mvlt_ltntp sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster
mvlt_ltntp sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Algı her şeydir! - II

"Algı her şeydir!" başlıklı yazıda Yalın Alpay’ın Yalanın Siyaseti adlı eserini değerlendirirken, kitabın ‘post-truth’ ve safsata olmak üzere iki ana konu üzerine oluşturulduğundan bahsetmiştim. Bu yazı ilişkili olarak safsata konusuyla alakalı olacak.

İki yıl kadar önce bu blogda Taha Selçuk’un Alev Alatlı’ya ait Aklın Yolu da Bir Değildir adındaki eserle ilgili değerlendirmesini okuduğumda kendisiyle kitaba dair yazışmıştık. Mantık ve safsata meselelerini ele alan kitabın baskısı bulunmuyordu. Alatlı’nın kısa süre sonra Everest Yayınları’ndan çıkan ve konusu safsata olan ““Ben Böyle Düşünüyorum!” Demekle Olmuyor” adlı kitabı tevafukun böylesi dedirtmişti. Zira o metin yeni bir isimle yayınlanmıştı.

Aslında kitabın geçmişi internetin ülkemizde ilk kullanıldığı döneme, yani 2000’li yıllara dayanıyor. Sosyal medyanın esamesinin okunmadığı o zamanlar e-mail grupları paylaşım ve tartışma ortamı olarak iş görüyordu. Alev Alatlı, dâhil olduğu bir gruptaki yazışmalara istinaden yazdığı bir mail sonrası harekete geçilerek Safsata Kılavuzu adıyla bir kitapçık ortaya çıkarılıyor. Safsatanın tanımı ve sınıflandırmalarının yapıldığı o kitapçığa bugün internette ulaşmak mümkün fakat sonradan eklenen yazılardan yoksun hâli epeyce cılız kalıyor.

Alatlı’nın çıkış noktası, e-mail grubunda da şahit olduğu üzere, dil kullanımında düşülen mantık hatalarıdır. Alatlı’ya göre dil kullanımında yapılan bu mantık hataları yanlış sonuçlar doğurduğu için gerçek ya da hakikat ortaya çıkamayacaktır. Ayrıca bu durum sistematik düşünmeyi ve tartışmalardaki tutarlılığı engellemektedir.

Safsata Kılavuzu, 2009 yılında Aklın da Yolu Bir Değildir adıyla basılırken metne mantık ile ilgili yeni yazılar ekleniyor. Eklenen yazılarda, kesin ve tekçi bakışı temel alan Batı merkezli mantık (Aristo Mantığı) eleştirilirken yerine alternatif olarak çoklu yapıya sahip Doğu düşüncesi öneriliyor. 2018 yılına gelindiğinde ise kitabın temel omurgası aynı kalırken kısmi değişiklikler yapılarak ve yeni yazılarla zenginleştirilerek “Ben Böyle Düşünüyorum!” Demekle Olmuyor adıyla yeniden yayınlanıyor. Kitabın önceki hâliyle ilgili detaylı değerlendirme Şuur, mantık, dil yoluyla düşünce üzerine düşünmek başlıklı yazıda bulunuyor. Temel söylevi aynı olduğundan tekrara düşmemek adına safsata konusuna değinen başka bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Yalnız ondan önce, sanıyorum bir konuya dikkat çekmek gerekiyor. Eser bilgi ve yorum açısından Alatlı’nın yetkinliğinin bir yansıması ve yazar ufuk açıcı onlarca konuya değiniyor fakat savunulanların tümüne katılmak zor. Nitekim kitabı okurken Alatlı’nın mantık hakkında söyledikleri ve düşünüş tarzıyla ilgili akla takılan birkaç çetin mesele beliriyor. Oradan mülhem Taha Selçuk’un yazının sonuna eklediği notu tekrarlamanın faydalı olduğu kanaatindeyim:

Not: Bir nevi “Aristo mantığının eleştirisinin eleştirisi” olan Caner Çiçekdağı’nın “Aklın Yolu da Bir Değildir… (Alev Alatlı) Üzerine" isimli makalesi ile bu metni birlikte okumak biraz daha fazlasını isteyen okuyucu için tavsiye olunur.

Mantık gibi ilgi ve uzmanlık gerektiren meselelere dair kitapların konuyla profesyonel olarak ilgilenen kişilerin anlayacağı seviyede olması konunun uzmanı olmayan kişiler için kısıtlayıcı bir durum ortaya çıkarıyor. Doğrudan mantık ile ilgili olan safsata da bu durumdan nasibini alıyor elbette. Mantık ve safsata kavramlarını ‘basitleştirerek’ (anlaşılırlık açısından elbette) anlatmaya çalışan Tevfik Uyar’ın Safsatalar isimli eseri bu durumu gidermeye yönelik önemli bir çalışma. Destek Yayınları’ndan çıkan kitap iki yüz elli altı sayfadan oluşuyor. Kitapta hem üst başlık hem de alt başlık kullanılmış. “Aklın Kırk Haramisi” üst başlığıyla kitapta yer verilen kırk safsata çeşidine atıf yapılıyor. Uyar, buradaki safsataların tamamına yakınını literatürde kullanılanlardan almış. Bunun yanında birkaç tane de kendisinin tespit ettiğini söylediği başlık eklemiş. Alt başlığı ise “Günlük hayatta sıklıkla yapılan yanlış akıl yürütmeleri” olarak belirleyen yazar, herkesin her konuda kontrolsüzce konuşmasının yol açtığı anlam sorunlarına işaret ediyor.

Müellif kitaba safsata kelimesinin anlamsal karşılığı ve etimolojik kökenine dair açıklamalarla başlamış. Bu bağlamda Antik Yunan’dan günümüze uzanan süreç kabaca özetlenerek konuyla ilgili küçük bir sözlüğe yer verilmiş. Kitabın belki de benzerlerinden en önemli farkı, konu başlığının tanımı ve açıklamalarının çok kısa tutulup mevzunun örneklendirmelerle anlatılmış olması diyebiliriz. Tevfik Uyar verdiği her örneği detaylı şekilde analiz ederek neden mantıksal açıdan safsata olduğunu izah etmeye çalışmış. Kısacası, doğruymuş gibi gözüken örneklerin dikkatle incelendiğinde mantık ilkeleri çerçevesince yanlışlığı ortaya konuluyor.

Kitapta izlenen yöntemin önemli olduğu düşüncesindeyim. Safsata örnekleri detaylı açıklamalarla birlikte verilerek hemen arkasından söz konusu safsatanın nasıl tespit edileceği ve sınıflandırılılacağına değinilmiş. Bunun yanında, buradaki mantık hatasına düşmemek için de tavsiyeler eklenmiş. Tevfik Uyar bu yöntemi oluşturmada kendisinin safsata konusundaki bilinçlenme sürecinin etkili olduğunu belirtiyor.

Safsatalar, tespiti ve anlaşılması biraz meşakkatli olan safsata olgusunun anlaşılırlığını kolaylaştırmada kılavuz bir kitap. Konunun detayına girdikçe hayatımıza etkisini fark etmek kolaylaşıyor. Fark edilen çok daha önemli bir durum daha var. Safsata bizleri sadece dışarıdan gelecek şekilde etkilemiyor. Bizler de safsatanın birer kullanıcısı olarak sürecin içinde yer alıyoruz. Kitap bu durumu sonlandırmasa bile belki yavaşlatmaya yardımcı olabilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

10 Mayıs 2020 Pazar

Algı her şeydir!

“Post-truth, pro-faşizmdir.”
(Hakikat-sonrası, faşizm öncesidir.)
- Timothy Snyder, Tiranlık Üzerine

‘Algı her şeydir’ mottosu iletişim fakültesinde ilk öğretilen şeylerden biridir. Sebebi açıktır: Düşünce ve davranışları etkileme ve değiştirme algı üzerinden sağlanır. Bu meselede en önemli nokta algıyı oluşturma aşamasıdır. Önemini, ahlaki değer ve etik kodların rafa kaldırılmasına tekabül edişinden alır. Daha net ifade edersek; algı oluşturmada gerçek ve/veya hakikat önemsizdir. Önemli olan tek şey muhatabı etkisine alarak kontrol altında tutmak ve ‘kullanılabilir’ hâle getirmektir.

İlk bakışta gaye meşruiyet sağlanarak siyasi kazanım elde etmek gibi görünse de her daim amaçlanan maddi çıkardır. Yani, birey ve toplum sermayenin talepleri doğrultusunda kullanılabilir olmalıdır. Esasında yapılan şey bir nevi illüzyondur. Bu süreçte direkt çarpıtma ve yalanın yanında makulmüş gibi görünen ama mantıksal açıdan sorun teşkil eden malumat ya da önerme (safsata) kullanılır. Önemli nokta, meseleye dair bilinç kazanmış birey illüzyonun farkında olacağından bu tuzağa düşmeyecektir.

Yalın Alpay, Yalanın Siyaseti’nde bu illüzyonun nasıl yapıldığını işleyiş ve türleriyle birlikte ele alıyor. Destek Yayınları tarafından yayınlanan eser yüz seksen dört sayfadan oluşuyor. Kitabın iki temel konu (bölüm) üzerine inşa edildiğini söyleyebiliriz. İlk konusunu Batı literatüründe ‘post-truth’ olarak geçen olgunun oluşturduğu çalışmanın ikinci konusu ‘safsata’ kavramı. Bu bağlamda en genel tabiriyle mevzuyu, gerçeğin ve/veya hakikatin modern ve daha çok postmodern dönemde anlamını kaybetmesiyle birlikte ortaya çıkan ‘kaygan’ zeminde birey ve/veya toplumların bundan nasıl etkilendiğini belirlemek şeklinde özetleyebiliriz.

Yalın Alpay evvela İngilizcesi ‘post-truth’ olan kavramı anlamsal açıdan analiz ederek Türkçe’de “hakikatin önemsizleşmesi” şeklinde kullanmayı öneriyor. Hemen arkasından önerdiği kavramı çeşitli cihetleriyle detaylandırarak bir anlamda gerekçelendiriyor. Bu girişten sonra yalan ve gerçek yanılsamasının modern dönemde şimdiki kadar ayyuka çıkmamasının nedenleri üzerinde durarak sürecin neden bu yöne evrildiğini ve nasıl işlediğini ortaya koymaya çalışıyor. İlk ayrımı modernite/postmodernite arasında yapan Alpay, postmodernitenin özelliklerini sıralıyor. Postmodernitenin çerçevesini çizdikten sonra “hakikatin önemsizleşmesi” ile aralarındaki benzerliklere dikkat çekiyor. Böylelikle konuyu temellendirerek bu iki kavram arasında hakikat olgusu özelinde var olan dışlayıcı ortak ilişkiyi açığa çıkarmış oluyor.

Yazar, postmodernite ve “hakikatin önemsizleşmesi” arasında yaptığı ilişkilendirmeyle kavramların etkileşimsel boyutunu belirledikten sonra konuyu dil üzerinden insanları etkilemenin nasıl sağlandığına getiriyor. Esasında bu etki faaliyetleri bir dil oyunudur. Yani, mesele dilin yapısal özelliklerinin insanın psikolojik zaafları üzerindeki etkisinden faydalanmaktan ibarettir. Alpay, söz konusu dil oyununu açıklarken Aristoteles’in (MÖ 384-322) dil kullanımına dair yaptığı kategorizasyondan yola çıkıyor. Yalnız, önce mantık, aklın ilkeleri akıl yürütme konularına felsefi açıdan kısaca değinerek konuyu temellendiriyor. Sonrasında Aristoteles’in “Beş Sanat” şeklinde formülüze ettiği ‘savlar hiyerarşisi’ sınıflandırmasına geçiyor.

Bu hiyerarşi, sadece gerçeğin kanıtlandığı tanıtlama, gerçeği kanıtlamak yerine rakibi susturmanın yöntemi diyalektik, salt iknayı sağlayan retorik, doğruluğu olmayan ve düşsel bir alan olan şiir ile muhatabın algısını çarpıtarak yanılmasına yol açan safsata olarak tanımlanıyor. Buradaki sıralama aynı zamanda giderek gerçekten/hakikatten uzaklaşma şeklinde kendini gösteriyor. Yalın Alpay ilk dört başlığa kısa kısa değindikten sonra kitaptaki ikinci önemli konuyu oluşturan safsata meselesine geçiyor.

Müellif, safsata kelimesinin anlamı üzerine detaylı bir giriş yapıyor ve zihnin safsataya neden kapıldığını başlıklar hâlinden açıklamaya çalışıyor. Bu başlıkları safsatanın zihne sızdığı içsel ve dışsal çatlaklar olarak tanımlıyor. İçsel çatlakları insanın zaafları oluştururken dışsal çatlaklar sosyo-kültürel yapının sonucu olarak ortaya çıkıyor. Yalın Alpay bu çatlaklara dikkat çekerek ne kadar farkındalık oluşturulabilirse sızmanın o derece engellenebileceğini belirtiyor.

Kitapta safsata kavramıyla ilgili tanımlar yapıldıktan ve oluşma nedenleri belirtildikten sonra yazarın öznel olarak belirlediğini söylediği safsata örneklerine geçiliyor. Yazar buradaki örnekleri saptadığı en çok kullanılan safsata türleri şeklinde açıklıyor. Verilen örnekler günlük hayatta farkında olmadan ya da görmezden gelerek yaptığımız hataları gözler önüne seriyor. Bu hataların çokluğu ve kullanım sıklığı konuştuğumuz dilin neredeyse tamamen safsatayla örüntülü olduğu endişesi doğuruyor.

Yukarıda yazılanlardan sonra en önemli konuya; safsatanın ne olduğuna değinmemek olmaz sanıyorum. Genel olarak saçma, yalan, palavra gibi kelimelerle ya anlamlarıyla karıştırılan safsata, ‘doğru gibi görünen ama aslında doğru olmayan hileli akıl yürütme yöntemidir’. Daha net ifadeyle ‘mantıksal açıdan tutarsız akıl yürütmedir’. Günlük dilde dikkat edilmediği takdirde pek fark edilemeyen bu yöntem özellikle politik söylem ve medya ortamları başta olmak üzere -birebir ilişkiler de dâhil- hayatın her alanında kullanılarak bizleri doğrudan etkiliyor. Hayatımızın artık vazgeçilmezi olan sosyal medya ile birlikte ‘post-truth’ (hakikatin önemsizleşmesi) kavramının da muazzam etkisiyle maruz kaldığımız çarpıtma ve yalanın boyutu gün geçtikçe artıyor. Bu bağlamda safsataların doğru karar vermemezi etkileyen hatta engelleyen ve zarar görmemize sebep olan süreçleri ortaya çıkardığı görülüyor. Bunu engellemenin yolu ise safsata konusundaki farkındalığı arttırmaktan geçiyor.

Yalanın Siyaseti bir yandan safsataya dair farkındalığı artırırken bir yandan da safsatanın varoluş koşullarını gösteriyor. Postmodernite ile birlikte ele alınışı fotoğrafı daha geniş perspektiften görmeyi sağlıyor ve verilen güncel örnekler ve değerlendirmeler anlamı pekiştiriyor.

Kitaba dair iki konuda şerh düşmek gerekirse, Yalın Alpay’ın modernitenin bittiği ve postmodernitenin yeni bir paradigma olduğu söylemine katılmadığımı belirtmek isterim. Bu konuda postmoderniteye ithafen “modernite-tamamlanmamış bir proje” diyen Jürgen Habermas’ın görüşünün daha isabetli olduğu kanaatineyim. Zira postmodernite paradigmayı değil sentagmayı, yani ‘değerler dizgesini’ değil ‘değerler dizilimini’ değiştirmiştir. Sistem özünde aynı arkaik köklere sahiptir. Paradigma değişimi, modernitede olduğu gibi uygulayıcı ve uygulamanın tüm yönleriyle değişimidir. İkinci şerh konusu; Yalın Alpay’ın Türkiye için verdiği örneklerde ‘sağ muhafazakârlık’ kadar ‘sol muhafazakârlığa’ değinmemesidir. Konuyu siyasi angajmana çekmeden belirtmek gerekirse, bu toplumun sorunlarında sağ muhafazakârlık ne kadar sorumluysa sol muhafazakârlık da o kadar sorumludur. Dolayısıyla her iki kanat da safsata açışından diğerine rahmet okutacak kadar sorunludur.

Hamiş: Her ne kadar sevgili Yağız Gönüler seri yazıları ekstra bir yük ve sorumluluk olarak üzerimize almamamızı rica etse de post-truth ve safsata konuları birkaç kitap değerlendirmesi daha olacak gibi görünüyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

23 Nisan 2020 Perşembe

Yalnızlığın paradoksu

Rahmet ve özlemle andığım babam 12 Eylül döneminde yaktığı kitaplardan bahsederken hayıflanırdı. Altın yaldızlı olanların yanarken kağıdın yanıp yaldızların kor hâlde harf harf dökülüşünü anlattığı esnada o anı yaşar gibi olurdu. Kitapları saklamayıp yaktığı için kendine kızar, bir yere gömebilirdim derdi. Elbette sıkıyönetimin saldığı korku terörü yaptırmıştı bunu fakat asıl ilginç olan evinde silah olmayan insanların kitapla yakalanmaktan bu denli korkmasıydı. Dünyadaki diğer örneklerinde olduğu gibi darbe yönetimlerinin evlerde silahla birlikte aradığı şey kitaptır. Silahla kitabın bu bahiste bir araya gelmesi ironik olduğu kadar manidar. Zira kitabı silah kadar tehlikeli gören zihniyet tarih boyu varolmuştur. Anlaşılan o ki olmaya da devam edecek. Tarihsel süreçte bu zihniyetin tezahürü istisnasız dünyanın her yerinde görülmüştür. İskenderiye Kütüphanesi’ni yok eden barbarlık bir zaman sonra Bağdat’ı yakılan kitapların dumanıyla boğmuştur. Ortaçağ Avrupa’sında Kilise kılığıyla kitaba yapılan düşmanlığın kılıfı modern zamanlarda ideolojik saplantılar olmuştur.

Kültürel iktidarı da elinde bulundurmak isteyen siyasal iktidarın kitapla arasının iyi olmaması tuhaf bir durum. Silahla mücadelenin iktidar açısından makul gerekçeleri ileri sürülebilir fakat kitaba düşmanlığın çok daha derin anlamları olmalı. Birçok eserde bu konu farklı açılardan ele alınıyor fakat, sanıyorum, hiçbirinde 451 Fahrenheit’ta olduğu kadar nahif işlenmemiştir. İktidar toplumun kitapla ilişkisini kesmek için kitap yakma ekipleri oluşturmuştur. İstihbari faaliyetler neticesinde fiziki olarak kitap bulunduranlar cezalandırılmaktadır. Tabi kitaplar da... Karşı tarafta kitapları ezberleyerek bu sorunu aşmaya çalışan küçük bir grup vardır. Mesaj açıktır; insanların sahip olduğu fiziki kitaplar yok edilebilir fakat zihinlere girilmesini engellemek mümkündür.

Kitap medeniyete işaret eden bir kültür göstergesidir ve müdahale edilmesi toplumun kültür dünyasını dizayn etmeye yöneliktir. Çek yazar Bohumil Hrabal (1914-1997) otobiyografik eseri Gürültülü Yalnızlık’ta kitaplardan yola çıkarak modern paradigmanın hayatı nasıl yıkıma uğrattığını anlatıyor. Hrabal, yirminci yüzyılın ilk yarısının zorlu koşullarında Avrupa’da ‘biriken’ toplumsal psikolojiyi haritalandırıyor. İki büyük savaşın neden olduğu maddi-manevi yıkımla birlikte teknolojik gelişmelerin meydana getirdiği mekanik tahakkümün hayatı kuşatarak insanları nasıl harcadığına dikkat çekiyor. İktidarların bunda etkisi tartışılmazdır elbette. Notos Kitap’tan çıkan yüz on sekiz sayfalık roman Elif Göktepe tarafından tercüme edilmiş. Tercümenin yetkinliği bir yana Göktepe’nin ara ara kullanılmamaktan üzeri tozlanmış kelimeleri seçmesi zihinde hoş bir tat bırakıyor.

Bohumil Hrabal zorlu geçen hayatından kesitlerle oluşturduğu kurguya özgün bir üslup katarak edebi eserlerde kullanılabilecek bir çok tekniğe yer vermiş. Metafor, analoji, aforizma, sembolizm, atıf, alıntı, sürrealizm, fantastik anlatı… Yalnız Hrabal’ın sürreal-fantastik anlatısının son derece soft olduğunu söylemek gerekiyor. Onun üslubu Latin Amerika Edebiyatında gördüğümüz saldırgan-mitolojik dilden çok uzak. Hrabal sürreal-fantastik anlatısını oluştururken içinde yaşadığı toplumun kültürel varlığından faydalanıyor. Alıntı ve atıfların çokluğu bir yandan düşünceyi derinleştirirken bir yandan da farklı kaynaklara yönlendiriyor. Metinde olaylar ve düşünceler arasında kopukluk varmış gibi görünen geçişler yazarın üslubunun bir parçası olarak değerlendirilmeli. Buna neden olan şey için (tam olmasa da) ‘bilinçakışı’ tekniğine yakın iç ses anlatısı diyebiliriz.

Çekya’nın başkenti Prag’da geçen roman İkinci Dünya Savaşı dönemi ve sonrasındaki süreci konu ediniyor. İşi presçilik olan roman kahramanı hurdaya ayrılmış kâğıtların geri dönüşüme gönderilmeden önce preslenerek balyalar hâline getirildiği bir işyerinde çalışmaktadır. Büyük bir aşkla yaptığı işine olan sevgisini preslediği balyaların etrafını reprodüksiyonlarla süsleyerek gösterir. Hatta daha da ileri giderek her balyaya felsefe tarihinin önde gelen düşünürlerinin eserlerini sıkıştırır. Ağır bir işte çalışan sıradan bir işçi değil de sanatını icra eden bir sanatçı gibidir. Yaşadığı yoksun, yalnız hayata ve çalıştığı bodrum katındaki kötü şartlara inat kitaplardan bir dünya kurar kendine. Kitaplara olan ilgisi boş yer bırakmayacak duruma getirir evini. Kitapların fazlalığı zaman zaman korkularının nedeni olsa da hayata bakışını onlar şekillendirir. Ona göre her şey zıddıyla var olabilmektedir ve dünya hayatı hep aynı şeye varan döngüsel bir bütündür. Yaşamın özü karşıtlıkların egemenliğidir.

Kitabın ana temalarından biri ekonomi diyebiliriz. Anlatılanlar günümüzdeki refah seviyesinin henüz oluşmadığı dönemlerde Avrupa’daki çalışma hayatını yansıtıyor. Eski yöntemlerin yavaş yavaş terk edilmeye başlandığı zamanlarda iş dünyasındaki teknik gelişmeler ve duygulardan soyutlanmış profesyonelleşmeyle ilgili detaylarda bugünün küreselleşmesinin ipuçlarını görmek mümkün. Romanın satır aralarında işçi haklarının gözetilmediği zaman sanayinin ne kadar acımasız olduğu görülüyor.

Gürültülü Yalnızlık’ta birçok konuyu işleyen Hrabal sosyal ve kültürel yapıyı yansıtarak seçkinler arasında yer alamayan toplumun alt katmanlarının görmezden gelinişinin altını çiziyor. Teolojik açıdan çoğunlukla Hıristiyanlık olmak üzere Yahudilik ile ilgili eleştirel söylemlerde bulunurken tarihsel açıdan Antik Yunan’ı yücelten sözleri dikkat çekiyor. Ahlak kavramını filozoflardan yaptığı alıntı ve onlara yaptığı atıflarla yeniden yorumluyor. Ayrıca Hitler dönemi ve uygulamalarına bir parantez açmak gerekebilir. Faşizan Nazi politikalarıyla sadece Yahudilerin değil çingenelerin de hedef alındığını belirtiyor.

Kâğıt presçiliği de dâhil hayatını farklı işlerde çalışarak kazanmış olan yazar bir anlamda yaşadıklarını aktarıyor. Önceleri emek yoğun işlerde çalışan Bohumil Hrabal’ın biyografisinde kitaplarını ellili yaşlarında yayınlamaya başladığı görülüyor. Kitabın sonunda yer alan yazarla ilgili değerlendirmede ise genç yaştan beri yazdığı fakat yayınlama girişiminde bulunmadığı ancak dostlarının baskısıyla yayınlamaya razı olduğu belirtiliyor. Bu anlatılanlardan Hrabal’ın kendisi için yazdığı ve baskılara dayanamayarak yayınladığı anlaşılıyor. Buna rağmen sansür uygulamalarına takılması oldukça ilginç bir detay. Kitaplarının 1970-76 ve 1982-85 yılları arasında iki kez yasaklandığı görülüyor. Birey ve toplum açısından kitabın önemine dikkat çeken eserlere iktidarın sansür uygulaması oldukça manidar gözüküyor.

Hrabal romanın kurgusunu kitaplarla ilişkilendirerek oluşturuyor. Eserin otobiyografik yanını da dikkate alırsak yazarın öznel görüşlerini aktardığını söyleyebiliriz. Bunlar arasında okumanın inceliği, gerçek okurluk, kitap kültürü gibi başlıklar bulunuyor. Yazarın yaptığı değerlendirmeleri yaşam ve kitap olgularını anlamsal açıdan buluşturmaya çalışmak olarak özetleyebiliriz. Aslında Hrabal’ın bütün yaptığının varlık/ varoluş sorgulaması olduğunu söylemek en doğrusu olabilir. Preslenmiş kitaplar yasaklara dikkat çeken bir mesaj olarak değerlendirilebilir. Söz konusu yasaklar kültürü preslemektedir aslında. Her balyada insan preslenmekte, hayat ve canlılık yıkıma uğratılmaktadır. Romanın, yazarın ‘her şeyin aynı yere döndüğü’ düşüncesine de atıf olarak yorumlanabilecek ‘sıradışı’ sonucu açısından kendi bedeniyle kültürel preslenme arasında bağ kurduğunu söyleyebiliriz.

İsmi bir paradoksu işaret eden roman insan için yalnızlığın mümkün olup olmadığını sorgulatıyor. İnsan dış dünyadan kendini soyutlamış da olsa yaşanmışlıklarını ve içindeki dünyadayı yok sayamaz. Özellikle içinde yaşadığımız (post)modern zamanlarda bu mümkün değildir. Dolayısıyla yalnız kalamamak konusunda iç seslerinin gürültüsü bile yeterlidir. Romana daha yakışacak bir ifadeyle söylersek; yaşam aslında birikmiş yalnızlığın ortaya çıkardığı rahatsız edici bir gürültüden başka bir şey değildir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

2 Nisan 2020 Perşembe

Yazmayı bir yüzleşme eylemi hâline getirmek

“Her şey, bomboş günlerin, haftaların, ayların ve yılların baş döndürücü biçimde iz bırakmadan o biricik kesinliğe, yani ölüme doğru hızlanarak geçmesinden ibaret.” 
- Mario Levrero, Boş Sözler

İnsan -istisnasız- hayatın merkezindeymiş gibi hareket ediyor. Dünya onun etrafında dönüyor sanki ve eşya onun sayesinde ya da onun uğruna varolmuş gibi tavır takınıyor. Sanki varlığa imkân lütfediyor. Her anını kutsayan insanın her yaşadığı, hayatın amacı; her söylediği, hayatın anlamı oluyor. Lüzumsuzluğun da acizlik gibi yeri yok onun kitabında.

Uruguaylı yazar Mario Levrero, Boş Sözler’de bunun böyle olmadığını anlatmış: İnsanı o dokunulmaz biricikliğinden alarak asıl yerine, evrendeki çokluğun içine bırakmış. Bu açıdan Boş Sözler ismiyle müsemma olmayan bir eser. Bu tamlama için ironi hatta oksimoron demek mümkün.

Nebula Kitap tarafından neşredilen Boş Sözler’i Türkçeye Başak Güntekin çevirmiş. Yüz yirmi sekiz sayfalık roman üç bölümden oluşuyor fakat salt olay ya da durum hikâyesi diyemeyeceğimiz yapısı için bu bölümlemenin pek bir önemi yok. Romanın başlangıcı, akışı ve bitişi bitimsiz bir sirkülasyonun kesitinden ibaret.

Eserin hemen başında yazarın kitaba dair bir değerlendirmesi bulunuyor. Levrero burada eserindeki kurgunun “iki ayrı bakış açısı veya metin grubuyla örülü” olduğunu belirterek bu iki bakış açısı veya metin grubunu “Alıştırmalar” ve “Boş Diskur” olarak kategorize ediyor. Eserin tümünü ise bu iki yapının “edebi olma niyetiyle” birleştirilmiş hâli olarak tanımlıyor. Levrero, yine buradaki değerlendirmesinde eserininin basılmadan önce bir “günlüğe benzediğini” söylüyor. Metni okurken ne demek istediği daha net anlaşılıyor zira başlık olarak ‘alıştırma’ veya ‘diskur’ olarak tanımlanan metin gruplarına tarih girilerek başlanmış.

Romana geçmeden önce yazarın kitapta yer verilen kısa biyografisinin dikkate alınmasında fayda olduğu kanaatineyim. Burada yazarla ilgili verilen bilgiler romanın dili ve içeriğini anlamlandırmayı kolaylaştırıyor. Biyografiden anlaşıldığına göre Mario Levrero sıradışı karakterinin ötesinde psikolojik gerilimleri olan biri ve özel hayatında da bunun yansımaları görülüyor. Bu açıdan Levrero’nun psikososyal durumu romana da yansımış diyebiliriz. Zaten ben anlatıcı tekniğiyle yazılan metin kendini çevresinden tecrit etmeye çalışan bir karakterin iç monologlarından oluşuyor. Kısacası roman otobiyografik bir kesit olarak da değerlendirilebilir.

Bir Latin Amerika Edebiyatı örneği olmasının yanında Boş Sözler’i en ilginç kılan nokta konusu olsa gerek. Kitap kendinden pek hoşnut olmayan ve bu yüzden davranışlarını değiştirmek isteyen bir insanın durumunu ele alıyor. Davranışsalcı öğretiye göre insanın karakter özelliği ve el yazısı arasında derin bir bağ bulunmaktadır. Romanın başkahramanı bu iddiadan hareketle el yazısını geliştirerek karakterini değiştirebileceği varsayımında bulunuyor ve “alıştırmalar” dediği çalışmalarına başlıyor. Yaptığını “oto-terapi” olarak nitelendiren roman kahramanı el yazısını değiştirdiğinde davranışlarını da değiştirebileceğini düşünüyor. Davranışlarını değiştirerek karakterini değiştirmeyi ve karakterini değiştirerek de karakterini istediği şekilde geliştirmeyi amaçlıyor. Amacına ulaşmak için günlük çalışmalarına geçiyor. Harfleri nasıl yazacağına yönelik notları bir mucidin günlük kayıtlarını anımsatıyor. Yazmayı adeta bir ritüel hâline getirmesinin yanında yaptığının kaligrafi çalışması olmadığını belirtmesi önemli bir detay. Yalnız işler roman kahramanının hesapladığı gibi gitmiyor ve alıştırmalar sırasında büyük bir sorun ortaya çıkıyor. Başarılı olabilmek için sadece el yazısına odaklanmak ve harfleri düzgün yazabilmek gerekmektedir. En önemlisi çalışmada anlamlı metinler ortaya çıkmamalıdır. Yazılanların anlamlı metinler olması hâlinde odak noktası yazının anlamına kayacağı için el yazısı istenildiği oranda gelişmeyecektir. Dolayısıyla karakter değişimi de söz konusu olamayacaktır.

Romanın kahramanı bu sorunu yazdığı yazıları ‘alıştırmalar’ ve ‘diskur’ olarak kategorize ederek aşmayı deniyor. Fakat her defasında alıştırma kategorisinde sıkıntı yaşıyor. Aynı anda iki şeye konsantre olamadığı düşüncesiyle salt şekle dayalı yazılar yazmayı deniyor ce içerik yerine şekile konsantre olmaya çalışıyor fakat yeterli başarıyı sağlayamıyor. Gelinen aşama roman kahramanının disiplinli çalışmasına engel olduğundan görevini savsaklamasına yol açıyor ve yazma işine aralıklarla devam etmeye başlıyor.

Boş Sözler psikolojik eşiği yüksek ve biraz da kasvetli bir roman. Kaygıları yer yer depresyona dönüşen roman kahramanı gördüğü rüyalarla gerçeği iç içe geçecek şekilde aktarıyor. Bilinçaltını açığa çıkaran aykırı hayalleri ve antidepresan kullanımı pek de iç açıcı olmayan ruhsal durumunu gösteriyor. Diğer yandan psikolojik açıdan sorunlu gibi görüntü oluşsa da kitapta hayatın gerçekliğine dair önemli detaylara yer verilmiş. Sıradan insanın gündelik hayat içerisinde karşı karşıya geldiği/kaldığı bu durumlara aile içi ilişkiler, iş hayatı, politik atmosfer, sosyal ortam, yalnızlık ve mahremiyet gibi örnekler verilebilir. Bu bağlamda roman kahramanı yazmayı bir yüzleşme eylemi hâline getiriyor. Her ne kadar anlamlı metinler yazmak istemese de diskur kategorisi altında bilimden dine, eğitimden politikaya, sosyal hayattan ekonomiye kadar bir çok konuya değiniyor. Diğer yandan zaman, mekân, ruh, özgürlük, güzellik, ahlak, sevgi gibi kavramlara felsefi bir derinlik kazandırıyor. Kısacası ‘boş sözler’ dolu hâle geliyor ve Mario Levrero nahifçe günlük hayatın edebiyatını yapıyor.

* Alejandro Zambra’nın Mario Levrero’ya da değindiği Serbest Kürsü’de kitabın “El Discurso Vacío” olan orijinal ismi Türkçeye “Boş Söylev” olarak çevrilmiş. ‘Diskur’ kelimesinin ‘söylev’ şeklindeki çevirisinin anlamsal açıdan maksada ve içeriğe daha uygun olduğu kanaatindeyim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

25 Mart 2020 Çarşamba

Nostalji nedir?

Zygmunt Bauman (1927-2017) insanın gelecekte yaşamayı arzuladığı yeri kurgularken geçmişten (tarihten) referans aldığını söyler[1]. Ona göre geçmişte pratize edilmiş bir örneği olmayan ‘nostaljik’ bir yanılsamadır bu. Burada dikkat çeken kavramın nostalji olduğunu görüyoruz. Zira gelecek için geçmişe atıf yapılan bir kavram kullanılıyor. Nostalji kelimesi sözlükte “geçmişte kalan güzelliklere duyulan özlem; geçmişe duyulan aşırı özlem; sıla özlemi” veya “değişime karşı duyulan korku nedeniyle geçmişe sığınma; geçmişseverlik” olarak tanımlanıyor[2]. Son derece hisli ve nahif bir kavram. Günlük hayatta kullanıldığında insanın içinde gayriihtiyari bir hoşluğa yol açıyor. Geçmişi yad etmek ister istemez bir sıcaklık hissi doğuruyor.

Kolektif Kitap’tan çıkan Nostalji adlı çalışma bu nahif kavramı ele alıyor. Felsefe alanında akademisyen ve filolog olan Barbara Cassin imzalı yüz on iki sayfalık eserin çevirisi Seçil Kıvrak tarafından yapılmış. Nostalji kelimesini etimolojik yönleniyle ele alarak felsefi, tarihi ve kültürel açıdan analiz eden yazar mitolojiden büyük oranda faydalanıyor. Cassin önce Yunan mitolojisiyle başlayıp ardından Roma mitolojisine değinerek karşılaştırmalı bir değerlendirme yapıyor. Daha sonra nostalji kavramı üzerinde yaptığı mitolojik değerlendirmeyi dil bağlamında genişleterek günümüz dünyası açısından yorumluyor. Cassin amacını “Bu kitap ‘nostalji’yle birlikte vatan, sürgün ve anadil arasındaki ilişkiyi irdeliyor.” şeklinde özetliyor.

Detaya geçmeden önce kitaba ismini veren nostalji kelimesinin kökenine değinmek gerekirse, Barbara Cassin kelimenin Antik Yunanca gibi durduğunu ama çok daha yakın dönemde kullanıma girdiğini belirtiyor. İsviçre’den dünyaya yayılan bu kelimenin hikâyesi oldukça dokunaklıdır. İlk defa 1600’lerin ikinci yarısında memleketini özleyen İsviçreli asker ya da öğrencilerin ‘hastalığı’ için kullanılmıştır. Öyle ki sılaya döndüklerinde kısa sürede iyileştikleri kayıtlara geçmiştir.

İnsan Ne Zaman Evindedir?” alt başlığını taşıyan kitap toplamda dört bölümden oluşuyor. Barbara Cassin, giriş olarak da nitelendirebileceğimiz “Korsika Misafirperverliği” başlıklı ilk bölümde ev, eve dönüş ve evde oluş konularına anıları üzerinden açılım getirmeye çalışıyor. Paris’te yaşayan Cassin “evim olmayan evim” olarak nitelediği Korsika’ya yaptığı seyahat(ler)in hangi anlamlara gelebileceğini sorguluyor ve ‘insanın geçmişinde yurt olarak bir alakasının olmadığı bir yerle ilgili nostaljik hisler duyup duyamayacağını’ gündeme getiriyor. Yazarı bu düşünceye sevk eden şey, garip kültürüyle modern yaşamın biraz dışında kalan Korsikalıların onu evinde hissettirecek şekilde davranmalarıdır.

Odysseus ve Eve Dönüş Günü” adını taşıyan ikinci bölümde Yunan ozan Homeros’un (MÖ 9. yüzyıl) Odysseia adlı destanın başkarakteri Odysseus’un başından geçenler nostalji kavramı bağlamında ele alınıyor. Odysseus doğduğu yerden yani memleketinden sürgün edilmiş ve ancak uzun yıllar sonra dönebilmiştir. Öyle ki, Odysseus döndüğünde yaşlı köpeği hâricinde karısı dâhil kimse tanımamıştır onu. Cassin, bu süreç içinde Odysseus’un yaşadığı ‘sıla ve aile özlemi’ nostalji olarak değerlendirilebilir mi diye soruyor. Sorunun en can alıcı noktası Odysseus’un tekrar yola çıkacağını bilerek yurduna dönüşüdür. Sılaya dönüş olup olmadığı tartışılabilir olan bu ânın ortaya çıkardığı his nostalji anlamında değerlendirilebilir mi? Zira yıllar sonra aynı mekâna gelen kişi yıllar öncesinin imajıyla karşılaşmak ister fakat gerçeklik artık farklı bir durumdur. Cassin bu durumu şöyle açıklıyor: “Odysseus sonunda oradadır ama aslında hiç de orada değildir; başka bir biçimde, başka bir idededir.

Üçüncü bölüm “Aeneas: Nostaljiden Sürgüne” başlığını taşıyor. Romalı şair Publius Vergilius Maro’nun (MÖ 1. yüzyıl) eseri olan Aeneis’in başkarakteri Aeneas da yurdundan ayrılmıştır. Bu açıdan Yunan mitolojisindeki Odysseus’un Roma mitolojisindeki muadili gibi düşünülebilir fakat Aeneas’in yurdundan ayrılışı sürgün değildir. Aeneas İtalya’yı kurmak için Troya’dan yani Helen (Yunan) topraklarından ayrılmıştır. Dolayısıyla, bölüm başlığında da ima edildiği üzere geleceğe yönelik bir nostaljidir bu. Aeneas köklerinin ayrıldığı mekâna dönerek tekrar kök salmayı amaçlamaktadır. Barbara Cassin, Aeneas’in durumunun nostalji kavramı açısından ne anlama gelebileceğini sorguluyor. Zira Aeneas aslında yolculuğunu atalarının yurduna yapmaktadır. Bu açıdan ‘yaşanmamış’ geçmişe özlemle ilişkilendirilebilir bir alan doğmaktadır ama olay gelecekte gerçekleşecektir.

Barbara Cassin ele aldığı iki destandan yola çıkarak Yunan ve Roma (İtalyan) halklarının hem etnik hem de kültürel olarak birbirine karıştığını fakat kullanılan dil açısından kesin biçimde ayrıştığını belirtiyor. Filolog olan Cassin buradan hareketle bir millet için asıl belirleyici olanın dil olduğu vurgusunu yapıyor ve dil konusuna ayrı bir alan açarak anadilin anlamı ve sürgün olunan/gidilen yerde maruz kalınan dilin etkileri üzerinde duruyor. Örneğin Odysseus yıllar sonra bile Yunanca konuşurken, geçmişinde Yunanca konuşan Aeneas artık Latince konuşmaya başlamıştır. Latince Yunanca’ya galip gelmiştir. Diğer yandan Cassin’e göre Romalıların dilinin ‘Romaca’ değil de Latince olması ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur. Bu açıdan Romalılık kurgusal bir kimliktir. Roma halkının biri doğduğu yer diğeri vatandaşlık olmak üzere iki kimliği, iki vatandaşlığı vardır. Bunun anlamı, Guillermo Rosales’in dediği gibi topyekûn sürgünlüktür[3]. Cassin topyekûn sürgünlüğü “dâhil eden ötekilik” olarak tanımlıyor. Yapılan tanımlar modern insanın bugün içinde olduğu durumu anlamak açısından oldukça manidar.

Arendt: Vatan Yerine Dile Sahip Olmak” başlığını taşıyan dördüncü bölüm Alman Yahudisi olan Hannah Arendt’in (1906-1975) İkinci Dünya Savaşı sırasında önce Fransa’ya, oradan da Portekiz üzerinden ABD’ye olan ‘sürgününe’ dair düşüncelerini içeriyor. Başlığından anlaşılacağı üzere bölümün temel noktası anadil olarak belirlenmiş. Arendt’e göre anadilin kültürü ve kimliği korumadaki işleviyle geçmişle bağı koparmamaya yarayan nostaljik bir tarafı vardır. Sürgün ise anadili ‘denatrüralize’ ederek bozguna uğratır ve insan için doğallığını bozar. Bir başka deyişle dil olgusunun nostaljik yanı bozuma uğrar. Sürgün, birey için yeni bir dili ‘naturel’ hâle getirir. Bu süreci yaşayan Arendt’e göre “vatanı belirleyen atalarının toprağı değil, konuştuğu dildir.” Bir söyleşide Hitler öncesi Almanya’yı özleyip özlemediği sorulduğunda “Ona hiç nostalji duymadığımı söyleyemem../..Ondan geriye dil kaldı.” demiştir. Bu bağlamda Almanca’yı farklı bir yere koyan Arendt öğretilen/öğrenilen bir kimlik olarak tanımladığı Yahudiliğini önemsemekle itham edilmiştir. Ona göre dil insanın kimliği, kültürü ve aidiyeti açısından çok önemlidir çünkü o ‘Almanya’dan sürgün edilmekten öte Almanca’dan sürgün edildiğini’ düşünmektedir. Bu anlamda halk ve vatan değişir; asıl belirleyici olan dildir. Zaten sürgün edilen birinin de yanında götürebileceği yegâne şey anadilidir. Diğer yandan yaşadıkları yüzünden sürgünler iki dilin kekemesi olurlar. Tam olarak kullanamadıkları anadilleri ve tam olarak edinemeyip maruz kaldıkları dilin kekemesidir onlar. Anadil ortadan kalktığında kullanılan dil sadece propagandadır. Bütün bunların nihayetinde sürgünlük başta olmak üzere insanın içinde olduğu durum Edward W. Said’in (1935-2003) tabiriyle Yersiz Yurtsuz’luktur[4]. Said otobiyografik eserinde çok kimliliğine vurgu yaparak aslında hiçbir yere ait olmadığını açıklamaya çalışmıştır. O Filistinli bir Hıristiyan olarak önce Mısır’a ardından ABD’ye gitmek zorunda kalmış ve ABD vatandaşı olmuştur fakat yaşadığı tüm bu süreçleri açıklayan en net tabir yersiz-yurtsuzluktur. Bir mekâna ait ya da sahip değildir.

Nostalji birçok açıdan dolu bir kitap. Avrupalılık kültürünün da temelinde yer bulan iki antik destan ve geçtiğimiz yüzyılda iz bırakmış bir yazarın ele alındığı bir metnin edebi açıdan doyurucu olmaması düşünülemez. Nostalji’de felsefeden mitolojiye, filolojiden tarihe, coğrafyadan ekolojiye, dinden edebiyata, siyasetten kültüre kadar geniş bir alanda düşünsel bir devinim söz konusu. Batı kültürünün iki kurucu metni üzerinden kısmen de olsa antik dönemin hayata bakış açısını yansıtıyor. Bunun ötesinde günümüzün en önemli sorunlarından olan göçmenlik olgusuna dair önemli açılımlar yapmaya imkan tanıyan bir metin.

Kaynakça:
[1] Bauman, Zygmunt: Retrotopya, Çeviren: Ali Karatay, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2018.
[2] Türk Dil Kurumu: Türkçe Sözlük. Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 2005.
[3] Rosales, Guillermo: Felaketzedeler Evi. Çeviren: Gökhan Aksay. İstanbul: Jaguar Kitap, 2017.
[4] Said, W. Edward: Yersiz Yurtsuz. Çeviren: Aylin Ülçer. İstanbul: Metis Yayınları, 2014.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

19 Mart 2020 Perşembe

İnsandan içeri ama insandan öte öyküler

İlgimi tümüyle üzerinde yoğunlaştıran ‘agresif’ diye tanımladığım ‘aykırı’ üsluplu metinleri daha bir keyifle okuyorum. Elbette yazıdaki agresifliğin/aykırılığın dozu önemli. Zira bu üslubu metni saçmalamaya vardıran ‘absürt edebiyat’ ile ince bir çizgi ayırıyor. Her cümlesine aforizma, kelime oyunu ve/veya espri boca eden takıntılı/kasıntılı yazarların boğucu eserlerini okumak yoruyor.

Akademisyen olarak tanıdığımız Alper Bilgili’nin öykü kitabı Karınca İncitmez Arthur Balyan’ın Tuhaf İntikam Planı söz konusu çizgiyi koruyanlardan. Vadi Yayınları’ndan çıkan doksan beş sayfalık eserde on iki öykü bulunuyor. Kitapta anlatılanlar genel olarak sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih, coğrafya, sanat, bilim ve din konuları etrafında şekilleniyor. Uzak ve yakın tarihin işlendiği öyküler bir yerden sonra modernizm eleştirisine dönüşüyor. Bu eleştiride modern paradigmanın figüranı olmayı seçen insan da nasibini alıyor. Kitaptaki öyküleri konuların ele alınış biçimi ve üslup açısından postmodern edebiyat örneği olarak değerlendirebiliriz. Bunun yanı sıra Bilgili’nin sıkça başvurduğu atıf ve analojilerde akademik birikimi ve disipliner yaklaşımının etkisi olduğu açıkça anlaşılıyor.

Alper Bilgili öykülerinde bir dekor olarak kullandığı İstanbul’un tarihsel süreç içinde şekillenen farklı etnisite ve dinsel mensubiyete dayalı kozmopolit yapısından yararlanmış. Bazı öykülerde ise İstanbul’a dair tarihi kişi ve mekânlara yer vermenin ötesine geçerek Anadolu’dan Endülüs’e, Balkanlar’dan Avrupa’nın içlerine kadar geniş bir coğrafyada dolaşıyor. Geçmişte insanlığı etkileyen olaylardan günlük hayata akseden kesitlere ve çoğu zaman dikkate almadığımız detaylara yer veriyor. Burada dikkat çeken en önemli nokta, yazarın mensubu olduğu sosyo-kültürel yapının değerlerini önemsiyor oluşu diyebiliriz.

Müellif öykülerinde yalnızca yukarıdaki konuları kullanmıyor. İnsanın karakterini yansıtan aşk, fedakârlık, özgürlük, inanç gibi his ve eğilimlere de yer veriyor. Sevgiden nefrete varacak şekilde geçişken etkileşimi bireyden başlayıp toplumu da içine alan sosyo-psikolojik analize tabi tutmuş diyebiliriz. Bazı öykülerde gerçek ile gerçeküstünün bir arada kullanıldığını görüyoruz. Bu bağlamda zamanda yolculuk ve metamorfoz olguları mistik/metaforik bir üslupla ele alınmış. Söz konusu yöntem örtük bir anlam dünyası oluşturarak mesajın muhteviyatını ve sınırlarını okurun muhayyilesine bırakıyor. Ayrıca alt metin olarak modern düşüncenin insanı kendine yabancılaştıran yapısının günlük hayata yansımaları şeklinde okumak da mümkün. Alper Bilgili, bilgiyi dünyalığa indirgeyerek hikmetin üzerini örten anlayışın yol açtığı atomize olmuş hayatın fotoğrafını çekiyor. Karınca İncitmez Arthur Balyan’ın Tuhaf İntikam Planı insana ve hayata farklı bağlamlarda bakmaya olanak sağlayan bir kitap.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

8 Mart 2020 Pazar

Kimlik neyimiz olur? - II

Üzerinden iki yılı aşkın süre geçmiş: Tarih Kimlik Hanefilik adlı kitabın değerlendirmesinde Türkiye’deki mevcut kimliğin pratikteki kullanımına vurgu yapmıştım. Orada da belirttiğim üzere, çalışma kısıtlı bir alanı/bölgeyi/toplumu ele almasının dışında kimlik oluşumuna dair teorik bir açılım barındırmıyordu. Kitapta yazılanlar bu topraklardaki geleneksel İslami anlayışın olumladığı ‘hamasi’ (ya da biraz yumuşatırsak melankolik) kimlik olgusunun ‘pratikteki’ anlamsal karşılığına denk geliyordu. Oysa zamanın ruhu sosyolojik ve felsefi açıdan çok daha derin ve teorik açıdan çok daha kapsamlı analizleri zorunlu kılıyor. Bu yazıda ele alınan kitap söz konusu zorunluluğu anlamlandırmaya yönelik dikkate değer bir çalışma diyebiliriz.

Kimlik insanın nerede durduğunu gösterir. Bir başka deyişle, bireyi ya da toplumu etnik, dini, siyasi, sosyal veya kültürel açıdan konumlandırır. Kısacası duygu, düşünce ve hareketin zeminidir kimlik. Peki, bu kadar önemli bir olgunun meydana gelmesinde insan müdahil midir yoksa kimlik insana ‘verili hâlde’ mi ulaşır. Bu konuda insanın etkisi ya da etkilenirliği ne kadardır?

Zygmunt Bauman (1925-2017) Kimlik adlı çalışmada bu soruların cevabını arıyor. Perspektifi oldukça geniş tutan Bauman, kimlik kavramını modernizm ve postmodernizm bağlamında değerlendirerek farklılıklarını ortaya koymaya çalışıyor. Bauman’nın kullandığı başat kavramların ‘akışkan modernite’, ‘katı modernite’, ‘küreselleşme’ ve ‘ulus’ olduğunu görüyoruz. Bu kavramlar ve bu kavramları ele alış biçimi onun sosyolojisine aşina olanlar için kolaylık sağlayarak konuyu anlamlandırmaya yardımcı oluyor.

Heretik Yayıncılık etiketini taşıyan yüz yirmi sayfalık eserin çevirisi Mesut Hazır tarafından yapılmış. Kitaptaki akış bir söyleşiyi andıran soru-cevap şeklinde ilerliyor fakat kitabın ilk sayfalarında söz konusu iletişimin yüz yüze değil de, (Benedotto Vecchi ile) elektronik posta aracılığıyla yapıldığını öğreniyoruz. Bu yöntem bir taraftan konunun kopuk kopuk ele alınmasına yol açarken bir taraftan da konuyu soruları yönelten kişinin etkisinden çıkararak tümüyle Bauman’ın kontrolüne (bir anlamda keyfiyetine) bırakmasına neden oluyor.

Kitabın tümüne bakıldığında kimliğin tarihsel olarak geçirdiği aşamaların izi sürülebilir. Bu bağlamda kimlik olgusunun arkaik dönemdeki durumu ve bildiğimiz manada ne zaman kullanılmaya başlandığı, ulusçuluk akımının ortaya çıkışı ve etkisi, modernleşmenin oluşturduğu katı ve net çerçeve, postmodernizmin yol açtığı akışkan ve müphem anlayış ile küreselleşmenin getirdiği parçalayıcı süreçlere değiniliyor. Bununla birlikte günümüzde kabul gören kimlik kavramı açısından önemli parametreler olan ulus, millet ya da cemaat olmanın birey ve toplum açısından anlamsal karşılıkları sorgulanıyor. Bauman, insanın kimliğiyle ilgili seçme şansı ya da tercih ihtimali üzerinde dururken kurgulanan kimlik olgusunun buna müsaade edip etmediğini tespit etmeyi deniyor. Küresellik, yerellik, millilik, ulusluk, köktencilik gibi kimliklerin olumlu ve olumsuz yönlerinin neler olabileceğini belirlemeye çalışıyor. Özellikle karşıtlığının mümkün olmadığını iddia ettiği küreselleşmeyi tüm insanlık için nasıl olumlu hâle dönüştürülebileceğinin arayışına giriyor.

Bauman’a göre çok bileşenli, kaotik ve komplike bir kavram olan kimlik bir baskı ve/veya çıkar unsuru olarak kullanılmaktadır. Bu bağlamda ulusal kimlik gücünü birleştirici olmaktan ziyade kavgacı olmasından alır. Zira ulus kimlik oluşturulurken doğallık (organik) adı altında doğal dışılık (inorganik) kurgulanır. Devlet mekanizması devamlılığı ve etkisi için buna ihtiyaç duyar. Katı modernite dönemi için devletin sahip olduğu bu pozisyon akışkan modernite döneminde sermayenin etki alanına girerek devlet mekanizmasını sermaye için garantörlük konumuna indirgenmiştir. Devlet mekanizmasının biçim ve görevinin değiştiği bu süreçte liberal düşünce sosyal devlet anlayışını galebe çalmış, anayasalar dahi bu değişime uyumlu hâle gelmiştir. Kısacası kimlik kurgusal bir olgudur ve kurgular meşruiyet alanı oluşturmak için yapılır. Tüm bu yaşananlar sırasında toplumsal yapı ve sınıfsal farklar da değiştirmiş ve isçi olgusu ‘sosyalist’ manasını kaybederek burjuva kavramına yaklaşmıştır.

Zygmunt Bauman farklı siyasi, ekonomik, ideolojik ve dini yaklaşımların kimlik üzerindeki etkisinin katı modernite döneminde etkin olduğunu, bugün ise akışkan modernite sebebiyle paradigmanın tümüyle değiştiğini iddia ediyor. Katı modernite dönemindeki kesin çizgilerle çevrilmiş kavramsal çerçevelerin aşınması sonucunda kimlik olgusununun muğlak hâle geldiğini fakat küreselleşmenin getirilerinden yeterli oranda faydalanamamanın ters etki yaptığını belirtiyor. Ona göre başta dini olmak üzere tüm köktenci yaklaşımlar buradaki ‘yok sayılma’ sebebiyle oluşmaktadır. Sonuç itibariyle ötekileştirilen kişi ve gruplar için köktencilik cazip hâle gelmektedir. Zira köktencilik anında sert şekilde karşı koymakla birlikte katı modernite dönemindeki kesinliğe dayanan önerilerde bulunur. Böylelikle ölmek veya yaşamak anlamlı hâle gelmektedir.

Kimlik üzerindeki değişim insanın tüm ilişkilerinde de dönüşümlere neden olmuştur. Tüketim kültürünün parçası hâline gelen bireyler tatminsizlik ön kabulüyle başladıkları ilişkilerinde ‘kullan-at’ anlayışıyla hareket etmektedir. Bu anlayış aynı zamanda nitelikten ziyade niceliğe önem verdiğinden ilişki çokluğu kazanım/zenginlik/statü olarak kabul edilmektedir. Anı yaşamayı salık veren bu anlayışın ilk işi uhrevi olanı yaşamın dışına çıkarmaktır. Sonraki süreçte ‘Kanon’ yıpranmış ve etkisini yitirmiştir. Bu aşamada iletişim olgusu ve teknoloji kimlik yıpratmada ya da yeni kimlik oluşturmada kullanılan önemli araçlardır.

Kimlik, içerik açısından Bauman’ın diğer tüm eserleri gibi oldukça zengin bir kitap. Bu bağlamda kitabın ana konusu kimlik olsa da toplum, siyaset, ekonomi, din, etnik köken ve kültür gibi birçok konuya dair ufuk açıcı değerlendirmeler barındırıyor. Kendisi de bir savaş mağduru ve göçmen olan Bauman ara ara hayatı boyunca yaşadığı kimlik sorunlarına değinerek konuyu salt teorik çerçeveyle ele almak yerine hayatın içine yansıyan şekliyle de değerlendiriyor ve bu sayede gerçeğe/gerçekliğe çok daha yakın bir kuramsal anlatımı ortaya çıkarıyor. En önemlisi, Bauman yaptığı açılımlarla kimlik meselesini hem sosyolojik bir uğraş hem de felsefi bir konu olacak şekilde temellendirerek anlamlı hâle getiriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

12 Şubat 2020 Çarşamba

Tarihi farklı okumak - II

Tarihi farklı okumak başlıklı yazıda resmî tarih kurgusunun dışına çıkabilen tarih yazımının gerçekle ilişkisinin çok daha tutarlı olduğundan bahsetmiştim. Aynı şey salt batı merkezli tarih anlayışı için de geçerli. Muhalif düşünce için alternatif tarih yazımı… Fakat bu sefer de hesaplaşma içine girmemeye dikkat etmek gerekiyor. İçine doğduğumuz ve içinde yoğrulduğumuz sistem maalesef bize batı merkezli resmî tarih anlayışını dikte ediyor. Bu bakış açısının tam karşısında yer alan anlayış ise rövanşist tavırlı olduğundan gerçekle sağlıklı bir ilişki kurulamıyor. O da resmî tarih gibi ideolojik, hamaset içerikli, popülist söylemleriyle tarihi keyfince eğip büküyor. Hakikat açısından daha sağduyulu, daha tutarlı, daha metodolojik bir bakış açısı geliştirilebilir mi sorusu boşlukta öylece savruluyor. Bu yazı, bağlantı eklenen yazıda da olduğu gibi tarihi farklı okuyabilme ihtimalini sorguluyor.

Düz mantığa göre ‘malumat’ ne kadar çok tekrar edilirse etkisi o doğrultuda büyük olacaktır. Daha açık söylemek gerekirse; çok tekrar çok iz, çok etki bırakır diye düşünülür. Yalnız, bu düşüncenin geçerlilik payı düşünüldüğü gibi olmayabilir. Yani çok tekrar istenilen etkiyi yapmayabilir. Sosyal bilimlerin araştırma alanlarından iletişim ile ilgili oluşmuş literatürde ‘doygunluk’ denilen bir olguya yer verilir. Bir olay ya da duruma dair her türlü bilgi/belge, duygu veya düşüncenin doygunluk eşiğini aşacak seviyede tekrarı hissizliğe yol açar ve muhatap ya da hedef kitle iletiyi algılasa bile içeriği alımlamamaya başlar. Dolayısıyla etki derecesi de ortadan kalkarak amaç ıskalanmış olur. Elbette iletinin içeriğinin alımlanması isteniyorsa böyledir. Yoksa günümüz dünyasında istenen şey zaten doygunluk eşiğinin aşılmış olmasıdır. Böylelikle kitleler tepkisizleştirilerek pasifize edilir ve kolaylıkla yönlendirilir/yönetilir.

Sosyal medyada uzun zamandır takip ettiğim Emrah Safa Gürkan’ın bu aşamaya geldiğini düşünüyorum. Tarih konusunda toplumun ilgisizliğini ve saplantılı/patolojik tarih yazıcılığının pervasızlığını ‘popüler tarih’ anlatımıyla etkisizleştirmeye çalışan Gürkan’ın yönteminin bir yerden sonra popülist söylemden farkı kalmayacak gibi görünüyor. Aslında, Emrah Safa Gürkan Türkiye şartlarında bir akademisyenin sahip olması gereken bilgi ve donanımın fazlasına sahip. Tarihi doğru anlamak ve anlatmak konusunda canhıraş mücadelesinde son derece samimi olduğunu da gönülden kaniyim. Benim dikkat çekmek istediğim mevzu, tıpkı Gürkan’ın tarih konusunda metodolojik bir bakış açısını oluşturmaya çalışması gibi teknik bir konu. Ne yazık ki haklılık ihtimalimiz ters orantılı. Umarım benim düşündüğüm şey yerine toplumda Gürkan’ın ‘hayalini kurduğu’ metodolojik tarih anlayışı/yorumlaması oluşur da o entelektüel seviye yakalanır.

Yeni nesil akademisyen olarak kullandığı ‘dil’ ile gençlerin nabzını tutmayı başaran Emrah Safa Gürkan yalnızca akademik çalışmalarda bulunmuyor. Çok geniş bir spektrumda at koştururken dijital oyunlardan bahsediyor, sinemaya dair bilgisini konuşturuyor, videolar çekiyor, televizyon programınlarında boy gösteriyor, ödüller alıyor ve sosyal medya fenomeni olarak karşımıza çıkıyor. Elbette alanındaki yetkin birikimiyle kitaplar da yazıyor. Son yılların tarih yayıncılığının lokomotifi hâline gelen Kronik Kitap tarafından yayınlanan Bunu Herkes Bilir, Gürkan’ın yeni kitabı. Tarihteki Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar alt başlığını taşıyan eser üç yüz dört sayfadan oluşuyor. Önsöz ve Sonsöz haricinde on iki bölüme ve birkaç dili içeren kapsamlı bir kaynakçaya yer verilmiş. Yazar, metnin akademik bir çalışma olmadığını ve olmaması için çaba sarfettiğini belirtiyor. Kitaba dair yapılan tanıtımlarda ‘bilginin mizahla birleşimi’ şeklinde lanse ediliyor. Evet, kitabın dilinin akademik olmaması doğru fakat mizahi yönü de yansıtıldığı kadar değil. Sözlü ve yazılı iletişim farkı kendini belli ediyor. Gürkan’nın konuşurkenki mizahi üslubu yazarken o kadar ortaya çıkmamış lakin bilgi kısmı için söylenecek çok fazla bir şey yok. Zira bilgi ve yorumlama konusunda üst düzey bir kitap. Bu bağlamda anlamak için de belirli bir seviye gerektirdiğini kabul etmek lazım. Bunların yanında kitaptaki bazı tekrarlar ve özellikle denizcilik/korsanlık konusundaki detaylar yoruyor. Fakat hepsinin ötesinde son bin yıllık tarihe güzel bir panoramik bakış yapılmış. Elbette arada önceki dönemlere de değinilmiş ama asıl olarak Osmanlı’nın kuruluş dönemi ve sonrasında dünyada meydana gelen gelişmeler ele alınmış. Kitapta izi sürülecek en önemli detayın Osmanlı ve Batı’daki gelişmelerin eşzamanlı olarak anlatılışı diyebiliriz. Bu yöntem her iki yapının geçirdiği aşamaları karşılaştırmalı olarak anlamayı mümkün kılıyor. Batı’da yaşanan bilimsel ve teknolojik gelişmeler sırasında Osmanlı İmparatorluğu özelinde doğunun neden ve ne ile meşgul olduğu gösterilmeye çalışılmış. Emperyalizm ve kapitalizmin kurumsallaşma süreçleri ile Batı’nın dünya genelinde tahakküm kurma aşamasında elini güçlendiren determinist ve konjonktürel unsurlar başarılı şekilde sıralanmış. Osmanlı başta olmak üzere doğu toplumlarının Batı’nın gücü ele geçirmesine zemin sağlayan zorlu şartlara maruz kalmayışı net olarak açıklanmış. Doğuluların görece rahatlığı rehavete neden olduğundan batı gibi kabuğunu kırmaktan uzak durduğu anlaşılıyor. Batı risk alırken doğu garantici davranıyor. Gürkan, doğu ve batıyı birlikte ale alarak bildiğimiz Batı merkezli tarih yazımının az da olsa dışına çıkmayı başarmış. Bu açıdan hakkının verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yaklaşım bugünkü dünyayı anlamayı kolaylaştırıyor.

Metnin en önemli özelliğinin, eğitim sistemimiz başta olmak üzere hayatımızın her alanında fazlasıyla maruz kaldığımız hamasete, ideolojiye ya da popülizme kapı aralamayışı olduğu kanaatindeyim. Zira bizler tarihi bu kalıplarla öğrenmiş olan ve meşrebimize göre devam ettiren bir toplumuz. Bu özelliğimiz kurumsallaşamama sorunumuzu ortaya çıkarıyor. Metinde çok öne çıkmasa da beni en heyecanlandıran yaklaşım Anadolu üzerindeki Farisî etkiye dikkat çekilmesi diyebilirim. Şahsen bu etkinin/etkileşimin dini, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda sanıldığından çok daha fazla olduğunu düşünüyorum.

Emrah Safa Gürkan eserinde toplum tarafından doğru bilinen hatta kanon kabul edilen konuları masaya yatırıyor. Efsaneci, rivayetçi tarihçiliğin açmazlarına işaret ediyor. İdeolojik kutuplaşmaların sırf mevzi ve dolayısıyla rant kazanmak için öne sürdüğü görüşlerde eldeki veriler doğrultusunda neden tutarsız olduğunu ortaya koymaya çalışıyor. Gerçekçi davranarak ve aklı kullanarak yapılacak yorumlarda tarihe belli bir disiplinle metodolojik bakmayı öneriyor. Bu önerisini, “çağın bilgiyi elde etmekten öte farklı alanlardaki bilgileri meczederek yorumlayabilme çağı” olduğu savıyla destekliyor. Hasılı, tarihe ve dolayısıyla hayata esaslı ve kapsamlı bir bakış açısı oluşturabilmeyi deniyor. Bunu Herkes Bilir sadece giriş yazısı için bile okunması gereken bir kitap. Bunu herkes bilmeli.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

4 Şubat 2020 Salı

İnsanın arada kalmışlığına bir şerh

En son ne zaman bir kenara, bir köşeye, bir soteye çekilip kendinizi dinlediniz? Böyle bir şey artık lüks. Çocukken köyde en çok yaptığım şeylerden biri evimizin az ötesindeki mezarlığın yanıbaşında bulunan armut ağacına çıkıp ‘dinlemekti’. O anki aklımla kuşları, rüzgârı, sessizliği dinlerdim. Hayatın yoğunlaşarak zamanın daraldığı hissi veren günümüz dünyasında bu pek mümkün görünmüyor. Durup bir soluk almaya, neler oluyor diye etrafa bakmaya, gidişatı kontrol etmeye ihtiyacımız var. Kısacası aciziz ve nefeslenecek aralara muhtacız. Bu ihtiyaç giderilirse önce kendimizi sonra hayatımıza bir şekilde giren her şeyi dinlemeye, sorgulamaya ve anlamaya başlayabiliriz. Eğer daha sağlıklı ve nitelikli bir hayat istiyorsak buna zorunluyuz.

Necdet Subaşı, Mahir Zaman'la Yakaza Hâlleri’nde iç dünyasıyla söyleşirken insana kendisiyle iletişim kurmanın yollarından birini gösteriyor. İnsan kendisiyle iletişim kurar mı demeyin. Zira insanının bidayetten beri var olan kadim sorunudur iletişimsizlik. İnsanın hem kendiyle hem de çevresiyle, ‘diğeriyle’, ‘ötekiyle’ çözümleyemediği bu ontolojik duruma/soruna ister yozlaşma deyin ister yabancılaşma; farketmiyor. İsterseniz daha felsefi bir edayla ‘zamanın ruhu’ diyerek sorumluluğu insanın sırtından indirin. Yine farketmiyor. Mevzu, insanın evvela özüyle iletişimini kuramamasıyla başlıyor. İnsan kendini tanımıyor, ‘kendini bilmiyor’. Kendini bilmeyenin başka bir şey bilmesini beklemenin abesliğinin bile farkında değil.

Mahya Yayıncılık tarafından neşredilen yüz seksen dört sayfalık eser 2015’te yayınlanan bir radyo programında “irticalen yapılan konuşmaların” bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Bir konuşmanın yazıya aktarılmasından olsa gerek bir sohbet havasında cereyan ediyor metin. Dil açısından (yazı diline alışkın) okura farklı gelebilecek iki özelliği var Mahir Zamanla Yakaza Hâlleri’nin. İlki, konuşma dilini yazı dilinden ayıran en önemli özellik olan devrik cümlelerin yoğunluğu ve kısa cümleler. Kısa oluşları derin anlamlı olmalarına engel olmuyor. İkincisi ise metnin kısmen örtük bir anlam dünyası taşıyor olması. Bu örtük anlam karşısında elbette kepçeyi kazana daldıran kişi kendi nasibince faydalanacaktır. Şu da var ki, metindeki anlam dünyasının kimine derin ya da örtük gelmemesi de ihtimal dâhilinde. Detaylar, kaybolan anlamı bulma derdinde olan için bir anlam taşıyor. Zaman akmakla mahirdir. Bu maharetin gücü altında ezilen insanın en belirgin özelliği ise yakaza hâlinde olmak olabilir. Temelde ‘arada kalmışlığa’ işaret etse de yakaza kavramının her insanda açığa çıkışı farklılıklar gösterir. Buradaki gizem insanın kemalatıyla doğru orantılıdır şüphesiz.

Kitapta yazarın yaşamsal süreçte önemli bulduğu on dört kavram ele alınıyor. Sırasıyla yakaza, konuşmak, yol, aklıselim, dostluk, sıradanlık ve sıra dışılık, önyargı, kendini bilmek, zamanın ruhu, muhabbet, gurbet, niyet, dert ve vefa olguları değerlendiriliyor. Necdet Subaşı’nın İslami bir perspektiften kendine has bakış açısıyla ele aldığı bu kavramların anlamsal karşılığı ile hayat içinde bulduğu karşılık mukayese ediliyor. Okur, insanın zihninde olgunlaştırıp idealize ettiği değerleri hayatın akışı içinde yaşarken nasıl yozlaştırdığını, nasıl görmezden geldiğini, nasıl unuttuğunu görebiliyor.

Necdet Subaşı yaptığı değerlendirmelerde toplumsal gerçekliğimizle yoğurulmuş tecrübelerinden ve teorik bilgiyle pratik eylemin farkını ortaya koyan gözlemlerinden faydalanıyor. Yalın bir üslupla günlük yaşamdan, tarihten örnekler veriyor ve az da olsa literatüre değiniyor. Bu yöntemle bir yandan farkındalığı arttırarak anlattıklarına gerçeği konu ederken bir yandan da anlaşılır bir dille insana özüne, fıtratına, ruhuna dönmeyi salık veriyor. En çok da geleneğin, gelenekselin modern dünyanın pratikleri içinde nasıl eriyip kaybolduğunu gösteriyor.

Kitap, ‘insanın yaşarken geçirdiği aşamalar (onun) arada kalmışlığına nasıl etki eder’ sorusunun cevabını arıyor. Aidiyetlerin, geleneklerin, değerlerin süreç içindeki, ‘zaman içindeki’ dönüşümleri ve insanın nerede durduğu açığa çıkarılmaya çalışılıyor. Meseleleri olabildiğince hassas ele alan Necdet Subaşı bu sosyolojik alanda bir arkeolog edasıyla ve kavramlara takla attırmadan olması gerekenle olan arasındaki farkı sade bir üslupla ortaya koymaya çalışmış. Belki de zamanla unuttuklarımızı hatırlatmayı denemiş. Amacı ne olursa olsun anlatılanlar hayatın dağdağası içinde insanın manevi tarafından gelen hafif bir esinti gibi dokunup geçerken zaman tüm maharetiyle akmaya devam ediyor. Şerh, düşüldüğüyle mi kalıyor; zaman gösterecektir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

6 Aralık 2019 Cuma

İstanbul’a dair esrarlı öyküler

“Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...”
- Necip Fazıl Kısakürek, Canım İstanbul

Esasında İstanbul’u güzellemek, övmek, methiyeler dizmek bir yerden sonra yetersiz kalarak haybeye bir çabaya dönüşüyor. Diğer taraftan tarihine ve mirasına ettiğimiz bunca zulmü hesaba katarsak yüzsüzlükten başkası değil yaptığımız. Bugün, hem üzerinde yaşayıp hem talanın, kıyımın, yıkımın ucundan tutmayanımız yok. Yalnız, yine de şairin sözü bir kurşun gibi saplanıyor da sineye, hatırlamadan edemiyor insan. “Güleni şeyle dursun, ağlayanı bahtiyar” İstanbul’un. Üstelik ağlatan da o değil.

İstanbul denildiğinden akla ilk gelen yer Suriçi olsa gerektir. Son elli, altmış yılın ürettiği sakil yapılaşma bir yana gerçek İstanbul orasıdır. Suriçi’nde her sokak ayrı bir şehir, her mahalle, her semt başka bir ülke gibidir. Acımasızca silinip süpürülmesine rağmen yaşanmışlık tarihin içinden kopup geliverir yanınıza ve bir anda şehrin ruhu sarıverir etrafınızı. Bu eşsiz mekân sözüm ona aynı yerdir fakat Marmara’ya bakan tarafıyla Haliç’e bakan yanı bambaşkadır. Birbirine hiç benzemeyen Topkapı’yla Eminönü arasındaki mesafenin birkaç kilometre olması kadar şaşırtıcı çok az şey vardır. Ömrü ahirinizde yolunuz İstanbul’a düştüyse ve İstanbul’un ruhuyla kendinizce bir irtibat kurmuş iseniz, bu ünsiyeti kavileştiren her fırsat, her detay, her vesile daha bir hoş gelecektir. Örneğin bir kitapseverseniz ve bu irtibata sebep olan da bir kitapsa duyduğunuz hoşluk katmerlenecektir.

İsmiyle müsemma Küçük Sırlar Dükkânı’nın içeriğindeki hoşluk, bir İstanbul-severin içindeki müzmin hisse karşılık verecek cinsten bir kitap. Öyle ki, havsaladaki İstanbul’dan soyutlamadan geçmişe götürüyor okuru. Ötüken Neşriyat tarafından neşredilen eser Murat Erşahin imzasını taşıyor. Yayınevinin tabiriyle “İstanbul merkezli esrar, rivayat, müphemiyet” içeren on iki öykünün yer aldığı kitap yüz on sayfadan oluşuyor. Kitaptaki öyküler yazarın farklı tarihlerde Ayarsız dergisinde neşredilen yazıları arasından seçilmiş. Temiz bir Türkçeyle yazılan öykülerde yalın dil kullanılmamış olmasına rağmen akıcı bir üslup oluşturulmuş. Kültürümüzde var olan masalsı dili yeniden yorumlayarak fantastik bir biçem oluşturan Erşahin, edebiyatımızda pek karşılığı olmadığı var sayılan gerçeküstücülüğe göz kırpıyor. Bunun da ötesinde, kitaptaki öyküleri salt öykü olmaktan ziyade mistik/metafizik/tasavvufi boyutuyla manevi bir anlam arayışı olarak okumak mümkün. Arka kapak yazısında her ne kadar korku, ürperti ve tedirginliğe dikkat çekilse de çoğu öyküde hatıra gelen en önemli şeyin ‘hikmet’ olduğu kanaatindeyim. Zira belirli bir ahlaki düşünce üzerine inşa edilen hikâyelerde bilinçli olarak boş bırakılan yerlere en yakışan kavram hikmet oluyor.

Küçük Sırlar Dükkânı, Suriçi’nde gizemli bir yolculuğa çıkardığı okuru ecinni, ifrit ve canavarların kol gezdiği mahalle ve sokakları dolaştırıyor. İrrasyonel olarak nitelendirilebilecek bu seyahatler geçmişle bugünü birbirine bağlayarak insan hâllerine tercüman oluyor. Öykülerdeki alt metinler hiçbir şeyin tesadüf olmadığını, her şeyin bir karşılığı olduğunu ve zamanı gelince yerini bulduğunu söylüyor. Bu devridaim içinde başrol insanın eğilim ve zaaflarına verilmiş durumda. İnsanın özne olduğu öykülerde rastlanan gerçeküstü varlıklar, görünümler ve olaylar söz konusu sirkülasyonun içinde nesne konumundalar ve büyük resmin bir parçasını oluşturuyorlar. Küçük Sırlar Dükkânı, birkaç saatte biten keyifli bir okuma nöbeti sırasında tarihi ve gizemli bir yolculuğa çıkardığı okuru, gerçek İstanbul diyebileceğimiz bir zaman ve mekân düzlemine götürerek anlamı ortaya çıkarmayı deniyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

30 Ekim 2019 Çarşamba

Olmaz öyle şey diyeceğiniz sırada olabilen şeyler

İyi bir sinema izleyicisi değilimdir. Hangi filmi kim yönetir, hangi filmde kim oynar pek bilmem. Buna karşın ara sıra bir yerde okuduğum veya birinden duyduğumda ilgimi çeken filmler de olmuyor değil. Sanırım bu konudaki tek ölçütüm hâkim sinema endüstrisinin dışında olması.

Müntesibi olduğu toplumu, kültürü, geleneği, coğrafyayı, dini temsil eden ‘dil’ ilgimi çekiyor. Nedeni üzerine düşünmedim ama zihnimde Doğu Avrupa ve İran sineması kendiliğinden ayrışarak sinema endüstrisinin (karşısında olmasa bile) dışında yer alıyor. Türkiye’nin bu konuda pek başarılı olmadığı, özgün örnekler çıksa da ekserisinin kendi sınırlarını aşamadığı ve dolayısıyla evrensele ulaşamadığı kanaatindeyim. İyi yetişmiş nadir sanat tarihçilerimizden Sezer Tansuğ’un (1930-1998) 1969 yapımı olan heyecan verici çalışması "Amentü Gemisi Nasıl Yürüdü" adlı animasyon filmi tam bu konuma yerleştirdiğim bir ‘numune’. Geleneği anlamlandırma noktasında başarılı bir örnek. Daha da ileri giderek eserini malum sınırların dışına taşırabilenlere rastlamak mümkün. Derviş Zaim’in Cenneti Beklerken’i bu sınırları aşarak evrensel bir sentez oluşturduğu kanaatindeyim. Zaim’in, Cenneti Beklerken’de, ‘minyatür’ üzerinden ele aldığı Doğu’nun geleneksel görsellik algısını, Batı’nın görüntü anlayışını oluşturan ‘modern resim’ olgusuyla meczederek simgesel bir şölen oluşturduğunu düşünüyorum. Keza, Nokta adlı filmi aynı kompozisyonunun devamı niteliğindedir ve bu kez mesajını hat sanatı üzerinden vermektedir. Diğer yandan onun tüm filmlerinin aynı kaygıyla bu topraklara ait özgün bir dil kurma çabasının göstergesi olduğunu söylemek gerekiyor sanırım.

‘Numune’ çoğaltılabilir elbette lakin konunun özü olarak söylemek istediğim; bu coğrafyaya dair ‘özgün’ sözü olan her çalışmayı önemsiyorum ve önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Mevzuyu biraz uzak olduğum sinema dünyasından alarak daha aşina olduğum alana, kitaplara getirmek istiyorum. Belki yukarıdaki örneklerin karşısında biraz iddialı olacak ama Tuhafiyedeki Hafiye benim için bu kategoride yer alıyor. Bize aitliği konusunda mütereddit olan bir dilin beslediği muhayyileden temerküz eden kurgu olabildiğince özgün bir hikâyeyle buluşturulmaya çalışılmış. Buradaki (dilsel) tereddütün yazara değil bir türlü kurumsallaşamamış kimliğimize ait olduğunu da söylemek gerekiyor. Yazar romana zamanın ruhunu da katarak teknolojiye ağırlıklı bir yer vermiş. Timaş Yayınları’nın neşrettiği eser iki yüz otuz beş sayfadan müteşekkil. Tuhafiyedeki Hafiye bir Ahmet Turan Köksal romanı. Aslında kendisi bir mimar ama malum kentleşme ağrımızdan bildiğimiz mimar örneklerine pek uymayan bir ‘mimar’. Zira estetiğe, sanata ve edebiyata meftun biri olduğu görülüyor. Zaten kendi olmasa bile ismi buna zorunlu kılardı! Ayrıca o müteşebbis bir akademisyen. Buralar kesmemiş, Amerikalara kadar gitmiş.

Tuhafiyedeki Hafiye’de hasbelkader tuhafiyeci olan Aziz’in başından geçenler anlatılıyor. Yazar asıl hikayeye geçemeden önce okura Aziz’in karakterini çiziyor. Aziz ailenin tek çocuğudur ve yirmili yaşlarına gelmesine rağmen çocukluğundan kalma şımarıklığı devam etmektedir. Bunun yanında kendini hayattan soyutlamış ve teknolojinin ürettiği sanal ortamla sınırlandırmış silik biridir. Liseyi zar zor bitirmiş, başarısız sınav sonuçlarıyla Türkiye’deki üniversitelere giremediği için babasının çektiği banka kredisiyle Kıbrıs’a okumaya gitmiştir. Üniversiteyi bitiremeyeceği anlaşılınca babasının zoruyla evine dönerek iş aramaya başlamıştır. Girdiği işlere en fazla birkaç gün dayanabilmiş ve her defasında soluğu odasındaki bilgisayarının başında almıştır. Babası da çok sevmektedir lakin ona ölümüne düşkün olan annesidir. O ise ailesinin bu zaafını kullandığının farkında bile değildir. Dünyanın gerçekliğinden uzak, hazırı tüketen düşüncesiz biridir.

Birgün babası Aziz’e bir dükkân kiraladığını, orada çalışmak zorunda olduğunu ve kendisi ölürse annesine yük olmamasını ister. Ayrıca oturdukları evi de bir yardım kuruluşuna bağışlamıştır. Onların ölümü durumunda Aziz’in kalabileceği tek yer dükkândır. Aslında bu bir vasiyettir çünkü Aziz kısa süre içinde önce babasını sonra da annesini kaybeder. Şimdi tek destekçisi ve dayanağı bir akademisyen olan ve aynı zamanda büyük şirketlere danışmanlık yapan dayısıdır. Bir yıllık kirası peşin olarak ödenen başını sokabildiği tuhafiye dükkânı vardır ayrıca.

Aziz yaşadığı travma sonucu hayattan daha da soyutlanarak tuhafiyeye kapanmıştır. Dışarı çıkıp hayata karıştığında kendini kaybetmektedir. Kısacası agorafobiye yakalanmıştır. Tek durabildiği, kendine gelebildiği, sakin kalabildiği yer tuhafiyedir. Yalnız tuhafiyenin bazı gizemli yanları vardır. Örneğin cep telefonları çekmemektedir. Çevirmeli telefonu bulunan dükkanda herhangi bir internet bağlantısı yoktur. Sahibi kâğıt üzerinde bellidir fakat kendisi görünmemektedir. Satışların kirayı karşılayamayacak durumda olduğu çok açıktır ama dükkan yıllardır bu şekilde idere etmektedir. Muhasebe kayıtları usulüne, resmî işlemleri kanuna uygundur. Bilinmeyen bir esrarı vardır tuhafiyenin. En ilginci burada kalmaya başladığından beri eşyaların ve yaşayan canlıların yeri Aziz’e malum olmaktadır. Kaybolan bir eşyanın ya da nerede olduğu bilinmeyen birinin yeri sorulduğunda hemen söyleyebilmektedir. Kısa sürede ünü yayılmıştır. İnsanlar bulamadıkları hayvanlarını, kaybettikleri eşyalarını, merak ettikleri yakınlarını sormaya gelmektedir. Soru sorulduğunda kendini hâkim olamayarak birden söyleyiveren Aziz’in bu yeteneğini kontrol edememesi başına işler açmaya başlamıştır. Tehdit edilmiş, öldüresiye dövülmüş, karakolluk olmuş ve nihayetinde kendini istihbari teşkilatların çatışmasının ortasında bulmuştur. Tüm bunlar olurken tuhafiye dükkânı ‘kablosuz bağlantı ağı adı’ (SSID) aracılığıyla irtibat kurmaktadır. Herhangi bir kablosuz internet ağının çekmediği bu yerde birden ağ ismi belirerek Aziz’e mesaj verilmektedir. Dayısıyla birlikte bu durumu gözden geçiren Aziz her ne kadar babasının vasiyeti de olsa dükkândan çıkmaya karar verir. Aziz’in tuhafiyeyi boşaltmaya yönelik tüm girişimleri bir şekilde engellenmektedir. SSID üzerinden verilen mesajlardan karşı tarafın her şeyin farkında olduğunu göstermektedir. Mesajı veren kimdir, peşine düşen teşkilatlar necidir, kendi de dâhil olayın içindeki herkes ne yapmaya çalışmaktadır? Aziz tuhafiyede hafiyeliğe soyunmuştur fakat soruları cevapsız kalmaktadır.

Tuhafiyedeki Hafiye farklı bağlamlardan okumaya müsait çok katmanlı bir metin. Siyasi, kültürel, ekonomik, sosyolojik, psikolojik ve yer yer dini açıdan gözleme dayalı analizler içeriyor. Örneğin örtük bir sistem eleştirisi ya da toplumun psikanalitik durumuna dair değerlendirme veya dönüşen mahalle kültürüne yönelik nostaljik bir içerleme şeklinde okumak mümkün. Bunların üzerine mistisizmi ekleyen yazar, seküler dünyanın telaşına kapılmış insanın unuttuğu bir şeyi işaret ediyor sanki. Kaybettiğimiz ‘hikmet’ olgusu olabilir mi? Romanı yazarından bağımsız okursak, belki!

Ahmet Turan Köksal, günlük hayatta gördüğümüz, duyduğumuz hatta yaşadığımız onlarca detayı, gizemli hatta fantastik diyebileceğimiz olayları kurgusunun içine yerleştiriyor. Olmaz öyle şey diyeceğiniz sırada olabilen şeylerin çokluğuna maruz kalıyorsunuz. Sürreal bir durumun gerçeklikle bu denli iç içe anlatılışı gerçekten takdire değer. Romanın dili son derece yalın ve merak uyandıran kurgu oldukça akıcı. Ben anlatıcı tekniğini kullanan yazar hikâyeyi başkarakterin gözüyle anlatıyor. Eser boyunca kimi aleni kimi gizlenmiş onlarca ‘göndermeyle’ karşılaşıyor okur. Köksal göndermelerini ‘kör kör parmağım gözüne’ yerine usturuplu bir yöntemle yaparak yaptığı gözlemlerin hakkını vermiş. Aksi durumda ortaya kaba-saba ve itham edici bir üslup çıkardı. Yapılan kelime oyunları, etimolojik değerlendirmeler, ufak tefek aforizmalar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile kurulan ilişki ve Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962) analizi hoş bir lezzet katıyor romana. Bu arada yazarın satır aralarına kendisinden izler bıraktığı da görülüyor. Metindeki bazı lüzumsuz detaylar ve akışı bozan zaman kipi sorunlarının okuru yorması dışında son derece keyifli bir roman olduğunu söyleyebilirim. Yalnız bir şeyin altını çizmek gerekiyor diye düşünüyorum. Bu keyifle okunan roman ‘matrak’ gibi görünse de alt metin son derece hüzünlü. Hasılı, Tuhafiyedeki Hafiye duygusal bir tuhaf roman.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

21 Ekim 2019 Pazartesi

İklim değişikliği ve siyaset

Varlığı kesin olarak ikiye ayıran Kartezyen felsefesinin doğayı mekanik bir olgu olarak değerlendirmesinin ardından doğa insan için savaşılacak bir düşman olarak algılandı. İnsanın amacı diğer düşmanları gibi doğayı da mağlup ederek üzerinde tahakküm kurmak oldu. Bu pragmatist-aklıcı eğilimin devamı olan ilerleme paradigması insanı tek ve temel ölçüt olarak kabul ederek etki alanını genişletti. İlerleme paradigmasının bugün bilim ve teknoloji adı altında savaşını daha da büyüterek dünyanın dışına taşıdığına tanık oluyoruz.

Güç sahibi olma hırsının uzantısı olarak doğanın doğal seyrine uzun zamandır müdahale ediyor insan. Daha önemlisi, sonuçları ne olursa olsun bunu önemsemiyor. Yalnız şu bir gerçek ki; doğayla girişilen savaşın tepkisel dönüşü zamanın ilerlemesiyle doğru orantılı olarak artıyor. Kendini ölçüt olarak belirleyen insan ise keyfince limitler koyuyor ve limitlerin dışında kalan ölçümleri ‘felaket’ olarak nitelendiriyor. İnsan, limitleri belirleyenin kendisi olduğunu biliyor lakin ölçümlerin, koyduğu sınırların dışında çıkmasına neden olanın kendisi olduğunu yadsıyarak bilmezden geliyor. Nefsine güzel geleni iyi, güzel gelmeyeni kötü olarak etiketleyen insandan bu beklenirdi zaten. Sonuç olarak artık etkisini her geçen gün daha fazla hissettiğimiz iklim değişikliği adında yeni bir ‘felaketimiz’ var. Gündemimize sık girip çabucak çıkıyor ve şu an için pek önemsemiyor gibiyiz. Yanlış anlaşılmasın; iklim değişikliğini önemsemememizin henüz yeterince büyük bir gazabına uğramamamızla alakası yok. Zira acı sonuçlarını yaşadığımız doğa olaylarının hiçbirini önemsemiyoruz. Asıl mesele; ekolojiyi bozmamızın doğal bir sonucu olan küresel ısınmayı ve iklim değişikliklerini daha ne kadar görmemeye, duymamaya devam edeceğimiz.

Devletler başta olmak üzere insanlığın kör ve sağır olduğu iklim konusunda cılız sesler yükseliyor. Fransız yazar Bruno Latour o seslerden biri. Kolektif Kitap’tan çıkan Rota isimli eseri iklim konusunda yeni bir siyasetin zorunluluğunu dillendiriyor. "Politikada Yönümüzü Nasıl Bulacağız?" alt başlığıyla yayınlanan eser yüz yirmi sekiz sayfadan oluşuyor. Rota’nın çevirisi Orçun Türkay tarafından yapılmış. Kitapta yirmi adet makale yer alıyor. Güncel konulardan yola çıkan Latour dünya siyasetini yorumluyor. Yazılardaki akıcı üslup dipnotlarla desteklenerek ortaya zengin bir metin çıkarılmış. Yalnız, kaynakça işlevi de gören dipnotların kitabın sonuna eklenmesi okur açısından sorun teşkil ediyor. Okuma sırasında ilgili dipnota gitmek ve tekrar okumaya dönmek okuru yorarken okuma insicamını da bozuyor.

Evvela belirtmek gerekiyor ki, Rota küçük ebatına karşın büyük bir işe kalkışıyor. Yazar iklim olgusunu merkeze alıp mevcut siyasi paradigmayı topa tutuyor. Eleştirilerden bilimsel, kültürel, ekonomik ve toplumsal anlayışlar da nasibini alıyor. Bir yanda sağ-sol karmaşası; kim ilerici, kim gerici tartışması hız kesmeden devam ederken diğer yandan küreselleşme, evrensellik ve ulus devlet anlayışı sorgulanıyor. Bu arada Marksist düşünce için yapılan eleştiriyi oldukça ilginç bulduğumu söylemeliyim. Liberal-kapitalist yapıyı zaten eleştiren yazara göre Marksist ideolojinin liberal-kapitalist sistem için yönelttiği sömürüye dayalı oluşundaki haklılığına karşın Marksizm’in insan merkezci yaklaşımı hatalıdır. Çünkü merkeze modern paradigmanın yaptığı gibi insanı koymaktadır. Bu yönüyle Marksizm’in insanlığın sorunlarını çözmesi mümkün değildir. Açıkçası Bruno Latour, Frankfurt Okulu’nun Marksizm eleştirisinden çok daha öte bir tenkit ve önemli bir tespit yapıyor. Sol düşüncenin özeleştiri ekolu sayılan Frankfurt Okulu, Marksist felsefeyi teorikte ve pratikte insanın metafiziksel boyutunu (özellikle sanatsal alanda) ihmal edişini eleştirmiş ve bu ihmali Marksizm’in başarısızlığının en önemli gerekçesi saymıştır. Yazara göreyse yaşanılabilir bir dünya isteniyorsa merkeze insanı değil (tüm) canlılığı almak gerekmektedir. Adil olan da, tutarlı olan da budur.

Kitapta uzun uzun modernleşme, küreselleşme, yerelleşme, evrensellik gibi olguların analizi yapılıyor. Konuya tarihsel perspektiften bakan Latour, Aydınlanma’nın yol açtığı akılcı ve pozitivist anlayışın insanlığı vaat ettiği yerle alakası olmayan bir konuma sürüklediğini belirtiyor. İnsanlığın bu duruma gelmesinde sapkın ilerleme düşüncesinin ve küreselleşme olgusunun önemi büyüktür ve fakat küreselliği savunan devletlerin paradoksal şekilde tutum değiştirdiği görülmektedir. Küresel anlamda güç sahibi devletlerin uygulamaya soktuğu radikal politikalarla iki şey amaçlanmaktadır. İlki, vatandaşın tepkisel kalması sağlanarak kötüye gidiş perdelenmekte ve böylelikle devletler yollarına devam edebilmektedir. İkincisi, bu ayrıcalıklı devletler hem küresel güç olmayı hem de yerel kalabilmeyi amaçlamaktadır. Küresel göç dalgası bu anlayışın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yazara göre Brexit oylaması ve Meksika sınırı için planlanan duvar bunun en net göstergesidir. Avrupa’nın Suriyeli göçmenler konusunda Türkiye’yi tampon bölge olarak kullanması da yazarın tezinin destekleyen bir başka gösterge diyebiliriz.

Bruno Latour, bugün küreselleşme üzerinden güç devşiren ayrıcalıklı ülkelerin uluslaşma sürecine benzeyen bir içe kapanış siyaseti yürüttüğünü belirtiyor. Diğer taraftan da ‘öteki’ ülkelerin ne yapması gerektiğini de söylemeden duramıyor. Yazar, kararları tek elden vererek buna evrensellik atfetmeyi riyakârlık olarak tanımlıyor. Batı’nın yıllardır gösterdiği bu ikiyüzlü tavrı bilinçaltındaki bir korkuyu açığa çıkarmaktadır. Bir zamanlar kolonizeleşerek sömürgeleştirdiği toplumların saldırısı altında hissetmektedir kendini. Geçmişte neler yaptığının farkındadır ve yaptığı muameleye maruz kalacağı endişesiyle hareket etmektedir. Asırlardır sömüren devletler artık sömürememekten ve göçün ters simetriye dönüşmesinden korkmaktadır. Göç ve göçmen karşıtlığının temelinde bu düşünce yatmaktadır.

Küreselleşme olgusunu farklı kavramlarla farklı açılardan değerlendiren yazar çözüm önerisini ‘küreyerelleşme’ kavramıyla açıklamaya çalışıyor. Mevcut ideolojiler ve uygulanan politikalar saplantılıdır. Tüm küre bu fanatizmden kurtularak içinde yaşayan bütün canlılığı gözeten evrensel bir yerellik düşüncesiyle haraket edebilmelidir. Zira insan merkezli küreselleşme anlayışı hizmet alanını daha da daraltarak ayrıcalıklı grupların lehine çalışmaktadır. Seçkinci ve elitist olan yapı tam anlamıyla ötekileştirme politikasıdır. Küreselleşme karşıtlarının alternatif olarak sunduğu yerelleşme de tıpkı küreselleşme gibi insan merkezli bir devlet politikasıdır. Bugünün şartlarında uygulanabilirliği de kalmamıştır. Dolayısıyla hem gerçekçi değildir hem de dünyadaki canlılığı kapsayacak faydadan uzaktır.

Bruno Latour iklim konusuna gereken önemin verilmemesinin nedenleri üzerinde dururken vatandaşın sessiz ve tepkisiz kalışının önemli olduğunu belirtiyor. Bu tutum küreselleşme yanlılarının işini kolaylaştırmaktadır. Diğer yandan iklim sorununun bir komplo teorisi olarak sunulması tıpkı radikal politikaların uygulanma amacında olduğu gibi kötü gidişatı perdelemeye yöneliktir. Yazara göre bu politik bir illüzyondur.

Kitaptaki en ilginç detaylardan birisi ekolojik çalışmalarla ilgili. Hatırı sayılır ekolojik çıkışların olduğunu belirten yazar, bu hareketlenmenin olması gerekenden farklı geliştiğini iddia ediyor. Bu bağlamda ekoloji başarısız ama ekolojikleşme başarılı olmuştur. Ekolojikleşme, ayrıcalıklı grupların ekolojiyi kullanım amacına yönelik uygulamalardır. Suyu ve havası temiz, doğayla iç içe, organik beslenmeye dayalı hayat ayrıcalıklı gruplara özel oluşturulmaktadır. Bu aşamada üretim yerine doğurma anlayışını öneren yazar, insan odaklı bir sistem olan üretimin suni, canlı odaklı bir sistem olan doğurmanın doğal olduğunu savunuyor. Hem üretim odaklı anlayışın ekonomik sorunlu yapısı yozlaşmış uygarlığın inşa edilmesine yol açmaktadır. Süreç sonunda pazar, siyaset, sanat hatta din dinden bağımsız bir dinsel form kazanmaktadır.

Bruno Latour ara ara ABD ile AB karşılaştırılması yaparak aralarındaki farkları açıklamaya çalışıyor. Ona göre ABD küresel bir imparatorluk peşinde koşarken Avrupa bürokratik bir oluşumdur. ABD’den farklı konumlandırdığı Avrupa’ya tarihi bir sorumluluk yükleyerek çözüme katkı sunabileceğini savunan yazarın bir anlamda Avrupa-merkezcilik yaptığı söylenebilir fakat haklılık payının olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Zira insanlığın geldiği noktanın baş müsebbibi her ne kadar Avrupa olsa da, insanlığı bu bataklıktan çıkaracak formül için harekete geçmeye en yakın olan yine Avrupa gibi görünüyor. Teorikte İslam’ın bu konuda şansı daha yüksek olabilir lakin Müslümanların pratize etme ihtimalinin yanında Avrupa’nın tarihi seyrini ve teorik-pratik üretim kabiliyetini göz önüne aldığımızda ve hâlihazırda Avrupa’nın her açıdan faal olduğunu hesaba kattığımızda çözüme yakınlığı ortaya çıkıyor. Kaldı ki bugünün Müslümanının Avrupa’nın ürettiği değerlere talip oluşu onun lehine bir durum oluşturuyor.

Bruno Latour eserinde doğru konumlandırılmış bir çevre anlayışıyla yeni bir iklim politikası oluşturulmasının imkânlarını sorguluyor. Yazarın sözünü ettiği doğru konumlandırma, salt insan merkezli felsefe yerine merkezine canlıların tümünü içine alan yeni bir felsefedir. Rota, modernleşme ve küreselleşme üzerinden saplantıya dönüştürülmüş bilim, teknoloji ve siyasetin ekolojiyi ezip geçisini eleştiren kapsamlı bir metin. Sunduğu çözüm önerisi ise uygulanabilirliği noktasında pek mümkün gözükmese de Batı felsefesinin paradigmasını sarsıcı niteliği dikkate değer.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

11 Ekim 2019 Cuma

Tedâvülden kalkmayan kitaplar

Burada hayatım boyunca okuduğum, karıştırdığım, bir şekilde elime alıp oyalandığım kitaplardan söz etmiyorum. Herkes gibi ben de bir dünyanın içinden geliyorum. Herkes gibi beni de inşâ eden, yapılandıran, hatta çoğumuza ters gelse de kurgulayan bir arka plan var... / ... Burada hayatımızın hangi kesitinde, ne tür kitaplarla karşılaştığımızı anlatmaya çalışıyorum.
- Necdet Subaşı, Tedavüldeki Kitaplar

Kitapla ilişkimiz her ne olursa olsun onunla karşılaşmamızın mutlaka bir hikâyesi vardır. Kitap ya da okuma kimimiz için hiçbir anlam ifade etmezken kimimiz çocukluğumuzdan itibaren bunu uğraş hâline getirerek yaşamımızın önemli bir parçası yaparız. Bir kısmımız diğer işlerimiz arasında elden geldiğince okumayı devam ettirmeye çalışırken çok azımız okumayı hayatının merkezine koyarak diğer işlerini ona göre şekillendirme şansını yakalar. Okumanın, özellikle kitap okumanın ‘zul’ addedildiği toplumumuzda her ne kadar yeterince okumadan yapılıyor olsa da, yazarlık ve akademisyenlik evvela birer okuma işidir.

Duran Boz’un editörlüğünü yaptığı Okuma Hikâyeleri’nde yazarlığı ile tanınan (İslami değerleri önceleyen) isimlerin kitapla karşılaşmaları anlatılır. Eserde yer alan yazarların kendi kaleminden okumaya nasıl başladıklarını, neler okuduklarını, imkân(sızlık)larını ve sonrasında okuma eğilimlerinin neye evrildiğini öğreniriz. Aşağı yukarı benzer süreçlerden geçmiş, hemen hemen aynı kitapları okumuşlardır. Çok azı kitabın bol olduğu, bu konuda çevresinden destek aldığı bir ortamın içine doğmuştur. Çoğunluk ise kitaba lüks demenin bile tasavvurların ötesindeki bir yaşamın içinden gelmektedir. Yazılar kısa kısadır lakin vermek istenilen mesaj oldukça nettir: ‘Okuma uğraşı bu insanların hayatlarının şekillenmesinde çok önemli bir role sahiptir.’ Onlar okumanın hayatı nasıl değiştirdiğinin canlı görüntüsü olarak karşımızda durur. Yaptıkları çalışmalar, ulaştıkları başarılar bunun kanıtıdır.

Benzer yazıların tek kişilik ve uzun versiyonları da bulunuyor. Necdet Subaşı’nın okuma serüvenini anlatan Tedâvüldeki Kitaplar onlardan biri. Tedâvüldeki Kitaplar için müellifin hangi dönemde ne tür kitapların hayatına girdiğini anlattığı bir anı/eleştiri kitabı diyebiliriz. 2015’te Tezkire Yayıncılık’tan “Kritik Öyküler” alt başlığıyla baskısı yapılan eser kısa süre önce Mahya Yayıncılık tarafından beş yeni yazı eklenerek tekrar yayınlandı. Toplamda yirmi üç yazının yer aldığı kitap yüz yetmiş beş sayfadan oluşuyor. Her birinin sonuna tarih düşülen yazıların yeni eklenenler hariç (on sekizinin) 2015 yılının yaz döneminde kaleme alındığı görülüyor. Necdet Subaşı o yıl ‘tatilini’ yazarak renklendirmiş sanırım. Edebiyata ilgisinin en baştan beri var olduğunu belirten müellifin Türkçeye hakimiyeti çalışmayı üst seviyede tutuyor. Akıcı dili, geniş kelime haznesi, kapsamlı anlatımı bunun göstergesi diyebiliriz. Elbette sosyolog gözlemini de unutmamak gerekiyor.

İmam hatipli ve ilahiyat çıkışlı olan Necdet Subaşı din sosyolojisi alanında uzmanlaşmış bir akademisyen. Dolayısıyla yazılarında sadece teolog kimliğinin değil sosyolog kimliğinin de yansımaları görülüyor. Çocukluk döneminden başlayarak üniversite günleri de dâhil öğrencilik yıllarında yoluna çıkan kitapları dönemin ruhuyla birlikte ele alıyor. İsminin Tedâvüldeki Kitaplar oluşunun sebebi bu olsa gerek. Zira muhatabını 1970’li ve 1980’li yıllara götüren yazıları okurken o yılların hâlet-i rûhiyesini din referanslı bir perspektiften görebiliyorsunuz. Yalnız, geçen zamana inat söz konusu kitapların birçoğunun kullanımına devam edildiğinin de altını çizmek gerekiyor.

Necdet Subaşı’nın okuma serüveni babasının sayılı kitaplarını dizdiği küçük bir dolaptan hatırı sayılır kişisel kitaplığa kadar uzanıyor. Çocukluk dönemindeki okuma algısı üzerinde duran Subaşı, babasının tesiriyle okuma adabını edindiğini söylüyor. Kitaba ulaşma imkânının kitaba olan ilgi gibi az olduğu dönemler olmasına karşın yazarın çevresinde nitelikli ve ciddi bir okuma çabası olduğu anlaşılıyor. Yazarın babasının da aralarında olduğu bir grup genel anlayışın dışına çıkmaya çalışmaktadır. Toplumun geneli kitaba ve Kur’an’a geleneksel din algısıya bakmaktadır ve onlara göre kitap Kur’an ve ilmihâlle özdeşleşmiş bir olgudur. Dolayısıyla okumak da Kur’an ve ilmihâl okumakla sınırlıdır. Necdet Subaşı babası sayesinde bu algının dışında kalmış nispeten daha geniş bir kitap listesine ulaşabilmiştir. Ama henüz yolun çok başında olduğunu daha sonra anlayacaktır.

Kitapta, genelde Anadolu insanının özelde dindar kesimin maruz kaldığı uygulamaların tümüne rastlamak mümkün. Konjonktürel olarak siyasi ve ekonomik politikaların ötesinde ötekileştirilen, aşağılanan, yadsınan bu kesim kendi imkânlarıyla var olmaya ve direnmeye çalışıyor. Subaşı gibi din eksenli eğitime yönelenler (ya da yöneltilenler) bu direncin açığa çıkışıdır belki de. Diğer yandan resmî tarih kurgusuna uygun olarak şekillendirilen pedagojik uygulamaların söz konusu direnci güçlendirdiğini söylemek de mümkün. Yalnız bu direnç kısıtlıdır çünkü toplumun çoğunluğu söz konusu pedagojik tornadan geçtiğinde sistemin istediği karaktere dönüşmektedir. Yeri gelmişken, resmî tarih kurgusunun karşısında kutsal tarih kurgusunun olduğunu belirtmek gerekiyor sanırım. Hamaset ve retorikten ibaret kutsal tarih anlayışıyla hareket eden bu kesimin temsilcileri bugün iktidarın nimetlerinden faydalanarak kapitalist sistemden nemalanma yarışını sürdürüyor. Yazar hem resmî tarih kurgusuna hem de karşıt tez olarak kutsal tarih kurgusuna yer verilen kitapların toplumsal etkilerine değiniyor. Buradaki birbirine karşıt anlayışların ürettiği ideolojik holiganizm her iki yöntemin sığlıkta yarıştığını gösteriyor.

Necdet Subaşı, 1970’lerden 1980’lere gelinceye kadar geçen süreç içinde hem aldığı eğitim hem de yaptığı okumalar sonrasında içinde büyüdüğü ve yaşadığı İslami anlayışın bazı sorunları olduğunu gözlemliyor. Müdahale etmenin pek mümkün olmadığı bu sorunlu anlayışa karşı yapılan radikal çıkışlar problemi daha da büyütmektedir. Yeterli bilgi ve gerekli sağduyuya sahip olmadan dini metinlerin içine dalanlar ifrat ve tefrit batağına saplanarak en yakınlarına bile sert tepki vermekten çekinmemektedir. Çözüm sunmaktan bahsedenler başka sorunları ortaya çıkarmıştır. Radikal çıkışların özellikle Seyyid Kutub gibi eyleme dönük yazarları ‘eksik anlamadan kaynaklı hatalı yorumlamaya’ bağlayan Necdet Subaşı, bu tür kitapların belirli bir metodolojiye göre okunması gerektiğini belirtiyor. Yöntemsizlik savrulmalara neden olmuştur. Toplum bu süreçte sağ-sol, gelenekçi-modern gibi ayrıştırıcı çatışmaların içine girmiştir. Taklitçi seküler aydınlanma hareketinin sonuçlarıyla karşı karşıyadır. İlmi olarak eksik ve hatalı uygulamaları din olarak yaşayan eskilerin yaşadığı huzur ve dine bağlılığı bilgiyle donanmış ve hataları fark edebilen yeni neslin bulamayışı ilginç bir detay olarak değiniliyor. Necdet Subaşı’nın konuyu ele alışı, dinin geleneksel yorumuyla yaşanan döneme hitap eden modern-teolojik yorumunu dengelemeye çalıştığı izlenimi verdi bana.

Kitapta dönemin İslami söyleminde kendine yer bulan yerli ve yabancı isimlere oldukça geniş bir yer ayrılıyor. Bu topraklarda öne çıkan isimlerin ‘İslami açıdan özgül ağırlığı’ okuyucunun zihinsel endazesine bırakarak örneklendirirsek; Necip Fazıl Kısakürek, Necmettin Erbakan, Kadir Mısıroğlu, Ahmed Davudoğlu, İsmet Özel, Hayrettin Karaman ve Mehmet Şevket Eygi’yi sayabiliriz. Bizzat arafta olduğunu söyleyen Cemil Meriç de listede yerini alıyor. Mehmed Said Hatiboğlu, Süleyman Uludağ, Süleyman Ateş gibi isimler meselenin akademik tarafında konumlanıyor. Dini söylemin akademik alanına, Necdet Subaşı’nın dikkat çektiği gibi, itirazlar edilse de Şerif Mardin dâhil edilebilir. Bunların dışında imam hatip ve İslam enstitülerinde ders veren isimler de bulunuyor fakat Subaşı’nın anlattıklarından onların etkinliğinin ders verdikleriyle sınırlı kaldığı anlaşılıyor. Birçoğunun ismi sıralanıyor fakat cümle bittiğinde unutulmuş oluyor. Diğer tarafta İslam coğrafyasında ses getirmiş isimler var. Bazılarının ‘Çeviri Müslümanlığı’ diyerek itibarsızlaştırmaya çalıştığı alanın temsilcileri arasında Seyyid Kutub, Mevdudi, Malik Bin Nebi, Muhammed İkbal, Ali Şeriati ilk akla gelenler oluyor. Elbette daha teknik konularda söz söyleyen isimler de var fakat tabana inemediğinden olsa gerek gündemi diğerleri kadar meşgul edemediği anlaşılıyor. Sanırım en ilginç örnek, İslam enstitülerinde ders veren Pakistan asıllı Muhammed Hamidullah ve Üsküp göçmeni Tayyip Okiç. Yalnız dini alandaki yerli otoriteler tarafından Hamidullah’a gösterilen tepki nedense Okiç’ten esirgeniyor! Ve tasnifde kendine bir yer bulamayan Ercümend Özkan… Sanırım Ercümend Özkan hep ‘güzide’ bir yere sahip olacak.

Teolojik çalışmaların yanında edebi eserlere de değinen müellif Hekimoğlu İsmail, Şule Yüksel Şenler, Yavuz Bahadıroğlu, Ahmet Günbay Yıldız gibi ‘hidayet romancılığı’nın önde gelen yazarlarını anmadan geçmiyor. Siyasi hesaplaşmalar nedeniyle neredeyse ilmi eserler kadar sorunlu bir yayın süreci yaşayan edebi eserlerin İslami kesimin düşün dünyasında oldukça etkin olduğu anlaşılıyor.

Okur, Tedâvüldeki Kitaplar’da kendi okuma sürecine dair okunan kitaplardan ziyade hissiyat açısından benzerlikler bulacaktır diye düşünüyorum. Her ne kadar ayrıştığım noktalar olsa da benim için öyle oldu. Tedâvüldeki Kitaplar’a kısmen de olsa bir eleştiri hatta özeleştiri metni diyebiliriz. Kitapların gerçekliği perdeleyen birer engelleyici mi yoksa yol gösteren birer kılavuz mu sorularına cevap arama çabası olarak değerlendirmek de mümkün. Hangi dönemde ne tür kitapların okunduğunu göstermesi açısından önemli fakat daha önemlisi çıktıları bakımından analiz yapmaya olanak sağlaması. Necdet Subaşı’nın değindiği kitaplara bir bütün olarak baktığımızda, dönemsel olarak Müslümanların zihin haritasını oluşturan, şekillendiren ve en azından etkileyen tüm ‘değişkenleri’ görmek mümkün. Dolayısıyla 1970 ve 1980’lerde İslami kesimin fikir dünyasını ören kitapların neye yol açtığını, Müslümanların dini algılama ve yaşama biçimlerininin değişim aşamalarını ve günümüze yansımalarını gözlemlenebilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp