilir. Sağduyulu bir değerlendirmeyle içinde yaşadığımız toplumun da benzerliklerini görmek mümkün.

Post-Truth Durum, postmodernitenin geldiği son evreyi anlaşılır kılmayı deneyen bir çalışma. Diğer yandan postmodernitenin anlaşılması aynı zamanda modernitenin anlaşılmasına bağlı. İster modernitenin devamı olarak görülsün, isterse başka bir paradigma olarak değerlendirilsin, bütün bir tarihsel süreci anlamanın yolu meselenin arka planını görebilmekten geçiyor. Post-truth’u doğuran Batı medeniyetinin felsefe açıdan geçirdiği aşamaları, yani meselenin arka planını görmeyi kolaylaştırıyor. Kitapta, hayatın vazgeçilmez bir parçası olan iletişim olgusunun amacı dışında kullanıldığı ve siyasi ve ekonomik güç odakları tarafından araçsallaştırıldığı vurgulanıyor.

Oruç, çözüm bahsinde, farkındalığın ötesinde post-truth durumu ortaya çıkaran felsefi, siyasi, sosyolojik ve kültürel süreçleri ıslah edecek İslami bir bakış açısına ihtiyaç duyulduğunun altını çiziyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

11 Ekim 2019 Cuma

Tedâvülden kalkmayan kitaplar

Burada hayatım boyunca okuduğum, karıştırdığım, bir şekilde elime alıp oyalandığım kitaplardan söz etmiyorum. Herkes gibi ben de bir dünyanın içinden geliyorum. Herkes gibi beni de inşâ eden, yapılandıran, hatta çoğumuza ters gelse de kurgulayan bir arka plan var... / ... Burada hayatımızın hangi kesitinde, ne tür kitaplarla karşılaştığımızı anlatmaya çalışıyorum.
- Necdet Subaşı, Tedavüldeki Kitaplar

Kitapla ilişkimiz her ne olursa olsun onunla karşılaşmamızın mutlaka bir hikâyesi vardır. Kitap ya da okuma kimimiz için hiçbir anlam ifade etmezken kimimiz çocukluğumuzdan itibaren bunu uğraş hâline getirerek yaşamımızın önemli bir parçası yaparız. Bir kısmımız diğer işlerimiz arasında elden geldiğince okumayı devam ettirmeye çalışırken çok azımız okumayı hayatının merkezine koyarak diğer işlerini ona göre şekillendirme şansını yakalar. Okumanın, özellikle kitap okumanın ‘zul’ addedildiği toplumumuzda her ne kadar yeterince okumadan yapılıyor olsa da, yazarlık ve akademisyenlik evvela birer okuma işidir.

Duran Boz’un editörlüğünü yaptığı Okuma Hikâyeleri’nde yazarlığı ile tanınan (İslami değerleri önceleyen) isimlerin kitapla karşılaşmaları anlatılır. Eserde yer alan yazarların kendi kaleminden okumaya nasıl başladıklarını, neler okuduklarını, imkân(sızlık)larını ve sonrasında okuma eğilimlerinin neye evrildiğini öğreniriz. Aşağı yukarı benzer süreçlerden geçmiş, hemen hemen aynı kitapları okumuşlardır. Çok azı kitabın bol olduğu, bu konuda çevresinden destek aldığı bir ortamın içine doğmuştur. Çoğunluk ise kitaba lüks demenin bile tasavvurların ötesindeki bir yaşamın içinden gelmektedir. Yazılar kısa kısadır lakin vermek istenilen mesaj oldukça nettir: ‘Okuma uğraşı bu insanların hayatlarının şekillenmesinde çok önemli bir role sahiptir.’ Onlar okumanın hayatı nasıl değiştirdiğinin canlı görüntüsü olarak karşımızda durur. Yaptıkları çalışmalar, ulaştıkları başarılar bunun kanıtıdır.

Benzer yazıların tek kişilik ve uzun versiyonları da bulunuyor. Necdet Subaşı’nın okuma serüvenini anlatan Tedâvüldeki Kitaplar onlardan biri. Tedâvüldeki Kitaplar için müellifin hangi dönemde ne tür kitapların hayatına girdiğini anlattığı bir anı/eleştiri kitabı diyebiliriz. 2015’te Tezkire Yayıncılık’tan “Kritik Öyküler” alt başlığıyla baskısı yapılan eser kısa süre önce Mahya Yayıncılık tarafından beş yeni yazı eklenerek tekrar yayınlandı. Toplamda yirmi üç yazının yer aldığı kitap yüz yetmiş beş sayfadan oluşuyor. Her birinin sonuna tarih düşülen yazıların yeni eklenenler hariç (on sekizinin) 2015 yılının yaz döneminde kaleme alındığı görülüyor. Necdet Subaşı o yıl ‘tatilini’ yazarak renklendirmiş sanırım. Edebiyata ilgisinin en baştan beri var olduğunu belirten müellifin Türkçeye hakimiyeti çalışmayı üst seviyede tutuyor. Akıcı dili, geniş kelime haznesi, kapsamlı anlatımı bunun göstergesi diyebiliriz. Elbette sosyolog gözlemini de unutmamak gerekiyor.

İmam hatipli ve ilahiyat çıkışlı olan Necdet Subaşı din sosyolojisi alanında uzmanlaşmış bir akademisyen. Dolayısıyla yazılarında sadece teolog kimliğinin değil sosyolog kimliğinin de yansımaları görülüyor. Çocukluk döneminden başlayarak üniversite günleri de dâhil öğrencilik yıllarında yoluna çıkan kitapları dönemin ruhuyla birlikte ele alıyor. İsminin Tedâvüldeki Kitaplar oluşunun sebebi bu olsa gerek. Zira muhatabını 1970’li ve 1980’li yıllara götüren yazıları okurken o yılların hâlet-i rûhiyesini din referanslı bir perspektiften görebiliyorsunuz. Yalnız, geçen zamana inat söz konusu kitapların birçoğunun kullanımına devam edildiğinin de altını çizmek gerekiyor.

Necdet Subaşı’nın okuma serüveni babasının sayılı kitaplarını dizdiği küçük bir dolaptan hatırı sayılır kişisel kitaplığa kadar uzanıyor. Çocukluk dönemindeki okuma algısı üzerinde duran Subaşı, babasının tesiriyle okuma adabını edindiğini söylüyor. Kitaba ulaşma imkânının kitaba olan ilgi gibi az olduğu dönemler olmasına karşın yazarın çevresinde nitelikli ve ciddi bir okuma çabası olduğu anlaşılıyor. Yazarın babasının da aralarında olduğu bir grup genel anlayışın dışına çıkmaya çalışmaktadır. Toplumun geneli kitaba ve Kur’an’a geleneksel din algısıya bakmaktadır ve onlara göre kitap Kur’an ve ilmihâlle özdeşleşmiş bir olgudur. Dolayısıyla okumak da Kur’an ve ilmihâl okumakla sınırlıdır. Necdet Subaşı babası sayesinde bu algının dışında kalmış nispeten daha geniş bir kitap listesine ulaşabilmiştir. Ama henüz yolun çok başında olduğunu daha sonra anlayacaktır.

Kitapta, genelde Anadolu insanının özelde dindar kesimin maruz kaldığı uygulamaların tümüne rastlamak mümkün. Konjonktürel olarak siyasi ve ekonomik politikaların ötesinde ötekileştirilen, aşağılanan, yadsınan bu kesim kendi imkânlarıyla var olmaya ve direnmeye çalışıyor. Subaşı gibi din eksenli eğitime yönelenler (ya da yöneltilenler) bu direncin açığa çıkışıdır belki de. Diğer yandan resmî tarih kurgusuna uygun olarak şekillendirilen pedagojik uygulamaların söz konusu direnci güçlendirdiğini söylemek de mümkün. Yalnız bu direnç kısıtlıdır çünkü toplumun çoğunluğu söz konusu pedagojik tornadan geçtiğinde sistemin istediği karaktere dönüşmektedir. Yeri gelmişken, resmî tarih kurgusunun karşısında kutsal tarih kurgusunun olduğunu belirtmek gerekiyor sanırım. Hamaset ve retorikten ibaret kutsal tarih anlayışıyla hareket eden bu kesimin temsilcileri bugün iktidarın nimetlerinden faydalanarak kapitalist sistemden nemalanma yarışını sürdürüyor. Yazar hem resmî tarih kurgusuna hem de karşıt tez olarak kutsal tarih kurgusuna yer verilen kitapların toplumsal etkilerine değiniyor. Buradaki birbirine karşıt anlayışların ürettiği ideolojik holiganizm her iki yöntemin sığlıkta yarıştığını gösteriyor.

Necdet Subaşı, 1970’lerden 1980’lere gelinceye kadar geçen süreç içinde hem aldığı eğitim hem de yaptığı okumalar sonrasında içinde büyüdüğü ve yaşadığı İslami anlayışın bazı sorunları olduğunu gözlemliyor. Müdahale etmenin pek mümkün olmadığı bu sorunlu anlayışa karşı yapılan radikal çıkışlar problemi daha da büyütmektedir. Yeterli bilgi ve gerekli sağduyuya sahip olmadan dini metinlerin içine dalanlar ifrat ve tefrit batağına saplanarak en yakınlarına bile sert tepki vermekten çekinmemektedir. Çözüm sunmaktan bahsedenler başka sorunları ortaya çıkarmıştır. Radikal çıkışların özellikle Seyyid Kutub gibi eyleme dönük yazarları ‘eksik anlamadan kaynaklı hatalı yorumlamaya’ bağlayan Necdet Subaşı, bu tür kitapların belirli bir metodolojiye göre okunması gerektiğini belirtiyor. Yöntemsizlik savrulmalara neden olmuştur. Toplum bu süreçte sağ-sol, gelenekçi-modern gibi ayrıştırıcı çatışmaların içine girmiştir. Taklitçi seküler aydınlanma hareketinin sonuçlarıyla karşı karşıyadır. İlmi olarak eksik ve hatalı uygulamaları din olarak yaşayan eskilerin yaşadığı huzur ve dine bağlılığı bilgiyle donanmış ve hataları fark edebilen yeni neslin bulamayışı ilginç bir detay olarak değiniliyor. Necdet Subaşı’nın konuyu ele alışı, dinin geleneksel yorumuyla yaşanan döneme hitap eden modern-teolojik yorumunu dengelemeye çalıştığı izlenimi verdi bana.

Kitapta dönemin İslami söyleminde kendine yer bulan yerli ve yabancı isimlere oldukça geniş bir yer ayrılıyor. Bu topraklarda öne çıkan isimlerin ‘İslami açıdan özgül ağırlığı’ okuyucunun zihinsel endazesine bırakarak örneklendirirsek; Necip Fazıl Kısakürek, Necmettin Erbakan, Kadir Mısıroğlu, Ahmed Davudoğlu, İsmet Özel, Hayrettin Karaman ve Mehmet Şevket Eygi’yi sayabiliriz. Bizzat arafta olduğunu söyleyen Cemil Meriç de listede yerini alıyor. Mehmed Said Hatiboğlu, Süleyman Uludağ, Süleyman Ateş gibi isimler meselenin akademik tarafında konumlanıyor. Dini söylemin akademik alanına, Necdet Subaşı’nın dikkat çektiği gibi, itirazlar edilse de Şerif Mardin dâhil edilebilir. Bunların dışında imam hatip ve İslam enstitülerinde ders veren isimler de bulunuyor fakat Subaşı’nın anlattıklarından onların etkinliğinin ders verdikleriyle sınırlı kaldığı anlaşılıyor. Birçoğunun ismi sıralanıyor fakat cümle bittiğinde unutulmuş oluyor. Diğer tarafta İslam coğrafyasında ses getirmiş isimler var. Bazılarının ‘Çeviri Müslümanlığı’ diyerek itibarsızlaştırmaya çalıştığı alanın temsilcileri arasında Seyyid Kutub, Mevdudi, Malik Bin Nebi, Muhammed İkbal, Ali Şeriati ilk akla gelenler oluyor. Elbette daha teknik konularda söz söyleyen isimler de var fakat tabana inemediğinden olsa gerek gündemi diğerleri kadar meşgul edemediği anlaşılıyor. Sanırım en ilginç örnek, İslam enstitülerinde ders veren Pakistan asıllı Muhammed Hamidullah ve Üsküp göçmeni Tayyip Okiç. Yalnız dini alandaki yerli otoriteler tarafından Hamidullah’a gösterilen tepki nedense Okiç’ten esirgeniyor! Ve tasnifde kendine bir yer bulamayan Ercümend Özkan… Sanırım Ercümend Özkan hep ‘güzide’ bir yere sahip olacak.

Teolojik çalışmaların yanında edebi eserlere de değinen müellif Hekimoğlu İsmail, Şule Yüksel Şenler, Yavuz Bahadıroğlu, Ahmet Günbay Yıldız gibi ‘hidayet romancılığı’nın önde gelen yazarlarını anmadan geçmiyor. Siyasi hesaplaşmalar nedeniyle neredeyse ilmi eserler kadar sorunlu bir yayın süreci yaşayan edebi eserlerin İslami kesimin düşün dünyasında oldukça etkin olduğu anlaşılıyor.

Okur, Tedâvüldeki Kitaplar’da kendi okuma sürecine dair okunan kitaplardan ziyade hissiyat açısından benzerlikler bulacaktır diye düşünüyorum. Her ne kadar ayrıştığım noktalar olsa da benim için öyle oldu. Tedâvüldeki Kitaplar’a kısmen de olsa bir eleştiri hatta özeleştiri metni diyebiliriz. Kitapların gerçekliği perdeleyen birer engelleyici mi yoksa yol gösteren birer kılavuz mu sorularına cevap arama çabası olarak değerlendirmek de mümkün. Hangi dönemde ne tür kitapların okunduğunu göstermesi açısından önemli fakat daha önemlisi çıktıları bakımından analiz yapmaya olanak sağlaması. Necdet Subaşı’nın değindiği kitaplara bir bütün olarak baktığımızda, dönemsel olarak Müslümanların zihin haritasını oluşturan, şekillendiren ve en azından etkileyen tüm ‘değişkenleri’ görmek mümkün. Dolayısıyla 1970 ve 1980’lerde İslami kesimin fikir dünyasını ören kitapların neye yol açtığını, Müslümanların dini algılama ve yaşama biçimlerininin değişim aşamalarını ve günümüze yansımalarını gözlemlenebilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

30 Ekim 2019 Çarşamba

Olmaz öyle şey diyeceğiniz sırada olabilen şeyler

İyi bir sinema izleyicisi değilimdir. Hangi filmi kim yönetir, hangi filmde kim oynar pek bilmem. Buna karşın ara sıra bir yerde okuduğum veya birinden duyduğumda ilgimi çeken filmler de olmuyor değil. Sanırım bu konudaki tek ölçütüm hâkim sinema endüstrisinin dışında olması.

Müntesibi olduğu toplumu, kültürü, geleneği, coğrafyayı, dini temsil eden ‘dil’ ilgimi çekiyor. Nedeni üzerine düşünmedim ama zihnimde Doğu Avrupa ve İran sineması kendiliğinden ayrışarak sinema endüstrisinin (karşısında olmasa bile) dışında yer alıyor. Türkiye’nin bu konuda pek başarılı olmadığı, özgün örnekler çıksa da ekserisinin kendi sınırlarını aşamadığı ve dolayısıyla evrensele ulaşamadığı kanaatindeyim. İyi yetişmiş nadir sanat tarihçilerimizden Sezer Tansuğ’un (1930-1998) 1969 yapımı olan heyecan verici çalışması "Amentü Gemisi Nasıl Yürüdü" adlı animasyon filmi tam bu konuma yerleştirdiğim bir ‘numune’. Geleneği anlamlandırma noktasında başarılı bir örnek. Daha da ileri giderek eserini malum sınırların dışına taşırabilenlere rastlamak mümkün. Derviş Zaim’in Cenneti Beklerken’i bu sınırları aşarak evrensel bir sentez oluşturduğu kanaatindeyim. Zaim’in, Cenneti Beklerken’de, ‘minyatür’ üzerinden ele aldığı Doğu’nun geleneksel görsellik algısını, Batı’nın görüntü anlayışını oluşturan ‘modern resim’ olgusuyla meczederek simgesel bir şölen oluşturduğunu düşünüyorum. Keza, Nokta adlı filmi aynı kompozisyonunun devamı niteliğindedir ve bu kez mesajını hat sanatı üzerinden vermektedir. Diğer yandan onun tüm filmlerinin aynı kaygıyla bu topraklara ait özgün bir dil kurma çabasının göstergesi olduğunu söylemek gerekiyor sanırım.

‘Numune’ çoğaltılabilir elbette lakin konunun özü olarak söylemek istediğim; bu coğrafyaya dair ‘özgün’ sözü olan her çalışmayı önemsiyorum ve önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Mevzuyu biraz uzak olduğum sinema dünyasından alarak daha aşina olduğum alana, kitaplara getirmek istiyorum. Belki yukarıdaki örneklerin karşısında biraz iddialı olacak ama Tuhafiyedeki Hafiye benim için bu kategoride yer alıyor. Bize aitliği konusunda mütereddit olan bir dilin beslediği muhayyileden temerküz eden kurgu olabildiğince özgün bir hikâyeyle buluşturulmaya çalışılmış. Buradaki (dilsel) tereddütün yazara değil bir türlü kurumsallaşamamış kimliğimize ait olduğunu da söylemek gerekiyor. Yazar romana zamanın ruhunu da katarak teknolojiye ağırlıklı bir yer vermiş. Timaş Yayınları’nın neşrettiği eser iki yüz otuz beş sayfadan müteşekkil. Tuhafiyedeki Hafiye bir Ahmet Turan Köksal romanı. Aslında kendisi bir mimar ama malum kentleşme ağrımızdan bildiğimiz mimar örneklerine pek uymayan bir ‘mimar’. Zira estetiğe, sanata ve edebiyata meftun biri olduğu görülüyor. Zaten kendi olmasa bile ismi buna zorunlu kılardı! Ayrıca o müteşebbis bir akademisyen. Buralar kesmemiş, Amerikalara kadar gitmiş.

Tuhafiyedeki Hafiye’de hasbelkader tuhafiyeci olan Aziz’in başından geçenler anlatılıyor. Yazar asıl hikayeye geçemeden önce okura Aziz’in karakterini çiziyor. Aziz ailenin tek çocuğudur ve yirmili yaşlarına gelmesine rağmen çocukluğundan kalma şımarıklığı devam etmektedir. Bunun yanında kendini hayattan soyutlamış ve teknolojinin ürettiği sanal ortamla sınırlandırmış silik biridir. Liseyi zar zor bitirmiş, başarısız sınav sonuçlarıyla Türkiye’deki üniversitelere giremediği için babasının çektiği banka kredisiyle Kıbrıs’a okumaya gitmiştir. Üniversiteyi bitiremeyeceği anlaşılınca babasının zoruyla evine dönerek iş aramaya başlamıştır. Girdiği işlere en fazla birkaç gün dayanabilmiş ve her defasında soluğu odasındaki bilgisayarının başında almıştır. Babası da çok sevmektedir lakin ona ölümüne düşkün olan annesidir. O ise ailesinin bu zaafını kullandığının farkında bile değildir. Dünyanın gerçekliğinden uzak, hazırı tüketen düşüncesiz biridir.

Birgün babası Aziz’e bir dükkân kiraladığını, orada çalışmak zorunda olduğunu ve kendisi ölürse annesine yük olmamasını ister. Ayrıca oturdukları evi de bir yardım kuruluşuna bağışlamıştır. Onların ölümü durumunda Aziz’in kalabileceği tek yer dükkândır. Aslında bu bir vasiyettir çünkü Aziz kısa süre içinde önce babasını sonra da annesini kaybeder. Şimdi tek destekçisi ve dayanağı bir akademisyen olan ve aynı zamanda büyük şirketlere danışmanlık yapan dayısıdır. Bir yıllık kirası peşin olarak ödenen başını sokabildiği tuhafiye dükkânı vardır ayrıca.

Aziz yaşadığı travma sonucu hayattan daha da soyutlanarak tuhafiyeye kapanmıştır. Dışarı çıkıp hayata karıştığında kendini kaybetmektedir. Kısacası agorafobiye yakalanmıştır. Tek durabildiği, kendine gelebildiği, sakin kalabildiği yer tuhafiyedir. Yalnız tuhafiyenin bazı gizemli yanları vardır. Örneğin cep telefonları çekmemektedir. Çevirmeli telefonu bulunan dükkanda herhangi bir internet bağlantısı yoktur. Sahibi kâğıt üzerinde bellidir fakat kendisi görünmemektedir. Satışların kirayı karşılayamayacak durumda olduğu çok açıktır ama dükkan yıllardır bu şekilde idere etmektedir. Muhasebe kayıtları usulüne, resmî işlemleri kanuna uygundur. Bilinmeyen bir esrarı vardır tuhafiyenin. En ilginci burada kalmaya başladığından beri eşyaların ve yaşayan canlıların yeri Aziz’e malum olmaktadır. Kaybolan bir eşyanın ya da nerede olduğu bilinmeyen birinin yeri sorulduğunda hemen söyleyebilmektedir. Kısa sürede ünü yayılmıştır. İnsanlar bulamadıkları hayvanlarını, kaybettikleri eşyalarını, merak ettikleri yakınlarını sormaya gelmektedir. Soru sorulduğunda kendini hâkim olamayarak birden söyleyiveren Aziz’in bu yeteneğini kontrol edememesi başına işler açmaya başlamıştır. Tehdit edilmiş, öldüresiye dövülmüş, karakolluk olmuş ve nihayetinde kendini istihbari teşkilatların çatışmasının ortasında bulmuştur. Tüm bunlar olurken tuhafiye dükkânı ‘kablosuz bağlantı ağı adı’ (SSID) aracılığıyla irtibat kurmaktadır. Herhangi bir kablosuz internet ağının çekmediği bu yerde birden ağ ismi belirerek Aziz’e mesaj verilmektedir. Dayısıyla birlikte bu durumu gözden geçiren Aziz her ne kadar babasının vasiyeti de olsa dükkândan çıkmaya karar verir. Aziz’in tuhafiyeyi boşaltmaya yönelik tüm girişimleri bir şekilde engellenmektedir. SSID üzerinden verilen mesajlardan karşı tarafın her şeyin farkında olduğunu göstermektedir. Mesajı veren kimdir, peşine düşen teşkilatlar necidir, kendi de dâhil olayın içindeki herkes ne yapmaya çalışmaktadır? Aziz tuhafiyede hafiyeliğe soyunmuştur fakat soruları cevapsız kalmaktadır.

Tuhafiyedeki Hafiye farklı bağlamlardan okumaya müsait çok katmanlı bir metin. Siyasi, kültürel, ekonomik, sosyolojik, psikolojik ve yer yer dini açıdan gözleme dayalı analizler içeriyor. Örneğin örtük bir sistem eleştirisi ya da toplumun psikanalitik durumuna dair değerlendirme veya dönüşen mahalle kültürüne yönelik nostaljik bir içerleme şeklinde okumak mümkün. Bunların üzerine mistisizmi ekleyen yazar, seküler dünyanın telaşına kapılmış insanın unuttuğu bir şeyi işaret ediyor sanki. Kaybettiğimiz ‘hikmet’ olgusu olabilir mi? Romanı yazarından bağımsız okursak, belki!

Ahmet Turan Köksal, günlük hayatta gördüğümüz, duyduğumuz hatta yaşadığımız onlarca detayı, gizemli hatta fantastik diyebileceğimiz olayları kurgusunun içine yerleştiriyor. Olmaz öyle şey diyeceğiniz sırada olabilen şeylerin çokluğuna maruz kalıyorsunuz. Sürreal bir durumun gerçeklikle bu denli iç içe anlatılışı gerçekten takdire değer. Romanın dili son derece yalın ve merak uyandıran kurgu oldukça akıcı. Ben anlatıcı tekniğini kullanan yazar hikâyeyi başkarakterin gözüyle anlatıyor. Eser boyunca kimi aleni kimi gizlenmiş onlarca ‘göndermeyle’ karşılaşıyor okur. Köksal göndermelerini ‘kör kör parmağım gözüne’ yerine usturuplu bir yöntemle yaparak yaptığı gözlemlerin hakkını vermiş. Aksi durumda ortaya kaba-saba ve itham edici bir üslup çıkardı. Yapılan kelime oyunları, etimolojik değerlendirmeler, ufak tefek aforizmalar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile kurulan ilişki ve Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962) analizi hoş bir lezzet katıyor romana. Bu arada yazarın satır aralarına kendisinden izler bıraktığı da görülüyor. Metindeki bazı lüzumsuz detaylar ve akışı bozan zaman kipi sorunlarının okuru yorması dışında son derece keyifli bir roman olduğunu söyleyebilirim. Yalnız bir şeyin altını çizmek gerekiyor diye düşünüyorum. Bu keyifle okunan roman ‘matrak’ gibi görünse de alt metin son derece hüzünlü. Hasılı, Tuhafiyedeki Hafiye duygusal bir tuhaf roman.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

4 Ocak 2019 Cuma

Dünya, içinde düşü olan bir yolculuktur

“Yeryüzünde sayısız kapı dururken araladığınız kapının Düş Yiyiciler Sirki’ne açılmasından daha talihsiz bir hikâye yoktur.”
- Memed Osman, Düş Yiyiciler Sirki

Kitap yukarıdaki alıntıyla başlıyor. Yapılan ironi okuyucuyu içine çeken bir anafora dönüşüyor adeta. Sonra direkt meseleye giriyor yazar. Kaçışı, göçüşü yok. Bu kapıdan girdiyseniz, çarkların arasındaki yerinizi, yani ezilmeyi göze almalısınız demeye getiriyor. Yaşamak öyle değil midir zaten.

Ve Yayınevi’nin en başta söylenmesi gereken ilginç bir özelliği var. Yayınladığı eserleri numaralandırarak ‘ilgilisine’ koleksiyonluk bir ‘eser’ sunuyor. Yayınevinin yayın listesini genel olarak şiir kitabı oluşturuyorsa da araya roman serpiştirmeyi ihmal etmiyor. O romanlardan biri de Düş Yiyiciler Sirki. Memed Osman (asıl adı bu değil ama buna yakın) imzasını taşıyan eser seksen sayfadan oluşuyor. Öyle seksen sayfa olduğuna bakmayın. Düş Yiyiciler Sirki son derece yoğun bir metin. Duygu yoğun, dil yoğun, tepki yoğun, düş yoğun… Ne derseniz artık. Ya da ne dilerseniz…

Düş Yiyiciler Sirki benim gibi karamsar mizaçlı ve depresif ruhlu okurlar için birebir. Bizler, “Beni bu güzel havalar mahvetti,” mısrasının içinde biteviye yankılandığı kişileriz. Herkesin Güzel Havalar’ı başkadır sanıyorum. Örneğin benim için güzel hava güneşsiz havadır. Soğuk, rüzgârlı, yağışlı havaları güvenli belleyenlerdenim. Düş Yiyiciler Sirki beni böylesi bir diyarda dolaştırdı. Kasvetli bir dünya… Tıpkı gerçeği gibi. Güneşli havaları gerçekçi bulmam. Kitabı okurken çok keyif aldığımı söylemeliyim.

Hikâyenin başkahramanı Na!, hayatını kabuslarının işgâlinden kurtarmak için hunharca çare arayanlardan. Kendisi ilaç mümessilliğinden emekli. Hangi ilaç neye iyi gelir, biraz biliyor. ‘Kötü’ yaşıyor. Rehabilitasyona ihtiyacı var. Çocukluğuna iniyor. İçinden çıkmak ne mümkün! Geçmişiyle hesaplaşıyor; borçlu çıkıyor. Alternatif iyileşme yöntemleri deniyor. Çaydanlığa bitki atıp ocağa koyuyor. Hayatı su kaynatıyor. Nafile çabalar. Durmadan aynı kabusu görüyor ve uyanıyor. Kabusu gün gibi hatırlıyor. Hatırlamasa da önemli değil. İçine uyandığı hayat zaten kabusun devamı niteliğinde. Na!, kalabalıktan kaçan yalnız bir adam. Ayrıca o sık sık ölümle burun buruna gelen bir panik ataklı. Bilen bilir.

Düş Yiyiciler Sirki’nin masalsı bir üslubunun olduğunu görüyoruz. Yazar, ‘ben’ ve ‘o’ anlatıcı tekniğini dönüşümlü olarak kullanıyor. Na!’nın ‘kuralları’ ve “yaşamak intikam almaktır” söylemi eserdeki leitmotive örneği diyebiliriz. Romandaki bol imgelemli dil metne melankolik bir şiirsellik katıyor. Öte yandan mitik ve fantastik ögeler havada uçuşuyor. Gerçek, gerçeküstü ve gerçek dışı birbirine giriyor. Toplumsal gerçeklik absürdizmle yoğrularak işi çığırından çıkarıyor. Sonra aniden sıradışı akış gündelik hayatın basit bir görünümüyle duraklıyor. Her şey normale dönüyor sanıyorsunuz ama boşa heveslenmeyin. Dil açısından muhayyileyi zorlayacak dercede zengin bir metinle karşı karşıya kalıyor okuyucu. Yazar yazmaktan ziyade kelimelerle bir görsel oluşturuyor. Okuyucu izlemekle yetiniyor. Tıpkı bir sirk izleyicisi gibi.

Memed Osman, hayatın, düş yenilerek tüketilen bir yer olduğuna dikkat çekiyor. İnsanlar birbirinin düşlerini yiyerek duyarsızlaşmaktadır. Dolayısıyla ortaya tekdüze, programlanmış, duygusuz bir yaşam biçimi çıkmaktadır. Bu yönüyle eser modern dönem eleştirisi olarak da değerlendirilebilir. Geçmişe yapılan atıfta, uygarlar tarafından ilkel diye tabir edilen anlayışın manipüle edilişi gösterilmeye çalışılıyor. Bu bağlamda, ilkel ile gerçek arasındaki uyum, modern ile gerçek arasındaki uyumdan çok daha ileridedir. Yazar, insanların gösteri izlerken kendinden geçtiği sirkin bir eğlence yeri olup olmadığını soruyor. Hayatı sirk analojisiyle açımlayan alt metinde ise insanın sığlığının iktidarı sorgulanıyor. Düş Yiyiciler Sirki psikolojik yönü ağır bir metin. Na!, günümüz insanının gerçeklerden soyutlanarak gizlenen aciz tarafı olarak değerlendirilebilir. Ya da soft bir sistem eleştirisi.

Düş Yiyiciler Sirki, gerçek ile düşün (gerçeküstü ve/veya gerçek dışının) diyalektik çözümlemesini içeren bir roman. Fantastik bir modern zamanlar sorgulaması da diyebiliriz. Az da olsa Michael Ende’nin (1929-1995) Momo’sunu hatırlattı bana. Sanırım bu kadar kasvet yeter. Hayat her ne kadar ‘düşlerin yenilerek tüketildiği bir sirk’ olsa da romanın son cümlesi insanın var olduğu yerde ümidin tükenmeyeceğini vurguluyor: “Dünya, içinde düşü olan bir yolculuktur.

Düşmesini bilene…

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

23 Nisan 2020 Perşembe

Yalnızlığın paradoksu

Rahmet ve özlemle andığım babam 12 Eylül döneminde yaktığı kitaplardan bahsederken hayıflanırdı. Altın yaldızlı olanların yanarken kağıdın yanıp yaldızların kor hâlde harf harf dökülüşünü anlattığı esnada o anı yaşar gibi olurdu. Kitapları saklamayıp yaktığı için kendine kızar, bir yere gömebilirdim derdi. Elbette sıkıyönetimin saldığı korku terörü yaptırmıştı bunu fakat asıl ilginç olan evinde silah olmayan insanların kitapla yakalanmaktan bu denli korkmasıydı. Dünyadaki diğer örneklerinde olduğu gibi darbe yönetimlerinin evlerde silahla birlikte aradığı şey kitaptır. Silahla kitabın bu bahiste bir araya gelmesi ironik olduğu kadar manidar. Zira kitabı silah kadar tehlikeli gören zihniyet tarih boyu varolmuştur. Anlaşılan o ki olmaya da devam edecek. Tarihsel süreçte bu zihniyetin tezahürü istisnasız dünyanın her yerinde görülmüştür. İskenderiye Kütüphanesi’ni yok eden barbarlık bir zaman sonra Bağdat’ı yakılan kitapların dumanıyla boğmuştur. Ortaçağ Avrupa’sında Kilise kılığıyla kitaba yapılan düşmanlığın kılıfı modern zamanlarda ideolojik saplantılar olmuştur.

Kültürel iktidarı da elinde bulundurmak isteyen siyasal iktidarın kitapla arasının iyi olmaması tuhaf bir durum. Silahla mücadelenin iktidar açısından makul gerekçeleri ileri sürülebilir fakat kitaba düşmanlığın çok daha derin anlamları olmalı. Birçok eserde bu konu farklı açılardan ele alınıyor fakat, sanıyorum, hiçbirinde 451 Fahrenheit’ta olduğu kadar nahif işlenmemiştir. İktidar toplumun kitapla ilişkisini kesmek için kitap yakma ekipleri oluşturmuştur. İstihbari faaliyetler neticesinde fiziki olarak kitap bulunduranlar cezalandırılmaktadır. Tabi kitaplar da... Karşı tarafta kitapları ezberleyerek bu sorunu aşmaya çalışan küçük bir grup vardır. Mesaj açıktır; insanların sahip olduğu fiziki kitaplar yok edilebilir fakat zihinlere girilmesini engellemek mümkündür.

Kitap medeniyete işaret eden bir kültür göstergesidir ve müdahale edilmesi toplumun kültür dünyasını dizayn etmeye yöneliktir. Çek yazar Bohumil Hrabal (1914-1997) otobiyografik eseri Gürültülü Yalnızlık’ta kitaplardan yola çıkarak modern paradigmanın hayatı nasıl yıkıma uğrattığını anlatıyor. Hrabal, yirminci yüzyılın ilk yarısının zorlu koşullarında Avrupa’da ‘biriken’ toplumsal psikolojiyi haritalandırıyor. İki büyük savaşın neden olduğu maddi-manevi yıkımla birlikte teknolojik gelişmelerin meydana getirdiği mekanik tahakkümün hayatı kuşatarak insanları nasıl harcadığına dikkat çekiyor. İktidarların bunda etkisi tartışılmazdır elbette. Notos Kitap’tan çıkan yüz on sekiz sayfalık roman Elif Göktepe tarafından tercüme edilmiş. Tercümenin yetkinliği bir yana Göktepe’nin ara ara kullanılmamaktan üzeri tozlanmış kelimeleri seçmesi zihinde hoş bir tat bırakıyor.

Bohumil Hrabal zorlu geçen hayatından kesitlerle oluşturduğu kurguya özgün bir üslup katarak edebi eserlerde kullanılabilecek bir çok tekniğe yer vermiş. Metafor, analoji, aforizma, sembolizm, atıf, alıntı, sürrealizm, fantastik anlatı… Yalnız Hrabal’ın sürreal-fantastik anlatısının son derece soft olduğunu söylemek gerekiyor. Onun üslubu Latin Amerika Edebiyatında gördüğümüz saldırgan-mitolojik dilden çok uzak. Hrabal sürreal-fantastik anlatısını oluştururken içinde yaşadığı toplumun kültürel varlığından faydalanıyor. Alıntı ve atıfların çokluğu bir yandan düşünceyi derinleştirirken bir yandan da farklı kaynaklara yönlendiriyor. Metinde olaylar ve düşünceler arasında kopukluk varmış gibi görünen geçişler yazarın üslubunun bir parçası olarak değerlendirilmeli. Buna neden olan şey için (tam olmasa da) ‘bilinçakışı’ tekniğine yakın iç ses anlatısı diyebiliriz.

Çekya’nın başkenti Prag’da geçen roman İkinci Dünya Savaşı dönemi ve sonrasındaki süreci konu ediniyor. İşi presçilik olan roman kahramanı hurdaya ayrılmış kâğıtların geri dönüşüme gönderilmeden önce preslenerek balyalar hâline getirildiği bir işyerinde çalışmaktadır. Büyük bir aşkla yaptığı işine olan sevgisini preslediği balyaların etrafını reprodüksiyonlarla süsleyerek gösterir. Hatta daha da ileri giderek her balyaya felsefe tarihinin önde gelen düşünürlerinin eserlerini sıkıştırır. Ağır bir işte çalışan sıradan bir işçi değil de sanatını icra eden bir sanatçı gibidir. Yaşadığı yoksun, yalnız hayata ve çalıştığı bodrum katındaki kötü şartlara inat kitaplardan bir dünya kurar kendine. Kitaplara olan ilgisi boş yer bırakmayacak duruma getirir evini. Kitapların fazlalığı zaman zaman korkularının nedeni olsa da hayata bakışını onlar şekillendirir. Ona göre her şey zıddıyla var olabilmektedir ve dünya hayatı hep aynı şeye varan döngüsel bir bütündür. Yaşamın özü karşıtlıkların egemenliğidir.

Kitabın ana temalarından biri ekonomi diyebiliriz. Anlatılanlar günümüzdeki refah seviyesinin henüz oluşmadığı dönemlerde Avrupa’daki çalışma hayatını yansıtıyor. Eski yöntemlerin yavaş yavaş terk edilmeye başlandığı zamanlarda iş dünyasındaki teknik gelişmeler ve duygulardan soyutlanmış profesyonelleşmeyle ilgili detaylarda bugünün küreselleşmesinin ipuçlarını görmek mümkün. Romanın satır aralarında işçi haklarının gözetilmediği zaman sanayinin ne kadar acımasız olduğu görülüyor.

Gürültülü Yalnızlık’ta birçok konuyu işleyen Hrabal sosyal ve kültürel yapıyı yansıtarak seçkinler arasında yer alamayan toplumun alt katmanlarının görmezden gelinişinin altını çiziyor. Teolojik açıdan çoğunlukla Hıristiyanlık olmak üzere Yahudilik ile ilgili eleştirel söylemlerde bulunurken tarihsel açıdan Antik Yunan’ı yücelten sözleri dikkat çekiyor. Ahlak kavramını filozoflardan yaptığı alıntı ve onlara yaptığı atıflarla yeniden yorumluyor. Ayrıca Hitler dönemi ve uygulamalarına bir parantez açmak gerekebilir. Faşizan Nazi politikalarıyla sadece Yahudilerin değil çingenelerin de hedef alındığını belirtiyor.

Kâğıt presçiliği de dâhil hayatını farklı işlerde çalışarak kazanmış olan yazar bir anlamda yaşadıklarını aktarıyor. Önceleri emek yoğun işlerde çalışan Bohumil Hrabal’ın biyografisinde kitaplarını ellili yaşlarında yayınlamaya başladığı görülüyor. Kitabın sonunda yer alan yazarla ilgili değerlendirmede ise genç yaştan beri yazdığı fakat yayınlama girişiminde bulunmadığı ancak dostlarının baskısıyla yayınlamaya razı olduğu belirtiliyor. Bu anlatılanlardan Hrabal’ın kendisi için yazdığı ve baskılara dayanamayarak yayınladığı anlaşılıyor. Buna rağmen sansür uygulamalarına takılması oldukça ilginç bir detay. Kitaplarının 1970-76 ve 1982-85 yılları arasında iki kez yasaklandığı görülüyor. Birey ve toplum açısından kitabın önemine dikkat çeken eserlere iktidarın sansür uygulaması oldukça manidar gözüküyor.

Hrabal romanın kurgusunu kitaplarla ilişkilendirerek oluşturuyor. Eserin otobiyografik yanını da dikkate alırsak yazarın öznel görüşlerini aktardığını söyleyebiliriz. Bunlar arasında okumanın inceliği, gerçek okurluk, kitap kültürü gibi başlıklar bulunuyor. Yazarın yaptığı değerlendirmeleri yaşam ve kitap olgularını anlamsal açıdan buluşturmaya çalışmak olarak özetleyebiliriz. Aslında Hrabal’ın bütün yaptığının varlık/ varoluş sorgulaması olduğunu söylemek en doğrusu olabilir. Preslenmiş kitaplar yasaklara dikkat çeken bir mesaj olarak değerlendirilebilir. Söz konusu yasaklar kültürü preslemektedir aslında. Her balyada insan preslenmekte, hayat ve canlılık yıkıma uğratılmaktadır. Romanın, yazarın ‘her şeyin aynı yere döndüğü’ düşüncesine de atıf olarak yorumlanabilecek ‘sıradışı’ sonucu açısından kendi bedeniyle kültürel preslenme arasında bağ kurduğunu söyleyebiliriz.

İsmi bir paradoksu işaret eden roman insan için yalnızlığın mümkün olup olmadığını sorgulatıyor. İnsan dış dünyadan kendini soyutlamış da olsa yaşanmışlıklarını ve içindeki dünyadayı yok sayamaz. Özellikle içinde yaşadığımız (post)modern zamanlarda bu mümkün değildir. Dolayısıyla yalnız kalamamak konusunda iç seslerinin gürültüsü bile yeterlidir. Romana daha yakışacak bir ifadeyle söylersek; yaşam aslında birikmiş yalnızlığın ortaya çıkardığı rahatsız edici bir gürültüden başka bir şey değildir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

27 Mayıs 2019 Pazartesi

İnsanlık tarihi ve distopya uygarlığı

Distopyanın bir edebiyat türünden öte insanlık tarihinin geldiği aşamanın bir göstergesi olduğu kanaatindeydim. Abartı gibi gözüküyor olabilir lakin yaşamın içinde yer alan distopik detayların çokluğu beni bu düşünceye sevkediyor. İnsanlık tarihi distopya uygarlığından ibaret.

Distopya deyince akla ilk gelen 1984 oluyor sanırım. George Orwell’ın konuyu başarıyla işlemesi ona bu ayrıcalığı veriyor. Orwell gerçekten iyi bir yazar. Onca yıla rağmen okuyucu tarafından gösterilen teveccüh, gerek kurgu gerekse deneme türü yazılarında işinin ehli olduğunun ispatı diyebiliriz. Yalnız, onun iyi bir yazar olması hakkındaki dedikoduların/iddiaların dikkate alınmasına engel değil. Örneğin ilk defa 1945 yılında yayınlanan Hayvan Çiftliği’nin Sovyet Rusyası’na yönelik antipropaganda faaliyeti olarak kullanılmak üzere sipariş edilen bir CIA projesi olduğu dillendirilir. Kitaptaki olay örgüsü ve akış 1917 Ekim Devrimi ile karşılaştırmalı bir okumaya tabi tutulduğunda mesele biraz daha netleşir. Karakterler ve olay tamamen örtüşmektedir. Bu elbette eseri değersizleştirmiyor. Sadece para ve ideoloji karşılığı kurgulandığı ve/veya kullanıldığı ihtimali edebiyat dünyasında işlerin nasıl döndüğünü göstermeye katkı sunuyor. Üstelik Orwell ile ilgili spekülasyonlar Hayvan Çiftliği ile sınırlı değil. Orwell 1984’ü 1948 yılında tamamlar ve 1949 yılında yayınlanır. Benzer iddialar 1984 için de geçerlidir. Fakat benim üzerinde durduğum şey biraz daha farklı. 1984 romanından epeyce önce, 1921’de Yevgeni Zamyatin’in (1884-1937) Biz’i, sonra sırasıyla 1932’de Aldoux Huxley’nin (1894-1963) Cesur Yeni Dünya’sı; 1937’de Katharine Burdekin’in (1896-1963) Swastika Geceleri ve 1940’ta Karin Boye’un (1900-1941) Kallocain’ı yayınlanır. 1984 romanı için bu eserlerden esinlenme iması yapılır. Elbette içerik olarak hikâye hikâyeye benzer fakat burada dikkat çekilen nokta teknik detaylardır. Özellikle, metin içinde oluşturulan yapay kavramlar ve dil oyunlarının buradaki ‘esinlenmeyi’ açıkça gösterdiği söylenir. 1984’ü diğerlerinden önce okumuş biri olarak, Orwell’ın önceki distopya örneklerini iyi analiz ederek ortaya başarılı bir ‘sentez’ sunduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Açıkçası bu eserlerden habersiz olduğunu söylemek zor. Diğer yandan bu durum Orwell hakkındaki ‘iyi yazar’ görüşümü kesinlikle değiştirmediği gibi 1984’ün distopik eserler içerisinde en iyisi olduğu kanaatimi de etkilemiyor. Zaten Orwell bir yazar olarak kalitesini diğer eserleriyle de ortaya koyuyor.

Yukarıda kronolojik olarak sıralanan distopik eserlerin dördüncüsü olan Kallocain çok bilinmeyen bir roman. Profil Kitap tarafından yayınlanan kitabı Modern İsveç edebiyatının önde gelen isimlerinden Karin Maria Boye (1900-1941) kaleme almış. Yüz doksan sayfalık eserin çevirisi Erman Fermancı’ya ait. Kallocain’ı öne çıkaran iki faktör olduğunu düşünüyorum. İlki, Swastika Geceleri’nde olduğu gibi Kallocain’ın yazarının da kadın olması. Bu durum diğer iki esere göre daha yumuşak bir üslup katıyor. Yalnız, Kallocain’da Swastika Geceleri’ndeki kadar feminist vurguya rastlanmıyor. Karin Boye her ne kadar kadını ikinci plana iten eril düşünceyi eleştiriyorsa da romanı bir erkek karakterin ağzından anlatarak meseleyi patriyarkal düzlem yerine insani bir temelde aktarmaya gayret ediyor. İkincisi ise eserin kendi içinde güçlü bir felsefesi olması diyebilirim. Söylemin sert olmayışı Kallocain’ı diğer distopik eserlerin gerisinde bırakıyor gibi görülebilir lakin romanın kurgusu ve hikâyenin içeriği oldukça sağlam. Dolayısıyla Kallocain başarılı bir distopik eser olarak değerlendirilmeli diye düşünüyorum. Bu başarıda romanın dilindeki akıcılığın etkisini de hesaba katmak gerekiyor. Ne mutlu ki, çeviri bu akıcılığı yansıtabilmiş.

Roman tutsak edilmiş bir kimyagerin geçmişte yaşadıklarına dönük düşündüklerini yazmasıyla başlıyor. Yazmayı hem sorgulama hem de rahatlama yöntemi olarak seçen kimyagerin yaşadığı ülke izole edilmiş durumdadır. İktidarın izin verdiğinin dışında bilgi akışı kesinlikle yasaktır. Hayatın her anına yayılan propaganda faaliyetlerinde devletin durumunun çok iyi olduğu, düşmanların ise zor durumda olduğu söylenmektedir. Her şey devletin kontrolü altında gerçekleşmektedir. Günlük hayattaki görevlendirmelerden evlenecek çiftlerin kimler olacağına, kimin nerede yaşayacağından çocukların nerede ve nasıl eğitim alacağına kadar devlet karar vermektedir. Zaten evlilik Düzen’e ‘eleman’ kazandırma kurumudur. İktidarın propagandasının yapıldığı toplantılar yapılmakta ve törenler düzenlenmektedir. Bu faaliyetlere belirlenen kişilerin katılımı zorunludur. Seyahat kısıtlanmıştır. Gündelik hayat militarist bir disiplinle yaşanmaktadır.

İktidarın uyguladığı sıkı denetim bir korku atmosferi oluşturmuştur. Fiili güvenlik tedbirleriyle yetinmeyen iktidar her yere kurduğu kamera ve mikrofonlar vasıtasıyla toplumu gözetlemekte ve dinlemektedir. Konuşmaktan çekinen insanların oluşturduğu suskun ve pasif bir toplum oluşturulmuştur. İktidar her eve yardımcı adı altında bir ‘muhbir’ yerleştirmiştir ve insanlar sürekli raporlanmaktadır. Bu sayede iktidar için herhangi bir sorun çıkaracak durum henüz oluşmadan saptanarak ortadan kaldırılmaktadır.

Kallocain tutuklu kimyagerin üzerinde çalıştığı bir projedir. İnsan vücuduna zerk edilen bir kimyasal karışım (Kallocain) bireyin düşüncelerini açıklamasına sebep olmaktadır. Bu esnada birey bilincini kaybetmemekte fakat otokontrolünü kaybetmektedir. Dolayısıyla birey gizlediği düşüncelerini açıklarken neyi açıkladığının farkındadır fakat buna engel olamamaktadır. Projenin amacı suçluların suçlarını inkar etmelerini engelleyerek cezalandırılmalarını sağlayarak daha yaşanılası bir toplum oluşturmaktır. Bu sayede herkes doğruları söylemeye mecbur olacaktır. Yalnız hesaba katılmayan şey, suç işlemeyen kişilerin de bu teste tabi tutulması sonucunda zihinlerindeki her şeyi açıklamak zorunda kalacak olmalarıdır. Fiiliyata geçmemiş, belki de hiç açığa çıkmayacak düşünceler yüzünden insanlar suçlu durumuna düşebileceklerdir. Yazar bu söylemle modernitenin düşünceyi suç kategorisine sokmasını eleştiriyor diyebiliriz.

Kallocain psikolojik yönü oldukça baskın bir roman. İlk başlarda ürettiği kimyasalın ideal yaşamın oluşmasına katkı sunacağına dair büyük bir inanca sahip olan başkarakter zamanla duygu karmaşası yaşamaya başlıyor. Bunda ücret karşılığı gönüllü deneklik yapan kişiler üzerindeki deneylerin etkisi büyük oluyor. Deneklerin ve yakınlarının tavırları kimyagerin düşüncelerini değiştiriyor. Kimyager, Kallocain ile mahrem bilgilere ulaşmanın mümkün olduğu bir denetim mekanizması oluşturularak özel hayat tümüyle yok edildiğini fark ediyor. İnsanların düşüncelerini bile denetim altına alan bir sistemin amaçlandığını görüyor. Bu yöntem sadece düşünceleri açığa çıkarılan insanlarla sınırlı kalmadığını, onların en yakınlarını da potansiyel suçlu konumuna soktuğunu gözlemliyor. Öyle ki, düşünce suçu işleyen yakınını şikayet etmemek düşünce suçuna yardım ve yataklık olarak değerlendirilerek cezalandırma yoluna gidiliyor. Hiç kimsenin hiç kimseye güvenmediği bir ortam oluşturuluyor.

Kallocain tutuklu bir kimyagerin iç muhasebesi yaparak hayatı anlamlandırmaya çalıştığı bir metin. Bilimin araçsallaştırılması yoluyla oluşturulan distopik yapının başkarakterin iç dünyasındaki yansımalarına tanık oluyor okuyucu. Yazar, eserindeki psikolojik boyut ile insanın ruh hâlini çözümlemeye çalışıyor. Diğer yandan yazıldığı dönemin totaliter devlet anlayışını açığa çıkarıyor ve suni politikalar ile oluşturulan korku atmosferi içinde bireylerin nasıl etkisiz hâle getirildiğini gösteriyor. Üslubunun sert olmayışı anlatılanları gerçekliğe yakınlaştırıyor diyebiliriz. Kısacası Kallocain distopya sevenleri memnun bırakacak bir roman.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

10 Mayıs 2018 Perşembe

Modernitenin ütopya arayışının distopyaya dönüşmesi

Yıllar önce S.M. Nakib el-Attas’ın (1931) İslam ve Laisizm adlı eserini okuduğumda muhayyilemdeki Batı felsefesinde entelektüel manadan bir gedik açılmıştı. Attas düşüncelerini daha sonra okuduğum İslam, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi adlı eserinde daha da derinleştiriyordu. Gerek İslam ve Laisizm gerekse İslam, Sekülarizm Ve Geleceğin Felsefesi adlı eserlerinde birçok önemli şey söylüyordu yazar lakin benim en çok dikkatimi çekenlerden birisi, Batı düşüncesi ve hayatının Rönesans, Reformlar ve Aydınlanma sonrası laik (ya da seküler) bir biçim kazandığı düşüncesinin İslami açıdan doğru olmadığıydı. Attas’a göre zaten Hıristiyanlık insan eliyle tahrif edildiğinden yani ilahi özelliğini kaybettiğinden teknik olarak laik (ya da seküler) durumdaydı. Dolayısıyla modernizm ile ortaya çıkan yeni durum laik/seküler düşüncenin biraz daha katı hâle gelerek kabuk değiştirmesiydi. Daha sonra eserlerini büyük bir zevkle (ama hep rezervli) okuduğum Ali Şeriati (1933-1977) karşıma çıkmıştı. Şeriati’yi hala aynı zevk ve rezervle okurum zira muazzam bir paragrafın yanına öyle dogmatik bir görüş iliştiriyor ki insan şaşırmadan edemiyor. Ama benim için asıl önemli olan Şeriati’nin hemen hemen her eserinde Attas’ın bu projeksiyonunu Müslümanların tarihine de tutuyor ve düşüncesini “Dine Karşı Din” şeklinde billurlaştırıyor olmasıydı.

İslam düşüncesi bir yana modernizm ve postmodernizm ekseninde gerçekleştirdiğim okumalarım Batı felsefesinin seyrini göstermişti. Burada ismini anamayacağım kadar çok olan bu değerli eleştiri ve değerlendirmelerin hemen hemen hepsi Batı felsefesine içkin olduğundan farklı bir bakış açısının eksikliğini hissediyordum. Yaklaşık yüz elli yıldır İslam dünyasının Batı eleştirileri bulunuyor fakat büyük çoğunluğu yüzeyselliği aşamayan, özgünlüğe ulaşamayan ve eskiyi kutsayan basmakalıp eleştiriler. Açıkçası Attas ve Şeriati’den sonra Mustafa Aydın’ın Moderniteye Dışarıdan Bakmak ve Abdurrahman Arslan’ın Modern Dünyada Müslümanlar isimli kitapları zihnimdeki muğlaklığa iyi gelmişti. Sanırım bu bağlamda Malik Bin Nebi’yi de (1905-1973) söylemem gerekiyor. Konuyla ilgili okumalarım bunlarla sınırlı değil elbette fakat modernizm ve postmodernizme dair düşüncelerimde bu eserler önemli köşe taşlarıdır diyebilirim.

Doğu ya da Batı fark etmiyor, teorik olan şey insan vasıtasıyla pratiğe dönüştürüldüğünde aslını kaybetmeye mahkûm oluyor. Zira insan, ilkesel bir çerçeve çizen teoriyi eğilim ve zaaflarına kurban ederek bambaşka bir olguya dönüştürüyor. Bir anlamda insanlık tarihi de diyebileceğimiz dinler tarihini ve -kısmen- ideolojilerin teori-pratik paradoksunu bu durumu kanıtlayan panoramik bir örnek olarak görmek mümkün. Meselenin geldiği noktada insan bu değişim ve dönüşümü nasıl gerçekleştiriyor sorusunun yanıtı önem kazanıyor. Müslümanların tarihini bu anlamda okumak oldukça zor gibi görünüyor. Belki de hem entelektüel manada yetersiz hem de kültürel anlamda hazırlıksız olduğumuz için henüz çok erken diyebiliriz. Fakat Batı tarihi uzun süredir hem kendi içinden hem de harici eleştirilere açık bulunuyor. Durmayışını da gelen eleştirileri kullanarak yolunu açmaya devam edişine bağlayabiliriz. Yalnız buradaki eleştirel bakışı gerçekleştirebilmek belirli bir yetkinliğe ve özgünlüğe sahip olmaktan geçiyor. Etkisi de bu özelliklerden kaynaklanıyor elbette.

Mahya Yayıncılık etiketiyle kısa süre önce yayınlanan Seküler Aklın Haritası bu yetkinliği ve özgünlüğü bünyesinde barındıran bir kitap. Mısırlı bir akademisyen olan Haccac Ali imzasını taşıyan "Modernitenin Tanrısız Ütopya Arayışı" alt başlıklı eseri Türkçeye Selim Sezer kazandırmış. İki yüz seksen sekiz sayfalık eser sunuş ve sonuç kısımları hariç altı bölümden oluşuyor. Ayrıca kitabın sonunda müellifin çalışmasını gerçekleştirirken fikirlerinden faydalandığı Zygmunt Bauman (1925-2017) ve Aldülvehhab Messiri (1938-2008) ile olan yazışmalarının/görüşmelerinin yer aldığı iki ek ve çalışmayı okurken başvurulabilecek ‘Terimler Sözlüğü’ bulunuyor.

Haccac Ali çalışmasını Bauman ve Messiri’nin modernite/modernizm ve postmodernite/postmodernizm ile ilgili görüşlerini temele yerleştirerek gerçekleştiriyor. Amacını, Batılı seküler paradigmanın düşünsel haritasını süreç içinde kullanılan metaforlar aracılığıyla çıkarmak olarak belirten yazar, Bauman ve Messiri’nin bu konudaki görüşlerinin birçok yönde örtüştüğü tespitini yapıyor. Açıkçası eserin ağır içeriğinin belirli bir altyapı gerektirdiğini söylemeliyim zira hem atıflardan hem de çıkarımlardan anlamlı sonuçlar ele edebilmek bütünlükçü bir Batı felsefesi tarihi bilmeyle doğru orantılı. Özellikle Aydınlanma sonrasındaki felsefi yaklaşımların meydana getirdiği Batı kültürüne olan vukufiyet önem kazanıyor. Diğer taraftan bu durum, bizler gibi Batı dışı toplumların da hasbelkader maruz kaldığı modernizmin felsefi kökenlerinin ve sonuçlarının bilincine varmış olmak olarak da tarif edilebilir.

Haccac Ali, süreci ele alırken sekülarist modernist düşüncenin Tanrı’yı dünyadan/hayattan soyutlayarak insanı ve doğayı kutsamasıyla başladığını belirtiyor. Böylelikle dinin etkisi ortadan kaldırılarak laik/seküler düşüncenin temelleri atılıyor. Yeni kutsallar olan insan ve doğa üzerinden hümanizmin ve doğa(l) kanunlarının geçerliliğine vurgu yapıyor. Dinin tahakkümünden kurtarılan insan kendini gerçekleştirmektedir ve amaç insanlığı kendine yaraşır bir hayata taşımaktır. Sonraki aşamalarda bu kutsamadan en çok payını alan rasyonellik yani akılcılık oluyor. Akılcılığın ortaya çıkardığı yeni durumda belirleyici olarak bilimsellik öne çıkıyor ve pozitivist anlayış kendini gösteriyor. Tüm bu aşamalarla birlikte insanın manevi yönü ortadan kaldırılarak materyalist bir anlayış geliştiriliyor. Başta kutsanarak tanrılaştırılan insan doğanın bir parçası mesabesine, bir nesneye indirgeniyor ve verilen kutsallık elinden alınıyor. Hemen arkasından doğa fethedilecek, kontrol altına alınacak bir nesneye indirgeniyor ve böylelikle doğaya atfedilen kutsallık da onunla birlikte yok ediliyor. Sonuçta materyalizm ve bilimselliğin kutsandığı bir anlayış olan “modernite” ortaya çıkıyor.

Değişen dünya algısını ortaya koymaya çalışan Haccac Ali, Bauman ve Messiri’ye atıfla vurguladığı kavramlar olan “organizmacı” ve “mekanist” şeklindeki metaforların Batılı seküler paradigmanın insanı ve dünyayı/doğayı yorumlama biçimleri olduğunu belirtiyor. İnsanı (ve doğayı) bir makine olarak algılayan mekanist anlayış ya da insanı doğanın sıradan bir parçası olarak gören organizmacı anlayış ontolojik anlamda insanı basitleştirmiştir. Haccac’a göre gerek liberal düşünce ve kapitalizm gerekse sosyalist düşünce ve komünizm farklı gibi görünse de aynı kaynaklardan beslendiğinden materyalist birer ütopik ideoloji haline gelmiştir. Modernitenin birer yansıması olan bu oluşumlar iddia ettiği ve/veya vadettiği gibi insanlık için daha iyi bir hayat sunamamış aksine çok daha büyük sorunların çıkmasına neden olmuştur. Asıl önemli olan ise, seküler aklın paradigmasının oluşturduğu modernite bundan başka bir yere de çıkamayacaktır. Başka bir deyişle söylemek gerekirse, insanı özgürleştirmeyi, mutluluğu, refahı, ilerlemeyi, kısacası ‘dünyada cenneti kurmayı’ vadeden modernitenin insanlık için daha büyük sorunlar ortaya çıkarması onun yanlış anlaşılmasından ya da uygulamalardaki hatalardan kaynaklanmamaktadır. Gelinen nokta modernitenin sonucundan ziyade zorunluluğudur.

Modernitenin ortaya çıkardığı sorunlu yapıya getirilen eleştiriler postmodernitenin oluşmasına yol açmıştır fakat postmodernite değerlendirildiğinde modernite için duyulan çekincelerin hemen hemen hepsinin oluştuğu görülmektedir. Dolayısıyla, moderniteden postmoderniteye geçiş sorunları çözememiş, hatta farklı bağlamlarda büyütmüştür. Jürgen Habermas’ın (1929) “modernizm; tamamlanmamış proje” şeklindeki değerlendirmesi önemli bir noktaya temas ediyor. Modernitenin yıkıcı sonuçlarına karşın bir ümit olarak ortaya çıkan postmoderniteye rağmen değişen çok fazla bir şeyin olmaması bir yana postmodernite yapısöküme tabii tutulduğunda moderniteye formunu veren seküler aklın postmodernitenin de aslını oluşturduğu görülür. Haccac Ali moderniteden postmoderniteye geçişi Bauman ve Messiri’den aldığı kavramlar aracılığıyla ortaya koyuyor. Bauman’a göre moderniteden postmoderniteye geçiş “katı modernite”den “akışkan modernite”ye geçiştir. Bu tanımlar Bauman’ın modernizm/modernite görüşlerinin birer özeti gibidir. Modernitedeki kesinlik ve katılık postmodernitede muğlaklığa ve akışkanlığa dönüşmüştür. Benzer şekilde Messiri ise bu süreci “katı rasyonel materyalizm”den “akışkan irrasyonel materyalizm”e geçiş şeklinde tanımlıyor. Messiri’ye göre modernite ile metafizikten soyutlanan Batılı paradigma tümüyle materyalist bir form kazanmıştır ve süreç her halükarda maddeci olarak devam etmektedir. Sonuç itibariyle her iki tanımda da görülen şey, modernitenin en baştan kazandığı seküler aklın postmodern denilen dönemde de devam ettiği yönündedir. Sürece sadece bizatihi sekülarizmin metafizik boyutu eklenmiştir.

Haccac Ali bu aşamalar gerçekleşmesinde -çalışmanın da temel noktası olan- metaforların önemine ve etkisine dikkat çekerek seküler aklın haritası dediği olguyu ortaya koymaya çalışıyor. Örneğin Aydınlanma bir metafordur ve çağrıştırdığı şeyler nedeniyle insanlığın ilerlemesine, gelişmesine, özgürleşmesine atıf yapmaktadır. Benzer şekilde ilerleme, gelişme, akılcılık, bilim, hümanizm, pozitivizm, ulusçuluk gibi kavramların her biri aynı amaca hizmet eden metaforlardır. Fakat gelinen noktada insanlık Aydınlanma düşüncesinin vaatlerinden ve/veya iddialarından çok uzaktadır. Değerlendirmelerinde Bauman ve Messiri’nin kavramlaştırmalarından yardım alan Haccac Ali, ortaya çıkan seküler düşüncenin dini ekarte ederek dinsel terimleri kendine içkin olarak ama eski bağlamlarıyla birlikte kullandığını ortaya koymaya çalışıyor. Mesela seküler düşünce ‘dünyada cenneti kurmak’ gibi bir misyonla insanlığın karşısına çıkıyor. Cenneti kurmak dini bir metafordur ve öteki dünyayla bağını keserek somut dünya için böyle bir söylemde bulunmak modernist aklın insanlığı nasıl etkisi altına aldığını açıkça göstermektedir. Metaforlar, insandaki metafizik/mistik/manevi alanın soyutlanarak oluşturulan modernist düşüncede yeni bir dinsel dilin varlığını ortaya koymaktadır. İnsanda içkin/aşkın olarak bulunan manevi boşluk bu şekilde doldurulmaya çalışılmaktadır. Konu hakkında Bauman ve Messiri dışında birçok düşünüre de atıflar yapan Haccac Ali, kültürel saptamanın yapılabilmesi için kavramsal haritalandırılmanın oluşturulması gerektiğinin belirtiyor. Ona göre coğrafi haritalandırmanın yeryüzünün fiziki yapısına dair işlevinin beşeri alandaki karşılığı kavramsal haritalandırmadır ve Batı düşüncesinin kavramsal haritalandırılması da moderniteyle başlayan sekülerleşme sürecinin yapısöküme uğratılarak metaforların karşılıklarının ortaya konulmasıyla gerçekleştirilebilir. Zira modernitenin kullandığı metaforlar her ne kadar soyut görünseler de ampirik değerlerle desteklenen somut birer gerçekliğe karşılık gelirler. Bu metaforlar sayesinde ontolojik anlayış epistemolojik olarak yeniden şekillendirilerek bir yanılsama oluşturulmaktadır. Dolayısıyla sekülarizm bir illüzyondur ve Batı bu illüzyon ile diğer toplumları etkilemeye çalışmaktadır. Sekülerleşen Batı diğer toplumları hatta kendi içinde sorunlu gördüğü grupları bir yandan kendisiyle özdeşleşmeye, ilerlemeye, özgürleşmeye davet ederken bir yandan da ötekileştirmeye ve tahakküm altına almaya çalışmakta, gerekirse yok etmekte beis görmemektedir. Batı’nın bu tutumu alterenatif olarak sunulan postmodern dönemde de misliyle devam etmiştir ve aynı yanılsama yine metaforlar üzerinden oluşturulmaktadır.

Çok kapsamlı bir konunun oldukça yetkin bir şekilde ele alındığı bir eser olan Seküler Aklın Haritası’nı başta sosyal bilimciler olmak üzere Batı düşüncesine ilgi duyanlar severek okuyacaktır. Gerek yapılan atıflar gerekse ufuk açıcı çıkarımları nedeniyle çalışmanın birkaç kez okunarak gerçek manada sindirilebileceğini düşünüyorum.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

27 Aralık 2018 Perşembe

Borges hafiye olursa

“Her zaman hakikati hatırlamak için yazarız. Hakikati tam olarak hatırlayabilmek içinse uydururuz.”
- Luis Fernando Verissimo, Borges ve Sonsuz Orangutanlar

Monokl Yayınları’nın bir solukta okunan incecik kitapları var. Dıştan incecik görünen fakat içerikte edebi incelik yüklü bu kitaplar gerçek bir okuma şöleni sunuyor. Luis Fernando Verissimo’nun (1936) kaleminden çıkan Borges ve Sonsuz Orangutanlar onlardan biri. Yasemin Ertuğrul tarafından çevrilen eser yüz dört sayfadan oluşuyor. Latin Amerika edebiyatı içinde özgün bir yere konumlandırabileceğimiz kitap kendine has kurgusuyla dikkat çekiyor. Eserde, ‘ben’, ‘sen’ ve yer yer ‘o’ anlatıcı tekniğini bir arada kullanmış yazar. Dolayısıyla alışılmışın dışında bir anlatıma sahip. Bu yapısıyla kurguda iki ana karaktere yer verilmiş diyebiliriz. Metinde ‘ben’ anlatıcı kişi çevirmenlik ve yazarlık yapan Vogelstein karakteriyle, ‘sen’ anlatıcı kişi ise Jorge Luis Borges (1899-1986) üzerinden oluşturulan karakterle işlenmiş. Vogelstein, II. Dünya Savaşı öncesi Almanya’dan ‘kaçabilen’ Yahudiler’dendir. Babası bir Alman’dır ve koruyacağını söylediği annesi onun yanında, Nazi Almanyası’nda kalmıştır. İki teyzesiyle birlikte Latin Amerika’ya geldiklerinde henüz çocuktur. Vogelstein teyzelerinden biriyle Porto Alegre’de (Brezilya) kalmış, diğer teyzesi Buenos Aires’e (Arjantin) gitmiştir.

Batı menşeili ‘kurgu’ eserlerde (mağdur) Yahudi vurgusuyla çok fazla karşılaşırız. Bu vurguyu Yahudi olsun ya da olmasın bir çok yazar yapar. Benzer durumlarla her karşılaşmamda Holokost Endüstrisi adlı kitabı hatırlarım. Holokost Endüstrisi, ebeveynleri II. Dünya Savaşı’nın bütün acımasızlığını yaşamış olan Yahudi kökenli Norman Finkelstein’a (1953) ait bir kitap. Finkelstein eserinde “Yahudilerin savaşta yaşadığı acıların sermayeye çevrilmesine yaptığı itirazı” dillendirir. Edebi açıdan nitelikli olmasına rağmen ne yazık ki Borges ve Sonsuz Orangutanlar da bu acılardan kotarılan eserlerden.

Borges ve Sonsuz Orangutanlar’da anlatılan hikâyeye baktığımızda, sene 1985’i göstermektedir ve olay Arjantin’de geçmektedir. İsrafil Cemiyeti adlı gizli bir yapılanma Amerikalı yazar Edgar Allan Poe’yu (1809-1849) anmak ve anlamak için bir dizi kongre düzenlemektedir. Kongreye Poe’nun eserleri üzerine entelektüel çalışmalar yapan uzmanlar davet edilmektedir. İlk üç kongre kuzey yarım kürede yer alan Stockholm, Prag ve Baltimore’da düzenlenmiştir. Dördüncüsünün güney yarım kürede düzenlenmesi kararlaştırılmış ve yer olarak Buenos Aires seçilmiştir. Vogelstein ile birlikte Borges da davetliler arasındadır. Davetlilerden biri otel odasında ölü olarak bulunmuştur. Maktulle daha önce sorun yaşayan üç kişi de davetliler arasındadır ve aynı otelde kalmaktadır. Katilin kim olduğu saptanamamıştır. Entelektüel hikâye orta yerinden bir polisiyeye dönüşmüştür. Borges ve Vogelstein eldeki verilerden yola çıkarak cinayeti çözmeye girişmişlerdir. Onlara Poe uzmanı ve kriminolog olan Cuervo eşlik etmektedir.

Gizemli dil, kelime oyunları, gösterişli cümleler, alegoriler, alıntılar, atıflar… Buna Borges’ın (ya da yazarın) parlak zekası da eklenince keyifli bir metin çıkmış ortaya. Açıkçası entelektüel tartışma metni, polisiye romanı derken okuru bambaşka bir âlemde dolaştırıyor yazar. Metnin çok yönlü, çok katmanlı ve çok çağrışımlı yapısında kaybolup gidiyorsunuz.

Eserde fantastik öğelere oldukça fazla yer verilmiş fakat fantastik öğelerin hayatın soyut bir uzamı olarak ele alınması eseri gerçeklikten koparmamış. Metnin tamamına keder yayan kaderci bir bakış hâkim olmakla birlikte hikâyenin kendine has ‘matrak’ bir havası da var. Ara ara vurgulanan ve metindeki kederi unutturmayan “coğrafya kaderdir” ibaresi ‘leitmotive’ olarak değerlendirilebilir. Coğrafya demişken, eserin zaman ve mekân düzeyi ayrıca tarih ve coğrafya şeklinde de yorumlanabilir. Dahası, işaret edilen coğrafik bölgeler arasında ezoterik/metafizik bir bağ kurulmaya çalışılmış. Kuzey-Güney karşıtlığı ve/veya gerilimi manyetizmanın ötesine geçerek metafizik bağlamda değerlendirilmiş.

Borges ve Sonsuz Orangutanlar için tam anlamıyla evrensel bir atıflar kitabı diyebiliriz. Kötücül düşüncenin faaliyetlerini metafizik bir düzeyde metne taşıyan yazar şeytani bir gücün hayata yaptığı etkiye dikkat çekiyor. Bu bağlamda Avrupa’daki tarihsel ve gizli kabalistik yapılanmaya değiniyor. Yapılan atıflarda ağır İngiliz etkisi görülen işgalci Amerikan düşüncesinin yanında Antik Mısır ve Antik Yunan felsefesi de nasibini alıyor. Fiziki işgalin ötesinde kültürel işgale göndermeler bulunuyor. Yahudilik ve Hıristiyanlık teolojisinden aralarındaki çatışmaya, yerel inançlardan mitolojiye, ezoterizmden okültizme, mistisizmden kabalaya, antik toplumlardan modern toplumlara, siyaset ve sanata kadar çok geniş bir değini evreni var. Hatta İslam’dan izler bile görülüyor. Başka yazarlar ve eserlere yapılan atıflar da cabası… Bütün bu ‘karmaşaya’ Borges ve Vogelstein’ın bir cinayeti çözümleyen zeka gösterisi eşlik ediyor. Borges ve Sonsuz Orangutanlar’da entelektüel bir atmosferde gerçekleşen gecikmiş bir ‘hesaplaşmaya’ tanık oluyor okuyucu.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

22 Şubat 2019 Cuma

Medeniyetin kâğıt hâli

Her kitap bir kültür(ün) ürünüdür elbette lakin kültür yayıncılığı başka bir konudur. Özellikle ideolojik çizgide ya da popüler kültür üzerine yayın yapan kurumların kültür yayıncılığı yaptığını söylemek abes olacaktır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, gerçek anlamda kültür yayıncılığı yapan yayınevlerinin azlığı dikkat çekiyor. Dergâh Yayınları’nı Türkiye’de bu alanda yayın yapan nitelikli yayınevleri arasında sayabiliriz. Bana göre Dergâh Yayınları’nı bu değerlendirmede öne çıkaran en belirgin özellik yerel değerleri önemseyen anlayışı. Yerel değerler diyorum zira ne yerli ve milli ne de muhafazakâr kavramlarının hem olanı hem de olması gerekeni yansıtmadığını düşünüyorum. Ayrıca kültürü bu tür kısıtlamalar ile açıklamanın faşizan bir anlayışın tezahürü olduğu kanaatindeyim. Özellikle Anadolu gibi onlarca medeniyete ev sahipliği yapan ve uygarlıkların geçiş yolunda yer alan bir bölge için bunlar talihsiz birer tanımlama olur. Kültürel açıdan çok fazla etkileşime girmiş bir coğrafyaya böylesi sığ yaklaşmak cehalet ve/veya kastın ötesinde hakikati örtmek anlamına gelir.

Kültür demişken, 1950’li yıllarda edebi mecrada bulunmuş ve/veya kültürel faaliyetler içerisinde yer almış kişilerin farklı bir ‘nezaket’ üslubu oluyor. Günlük yaşantımızda çok karşılaşma ihtimalimiz olmasa da özellikle yazılı materyaller olmak üzere dönem sinemasında bu üslupla karşılaşabiliyoruz. Söz konusu üslubun iki farklı anlayışın yansıması olduğunu düşünüyorum. İlki, Osmanlı şehir kültürünün devamı diyebileceğimiz din ile ilişkisini koparmamış maneviyatçı Şark zihniyetidir. Diğeri ise Cumhuriyet ile birlikte daha belirgin hâle gelerek Avrupai görünümler arzeden modern-seküler kentli anlayışıdır. Kültür yayıncılığı örneği teşkil eden Kâğıt Medeniyeti adlı kitabın müellifi Mehmet Orhan Okay (1931-2017) daha çok ilk gruba girenlerden. Bu yanıyla Okay için ‘Osmanlı beyefendisi’ üslubunun haleflerinden diyebiliriz. Kâğıt Medeniyeti’nde bu nezih üslubu görüyoruz.

Kağıt Medeniyeti, Okay’ın gazete ve dergilerde yayınlanmış denemelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Denemelerin içeriğine göre üç bölüm hâlinde tasarlanarak bütünlük sağlanmaya çalışılmış. Çok kısa olan Kültür başlıklı ilk bölümde, Okay, kültür ve medeniyet kavramlarının hem toplumsal karşılığını belirmeye hem de kendisi için ne anlama geldiğini açıklamaya çalışıyor. Okay, Kâğıt Medeniyeti adlı ikinci bölümde her ne kadar tanımlamayı (Kâğıt Medeniyeti’ni) insanlığın geneli için yaptığını söylese de değerlendirmelerinin oldukça yerel kaldığı görülüyor. Bu bölümde toplum olarak okuma ve kitap kültürü açısından iç karartan ahvalimizi tarihsel bir analizle göstererek kültür bakımından kitabın ve okuryazarlığın önemi üzerinde duruyor. Üçüncü bölüme Teknoloji, Siyaset, Toplum başlığı verilmiş. Bu bölümdeki denemelerde yazın alanındaki değişim ve dönüşümlerin kültürel yansımaları ele alınıyor. Ekranın (bilgisayar) kâğıdın (kitabın) yerini alıp alamayacağı değerlendiriliyor. Okay sosyo-kültürel analizlerine yer yer siyasi eleştirilerini de ekleyerek meseleye geniş bir açıdan bakmayı deniyor.

Kâğıt Medeniyeti için eleştirel yönü baskın bir eser diyebiliriz. Yazılarında kültürel tekamül için elzem olan kavramlara değinen Okay, halk kültürü, milli kültür, popüler kültür gibi olguları değerlendiriyor. Sanat ve gerçek arasındaki ilişkinin anlamsal karşılığını göstermeye çalışıyor. Yazara göre modern hayatın getirdiği teknik ve teknolojik yenilikler kültürü yozlaştırmaktadır. Medya, teknoloji aracılığıyla mahremiyeti yok etmektedir. Toplumdaki hızlı değişim çalışma, dinlenme ve eğlenme vakitleri arasında bir dengesizliğe neden olmaktadır. Kapitalist düzenin kültürel faaliyetler kültürsüz bir kültürün oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu doğrultuda şekil alan kültürümüzde okuma olgusu sadece bir eğitim faaliyeti olarak değerlendirilmektedir. Okumak denildiğinde çoğunlukla ders kitabı okumak ya da ders çalışmak anlaşılmaktadır. Bu bir başarısızlıktır ve bu eğitim politikalarının başarısızlığının başlıca nedeni üstünkörü yapılan değişikliklere bağlanabilir. Bu başarısızlık iktidara geçen siyasi anlayışların plansız ve basiretsiz politikalarının neticesidir.

Kitapta, edebiyatçılara göndermede bulunan çok fazla anekdot yer alıyor. Bu ilgi çekici detayların yanı sıra yazı ve şiirlerden yapılan alıntılarla metin zenginleştirilmiş. Eleştirilerin nostaljik değinilerle yumuşatılması okumayı keyifli hâle getirirken mukayeseli anlatım meseleyi anlamayı kolaylaştırıyor. Hemen hemen her denemede Okay’ın düşünsel bir imbikten süzer gibi açığa çıkardığı veciz cümleler bulunuyor. Kağıt Medeniyeti bizde pek dikkate alınmasa da bir kültür eleştirisi girişimi olarak eleştiri kültürünün oluşmasına katkı sağlamaya yönelik değerli bir çalışma.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp