mvlt_ltntp sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
mvlt_ltntp sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

26 Nisan 2018 Perşembe

Bir "kurnazlık" hikâyesi

Tarihin bir bilim olup olmadığı tartışması bir yana, salt hamaset içeren tarihi meseleler her daim düşünceye sevk etmiştir beni. Meselenin bir ucunda spekülatif resmi tarih yazını çekiştirirken öteki ucunda farklı saiklerle muhalif olan reaksiyonel/hamasi tarih yazını çekiştirir. Örneğin, Türklerin nasıl Müslüman olduklarına dair açıklamalarda, tarafların meşrebine göre, ‘kılıç zoruyla’ ve/veya ‘karakter uygunluğu’ nev’inden yorumlar yapılır. Aynı açıklamaların bölgede yaşayan diğer toplumlar için yapılmadığına ya da Müslümanlığı överek öne çıkaracak şekilde yapıldığına tanık oluruz. Mesela İran bu konuda ilginç bir detaydır ve bölgenin Müslümanlaşması Zerdüştlüğe yapılan yerici vurgularla ortaya konulur. Aynı tutum Türkler söz konusu olduğunda Zerdüştlük için yapılan kadar olma da kısmen Şamanizm için yapılır lakin Gök Tanrı inancına pek dokunulmaz. Zira Türklerin Müslüman olması bağlamında İslam ile uygunluk ilişkilendirmesi Gök Tanrı inancı üzerinden yapılır. Diğer yandan Anadolu’nun İslamlaşmasıyla başlayan süreçte hâlihazırda bu topraklarda yaşayan insanlara ne olduğu çok fazla irdelenmez. Benzer bir tabir ve sonrası irdelenmeyen bir mesele olarak ‘Anadolu’nun Türkleşmesi’ şeklinde de yapılır. Anadolu’nun Türkleşmesi, İsmet Özel’in mantığıyla (kısaca, “Türk, Müslüman demektir” şeklinde) ele alınıyor olsa bile hem gerçekçi hem de açıklayıcı olmadığı aşikâr. Geriye, tarihin bilimselliğini sorgulatan bir takım yorumlar kalıyor. Buna göre, Anadolu’da yaşayan yerli halk ya ikna olup ihtida ederek veya korkarak Müslüman olmuşlardır ya da Müslüman olmadan bu topraklarda yaşamaya devam etmişlerdir. Fakat bu yaklaşımda başka bir sorun çıkıyor karşımıza. Zira üst anlatıda Anadolu’nun neredeyse tamamen Müslüman (ya da Türk) olarak ele alındığına tanık oluruz. Aynı anlayışın bir süreği olarak, bugün Türkiye için ‘yüzde doksan dokuzu Müslüman olan ülke’ şeklindeki tanımlamayla da karşılaşıyoruz. Elbette din değiştirerek Müslüman olanlar olmuştur lakin koca bir coğrafyanın tamamı için aynı şeyi söylemek mantıklı olmadığı gibi gerçekçi değil. Bunu günümüzde de izlerini gördüğümüz ve artık oldukça lokal kalan yapı ya da topluluklardan anlayabiliyoruz. En azından bu sürecin birden olmadığını ve değişimin yüzyıllar aldığını söylemek çok daha anlamlı olsa gerek. Kaldı ki, birçok yerde bir arada yaşama tecrübesinin gerçekleştirildiğini biliyoruz. Diğer taraftan yakın tarihte yaşananlar ise asıl mecrasından çıkarılarak üzerinde başka hesapların döndüğü bir sorun olarak duruyor karşımızda. Görünen o ki, bu konuyu da sağduyulu şekilde ele almamız pek mümkün gözükmüyor.

Meseleyi farklı mecralara çekmeden, bana bunları tekrar düşündüren ve yazının konusu olan Bir Namus Meselesi adlı kitaba geçmek istiyorum. İstos Yayın tarafından neşredilen eser Mahmut Yesari’ye (1895-1945) ait. Osmanlıca aslından transkripsiyonunu Nükhet Eren’in yaptığı eseri Stefo Benlisoy yayına hazırlamış. Bugüne kadar kitaplaştırılmamış olan eser 1923-1924 yılları arasında bir dergide Mahmut Yesari’nin çizimleriyle birlikte tefrika edilmiş. Yüz yirmi sekiz sayfalık eserde bu özgünlük korunmaya çalışıldığından Mahmut Yesari’nin çizimlerine yer verilmiş. Esere farklı bir hoşluk katan çizimlerin Yesari’nin yazısı kadar nitelikli olduğu bir gerçek. Kitapta, iki Kayserili Ortodoks (Rum) tüccarın mücadelesi anlatılıyor. Arka kapaktaki tanıtım yazısından devam edecek olursak; “Kayseri’de başlayıp İstanbul’da son bulan bu keyifli intikam hikâyesinin iki kahramanı Hacıoğlu Ağapiyadi ile Kara Eftimoğlu Petraki ailelerinden kendilerine miras kalan bir çekişmenin kurnaz ve hınzır takipçileridir. Anadilleri olan İç Anadolu şiveli özgün Türkçeyle roman boyunca birbirini ketenpereye getirmeye çalışırlar. Yesari bu iki tüccarın hayatını, dönemin Kayseri havalisi ve İstanbul’unu, bugün mevcut olmayan yahut öznesi değişmiş toplumsal yaşantıyı gerçeklik ve yalınlıkla ele anlatır.

Kitap, Nükhet Eren ve Stefo Benlisoy’un yazara ve esere dair değerlendirmelerini içeren iki kısa yazıyla başlıyor ve ardından Mahmut Yesari’nin eserine geçiliyor. Bu yazılardan, Mahmut Yesari’nin ailesinin Osmanlı sarayında görev almış kişiler olduğunu öğreniyoruz. Dolayısıyla dönemin İstanbul’unda bazı olanaklara sahip olduğunu ve belirli bir eğitimle yetiştiğini anlıyoruz. Doktor olmayı hayal ediyor lakin üstün resim kabiliyeti sebebiyle sanata yönlendiriliyor. Sanat eğitim alması için devlet tarafından Avrupa’ya gönderilecekler arasına seçiliyor fakat I. Dünya Savaşı’nın çıkması nedeniyle bu plan gerçekleşemiyor. Bir süre orduya alınıyor ve sonrasında kendisini yazıya veriyor. Nükhet Eren, eserlerinde farklı toplum kesimlerinin yaşamlarını ele aldığını belirttiği Mahmut Yesari’nin, toplumun alt ve üst kademeleri arasındaki çelişkileri ve ikiyüzlülüğü, çaresizlik içindeki insanları, fırsatçılık yaparak zenginleşenleri, savaşın dehşetini konu ettiğini belirtiyor. Yesari, üzerinde uzun süre çalıştığı üslubuna ve gözlem yaparak oluşturduğu karakterlere oldukça dikkat etmektedir. Dili yalındır ve adeta okuyucuyu dönemin İstanbul’unda dolaştırır. Yazdıklarında yaşadıklarının izleri fazlasıyla görülür. Çok çalışkan ve üretken olduğunu yaptığı çalışmalardan gördüğümüz Mahmut Yesari, hastalığıyla dalga geçecek kadar da neşeli bir insandır. Çok sayıda roman, öykü ve tiyatro oyunu bulunan Mahmut Yesari için Nükhet Eren şunları söylüyor: “Kimdir Mahmut Yesari? Pek bilen yoktur aslında. “tarihteki önemli isimlerden biridir herhâlde” deyip geçer adını görenler. Onun yazar kimliğini ve geride bıraktığı sayısız edebi eseri ne yazık ki kimse hatırlamaz. Bugün kitabevlerinde hiçbir kitabı satılmaz, yayınevleri yıllardır kitaplarının yeni baskılarını yapmaz. Romanları, tiyatro oyunları ve öyküleri sahaflardan bin bir güçlükle bulunur. Gazete ve dergi yazıları ise ancak bir iki büyük kütüphane ile gazete arşivlerinde kalmıştır.” (sf. 5-6)

Stefo Benlisoy’un dil üzerinden yaptığı değerlendirmede Anadolulu Ortodoksların ve konuştukları ‘Türkdili’nin kaybolduğunu belirtiyor. Benlisoy, eserde yer alan ve anadilleri olarak yerel Kayseri ağızını kullanan bu Anadolulu Ortodokslar’ın diğer adının Karamanlılar olduğunu söylüyor ve büyük bölümünün 1923’teki nüfus mübadelesinde giden bu insanların Türkçe konuştuklarının altını çiziyor. Benlisoy’un yazısından, Osmanlı döneminde sadece Karamanlılar olarak bilinen Ortodoksların değil Anadolu’da yaşayan Rum nüfusunun büyük kısmının Türkçe konuştuğunu öğreniyoruz. İç Anadolu’daki Rumların uzun yıllar yaşadıkları bölgelerden 1850’lerden itibaren şehirlere göç ederek tutunmaya çalışmaları, 1950’lerden sonra Türkiye’de başlayan büyük göç dalgasının küçük bir örneğini gösteriyor. Diğer illerde de olduğu gibi Anadolu’dan İstanbul’a gelen Ortodokslar Rumların yaşadığı bölgeleri kendilerine mesken tutuyor. Stefo Benlisoy’un yazısında dönemin Rum toplumuna dair oldukça ilginç detaylar bulunuyor. Anlatılanlar ile bu coğrafyada yaşayan toplumların yaşadıkları arasında benzerlikler görmek mümkün. Sebep veya sonuçları farklı olabilir lakin özellikle toplumsal reflekslerin benzerliği açıkça görülüyor. Örneğin Anadolu’dan gelen Ortodoksların İstanbullu Ortodokslar tarafından “öteki” olarak değerlendirilmesi ve ona göre muamele edilmesi oldukça şaşırtıcı. Özellikle dillerinden dolayı bu tutuma maruz kalmalarının altı çiziliyor. Okuyucu, Rum kültürüne ait söz ve deyimlerin Türkçeleşmiş hallerine tanık oluyor. Din ile birlikte dilin, bir kültürün hem üretim hem de aktarım bağlamında temel yapıtaşı olması gerçeğinden hareketle Türkçe’nin Anadolulu Ortodoksların anadili konumunda olması düşündürücü bir detay. Din farklı olsa da aynı dili kullanmak melez bir oluşuma götürmüş gibi görünüyor. Anlaşıldığı kadarıyla ortada her iki tarafa da yaranamayan ve bunun sıkıntısını yaşayan bir topluluk var. Stefo Benlisoy değerden öte kaybolan bir ‘topluluğa’ dair küçük bir arkeolojik çalışma yapmış diyebiliriz.

Bir Namus Meselesi’ne karakterler açısından baktığımızda birkaç unsur bir araya gelerek ilginç bir prototip oluşturuyor. Bunlardan ilki, Kayserili olmanın alametifarikası diyebileceğimiz kurnaz ‘tüccarlık’, ikincisi Türk kültürüyle ne kadar benzeşse de farklılıkları ortada olan Rumluk ve üçüncüsü ise bu iki özelliğe eklenen Kayseri ağzı. Türk sinemasının siyah-beyaz filmlerinden Vahi Öz’ü bilenler kitaptaki dilin neye benzediğini az çok tahmin edebilir. Mahmut Yesari’nin hikâyeyi herhangi bir spekülasyona yer vermeden kendi içinde ele alışı ustalığını ve inceliğini gösteriyor. Bu toprakların artık yok olan kültürel zenginliklerinden birini hatırlatan eser, okuru hem keyif hem de hüznü bir arada barındıran nostaljik bir yolculuğa çıkarıyor diyebiliriz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Algı her şeydir! - II

"Algı her şeydir!" başlıklı yazıda Yalın Alpay’ın Yalanın Siyaseti adlı eserini değerlendirirken, kitabın ‘post-truth’ ve safsata olmak üzere iki ana konu üzerine oluşturulduğundan bahsetmiştim. Bu yazı ilişkili olarak safsata konusuyla alakalı olacak.

İki yıl kadar önce bu blogda Taha Selçuk’un Alev Alatlı’ya ait Aklın Yolu da Bir Değildir adındaki eserle ilgili değerlendirmesini okuduğumda kendisiyle kitaba dair yazışmıştık. Mantık ve safsata meselelerini ele alan kitabın baskısı bulunmuyordu. Alatlı’nın kısa süre sonra Everest Yayınları’ndan çıkan ve konusu safsata olan ““Ben Böyle Düşünüyorum!” Demekle Olmuyor” adlı kitabı tevafukun böylesi dedirtmişti. Zira o metin yeni bir isimle yayınlanmıştı.

Aslında kitabın geçmişi internetin ülkemizde ilk kullanıldığı döneme, yani 2000’li yıllara dayanıyor. Sosyal medyanın esamesinin okunmadığı o zamanlar e-mail grupları paylaşım ve tartışma ortamı olarak iş görüyordu. Alev Alatlı, dâhil olduğu bir gruptaki yazışmalara istinaden yazdığı bir mail sonrası harekete geçilerek Safsata Kılavuzu adıyla bir kitapçık ortaya çıkarılıyor. Safsatanın tanımı ve sınıflandırmalarının yapıldığı o kitapçığa bugün internette ulaşmak mümkün fakat sonradan eklenen yazılardan yoksun hâli epeyce cılız kalıyor.

Alatlı’nın çıkış noktası, e-mail grubunda da şahit olduğu üzere, dil kullanımında düşülen mantık hatalarıdır. Alatlı’ya göre dil kullanımında yapılan bu mantık hataları yanlış sonuçlar doğurduğu için gerçek ya da hakikat ortaya çıkamayacaktır. Ayrıca bu durum sistematik düşünmeyi ve tartışmalardaki tutarlılığı engellemektedir.

Safsata Kılavuzu, 2009 yılında Aklın da Yolu Bir Değildir adıyla basılırken metne mantık ile ilgili yeni yazılar ekleniyor. Eklenen yazılarda, kesin ve tekçi bakışı temel alan Batı merkezli mantık (Aristo Mantığı) eleştirilirken yerine alternatif olarak çoklu yapıya sahip Doğu düşüncesi öneriliyor. 2018 yılına gelindiğinde ise kitabın temel omurgası aynı kalırken kısmi değişiklikler yapılarak ve yeni yazılarla zenginleştirilerek “Ben Böyle Düşünüyorum!” Demekle Olmuyor adıyla yeniden yayınlanıyor. Kitabın önceki hâliyle ilgili detaylı değerlendirme Şuur, mantık, dil yoluyla düşünce üzerine düşünmek başlıklı yazıda bulunuyor. Temel söylevi aynı olduğundan tekrara düşmemek adına safsata konusuna değinen başka bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Yalnız ondan önce, sanıyorum bir konuya dikkat çekmek gerekiyor. Eser bilgi ve yorum açısından Alatlı’nın yetkinliğinin bir yansıması ve yazar ufuk açıcı onlarca konuya değiniyor fakat savunulanların tümüne katılmak zor. Nitekim kitabı okurken Alatlı’nın mantık hakkında söyledikleri ve düşünüş tarzıyla ilgili akla takılan birkaç çetin mesele beliriyor. Oradan mülhem Taha Selçuk’un yazının sonuna eklediği notu tekrarlamanın faydalı olduğu kanaatindeyim:

Not: Bir nevi “Aristo mantığının eleştirisinin eleştirisi” olan Caner Çiçekdağı’nın “Aklın Yolu da Bir Değildir… (Alev Alatlı) Üzerine" isimli makalesi ile bu metni birlikte okumak biraz daha fazlasını isteyen okuyucu için tavsiye olunur.

Mantık gibi ilgi ve uzmanlık gerektiren meselelere dair kitapların konuyla profesyonel olarak ilgilenen kişilerin anlayacağı seviyede olması konunun uzmanı olmayan kişiler için kısıtlayıcı bir durum ortaya çıkarıyor. Doğrudan mantık ile ilgili olan safsata da bu durumdan nasibini alıyor elbette. Mantık ve safsata kavramlarını ‘basitleştirerek’ (anlaşılırlık açısından elbette) anlatmaya çalışan Tevfik Uyar’ın Safsatalar isimli eseri bu durumu gidermeye yönelik önemli bir çalışma. Destek Yayınları’ndan çıkan kitap iki yüz elli altı sayfadan oluşuyor. Kitapta hem üst başlık hem de alt başlık kullanılmış. “Aklın Kırk Haramisi” üst başlığıyla kitapta yer verilen kırk safsata çeşidine atıf yapılıyor. Uyar, buradaki safsataların tamamına yakınını literatürde kullanılanlardan almış. Bunun yanında birkaç tane de kendisinin tespit ettiğini söylediği başlık eklemiş. Alt başlığı ise “Günlük hayatta sıklıkla yapılan yanlış akıl yürütmeleri” olarak belirleyen yazar, herkesin her konuda kontrolsüzce konuşmasının yol açtığı anlam sorunlarına işaret ediyor.

Müellif kitaba safsata kelimesinin anlamsal karşılığı ve etimolojik kökenine dair açıklamalarla başlamış. Bu bağlamda Antik Yunan’dan günümüze uzanan süreç kabaca özetlenerek konuyla ilgili küçük bir sözlüğe yer verilmiş. Kitabın belki de benzerlerinden en önemli farkı, konu başlığının tanımı ve açıklamalarının çok kısa tutulup mevzunun örneklendirmelerle anlatılmış olması diyebiliriz. Tevfik Uyar verdiği her örneği detaylı şekilde analiz ederek neden mantıksal açıdan safsata olduğunu izah etmeye çalışmış. Kısacası, doğruymuş gibi gözüken örneklerin dikkatle incelendiğinde mantık ilkeleri çerçevesince yanlışlığı ortaya konuluyor.

Kitapta izlenen yöntemin önemli olduğu düşüncesindeyim. Safsata örnekleri detaylı açıklamalarla birlikte verilerek hemen arkasından söz konusu safsatanın nasıl tespit edileceği ve sınıflandırılılacağına değinilmiş. Bunun yanında, buradaki mantık hatasına düşmemek için de tavsiyeler eklenmiş. Tevfik Uyar bu yöntemi oluşturmada kendisinin safsata konusundaki bilinçlenme sürecinin etkili olduğunu belirtiyor.

Safsatalar, tespiti ve anlaşılması biraz meşakkatli olan safsata olgusunun anlaşılırlığını kolaylaştırmada kılavuz bir kitap. Konunun detayına girdikçe hayatımıza etkisini fark etmek kolaylaşıyor. Fark edilen çok daha önemli bir durum daha var. Safsata bizleri sadece dışarıdan gelecek şekilde etkilemiyor. Bizler de safsatanın birer kullanıcısı olarak sürecin içinde yer alıyoruz. Kitap bu durumu sonlandırmasa bile belki yavaşlatmaya yardımcı olabilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

3 Eylül 2019 Salı

Hayaller idealizm, hayatlar oportünizm

“Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım.”
- Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna

Militan Kahvesi’nin sayfalarında ilerlerken kaynağını çıkaramadığım bir ‘yorum’ zihnimde belirdi. Bir yerden mi okumuştum yoksa birinden mi duymuştum hatırlayamadığım bu ‘yoruma’ göre 12 Eylül darbesinin gerekçelerinden en öne çıkartılanı olan sağ-sol çatışmalarında İslami kesimin sokağa inmemesi dinî kanaat önderlerinin ve muhafazakâr siyasetçilerin bir başarısıydı. Açıkçası meselenin bu kadar sarih olmadığını düşünüyorum. Bana göre Emevî sultasından beri pasifliği din olarak kanıksamış bir toplumun itiraz eksenli hareket etmesini sağlayabilmek bir başarı olabilir(di). Zaten süreci derinlemesine incelediğimizde çok kısıtlı bir kitlenin, üstelik başka saikleri de işin içine katarak aktif yöntem seçtiğini görürüz. Bu coğrafyadaki genel eğilim ‘yöneticiye itaat’ üzerinedir. Zira bu düstur (gelenekte) akidevî bir ilkedir! Yeri gelmişken, aktif yöntemden şiddet eylemlerinin kast edilmediğini not düşmek elzem sanıyorum. Militan Kahvesi okuru bu tedirgin notun sebebini daha iyi anlayacaktır.

Konuyu dağıtmadan Militan Kahvesi’ne dönelim. Pruva Yayınları’ndan çıkan iki yüz yetmiş üç sayfalık kitap Yunus Develi tarafından kaleme alınmış. Yazar hakkında kitapta yer alan küçük bilgilendirmeden anlaşıldığına göre Develi’nin hayatı romanın başkahramanının (Aydın) hayatıyla benzeşiyor. İmam hatiplilik, Adanalılık, yüksek İslam enstitüsü öğrenciliği gibi benzerlikler metnin gerçek hayattan kurgulanarak oluşturulduğunu gösteriyor. Hem olaylardaki realiteye uygunluk hem de gerçek kişilere yer verilmesi bu durumu doğruluyor. Yalnız, romanda bundan da fazlası var. Gerçeklik payı yüksek olmakla birlikte kurgu boyutu da hafife alınmayacak türden. Zira yazar bir yerden sonra roman içinde roman oluşturmayı deniyor veya ilerleyen sayfalarda okurun durduk yere bir başkahramanı daha oluyor. Yunus Develi yazar-kahraman paslaşması şeklinde anlattığı olayların yeterince karmaşık olmadığını düşündüğünden olsa gerek, hikâyeyi matruşkaya çeviriyor. Roman kahramanlığından beklediği sonucu alamayacağını ‘düşünen’ Aydın adeta mitoz bölünerek ikiye ayrılıyor ve kendisi şahsi işlerine koyulurken yeni karakteri yerine romanın başkahramanı olarak atıyor. Ama ondan önce epey bir süre Aydın’ın hikâyesiyle hemhâl olmak gerekiyor.

Roman 1970’lerin ikinci yarısında (1976-1980) İstanbul’da geçiyor. Aydın imam hatip lisesi mezunudur. Her ne kadar başka planları olsa da “kader” onun yolunu yüksek İslam enstitüsüne çıkarmıştır. İslam enstitüleri devletin diyanet ve milli eğitim kurumlarında görevlendireceği memurları yetiştirmek için yapılandırdığı yüksek okullardır. Romandan anlaşıldığına göre bu okullar liseden hâllice ama üniversite seviyesinde de değildir. Sıra olarak törenle derse girmeler, zil ile teneffüse çıkmalar, elleri sopalı hocalar gibi ayrıntılar üniversite görünümünden çok uzak. Aydın’ın kayıt yaptırdığı İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü bu okulların ilklerindendir. 1959 yılında açılan enstitü 12 Eylül darbesinden sonra Marmara Üniversitesi’ne bağlanarak ilahiyat fakültesine dönüştürülmüştür (1982).

Aslında Aydın ilahiyattan ziyade edebiyat okumak istemektedir. Diğer yandan onun gönlünde bir başka aslan daha yatmaktadır. Edebiyat okumanın yanında saplantı denilebilecek derecede militan olmayı arzulamaktadır. Bu eğilimin konjonktürel bir karşılığının olduğu muhakkak. Etkisi dünyanın tümüne yayılan ‘muhalif’ hareketlerin Türkiye’yi es geçmesi düşünülemez. Fakat küresel anlamdaki muhalif hareket sol söylemi içerdiğinden imam hatipli bir gencin militarist tutkularının boşlukta kalması kaçınılmazdır. Esasen hassas bir karaktere sahip olan Aydın psikolojik açıdan kavga edemeyecek fıtratta olduğu görülüyor. Korkak değilse bile haddinden fazla tedirgin, aşırı kontrollü ve özgüveni yetersiz biridir. Örneğin ölesiye militan olmak istememesine rağmen şişe dibi gözlüklerinin buna müsaade etmeyeceği düşüncesinden sıyrılamamaktadır. Ona göre en iyi ihtimalle geri hizmette yer alabilecektir. Oysa en önde, yumruk yumruğa mücadelenin tam ortasında olma isteği içini yakıp kavurmaktadır. Ama aynı şevkle edebiyat okumayı da istemektedir. Bu savruk düşüncelerle kayıt yaptırdığı enstitüye yakın bir yurtta kalmaya başlamıştır. Yurttaki öğrencilerin büyük çoğunluğunu oluşturan Selametçiler arasındadır. Selametçiler, adından da anlaşılacağı üzere Necmettin Erbakan liderliğindeki Mili Selamet Partisi’nin (MSP) destekçileridir. Burada dönemi anlamak açısından bir not düşmek gerekiyor sanıyorum. Yunus Develi hikâyenin geçtiği dönemdeki kolektif oluşumları birebir karşılıklarıyla almış romana. Selametçiler, Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), Akıncılar, Nurcular, Ülkücüler bunlardan bazıları. Ayrışma sadece siyasi oluşumlarla sınırlı değildir. Tarikatlar da bölünmeye katkı sunmaktadır. Aydın buradaki ayrışmayı anlamlandıramamakta ve tüm bu oluşumların aynı dinin mensupları olarak aynı amaca hizmet etmeleri gerektiğini düşünmektedir. Doğru ve mantıklı olan başta sol olmak üzere din düşmanlarına karşı güç birliği yapmaktır. O hâlde buradaki ayrışmanın başka anlamı olmalıdır. Geçen zaman bu ‘başka’ anlamları açığa çıkaracaktır. Birbiriyle mücadele eden İslami grupların dışında romandaki akışı etki etmeyen bir anlatımla Metin Yüksel, Salih Mirzabeyoğlu gibi eylemsel muhaliflikte bireysel ağırlıkları olan karakterleri de ihmal etmemiş Yunus Develi. Ayrıca romanda yer alan isimler bunlarla sınırlı değil. Necip Fazıl Kısakürek’ten Sezai Karakoç’a, Nuri Pakdil’den Cemil Meriç’e kadar birçok bilindik isme düşünsel etkileriyle yer vermiş. Sayılan isim ve eğilimler dönemin İslami anlayışına, hareket biçimine ve hayatı okuyuşuna dair bilgi sunuyor. Müslümanların ne teorikte ne de pratikte gerektiği gibi örgütlenemediği ve organize olamadığı görülüyor. Yapılan çalışmalar gereken ciddiyet ve disiplinden uzak, plansız, programsız ve el yordamıyla günü kurtarmaya yönelik ‘amatörce’ gerişimlerdir. İyi niyetli çabalar elbette vardır lakin Müslümanları bilinçlendirme ve harekete geçirme noktasında etkisizdir.

Aydın bir taraftan bu ortamdan faydalanmaya çalışırken bir tarafan da iç dünyasından kopup gelen idealizme karşılık bulmayı amaçlamaktadır. Ona göre idealin gerçekleşmesi için Müslümanlar İslami ilkelere dayalı bir devlet kurmak zorundadır. Devletin varlığı sadece zulüm altındaki Müslümanlar için değil tüm insanlık için bir zorunluluktur ve kurulması için de canla başla çalışılmalıdır. Kavgaysa kavga, militanlıksa militanlık, savaşsa savaş. Yalnız savaşta ön sıralarda yer alamayacağı düşüncesi Aydın’ı yeni arayışlara itmektedir. Ona göre savaş, militanlık, kavga sadece fiziki eylemle sınırlı değildir ve eğer başarılı olunacaksa hareketin teorik yönü de oluşturulmalıdır. Aydın’ın üzerinde durduğu teorik militanlık düşüncesi buradan ortaya çıkıyor. Tam bu noktada psikolojik açıdan baskı altında olan Aydın militanlığın mı roman kahramanlığının mı ideale hizmet edeceğini kestiremiyor.

Aydın’ın düşünce dünyasında bunlar yaşanırken dışarıda da kayda değer gelişmeler olmaktadır. Okul devam etmektedir fakat hocaların büyük kısmı hem İslami açıdan yeterli donanıma sahip değildir hem de tutum ve davranışları davaya hizmet etme bilincinden uzaktır. Kaybetmemek için Ülkücülerle kavga ettikleri yurttaki öğrencilerin büyük kısmı kendi derdindedir. Çok azı hariç her türlü olaydan uzak duran bu tiplerin mezun olup görev almaktan başka düşünceleri yoktur. Diğer yandan savaştıkları Ülkücüler yetmezmiş gibi bir de İslami gruplar yurdu ele geçirmek istemektedir. Bu grupların güçlenmek için her şeyi yapabileceklerini görmüştür Aydın. Dinin salık verdiği Tevhid ve adalet odaklı evrensel anlayış lafızdan ibarettir. “Çok tuhaf olan hayat” Aydın’ın düşündüğü gibi değildir. Hayal ettiği gibi de olmayacaktır.

Romanın satır aralarının hayal kırıklıklarıyla dolu olduğu görülüyor. Aslında burada Aydın’dan ziyade Yunus Develi’nin ruh dünyasıyla karşılaşıyoruz ve bu karşılaşma bize psikanalitik açıdan çok şey söylüyor. Aydın’ın içinde olduğu kurgu, yazarın genç ve idealist bir öğrenciyken hayata geçirmek istediği hayallerinin yok olmasıyla içine düştüğü gerçekliğin bir yansıması oluyor. Dolayısıyla yazarın yaşadıklarını, düşündüklerini ve hissettiklerin romanın başkahramanı üzerinden anlattığı söylenebilir. Kitabın alt metni, din algısı, eğitim anlayışı, İslami oluşumların iç yapısı ve işleyişi, devlet olgusuna bakış gibi konularda içinde yaşadığımız toplumun düşünsel kodlarını açığa çıkarıyor. Tasvip etmediği devleti kutsal görebilen ve itaat edebilen ya da ideallerden bahsederken mevzu çıkar olunca oportünistçe davranmaktan beis görmeyen veya ilkeleri ilk fırsatta kendine göre eğip bükebilen bir toplumun paranoyak tutumunu önümüze seriyor.

Militan Kahvesi’nin dilinin basit olduğu söylenemez. Çok fazla gönderme, alıntı, atıf yer alıyor. Okur roman boyunca onlarca leitmotif örneği ve kelime oyunuyla karşılaşıyor. Yunus Develi özellikle ‘kader’ ve ‘yurt’ kelimelerinin üzerinde durarak çoklu anlam oluşturuyor. Metinde yer yer bilinçakışı tekniğinin kullanıldığı görülüyor. Anlamı savruk hâle sokan bu yöntem sanki yazarın da olayları o an kahraman yaşarken okurla birlikte öğrendiği izlenimini veriyor. Diğer yandan aynı anda gözlemci yazar anlatıcı ve kısmen tanrısal bakış açısının da kullanılması metne anlamsal bir kaosa sürüklüyor. Tüm bunların yanında yazar sadece kendisi ve kahramı aracılığıyla konuşmuyor. Ayrıca okuru da kurgusal diyaloglarla ve farazi zihin okuma girişimleriyle metne dahil ediyor. Hatta daha da ileri giderek birçok yerde okurla adeta münakaşa ediyor, okura ‘atarlanıyor’, ‘ayar çekiyor’. Bütün bu saçaklı müdahaleler alt metnin anlamsal uzamını karmaşaya dönüştürse üst metinde Aydın’ın ‘basit’ hikâyesi akmaya devam ediyor.

Militan Kahvesi hızlı ilerlemiyor çünkü ağırlıkları olan bir metin. Örneğin Aydın’ın yanlışlıkla yurda gelen bir mektubun -açıp okuması ayrı fecaat- peşinden Ankara’ya kadar giderek ‘kardeş’ yerine koyacağı bir kızla tanışması romana hiçbir şey katmıyor. Hayır, yazar mesaj veriyor desek mesajlık bir durum yok. Aksine başkasının mahremine saygısızlık var. Bu örnek gibi irili ufaklı bir düzine kamburu var metnin. Yazarın bir çok yerde anlatımı sündürdüğünü düşünüyorum. Özelikle Aydın’ın iç diyalogları yorucu hâle gelebiliyor. Bu durum sadece okuru yormuyor, romanı da epey yormuş. Üstelik yazar da bunun farkında ve böyle düşünen okura nazire ettiği notlar bırakıyor. Ama ben o okurlardan biri olarak yazarla polemiğe girme niyetinde değilim.

Yunus Develi, Militan Kahvesi’nde Türkiye’deki İslami kesimin geçmişinde yer alan kısa bir dönemine ayna tutuyor. Her ne kadar kitabın tanıtım yazısında aksi söylense de entelektüel zeminde pek yer edinemeyen dinî düşüncenin siyasal yorumları heyecanlı bir üniversite öğrencisinin gözüyle aktarılıyor. Aydın’la birlikte Üsküdar-Eminönü vapurunun müdavimi olan olan okur kah Beyazıt Meydanı çevresinde kah Bağlarbaşı semtinin sokak aralarında geziniyor. Dönemin havasını koklayıp, suyunu içiyor. En önemlisi, belki de bugün en çok lâzım olan şeyle, Aydın’ın özeleştirisiyle karşılaşıyor. Alıp bugüne getirmesi temennisiyle.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

3 Ağustos 2018 Cuma

Yüzün felsefesi

“Benim umutsuzluğum yüzümü kaybetmekten çok kaderimde diğer insanlarla hiçbir ortak nokta bulamamaktan kaynaklanıyordu.”
- Kobo Abe

Birçoğumuz Maske filmini izlemişizdir. Oldukça utangaç, sakar ve içe kapanık bir karakter olan Stanley Ipkiss (Jim Carrey) bulduğu maskeyi yüzüne taktığında fantastik bir süper kahramana dönüşür. Bu dönüşümle birlikte S. Ipkiss bambaşka biri olur. O silik karakter gitmiş yerine zapt edilemez biri gelmiştir. Maske, maskeyi takan kişinin bilinçaltını açığa çıkarma özelliğine sahiptir ve açığa çıkan düşünceler abartılı/absürt şekilde süper kahramanın fiillerine yansır. Haz çağının ürünü olan senaryoda sorunlar eğlendirerek çözülme yoluna gidilmiştir. Maske filmi, insanlık değerlerine katkı sağlayacak bir felsefesi olmamasının yanında Amerikan kültürünün propaganda aracı olarak tipik bir Hollywood projesi bilinciyle değerlendirilmelidir. Subliminal mesajların havada uçuştuğu bir dönemde komploculuk histerisine kapılmaya gerek yok lakin bu filmdeki maske ile bilinçaltı arasındaki ilişki oldukça ilgi çekici.

Maskenin ezoterik yönünün, gizemciliğe olan eğilimi nedeniyle insanın üzerindeki etkisini düşündüğümüzde sinema ve diziler için son derece cazip bir obje olması doğal bir durum. Zaten bunu her geçen gün artan örneklerinden anlıyoruz. Fakat biz, sinemanın kültürel hegemonya üzerine kurulu ideolojisinden Japon edebiyatına geçiş yapalım. Modern Japon edebiyatının en önemli kalemlerinden birisi olarak değerlendirilen Kobo Abe (1924-1993) hem romanlarının konusu ve kurgusu hem de felsefi arka planı açısından dikkate alınmayı hak ediyor. İnsan psikolojisini ele alış tarzı ve okuru tepkisiz/tahminsiz bırakan üslubu her defasında beni hayran bırakıyor. Hayatın içindeki basit detayları edebi bir ustalıkla hikâyeye yedirirken işlediği konuların fantastik ve/veya gerçeküstü olması hayatın gerçekliğini yansıtmasına engel olmuyor. Kobo Abe kurgusunun merkezine insan ve hayatı yerleştirerek eserlerinde modernizm algısına, toplumsal yapıya, siyasi anlayışa ve modern insana dair eleştirilerini sıralıyor. Bu işi öyle maharetle yapıyor ki kurgusal bir romanı okurken aynı zamanda eleştirel bir düşünce kitabı okuyorken buluyorsunuz kendinizi. Monokl Yayınları’ndan çıkan Başkasının Yüzü de aynı özelliklere sahip. İki yüz on altı sayfadan oluşan eserin çevirisi Barış Bayıksel tarafından yapılmış. Eseri salt roman olarak ele almak mümkün elbette fakat daha fazlasını içerdiğini ve aşkın bir okumaya tabi tutmanın okur adına daha yararlı olacağını düşünüyorum. Kitap, maskeye atıfla yüz ile karakter ilişkilendirmesini ve insanın eylemlerini felsefi ve eleştirel bir üslupla ele alıyor. Eleştirisinin temel noktasını görsellik üzerine oturtan yazar modern insanın değerlendirmelerinde belirleyici kıldığı maddeci yanına dikkat çekiyor.

Başkasının Yüzü, yönetici olarak çalıştığı enstitüdeki laboratuvarda bir kaza sonucu yüzünde tedavi edilemeyen yaralar oluşan ve bu yüzden sargılarla yaşamaya başlayan başkarakterin karısına yazdığı notlardan oluşuyor. Yüzündeki yaralar nedeniyle karısının ondan uzaklaştığını ve toplumun kendisini dışladığını düşünen adam çözümü bir maske yapmakta buluyor. Uzun araştırmalar ve hesaplamalar sonucunda gerçek olup olmadığı dokunulmadığı sürece anlaşılamayacak nitelikte bir maske yapıyor. Yazdığı notlarda maske yapma sürecinde yaşadıklarına ve düşündüklerine yer veriyor. Buradaki en önemli nokta, başkarakterin maskeyi taktıktan sonra karakterindeki değişimler diyebiliriz. Kişilik bölünmesi yaşayan başkarakter kendi karakteri ile maskenin karakteri arasında savrulmalar yaşıyor ve otokontrolünü kaybetmeye başlıyor. Bu şekilde toplumsal normları zorlayabileceğini hatta kanunları delebileceğini düşünüyor. Maske başkarakterin bilinçaltını harekete geçirerek gerçek kişiliğinin normal bulmadığı şeyleri yapma arzusunu açığa çıkarıyor.

Romandaki hikâye kendi seyrinde akarken Kobo Abe’nin farkı kendini gösteriyor. Eserlerinde eleştirel bir alt metin bulunan Kobo Abe bu kitapta ‘yüzün felsefesi’ni yapıyor desek abartmış olmayız. Adeta yüzün haritasını çıkaran yazar insanın eğilimleri ve yüz şekli-karakter ilişkisi üzerinde duruyor. Modern insanın yüz algısını zihnimize kazıyor. Farklı dönemlerde ve şartlarda farklı algılanabilen yüzün anlamından önemine kadar geniş bir alanda sorgulama yapıyor. İletişim ile yüz arasındaki ilişkinin boyutlarını irdeliyor. Maske takmak zorunda kalmayanların maskesinin kendi yüzleri olduğunu vurguluyor. Böyle hareket edenler yüzlü yüzsüzlerdir. İnsanların farklı olmak adına modanın da etkisiyle aynı şeylere meyletmesi gerçek kimliği maskelemektedir. Tüm insanların maske taktığı hayat insanların birbirini kandırdığı bir maskeli balodur. Başkarakter benzer mantığı makyaj ve dövme üzerinden de kuruyor fakat dövmenin dıştan bilindiğini, dolayısıyla kandırma potansiyelinin kısıtlı olduğunu belirtiyor. Makyaj ise tıpkı maske gibi bir şeyleri saklayan özelliğe sahiptir.

Edebi açıdan oldukça doyurucu olan metin boyunca kişileştirme, analoji ve aforizma okuyucuya eşlik ediyor. Kitapta kısa diyaloglar bulunsa da genel itibariyle başkarakterin içsel devinimlerinden oluşan monologlarla ilerliyor. Bu durum romana psikolojik özellik katıyor. ‘Ben’ anlatıcı diyebileceğimiz bir tarzı seçen yazar birkaç yerde ‘sen’ anlatıma başvuruyor. Elbette eser boyunca Kobo Abe’nin kendine has kasvetli/duygusal üslubu okuyucuyu yalnız bırakmıyor. Tüm bu özellikler kitabı psikanalitik açıdan da değerlendirmeye açık kılıyor. Zaman ve mekân açısından belirli bir dönem ya da yerle kısıtlanamayacak olan metin modern anlayışın hüküm sürdüğü, var olmanın görünür olmaya indirgendiği günümüze dair çok fazla şey söylüyor. Kişilerarası iletişim ve toplumsal ilişkilerde insanın yüzünün arkasına saklanarak takındığı tavrı sorgulatıyor. Başkasının Yüzü’nü okurken insan bir yandan da kendisiyle yüzleşiyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

6 Ağustos 2019 Salı

Muhafazakârın dönüşümü

Türkiye’de dini değerleri önemseyen kesim ‘muhafazakâr’ olarak adlandırılıyor. Bu kullanımın teknik olarak yanlış olduğunu düşünsem de, (-ki her görüşün muhafazakârı vardır) genel kabul bu yönde olduğundan anlamın oluşması ve meramın aktarılması için istemeden de olsa kullanmak icap ediyor. O hâlde, bu galatımeşhurdan hareketle şöyle bir tespit yapabiliriz: Türkiye’nin muhafazakârları gelenek ile modernite arasında sıkışmış durumda ve bir türlü kurtulamıyor. Gerçi kurtulmak istiyor mu, o da ayrı bir muamma. Ama zihinleri zorlayan bir değişime tanık olduğumuz su götürmez bir gerçek. Ortada sosyolojik bir vaka var ve engellenemezliğinin bütün ihtişamıyla yaşanmaya devam ediyor. Sonuç itibariyle toplumsal yapı muazzam bir dönüşüme uğruyor. Öyle yetmişler, seksenler ya da doksanlardaki gibi gettolaşan bir kırılma değil bu. Aynı yörenin ya da aynı değerlerin insanlarının banliyöleşmesinden çok farklı. Dikey ve yatay hareketlilikten öte sıçrayan bir yayılım var. Sosyal gruplar arası sıçramalar sırasında farklı dünya görüşlerinin kapitalizm düzleminde karşılaştığını görüyoruz. Bu durum da hâliyle bir çakışma ve/veya bir çatışma ortamı doğuruyor. Zaten geçmişinde bilinçli şekilde örgütlenememiş sağ, sol ya da diğer ideolojik ayrımlar yıkıma uğrarken; yıllardır ‘ötekine’ kapalı şekilde yaşayan farklı görüşlere sahip bu insanlar ortak bir alanda karşılaştığında gardlar alınıyor. Kimsenin kasıtlı ya da planlı olarak bir şey yaptığını düşünmüyorum. Bizleri buraya getiren, seçimlerimiz neticesinde hayatın karşı konulamaz akışı sadece. Sebebi de çok açık. Yaşam biçimimizi belirleyen ve şekillendiren paradigma bizlere bu hayat tarzını dayatıyor. Söz konusu paradigma içinde farklı bir yaşamsal alternatife de yer yok. Değişim ve dönüşüm bu paradigmaya eklemlenerek gerçekleşiyor.

Mevcut durumu yanlı ya da yanlış okuyanlar yüzünden toplumsal değişimin tek taraflı olduğu gibi bir algı var. Örneğin Türkiye’de sol düşünce daha az değişime uğradığı kanısında ve bu konuda ısrarlı. Fakat canlı örnekler bunun tam tersini gösteriyor. Bugün sol düşünce koruma refleksiyle hareket ediyor. Evrensel ölçülerde sol ile alakası olmayan amorf bir yapı olarak kapladığı alanı kaybetmemek derdinde. Bu da bir nevi muhafazakârlık oluyor aslında. Diğer yandan bu yazının asıl konusunu oluşturan ‘sağ’, ‘dindar’ ya da ‘muhafazakâr’ denilen kesim muazzam bir dönüşümü göstere göstere yaşıyor. Bunda nitelik gibi niceliği de belirleyici bir etken olarak görebiliriz. Çoğunluğu sağ olarak tanımlanan toplumdaki değişim sayısal orana orantılı olarak (sağ kesimde) daha fazla yaşanmış (gibi) oluyor. Sonuç itibariyle değişimin sağ kesimde daha fazla olduğu ‘yanılgısı’ oluşuyor. Burada, sağ muhafazakârlığın daha fazla göze batmasının asıl nedeni kamusal alanda eskiye nazaran daha fazla görünür olması diyebiliriz. Meseleye din ve dindarlık gibi kavramlar da dâhil edilince karşıt görüşlere önemli bir alan açılıyor ve konu geliyor siyasal İslam’a. Modern dünyada dinin sorunlara yol açtığı görüşünden hareketle sorunun dine intisap edenlerin anlayış ve davranışlarında değil dinin kendisinde olduğu algısı oluşturuluyor. İslamcılığın bir sömürü çeşidi olmasından girilip, dinciliğin faşizanlığa yol açtığından çıkılıyor. Şahsen çok önemli bir noktanın atlandığını düşünüyorum. Dindar ya da İslamcı denilen kesim kamusal alanda görünmeye başlamadan önce de aynı kültürel kodlara sahipti. Bu kodlar imkanı bulunca genleşti, genişledi, büyüdü ve artık kendine yetmeyen alanının dışına taştı. Taştığı alan, o bölgeyi daha önce ele geçirmiş olan sol ve türevleri tarafından kontrol ediliyordu. Kamusal alan tümüyle onlara aitken bu ‘büyük yeni ortak’ işi zora sokmaya başladı. Sol için amaç herhangi bir üst değer değil, ‘türedi ortağa’ engel olmaktı. En nihayetinde şunu söyleyebiliriz: Sosyo-kültürel kodlarımızda yer alan bu temel sorun sadece dindar ve/veya sağ muhafazakârlığın değil, bu topraklarda yaşayan her türlü görüşe sahip insanların ortak özelliği olarak ortada duran bir gerçeklik olarak kabul edilmek zorunda. Tabi dişe dokunur, işe yarar bir netice elde edilmek isteniyorsa.

Mustafa Everdi’nin Metropol Mücahidi adlı eseri yukarıda değinilen mutaassıp kesiminin girmeye başladığı modern ortamların yabancısı olduğu için yaşadığı trajedinin kitaplaşmış hâli diyebiliriz. Gelenek ile modernite arasında kalmışlığın ya da öz değerlerinin değişime uğraması sonucu savrulmuşluğun göstergesi olarak karşımızda duruyor. Tam olarak nerede olduğunu bilememenin ve kesin olarak nereye ait olduğunu kestirememenin şaşkınlık hâli; bir tuhaf araftalık.

Bilge Kültür-Sanat tarafından yayınlanan eser yüz altmış sekiz sayfadan oluşuyor. Kitapta on bir öykü bulunuyor. Öykülerde geçen olaylar birbirinden bağımsız olsa da aynı karakterler üzerinden kurgulanmış olması roman havası veriyor. Dolayısıyla karakterlere önceki öykülerde aşina olunduğu için romanın bölümleri gibi okunuyor. Kitabın birden fazla belirgin özelliği var. Öncelikle yayıncı ismine “hibrit”, “alaşman” dediği farklı bir türü denemiş. Hibrit ya da alaşman metin okuyucuyla etkileşim hâlinde yazılan eserler için kullanılıyor. Bu tür ilk defa Rus edebiyat bilimci Mihail Bakhtin (1895-1972) tarafından sözü edilen “deneysel edebiyat”ın bir parçası olarak tanımlanıyor. Kitaptaki öykülerin bir sosyal medya hesabı üzerinden farklı zamanlarda bölüm bölüm yayınlamasından hareketle “dijital edebiyat” olarak tanımlamak da mümkün. Okuyucunun katılımı burada devreye giriyor ve her bölümün sonundaki yorumlar hem diğer okuyuculara hem de yazara katkı sunuyor. Sosyal medyada yayınlanan öykülere gelen yorumlar kitapta bölüm sonlarına eklenmiş olduğunu görüyoruz. Yorumlarda eksik ya da başarılı bulunan yönlere dair eleştiriler yer alıyor. Bu sayede okuyucunun metnin devamında etki edip etmediği ölçümlenebilir hâle geliyor. Benim izlenimim yazarın yorumları dikkate aldığı yönünde oldu.

Kitaptaki bir başka önemli özellik üslup olarak göze çarpıyor. Kullanılan dil oldukça sade fakat çok fazla alıntı, atıf ve detay bulunuyor. Bu sayede ortaya çıkan metinlerarasılık oldukça zengin bir okuma sunuyor. Metnin bu özelliğinde yazarın entelektüel birikiminin önemli bir etkisi olduğu muhakkak.

Metnin en önemli özelliklerinden bir diğeri yazarın hüzünlü bir hiciv dili kullanması diyebiliriz. Düşündürürken tebessümü eksik etmiyor yüzden. İmgelemelerin, betimlemelerin, vurguların hakkı fazlasıyla verilmiş. Anılarından bahsediyor gibi yazan Mustafa Everdi’nin oldukça güçlü bir gözlem yeteneği olduğu görülüyor. Kurgu konusunda küçük hatalar olsa da hem bağımsız olarak öykülerde hem de kitabın tümünde bir bütünlük sağlanmış diyebiliriz. Anlatıcı olarak öykülerin başkarakterinin ağzından birinci tekil şahıs kullanılmış. Bu sebepten yer yer başkarakterle yazar bütünleşmiş gibi görünse de genel olarak başarılı bir akış çıkarılmış ortaya. Bunun dışında her bir öykü merak duygusunu kaybettirmeden okutuyor kendini. Belki sonlardaki bir iki öykünün gerekli olup olmadığı tartışılabilir. Zira bir yerden sonra metnin kendini tekrar ettiği düşüncesi gelişiyor.

Bunca teknik detaydan sonra haklı olarak öykülerde neler anlatılıyor diyebilirsiniz. Kısaca girişte bahsettiğim konular anlatılıyor. Esved ismiyle müsemma Ankaralı dindar bir esnafın ailesiyle birlikte modern hayata karşı durumu ele alınıyor. Esved ile ailesi kapitalizmin dayattığı yaşam biçimine direnme ve entegre olma arasında gidip gelmektedir. Kitapta bu aşamaya nasıl gelindiğinin izleğini sürmek mümkün. Toplumsal etkenlerden ziyade geleneksel yapıdan kopuşta siyasi yapının tesiri açıkça görülüyor. Muhafazakârların yaptığı gidişe ayak uydurarak tüketim kültürünün bir parçası olmaktır. Kitabın bana göre en önemli özelliği baştan sona bir özeleştiri metni olması. Dindar kesimin ne iken neye dönüştüğünü açıkça gösteriyor. Metropol Mücahidi’nde sadece modernizmin sularına kapılan Müslümanlık değil, geleneksel anlayışa sahip Müslümanlık da eleştiriliyor. Her ne kadar yüzleşmek istemesek de, Mustafa Everdi bizi bize anlatıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

13 Aralık 2017 Çarşamba

Geleceği inşa etmek

Pınar Yayınları’ndan çıkmış ve Mehmet Kürşad Atalar’a ait Düşüncenin Okullaşması adlı 136 sayfalık eser, yazarının deyişiyle “geleceğin dünyasını inşa etmek için yegâne alternatif olan İslam’ın çağa söyleyecekleri” olduğunu fark ettirme çabası içeriyor. Bunun salt bir iddiadan ibaret olmadığını belirten yazar meseleyi “inanç ekseninde yeni bir dünya önerisi” olarak ele aldığını belirtiyor. Dolayısıyla eser, yine yazarın deyişiyle “bir manifesto niteliği taşıyan ilk bölümün ilk yazısı” etrafında şekillenen bir paradigma önerisi bağlamında hayati bir noktaya işaret ediyor. Kitap içeriğinin temel çerçevesini İslam’da hakikat düsturunun hâkimiyet idealinden önce gelmesi, modernite bilgisi ve tahlili, modernitenin kavramları ve bu kavramların İslami kavramlarla analizinin yapılabilmesi olarak belirleyebiliriz. Eser iki bölümlü on bir başlık ve dizinden oluşmakla birlikte kitabın tamamı ilk bölümde değinilen düşüncenin okullaşması olgusunun etrafında şekilleniyor.

Düşüncenin Okullaşması adlı kitap bir anlamda müellifin önceki eserlerinden olan Düşüncede Devrim adlı çalışmasının devamı niteliğinde diyebiliriz. Yazar, düşüncenin okullaşması olarak kavramsallaştırdığı olgu üzerinde uzun süre emek sarf etmiş ve yazdığı yazıları, katıldığı konferans ve seminerler çalışmalarını bu kitapta ele almış. Amacını, ortaya attığı “düşüncenin okullaşması” olgusunu/inancını/iddiasını yaygınlaştırmak olarak tanımlayan yazar, üzerinde çalıştığı konuyu Doğu-Batı karşılaştırmasıyla derinleştirerek değerli bir çözüm önerisi sunuyor. Sunduğu çözüm önerisi girişiminde İslam ve modernizm olgusunu meselenin tam ortasına koyarak aslında farklı ve elzem bir paradigma oluşturma ihtimalinin bu iki olguyla yüzleşmekten geçtiğinin altını çizen yazar, tüm bu çalışmaları yapabilmek için de modernizmi her yönüyle bilmenin zorunluluğunu belirtiyor. Özellikle Müslümanlar için bu durumun keyfi bir arayış veya entelektüel bir tatmin çabası değil dinin önerdiği hayat biçimi bağlamında bir zorunluluk olduğunu beyan eden yazar, bir şeye karşı koyabilmenin tek yolunun karşı koyulmaya çalışılan şeyin ne olduğunu bilmekten geçtiğini söylüyor. Fakat günümüz Müslümanlarının modernite hakkında yeterince değil neredeyse hiçbir bilgisinin olmadığı gerçeğini eklemeyi de ihmal etmiyor. Meseleye tersinden baktığımızda ise gördüğümüz şey çok daha ironik bir hâl alıyor. Müellifin sunduğu çözüm önerisi bağlamında, Müslümanların müntesibi oldukları din ile ilişkilerini de düşündüğümüzde söz konusu ironi hüzünlü ve acı dolu bir yazgıya dönüşüyor. Yazara göre bu durumun çözümü de anlamsal haritalandırmaya dini konu ve kavramlardan başlamaktan geçiyor ve Müslümanlar ancak ciddiyetle dinlerini öğrendikten sonra moderniteyi de öğrenerek söz konusu çabanın içine girebilir.

Eserde, mevcut durum itibariyle Batı paradigmasının üstünlüğü belirtilerek bu üstünlüğün nasıl sağlandığı ortaya konulmaya çalışılmış. İzlenilen yol ve yöntemlerin neler olduğu vurgulanarak üstünlük bağlamında benzer bir dönem yaşamış olan İslam dünyasının bilimsel ve kültürel olarak ilerlemesindeki dinamikler belirtilmiş. Tarihsel süreç içinde Müslümanların dünyanın diğer toplumlarından daha ileri medeniyet ve bilim seviyesine ulaşmasındaki etkenler üzerinden düşüncenin nasıl okullaştığı ve sonrasında bu metodolojinin kaybolmasıyla Müslümanların bu yönünün atıl hale gelişi, çabaların akim kalışı ve söz konusu anlayışın yozlaşarak körelişinin nedenleri üzerinde durulmuş. Yine tarihsel süreç içerisinde bilimsel ve kültürel olarak Müslümanların gerisinde olan Batı toplumlarının zamanla bu durumu nasıl aştıklarına değindikten sonra iki durumu karşılaştırmalı olarak analiz eden yazar, Doğu’nun düşünceyi savsakladığı yerde(n) Batı’nın düşünceyi nasıl ele aldığını, sıkı sıkıya sarılarak el üstünde tuttuğunu ve sonucunda neden “ilerlediğini” belirtmeye çalışmış. Tabii ki buradaki ilerleme kavramı birçok açıdan değerlendirilebilir ve aslında insanlık adına son derece vahim sonuçlara yol açtığı söylenebilir. Evet, bu doğru olabilir fakat müellifin meseleyi ele alışı itibariyle bu durum otomatikman konu dışında kalmaktadır. Dolayısıyla mevcut şartlarda ilerleme kavramının niteliğinin analiz edilmesinin zorunluluğu saklı kalmakla ile birlikte hâlihazırdaki siyasi, ekonomik, toplumsal, kültürel ve özellikle de bilim ve teknolojide söz sahibi olma noktasında Batı lehine ortada olan üstünlüğün altı çizilmektedir. Doğru ya da yanlışlığı farklı açılardan tartışılabilecek bu üstünlük ontolojik yapıyı dumura uğratan epistemolojik üstünlüktür ve ilkesel olarak bakıldığında uzun bir zaman diliminde büyük bir çabayla elde edilmiştir. Tarihsel süreçte görüldüğü üzere eleştirel yaklaşımlar da yine kendi içinden çıkmasına karşın bir şekilde eleştirileri de bünyesine dâhil ederek yoluna devam etmiştir. Kısacası bundan sonra da mevcut paradigmayla yapılacak eleştiri veya eylemler kendiliğinden etkisiz hâle gelecek olması bir yana Batı dışındaki toplumlara da bir fayda sağlamayacaktır.

Çalışmasında İslam’ı belirleyici olarak seçen Mehmet Kürşad Atalar bugün ve gelecekte Müslümanların söz sahibi olabilmelerinin yolunun İslami düşüncenin okullaşmasından geçtiğini söylüyor. Aslında çok tartışılan bir isim olan Gazali örneğini veriyor ve yeni bir Beyt’ül Hikme benzeri bir yapının kurulmasının zorunluluğunu belirterek bu süreç için de evvela şahsiyetlerin oluşması gereklidir diyor. Yazara göre İslami düşüncenin yeniden oluşturulmasının ardından Batı felsefi düşüncesi (epistemolojisi) bu yeni bilgiyle tahlil edilmelidir. Dolayısıyla, eğer Müslüman âlemi ortaya bir varlık koymak istiyorsa dinlerini çok iyi bilmelerinin yanı sıra moderniteyi de dinleri kadar iyi bilmeleri gerektiğinin tekrar tekrar altını çiziyor yazar. Buradaki moderniteden kasıt modernizmin ortaya koyduğu yaşam tarzı olan laiklik ve sekülerlik ile birlikte Rönesans’tan reformlara, hümanizmden pozitivizm ve rasyonalizme, liberalizmden sosyalizme, devrimlere, postmodernizm denen ucubeye ve nihayetinde kapitalizme kadar saçaklı bir paradigmanın tamamıdır. Elbette burada unutulmaması gereken, paradigmaya, yerel inançlar, mitler, siyasi, toplumsal ve kültürel yapı ve uzun bir dönem oldukça belirleyici olan Hıristiyanlık da dâhil edilmelidir.

Yazarın, ‘İslam ve moderniteyi bilme ve karşılaştırmalı analiz etme zorunluluğu’ fikrinde son derece haklı olduğunu belirtmek gerekir. Zira konunun kitapta ele alınış biçiminden hareketle, Müslümanların sadece modernizmi değil dinlerini de iyi bilmedikleri sonucu çıkıyor ortaya. Bu iki bilinmezliğin arasında kalan bireyler/toplumlar ellerinde derme çatma ne varsa ya modernizme saldırıyor veya en baştan baş edemeyecekleri ön kabulüyle karşı tarafa teslim oluyor ya da çoğunlukla bu düşünce dünyasından çok uzak biçimde insani eğilimleriyle hareketle ve kendi isteğiyle sisteme dâhil oluyor. Bu davranış biçimlerinin tamamı alternatif oluşturacak yeterliliğe sahip olamamasından dolayı mevcut paradigma içinde kalmaya mahkum olduğundan herhangi bir fayda da içermiyor. Tam bu noktada eğer alternatif oluşturulacaksa diyor yazar, mevcut durumda tek alternatifin İslam olduğunu ekleyerek yeni bir paradigma oluşturulmasına ihtiyaç duyulduğunu ve bu ihtiyacı gidermek için de her şeyden önce düşüncenin okullaşmasının şart olduğunu metodolojik olarak ortaya koymaya çalışıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

7 Ocak 2018 Pazar

İnançlar paketlenmiş, tecime elverişli

Modern anlamda kapitalizmin Batı’da ortaya çıkışı Rönesans ve Reform hareketleri sonrasında toplumsal, siyasi ve ekonomik alandaki değişimlerle ilişkilendirilir. Bu ilişkilendirmede en önemli noktalardan biri de dindir. Söz konusu ilişkilendirmeyi Protestanlık ve Kalvenizm gibi Hıristiyanlığın ‘piyasaya’ yönelik yeniden yorumlanmasına bağlayan Weberyan görüş, sosyolojik ve siyasi bakımdan süreci anlamlandırma bağlamında önemli bir açılım sunar. Bu yeni yorumlar üzerinden zenginleşme ümidinin özgürleşme cilasıyla parlatılması yoluyla oluşturulan anlayış Kilise’nin var olan kanaat ve bağlılık doktrinini Batı dünyasından söküp atmıştır desek yanılmış olmayız. Kilise’ye karşı kazanılan zaferin meydana getirdiği yıkıcı rüzgârı arkasına alan Aydınlanma ve pozitivist bilim anlayışı kapitalist hegemonyanın başat gücünü oluşturarak Batı merkezli gelişim ve ilerlemenin ideal formunu ortaya çıkarmıştır.

Başta İslam coğrafyası olmak üzere Batı dışı toplumların Batı’nın geçtiği süreci yaşamamış olması söz konusu idealden uzak olduğu ya da ayrı kaldığı anlamına gelmiyor. Söz konusu gelişme ve ilerleme ideali uzun süredir seçim ya da talep konusu olmaktan çıkarak bir ‘mecburiyet’ haline almış durumda. Zira başlarda dayatılan bu anlayışın artık rızaya yönelik bir eğilim olduğu görülüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra baskısını arttırarak devam ettiren bu anlayışın küreselleşme miti sayesinde en kapalı toplumlara kadar sirayet ettiğini görmek şaşırtıcı değil. Geçen süreç içerisinde bazı toplumların oluşturduğu suni kapalılığın işe yaramayarak kısa sürede dağılmış olması kendiliğinden kapalı olan toplumların vereceği tepkiyi merak ettiriyor. Şimdiye kadar iyi bir görüntü sergileyemeyen İslam coğrafyası çatışmanın en yoğun yaşandığı bölge olarak göze çarpıyor. Piyasa İslamı adlı kitap Müslümanların bu çatışmayı nasıl yaşadığını ve neye evrildiklerini anlamaya yönelik bir çalışma. Patrick Haenni imzasını taşıyan Piyasa İslamı adlı eser Heretik Yayınları’ndan çıkmış. “İslam Suretinde Neoliberalizm” alt başlığı taşıyan ve sosyolog-siyaset bilimci Ali Yaşar Sarıbay’ın takdimiyle sunulan eseri "Türkçe Söyleyen" ise Levent Ünsaldı.

Giriş ve sonuç hariç dört bölümden oluşan eserde geçtiğimiz yüzyılın son yarısından bu yana hızlı bir dönüşüm yaşayan Müslüman toplumların yaşadığı değişim ekonomik ve siyasi olarak irdeleniyor. Çalışmada ele alınan konu özellikle Mısır, Türkiye ve Endonezya’da yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler ekseninde genele yayılmaya çalışılmış. Geleneksel dini anlayışın yerini Batı değerleriyle uzlaşan ve Batı’nın kurumlarına eklemlenerek para ve güç devşirmeye çalışan bir anlayışın aldığını belirten yazar bu dönüşümün nereye varacağını açıklamaya çalışıyor. İslamcılığı Aşmak adlı ilk bölümde gelenekselci ve militan ütopyacı İslami anlayışın değişim ve dönüşümü ele alınıyor. Buna göre artık örgütlenme biçimi devlet ve siyasi merkezli olmaktan kültürel ve dışa dönüklüğü yansıtan dinsel yaşam şekline evrilmiştir. Burjuvalaşan Müslümanlar dünyaya açılarak Batı toplumlarının ‘kompleksiz ve rahat yaşam tarzlarını’ dinsel yaşamlarının içine yerleştirmişlerdir. Bu anlayış özellikle fıkıh alanında kendini göstererek geleneğin reddettiği birçok şey artık kabul edilir hale getirmiştir. Başta müzik olmak üzere sanattan modaya, spordan eğlenceye kadar öncekilerin edep sınırları dışında tuttuğu hatta yasak (haram/günah) saydığı şeyler yaşamın birer vazgeçilmezi olmuştur. Artık Müslümanlar için çileli yaşam biçiminin yerini kendilerini mutlu eden popüler kültür ikonları almıştır.

İkinci bölümde dönüşüme uğrayan Müslüman profilinin apolitikleşerek iş hayatına yönelişinin anlatıldığı Piyasa Destekli Dinsellik başlığını taşıyor. Bu yeni tip Müslüman profili kazanımlarını ekonomik alanda elde ederek dinselliğini “rahatça” ifade etmektedir. Artık amaç, kitleleri değişmez bir katılığa ikna ederek harekete geçirmek değil hedef grupların taleplerine yönelik arz sunmaktır. Bu bağlamda İslam (ticari) kâr için araçsallıştırılarak bir pazarlama yönteminin parçası haline getirilmiştir. Geleneksel ve radikal söylem ile arası açılan bu anlayış için ‘hicret’ militan ve cihadist olmaktan çıkmış burjuva ve ticari yönelimli bir hareket olmuştur. Bu yeni anlayış küresellik ve sekülerlik kavramlarının ahlakiliği sorunsalını evrensellik adı altında etik bir forma sokarak geçiştirmeyi ve meşrulaştırmayı başarmıştır.

Kültürel çekişmenin konu edildiği üçüncü bölüm Piyasa İslamı’nın Kültür Savaşları adını taşıyor. Kendini siyasi olarak tanımlamayan yeni Müslüman profili ekonomik alandaki başarılarıyla yeni bir kimlik oluşturmaktadır. Yalnız bu yeni tipolojinin burada atladığı şey İslam’ın kapitalist ekonomiye ilişkin yasaklamalarıdır. Bu süreçleri özellikle Türkiye, Mısır ve Endonezya’nın 1980’ler ve sonrasını ele alarak değerlendiren yazar söz konusu toplumların muhafazakârlaşarak burjuvalaştığını belirtiyor. Ortaya çıkan yeni anlayışa göre İslam fakir ve cahillerin dini olmaktan çıkmalı, Müslüman kaliteli bir yaşam sürmeli, zengin, güçlü ve refah içinde olmalıdır. Bunun için de var olan tamahkâr, kaderci ve çileci yani geleneksel dini anlayış terkedilmelidir. Yazarın, Avrupa’daki Protestanlık ve Kalvenizm dönüşümüne benzettiği bu anlayış için hatırı sayılır bir literatür de oluşmuştur. Kültürel alandan siyasi alana da kayan bu tutum, üzerinde epeyce ‘bilimsel’ çalışma yapılan işletme yönetimi biçimiyle yeni İslami ütopyanın temelidir ve Müslümanlar bir anlamda Batı’nın silahı olan kapitalizme küfretmek yerine ona nüfuz ederek Batı’yı kendi silahıyla vurmalıdır. Yazar bu bölümde başlıkla ilgili olarak 1980 darbesi sonrası Türkiye’de yürütülen siyasete ağırlıklı olarak değiniyor. Sosyal Devletin Kuyusunu Kazanlar başlığını taşıyan dördüncü bölümde yazar ‘Piyasa İslamı’ olarak tanımladığı kavramın yeni bir dini-siyasal duruşun doğmasına katkı sağladığını belirtiyor. Müslümanlar artık İslami bir devlet kurgusuyla değil masrafları en alt seviyeye çekilmiş kârlı bir şirket ideali ve bunun politik düzeydeki karşılığı minimum devlet mekanizmasıyla ilgilenmektedir. Özelleştirme politikalarından özel sektöre tanınan ayrıcalıklara kadar hem devleti hem de piyasayı yapılandıran yeni projeler sunulmaktadır. Örneğin, bazı hizmetler bürokrasi yerine daha özgür hareket edebilen sivil toplum eliyle yapılması gerektiği anlayışı geliştirilerek uygun ortam sağlanmaktadır. Bu bağlamda dini vakıf ve cemaatler kullanışlı ve önemli bir kaynak olarak değerlendirilmektedir. Yazar tüm bu uygulamaların Avrupa değerlerinden öte Amerikan muhafazakârlığının tipik bir kopyası olduğunu söylüyor.

Sonuç bölümünde Müslümanların geldiği noktanın neoliberalist görüşlerin ta kendisi olduğunu belirten yazar aslında bu durumun giderek kendine özgü biçimde dindarlaşan muhafazakâr Amerika’nın net bir yansıması olduğunu ifade ediyor. Yazara göre İslam coğrafyasındaki bu gelişmelerle birlikte ortaya çıkan yapı ABD ve İslam coğrafyasının ittifakı anlamına geliyor ve bu ittifak giderek daha fazla Müslümanı sisteme dâhil ediyor. Sonuç itibariyle din, müntesipleri tarafından araçsallaştırılarak kapitalist bir form kazandırılmış ve piyasaya eklemlenmiş oluyor.

Son yüzyıl içinde Müslümanların sosyo-ekonomik ve siyasi değişimini anlamak bağlamında önemli açılımlar sunan kitapta Müslüman toplumların uğradığı değişim ve dönüşüm ustalıkla yazıya dökülmüş. Türkiye, Mısır ve Endonezya özelinde yapılan değerlendirmede İran ve Körfez Bölgesi’ne yer verilmemesi hayıflandıran bir eksiklik diyebilirim. Bunun dışında yazarın geleneksel din anlayışı ile ilgili yaptığı değerlendirmeyi ayrıca ele almak gerektiğini düşünüyorum. Kitapta yer yer değinilen geleneksel İslami anlayışın (sanki) Batı emperyalizmine karşı koyma potansiyeli varmış ama söz konusu değişim sebebiyle bu güç ortadan kalkmış gibi bir anlam oluşuyor. Öncesi tartışılır lakin İslam coğrafyasının Batı’ya karşı varlık gösterebilme olasılığının Sanayi Devrimi’yle birlikte tamamen ortadan kalktığı su götürmez bir gerçek. Süreç içinde sadece sosyo-ekonomik ve siyasi anlamda değil (belki de en çok) entelektüel anlamda da son derece yetersiz bir yapı bulunduğunu belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla yazarın işaret ettiği değişim/dönüşüm aslında var olan geleneksel anlayışın zaaf ve eksikliklerinin doğal bir sonucu olarak değerlendirilmeli. Bu bağlamda kapalı toplum olmanın koruyucu bir güç olmaktan ziyade süreci geciktirmek dışında hiçbir işe yaramayan bir zaafa tekabül etmesi, üzerinde durulması gereken başka bir gerçek olarak ortaya çıkıyor.

Dipnot: İsmet Özel’in Esenlik Bildirisi şiirinin “Duygular paketlenmiş, tecime elverişli” dizesinden esinlenerek oluşturduğum başlık için şair ve sevenlerinin mazur görmesini isterim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

30 Eylül 2021 Perşembe

Çin malı

Koşullanmış zihinlerimiz ‘Çin Malı’ ibaresini görünce doğrudan kalitesizlikle ilişkilendiriyor. Günlük hayatta karşılaştığımız örnekleri görünce pek de haksız olduğumuz söylenemez. Diğer yandan meselenin özgünlük, estetik, etik ve telif (mülkiyet) gibi birçok yönü bulunuyor. Yalnız meseleyi çok daha ilginç hâle getiren ve pek göz önüne getirmediğimiz önemli bir durum var. Küresel anlamda marka olan ve kalitesiyle bilinen çoğu firmanın üretim ya da malzeme temin yeri Çin. Onu ekonomik anlamda dünyanın en büyük aktörlerden biri yapan bu özelliğinin tek nedeninin ucuz iş gücü olmadığı muhakkak. Türkiye’de artık bir kitlesi oluşmuş olan Byung-Chul Han’ın Çakma adlı eseri korunun bu yönünü anlamaya yardımcı oluyor. “Çince Yapıbozum” alt başlığıyla Telemak Kitap tarafından neşredilen eser Sibel Atam tarafından çevrilmiş. Seksen altı sayfa olmasına rağmen içeriğinin yoğunluğu göz dolduruyor.

Çin kültürü ve sanat tarihiyle ilgili beş kavramı ele alan Han, taklit/kopya/çakma anlayışının Batı ve Uzak Doğu düşüncesinde nasıl algılandığını ortaya koyuyor. Han’ın analiz ettiği beş kavram düstur (quan), orijinal (zhen ji), eğlence mühürleri (xian span), kopya (fuzhi) ve çakma (shanzhai) şeklinde sıralanmış. Ayrıca kitapta ele alınan konularla ilgili görsellere yer verilmiş. Uzak Doğu düşüncesi ile Batı’nın kopya/taklit anlayışı ve resim alanındaki sanat sahteciliği konularında örnek olarak verilen görseller hem içeriği zenginleştiriyor hem de konunun anlaşılmasına katkı sunuyor.

Yazar kitaba Çin toplumu ve düşüncesinin Batı’da nasıl algılandığına değinerek başlıyor. Bu durum George Wilhelm Friedrich Hegel’in (1770-1831) etnosentrik görüşüyle özetlenmiş. Buna göre Batı düşüncesinin temelinde var olan töz’e dair anlayışın ahlaki açıdan onu üstün kıldığına yönelik ön kabulü ortaya çıkıyor. Diğer yandan Çin’de olduğu gibi Doğu felsefelerinin temelinde var olan Budizm veya Taoizm’in varlık, yokluk ve hiçliğe dair esnek tutumu o toplum veya kültürdeki aldatma ve yalancılığı doğallaştırmanın ötesinde (yalancılık, ahlaksızlık ve şeref yoksunluğunu) meşrulaştırdığı düşünülüyor.

Han, Batı ve Çin düşüncesi üzerine karşılaştırmalı felsefi çözümlemeler yapıyor. Çin düşüncesinin esnek, değişim ve dönüşüme açık, sabitesiz, tözsüz, pragmatik oluşu gibi nitelemeler kadar karşılaştırması yapılan Batı düşüncesinin kendini bunun tam tersiymiş gibi konumlandırması da tartışmaya açık bir konu.

Diğer yandan yazar aradaki temel farkın varlık konusundaki anlayış olduğunu belirtiyor. Batı düşüncesinde Varlık sadece kendine benzeyendir ve kopyasının olması istenmez. Monomorfiktir. Özgünlüğü ve saf kimliği bozmaya yönelik her türlü teşebbüs şeytanidir. Bu yüzden taklit edilmesinin, çoğaltılmasının önüne geçilmek istenir.

Han’a göre Uzak Doğu düşüncesinde varlık monomorfik değildir, süreç içinde çok biçimli ve katmanlı şekilde oluşur. Çin’de yapılan bir eser hiçbir zaman tamamlanmamıştır. Üzerine her zaman eklemeler yapılarak değişime uğratılır. Her ekleyici bir iz bırakır. Eser ne kadar çok iz taşırsa o kadar değerlidir. Dolayısıyla Uzak Doğu düşüncesi yapıbozumcudur. Çin düşüncesine göre bir eser ne kadar fazla yapıbozuma uğratılır, ilk hâlinden ne kadar çok başkalaşır ve yeni anlamlar yüklenirse değeri o kadar artar.

Yazar konuyu daha çok sanat (felsefesi) anlayışı üzerinden ele alarak öz ve özgünlük konusundaki düşünce ve eylem farklılığını vurguluyor. Bu bağlamda Çin’de sanat eserinin gerçeklikten ve ruhtan yoksun olduğu çıkarımı yapıyor. Çin’de sanat eseri durmadan farklı ve ilgisiz bağlamlardan eklemelere uğratılarak değiştirilir. Bu durum onun gerçek ile bağını kopararak sahteliğe açık hâle getirir. Özgün ve sahte olan önemsizleşir ve kolaylıkla yer değiştirir. Han’a göre bunun nedeni Antik Çin’de öğrenmenin özellikle kopyalama pratiği üzerinden yapılmasıdır. Bu işlem sadece öğrenme değil aynı zamanda eser sahibine duyulan saygıyı belirtme ve övme için yapılır. Fakat pratik öğrenme biçimi olarak kullanılan kopyalama yöntemi sahtekarlığın önünü açmıştır. Çünkü bu anlayışta bir kopya ne kadar başarılı ise kopyalayanın yeteneği o kadar büyüktür. Kopyanın benzerliği değerini artırır ve bu durum eser sahibi ve kopyacının eşit iki usta olduğunun kanıtıdır. Batı’da kopya ya da taklit eserler yapılsa bile bunun belirli ilkeleri vardır. Öncelikle özgün bir sanat eseri sayılamazlar ve telif kesinlikle orijinal olanındır. Yazar iki anlayış arasındaki farkı “Çin’de sanat sahteciliği hiçbir zaman Batı’da olduğu gibi karanlık anlamlar çağrıştırmadı.” (s. 19) şeklinde özetliyor.

Han, Çin’de iki tür kopya anlayışı olduğunu söylüyor. Bunlardan ilki, doğrudan sahteliği kabul edilen türdür ve belirli yerlerde satın alınabilen küçüklü büyüklü modellemelerdir. İkincisi ise özgün olanla birebir ölçülerde üretilir ve aslı kadar değerli addedilen türüdür. Bu açıdan Batı ile temelden bir ayrılma söz konusudur. Batılı düşüncede kopya ürünün orijinal olanın yerine kullanılması söz konusu edilemez.

İki düşünce arasındaki bir başka farklılık tarihi eserlere bakıştır. Batı’da tarihi eserler onarılırken eski olan izler özellikle vurgulanacak şekilde yapılır. Özgün parçalara kutsal gibi özen gösterilerek korumaya alınır. Uzak Doğu düşüncesinde ise koruma yeniden yapma ve çoğaltma ile sağlanır. Gerektiğinde tamamen yıkılarak yeniden yapmak söz konusudur. Bu anlayışın temeli doğa ve canlılıktır. Çünkü doğa ve canlılık her an yenilenmektedir. Bu açıdan özgün ve kopya olan sorgulaması yapılmaz. Uzak Doğu düşüncesindeki eskiyi yıkarak yeniden yapmak ölümü de içeren bir canlılık anlayışının karşılığıdır. Bu bir döngüdür ve ancak bu sayede ölümün ötesine geçerek var olmaya devam edilir: “Sadece tekrarlar ve kopyalar vardır.” (s. 75)

Han, “Çin üretim teknolojilerini yapma değil tekrar, devrim değil yineleme, arketipler değil modüller”in (s. 75) belirlediğini ifade ediyor. Modüler üretimde söz konusu olan biriciklik-özgünlük değil standart-kalıplardır. Amaç yeniden üretilebilirlik odaklı çeşitleme ve değiştirme olanağı sağlayan seri üretimdir. Üretilen şey değişen, dönüşen doğanın bir parçası gibi düşünülür.

Yazar son bölümde kitaba adını veren ve metnin yazılış amacını içeren kopya/taklit/çakma anlamına gelen ‘shanzhai’ kelimesini analiz ediyor. Yazılanlardan bu kelimenin siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve teknolojik açıdan Çin’de çok etkin olduğunu anlıyoruz. Çincede yeni bir kelime olan ‘shanzhai’ hayatın her alanını kuşatmış, shanzhaizm, shanzhai kültürü, shanzhai ruhu gibi ifadeler oluşturulmuştur. Yazar bu durumun ilk olarak cep telefonları ile başladığını belirtiyor. Evvela küresel markaların shanzhai ürünleri piyasaya sürülmüştür.

Han, shanzhai ürünlerin özelliklerini sıralarken özgünleriyle kıyaslandığında onlardan aşağı kalmadıklarının, çabuk uyum sağladıklarının, son derece gelişmiş ve işlevsel olduklarının altını çiziyor. Hatta shanzhai ürünlerin özgünlerine nazaran fazladan özelliklere, ekstra fonksiyonlara sahip olması beklenmektedir.

Han’a göre shanzhai ürünlerin isimleri özgün marka isminin kombinasyonlarından veya küçük değişimlerinden oluşturulur. Ekonomik tekellerin tekerine çomak sokan bu üretim alaycı, tahripkar ve Dadaist bir başkaldırıdır. Bu başkaldırı sisteme karşı bir yapıbozumdur ve isimlendirme açısından da nüktedanlık içerir. Bu yolla eskinin üzerinde değişiklik yaparak, başkalaştırarak, dönüştürerek yeni bir form kazandırılır. En önemlisi ise “Shanzhai ürünler kasıtlı olarak kadırma girişiminde bulunmaz.” (s. 81) Özgün olmadıklarını açıkça belli ederler fakat özgün kadar gerçektirler.

Üründen öte tarihi sosyo-kültürel bir anlayışı içeren shanzhai olgusu melezleme yoluyla işler. Örneğin Maoizm, bir tür Marksizm’in shanzhai üretimidir. Han, Çin düşüncesinde komünizm ile kapitalizm arasında bir çelişki aranmadığını, çünkü Çincede çelişki kavramının bulunmadığını belirtiyor. Sürekli değişim ve dönüşümüyle Çin komünizmi shanzhai bir model olarak melezliği barındırır ve ileride shanzhai bir demokrasinin çıkmayacağının garantisi yoktur. Bu durumun Çin için hiçbir sorun teşkil etmeyeceği anlaşılıyor.

Han son sayfalarda Batılı zihne uyarı niteliğinde bir yol açıyor. Ona göre shanzhai Çin ruhunun dışavurumudur. Bu anlayışta “ileri teknoloji ürünleri doğanın shanzhai modelleridir.” (s. 82) Doğa sürekli, çeşitlemeli ve uyumlu bir dönüşüm içindedir. Shanzhai düşüncesinin özünde bu vardır. Batı, shanzhai’yi “sadece düzenbazlık, intihal ve fikri mülkiyet ihlali olarak gördüğü takdirde, onun özünde var olan ‘creativite’yi gözden kaçıracaktır.” (s. 82) diyor.

Dünyanın genelinde anlamsal uzamı olumsuz olan çakma/kopya/taklit olgusunun Çin kültüründeki olumlu karşılığı şaşırtıcı. Fakat asıl şaşırtıcı olan, bu anlayışın ürünlerinin küresel ekonominin en önemli aktörlerinden birisi hâline gelmesi ve sözde çakma/taklit/kopya anlayışına uzak toplumların bu ürünleri kullanıyor olması diye düşünüyorum. Byung-Chul Han, Batı’da olumsuz kabul edilen çakma/kopya/taklit olgusunu sanatsal, kültürel ve felsefi kökenlerini tarihsel açıdan ele alarak Çin düşüncesi ve toplumunda nasıl normalize edildiğini açıklamaya çalışıyor. Çin düşüncesindeki koşulsuz değişim ve dönüşüme dayalı melez anlayışı, her ne kadar bizim de zihin haritamızı şekillendiren Batı düşüncesi kabul etmese bile kendi içinde tutarlılık taşıdığı söylenebilir. Bugünün küresel dünyasının neden Çin malı ile mobilize olduğu bunun açık kanıtı.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

13 Temmuz 2018 Cuma

Tanrısız insanlık!

Sineklerin Tanrısı’nı ilk okuduğumda modernizm eleştirisinin yanı sıra (dinsel-mitolojik göndermeler nedeniyle) Hıristiyan teolojisi bağlamında çözümlemeye gayret etmiştim. Dini değinilerle birlikte metaforlarla bezeli metin büyük oranda Batı medeniyeti eleştirisi içeriyordu. Sineklerin Tanrısı üzerine temel kanı, insanın çocuk da olsa ne kadar zalimleşebileceğini gösterdiği üzerinedir. Bu durum insanın doğuştan sahip olduğu ‘ilkelliğin’ bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Batı felsefesi ve Hıristiyan teolojisi açısından düşünüldüğünde insanda var olan ilkel dürtüler ve ilk günah teorisi arasında ilginç bir örtüşme bulunuyor. Konuyu dağıtmadan yazıya dönecek olursak, Sineklerin Tanrısı için en önemli değerlendirme Batı’nın medeniyet anlayışının niteliğine yönelik katı eleştiri içerdiğidir. Medeniyet -ya da ilerleme- diye tanımlanan şeyin gerçek yüzü hiç de öyle anlatıldığı gibi değildir. Bu süreç insanlığa acı, ıstırap ve kötülük getirmiştir. Yazarın konuyu ele alışını anlamak açısından kitabın yayınlandığı dönemin II. Dünya Savaşı sonrası (1954) olmasının önemli bir detay olduğunu düşünüyorum. Zira kurguda Nazi Almanya’sı ve Avrupa’nın diğer toplumlarında yaşananların etkisini görmek mümkün. Savaş bilindiği üzere dünyaya bakışı tümüyle değiştirmiş, modernist anlayışı günah keçisi ilan etmiştir.

Sineklerin Tanrısı’nda savaş nedeniyle yaşadıkları yerden uzaklaştırılmak istenen bir grup çocuğun kaza sonucu ıssız bir adada mahsur kalmasından sonraki süreçte birbirlerine karşı acımasızca davranışları ele alınıyor. Medeniyete dair hiçbir şeyin olmadığı adaya dağınık halde düşen çocuklar bir araya gelerek birlikte yaşamaya başlıyor. Yazar bu yolla modern insanın medeniyet üreterek ilkel hayattan gelişmiş (toplumsal) hayata geçiş serüvenine göndermede bulunuyor. İlk başta iş bölümü yapan çocuklar yönetim, yiyecek, güvenlik gibi konularda kararlar alıyor fakat alınan kararları uygulama aşamasında çekişme ve mücadeleler ortaya çıkıyor. Farklı yaş ve karakterlere sahip çocuklar toplumun farklı katmanlarını simgeliyor diyebiliriz. Yönetim konusunda etkin olmak isteyen kişi ve/veya gruplar karşı tarafa üstünlük sağlamak için her yola başvuruyor. Sonuç itibariyle savaştan kaçırılmak ya da kurtarılmak istenen ‘masum’ çocuklar ‘canavarlaşarak’ başlattıkları bir savaşın içinde buluyor kendini. Bu haliyle yetişkin insanları aratmayan bir görüntü çıkıyor ortaya. Günümüz dünyasını anlamak açısından önemli bir metin olduğunu düşündüğüm Sineklerin Tanrısı’nı sadece insan psikolojisi bağlamında değil sosyal psikoloji açısından da dikkate almakta fayda var.

Kurgu ve üslupları çok örtüşmese de Jaguar Yayınları’ndan çıkan Tanrısız Gençlik de benzer bir konuyu ele alıyor. Macar asıllı Ödön von Horváth (1901-1939) imzalı yüz doksan iki sayfalık eser Oktay Değirmenci tarafından Türkçeye çevrilmiş. Arada önemli farklar bulunuyor elbette. Örneğin Tanrısız Gençlik II. Dünya Savaşı öncesinde (1937) kaleme alınmış. Savaşın henüz yaşanmamış olması Sineklerin Tanrısı’ndaki hırçınlığın ortaya çıkarmadığı şeklinde değerlendirilebilir fakat metnin sakinliğini yaşananlardan ziyade yazarın karakterine bağlı olduğunu düşünüyorum. Yazarın bu özelliği bir başka farklılığı; akıcı, nahif ve kırılgan üslubu ortaya çıkarıyor. Metnin bu özelliği Tanrısız Gençlik’i çok daha doğal kılıyor.

Kitabı zaman ve mekân üzerinden değerlendirdiğimizde II. Dünya Savaşı öncesi Almanya ve çevresindeki toplumların ele alındığını görüyoruz. Metin her ne kadar tarihsel bir kesiti ele alsa da psikolojik ve sosyolojik yönleriyle zaman ve mekânı aşıyor. Yazarın ele aldığı konuyu kabaca modernizmin etkisiyle sekülerleşen dünya anlayışı ve insani -ya da hümanist- değerlerden uzaklaşan yaşam biçimi şeklinde özetleyebiliriz. Eserin yazıldığı dönemin siyasi anlayışı ve toplumsal karşılıkları açıkça görülebiliyor. Yazar konuyu bir öğretmen ve öğrencileri üzerinden işliyor. Öğrencilerin belirli kazanımları elde etmesi için okul hayatı dışında kamplara götürüldüğü bir eğitim sistemi oluşturulmuştur. Kız ve erkeklerin ayrı olarak götürüldüğü bu etkinlikler öğretmenlerin gözetiminde gerçekleşmektedir. Romanın başkarakteri olan öğretmen okulundaki bir grup öğrenciyle kampa gider ve kamp sırasında kaybolan bir çocuk ölü olarak bulunur. Kamptaki bir başka çocuk cinayeti işlediğini söyleyerek suçu üstlenir. Mahkemeye çıkarılan çocuğun bazı konularda takındığı tutum öğretmeni şüphelendirir. Görünüşe göre cinayetin sebebi katil zanlısının günlüğünün okunmasıdır fakat günlüğü öğretmen okumuştur ve bunu kimse bilmemektedir. Cinayetin kendisi yüzünden olduğu düşüncesi öğretmenin içten içe suçluluk duymasına neden olur ve olayı aydınlatmak ister. Kitabın başından beri öğretmenin yaptığı karakter analizlerinin burada işe yaradığını görüyoruz. Bu yanıyla eser psikanalitik açıdan da değerlendirilebilir.

Metnin genel çerçevesi ırkçılık, emperyalizm, sömürgecilik, evrensellik, hümanizm ve din kavramları etrafında oluşturulmuş. Henüz II. Dünya Savaşı başlamamış olsa da Nazizm’in etkilerini (özellikle propaganda ile fanatizm ilişkisinin meydana getirdiği anlayışı) baskın şekilde görebiliyoruz. Dini ve ahlaki değinilerin yanı sıra felsefi ve psikolojik değerlendirmeler eseri zenginleştiriyor. Yazar bu kavramları idealize etmek yerine siyasi ve toplumsal yozlaşmayı anlatmak için kullanıyor. Kitabın bu özelliği gerçeklikle kurgu arasındaki makası daraltarak metni doğallaştırıyor. Okuma listesine ekleyenler için uyarmadan geçmeyelim; edebi açıdan oldukça keyifli olan metin boyunca uğrayacağınız metafor yağmuru için gerekli önlemleri almadan yola çıkmayın.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

30 Ekim 2018 Salı

Bir özgürlük yanılsaması

Yazar-okur etkileşiminin en çetrefilli konularından birisi yazarın anlattığı ile okurun anladığının ne kadar örtüştüğüdür. Eleştirmenler meseleyi üzerinde kuram oluşturmaya kadar götürmüştür. Metnin gerçek anlamını bulmak için eser yazardan bağımsız/soyut ele alınmalıdır demeye varmıştır işin ucu. Konuya bu kadar kesin bakmıyorum fakat okuduğum her kitapta aynı meseleyi düşünürüm. Bu açıdan “şair/yazar burada ne anlatmak istiyor” ‘mottosu’ yüzeysel bir bakıştan başka bir şey ifade etmiyor. Zira yazarla okur arasındaki anlamsal gerilim sonsuz bir uzamdır. Özellikle kurgusal eserlerde bu makasın daha da açıldığını düşünüyorum. Bana göre meselenin temelinde ontolojik bir gerçeklik boy gösteriyor. Yani, yazar-okur arasındaki örtüşmezlik kitaptan evvel insanın doğası gereğidir. Her insanın düşün dünyası farklı şekillenmiştir ve dolayısıyla her insan farklı anlama, algılama düzeylerine sahiptir. Sözün kısası, bu satırları bana yazdıran aşağıdaki kitabın yazarı muhtemelen benim anladığımı anlatmak istememiştir.

Oryantalist literatürün tarihi Haçlı Seferleri’ne kadar dayandırılır. Öncesinde izleri vardır belki ama asıl gücünü ve misyonunu bu dönemde kazanmıştır diyebiliriz. Avrupalı bu seferler sayesinde muhayyelesindeki egzotik/fantastik dünyayı yakından tanıma imkanı bulmuştur. Sonrasında gördüğü bine bin katarak kurguladığı fantezisini Doğu imgesine izafe etmiştir. Gerçeküstü ve heyecan verici anlatılar (metinler) zamanla içerik değiştirmiştir. Yine bir zenginleştirici olarak egzotik/fantastik ögeler bulunur fakat Batı bunların sahibi konumuna yükseltilmiştir. En azından niyet budur. Bilim ve teknikteki yeniliklerin Batı’ya sağladığı siyasi ve ekonomik güç kültürel ve sosyal açıdan da güçlü olduğu ön kabulünü doğurmuştur. Manipülasyon, propaganda ya da retorik… İsmine ne denirse densin işe yaramıştır. Batı kurguladığı fantastik dünyanın efendisi olmuştur. Bir sonraki aşama oryantalizme maruz kalmış toplumlarda aynı bakış açısını içselleştiren insanların ortaya çıkmasıdır. Süreç içerisinde bu da gerçekleşmiştir. Artık Batı kurtuluşun menzilidir. İlerlemek, güç sahibi olmak, yüksek refah seviyesinde yaşamak için Batı’nın izlediği yolu izlemek zorunluluktur. Batılı gibi düşünmeli, Batılı gibi yaşanmalı, Batılı gibi olunmalıdır.

Oryantalizmin köşe taşları diyebileceğimiz yazarların metinleri Batı’yı cilalayıp yüceltirken Doğu’yu ötekileştirerek hakir gören söylemi güçlü vurgularla öne çıkarır. Amaç bellidir ve zaten onlar da ne kimliklerinde ne de ürettileri metinlerde bunu gizlerler. Bu kulvarda olmayan bazı yazarların insani değerler ve hümanizm bağlamında yazdıkları da ister istemez benzer kalıba girer ve aynı amaca hizmet eder. Zira Batı’nın bağrından neşvünema eden her düşünce aynı paradigma içinde şekillenir, gelişir ve kalır. Lamia Berrada-Berca’nın yazdığı Kant ve Kırmızı Elbise de kulvar dışında bulunup kulvara katkı sunan cinsten. Maya Kitap etiketli yüz kırk dört sayfalık eserin çevirisi Mine Karataş tarafından yapılmış. Hakkında verilen bilgilendirme yazısında Lamia Berrada-Berca’nın sadece genetik olarak değil kültürel olarak da melez olduğunu öğreniyoruz. Yazarın melezliği öyle iki uluslu da değil üstelik. Kendisine Afrikalı, Ortadoğulu ve Avrupalı genlerinin buluştuğu bir havuz denilebilir. Tam tersini beklemek daha makul geliyor ama yazarın melezliği metne Avrupa merkezciliği motifleriyle sirayet etmiş.

Romanın başkarakteri Afrikalı Müslüman bir göçmen kadındır. Kocası ve bir kızıyla birlikte Fransa’da yaşamaktadır. Fransızca bilmemesi zaten içe kapanık olan kadını iletişim konusunda daha da zora sokmaktadır. Diğer yandan aynı dili konuştuğu kocasıyla da iletişim problemi yaşaması kültürel sorunların bir yansıma olarak okunabilir. Doğduğu toplumda kendisine aktarılan anlayışa göre “Bir kadın, kendi cinsinin en büyük günahının erkekleri baştan çıkarmak olduğunu daima aklında tutmalıydı.”. O, kadının hiç bir etkisinin olmadığı erkek egemen bir kültürde doğmuştur ve bu pasiflik burada da kendini göstermektedir. Kızının annesi hakındaki şu düşünceleri bu durumu özetliyor: “İnsanlar annemin bir birey olmasını görmezden geliyor, ona bir hiçmiş gibi bakıyorlar. Çehresi olmayan olmayan birinin nasıl bir birey olabileceğini anlamıyorlar.”. Burada vurgulanan en önemli şeylerden biri kadının çarşaflı oluşudur. Yazar metin boyunca olumsuzlaştırarak kullandığı çarşafı Aydınlanma’nın önünde bir engel olarak görmektedir. “Kara peçeyi yüzüne geçirdiği andan itibaren, bedenini açığa çıkarılması güç bir sırra” hapseden “genç kadın artık görünür olmak istemektedir.”. Çarşaf onu gizlemekte, pasifleştirmekte, hayata katılmaktan alıkoymaktadır. Kısacası kadının içinde doğduğu kültürde içselleştirdiği toplumsal cinsiyetçi anlayış bu yabancı ülkede de peşini bırakmamıştır. Yazarın kaba ve cahil olarak tanımladığı koca için erkek çocuklarının olmaması büyük bir sorundur. Sorunun tüm yükü de suçu da kadının omuzlarındadır: “Karısına öfkeyle bağırmaya başladı: ‘Bana sadece bir kız çocuğu verdin! Şimdi de gelmiş erkek çocuğu vermeyi reddediyorsun!’”. Kadın bu anlayış yüzünden kızı için de tedirgin olmaktadır. Bu anlamda kendi bahtsızlığını kızına daha sevecen yaklaşarak rehabilite etmeye çalışmakta, kocasından gizlediği şeyleri kızıyla paylaşmaktadır. Örneğin Kant’ın kitabı ve satın aldığı kırmızı elbise kızıyla arasında sırdır.

Romanda kurgulanan tiplerde oryantalist bakış açısının yansımaları mevcut. Otoriter, özgürlüğü kısıtlayan, güven vermeyen, kadını önemsemeyen, cahil, bencil, kaba bir erkek ve görmezden gelinen, haksızlığa uğrayan, sessiz kalan, cinsel obje olarak görülen bir kadın. Diğer taraftan kadının karşılaştığı Fransızlar olumlu özelliklere sahiptir. Güler yüzlü, iyi niyetli, nazik, hümanist, aklı kullanmaya önem veren insanlardır. Kadının toplum içinde yaşadığı tedirginlik/rahatsızlık kendinden kaynaklanmaktadır. Başta giyim şekli olmak üzere bir çok açıdan farklılığı bunun başlıca nedenidir.

Kocasının gölgesinde silik hâlde yaşayan kadının hayatı karşı komşularının kapısı önünde bulduğu bir kitapla değişmeye başlar. Kitap, Immanuel Kant’ın (1724-1804) "Aydınlanma Nedir?" adlı eseridir. Okuma bilmeyen kadın kocasından korkuyla sakladığı kitabı kızının öğretmenine götürerek merakını gidermeye çalışır. Aynı dili bilmemeleri iletişim kurmalarına engel olmuştur. Yetersiz de olsa kızının öğrendiği Fransızca sayesinde kitabı okumaya başlamışlardır: “‘Separe aude.’ Aklını kullanma cesaretini göster! Bu söz şimdi Aydanlanma’nın parolası olmaktadır.”. Akla yapılan vurgu kadının bakış açısını değiştirmiştir. Bir birey olarak var olmayı, kabul edilmeyi, önemsenmeyi arzulamaktadır. Aydınlanma düşüncesi ekseninde gelişen hikâyeye kadının bir mağazada görüp hayran kaldığı kırmızı bir elbise eşlik ediyor. Kadın elbiseyi çok beğenmiştir fakat almış olsa bile giyebilme ihtimali bulunmamaktadır. Sadece evde, kapalı kapılar ardında giyebilecektir. Ona da kocası izin verirse. Yazar analoji yaparak dekolteli kırmızı elbiseyi özgürleşmenin simgesi olarak kullanıyor. Özgürlüğe ulaşmak içinse aklın harekete geçirilmesi gerektiği mesajını Immanuel Kant üzerinden veriyor. Kendi kültürüyle büyük bir çatışma yaşayan kadının giderek değiştiği (yazara göre aydınlandığı) görülüyor. O eski ürken, korkan, çekinen kadının yerine cesur, aklını kullanan, kararlı birisi geliyor. İçinde yaşamaya başladığı kültürün özelliklerini benimsemeye başlayan kadına hediye olarak gelen ‘Kutsal Kitap’ ve yanında gelen mektuptaki Hıristiyanlık güzellemesi meselenin özeti oluyor. Oysa Aydınlanma, Hıristiyanlık’a karşı aklı temel alarak başlatılan bir harekettir. Sanırım yazar hümanizm adına burayı atlıyor.

Romanda gözlemci ve tanrısal konumlandırılmış ‘o’ anlatım tekniği bir arada kullanılmış. Yazar, bir gözlemci gibi aktarıyor lakin olaylardan düşüncelere kadar her şeyi biliyor ve yönlendiriyor. Bunun dışında leitmotive ya da iç monolog gibi yöntemlere bolca yer verilmiş. Kant, Aydınlanma, çarşaf, kırmızı gibi kelimeler leitmotive’e örnek olarak verilebilir. Ayrıca sembolizmden de oldukça fazla yararlanıldığı görülüyor. Özellikle kırmızı rengiyle özel bir anlam dünyası oluşturulmuş. İç monoloğun kullanılması az da olsa romana psikolojik düzey katmış.

Olay hikâyesinden ziyade durum hikâyesi şeklinde kurgulanan romandaki akış kısa kısa kesitlerden oluşuyor. Modern dönemde geçmiş olsa da kesin bir zamansal düzlemden bahsedilemez. Mekan olarak ise yazarın yaşadığı Fransa seçilmiş. Roman karakterleri özenle kurgulanmış. İnsani değerlerden uzak Müslüman bir koca, birey olmaya çalışan Müslüman bir kadın, kadına yardımcı olmaya çalışan öğretmen, kırmızı elbisenin satıldığı mağaza çalışanı ve kadının dönüşümündeki en önemli faktör kocasının zıttı özelliklere sahip erkek komşu…

Kitabın sonunda bazı Aydınlanma dönemi düşünürlerinin eserlerinden alıntılar bulunuyor. Din, akıl, insan, kadın konuları hakkındaki yazılar dönemin konulara bakışını yansıtıyor diyebiliriz.

Her ne kadar kapaktaki tanıtım yazısında “Paris’te yaşayan göçmen bir kadının özgürlük mücadelesi” denilse de Kant ve Kırmızı Elbise kitabı günümüz oryantalist bakış açısının tüm özelliklerini taşıyor. Bir yandan kültür ve din konularında Batı’nın bilinçaltını açığa çıkıyor. Diğer yandan da insani değerleri önemsemeyen kültürlerde ıslah edilmesi gereken yanların olduğu görülüyor. Bu bağlamda din anlayışı, kadın-erkek ilişkileri ve kültür eleştirisi konularında yazarın haklı olduğu konuların olduğu su götürmez bir gerçek. Fakat diğer taraftan metne göre özgürlüğün yolu asimilasyondan geçiyor. Ötekileştirilen birey kendine yabancılaştırılarak uyumlu hâle getirilerek sisteme entegre ediliyor. Özgürleşme ile başlayan süreç başka bir bağımlılık ile son buluyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

23 Mart 2018 Cuma

Bir liberalin Kemalizm eleştirisi

Sıradışı bir karakter olan Fikret Başkaya’nın ufuk açıcı eseri Paradigmanın İflası’nı okuduğumda epeyce şaşırmıştım. Kitap, resmi tarihin sistemi meşrulaştırmak için oluşturulmuş, mitler, hurafeler ve efsanelerden oluştuğunu ortaya koyuyordu. İlkelerini ve icraatlarını sol (ideoloji) üzerinden kurgulayan devlet mekanizmasını solcu birisinin bu kadar sert eleştirmesi alışıldık bir şey değildi. Alışıldık olan, söylemlerini mitlerle bezeyen ‘muhafazakârların’ kuru hamaseti ve kendini solcu diye takdim eden şiddet temelli örgütlenmelerin militanlarınca yapılan ‘saldırılardı’. Daha kötüsü, kanıksanmış olanıydı ki o, bu hezeyanları eleştiri sanmaktı. Sistem eleştirisi ciddi bir iştir fakat bizde bu kültür de gelişmediği için sulandırılır, magazinleştirilir, hamasete ve sığ düşünceye kurban edilir. Oysa Fikret Başkaya eleştirisini belirli bir disiplin çerçevesinde fikir temelli yapıyor ve sistemin açıklarını, çelişkilerini ve ‘yalanlarını’ sol bir tavırla ortaya koyuyordu.

Bir yerden sonra Türkiye’deki sistem eleştirisi üzerine okuma yapmak zül gelse de farklı açılımlar sunma ihtimali olan çalışmaları es geçmemek gerekiyor. Şansımı, Atilla Yayla’nın Liberte Yayınları tarafından yayınlanan Kemalizm adlı yüz on iki sayfalık eseriyle denedim. Liberal Açıdan Bir Tahlil alt başlığını taşıyan kitapta Yayla’nın daha önce farklı yerlerde kamuoyuna sunduğu yedi yazısı bulunuyor. Bu yazılardan gazete yazısı olan üçü haricindeki yazılar oldukça doyurucu diyebilirim. Hatta gazete yazıları olmasa kitap daha makbul olurmuş.

Atilla Yayla’ya göre şiddet ile entelektüellik arasındaki ilişki gibi Kemalizm ile entelektüellik arasındaki ilişki de zıt yönlüdür. Buna göre şiddet ve Kemalizm arasındaki ilişki otomatikman örtüşmektedir. Kemalizm derinliği olmayan şiddet eğilimli bir (ideoloji değil) ideolojimsidir. İdeoloji ve totaliter rejimler bağlamında Kemalizm konjonktürel olarak faşist ve nasyonal sosyalist yapılarda benzeşmektedir. Bu benzeşim Kemalizm’in demokrasiyle olan (ters) ilişkisini de ortaya koymaktadır. Bir baskı aygıtı olan Kemalizm tarihi tahrif ederek güç devşirmektedir. Oysa Kemalizm’i o tahrif ettiği tarih doğurmuştur.

Türkiye’nin bürokratik olarak Osmanlı’nın mirasçısı ve dolayısıyla devamı olduğunu söyleyen yazara göre kurulan yeni devlet Osmanlı bürokrasisinin tüm özelliklerini taşımaktadır. Bu açıdan ‘istibdatçı’ olan Kemalizm’in refleksleri yüzünden donuklaşan düşüncel yapı nedeniyle sağlıklı bir Kemalizm eleştirisi yapılamazken Kemalizm övgüsü olabildiğince abartılmaktadır. Ayrıca bir Kemalizm kazanımı olarak addedilen cumhuriyet rejimine içeriğine bakılmadan aşırı anlam yüklenmektedir. Oysa içinde demokratik değerler bulunmayan cumhuriyet rejimi insanlık için sorunludur ve demokrasi üzerinden değerlendirildiğinde Türkiye’deki cumhuriyet olgusu çelişkiler barındırmaktadır.

Yayla’ya göre dinsel bir form kazandırılan Kemalist düşüncenin ürettiği tek parti mantığı ve Ebedi Şef, Milli Şef, Altı Ok gibi tanımlar sistemin otoriter olmasından ziyade totaliter özellikler taşıdığının göstergeleridir. Bu durumu propaganda yöntemleriyle savunan Kemalistler ise anakronizm yaşayan birer muhafazakâra dönüşmüştür. Oysa (söylemde) Kemalizm pozitivist unsurlar taşımaktadır ve dini reddeden bir eğilim gösterir. Yayla’ya göre bu durum, “Marksizm’in reddettiği Hıristiyanlığın özelliklerine bürünmesine” benzemektedir. Diğer yandan, Kemalizm’in pozitivizmi yani akıl ve bilimi önceleyen tavrı da sorunludur. Bilimsel olan tartışılabilir, kanıtlanabilir ya da yanlışlanabilir olandır. Fakat Kemalizm tam tersidir, dogmatiktir.

Atilla Yayla, Kemalizm’in neden ideoloji ya da fikir sistemi olamayacağı üzerinde duruyor ve Kemalizm’in savunduğu ilkelerin evrensellik taşımamasının olağan olduğunu belirtiyor. Çünkü yapısal olarak herhangi bir özgünlüğü bulunmayan Kemalizm, zaman açısından konjonktürel, mekân açısından ise (yerli değil) yereldir. Zira tümüyle ithal edilmiştir. Cumhuriyet tarihine bakıldığında darbeler ile Kemalizm arasında doğrusal bir ilişki bulunduğunu belirten yazar, bir meşrulaştırma biçimine dönüştürülen Atatürkçülük ile Kemalizm arasındaki ayrıma dikkat çekiyor. Muasır medeniyet retoriği geliştiren Kemalizm bağlamında medeniyet/uygarlık sorgulaması yaparak medeniyetler sınıflandırması üzerinden Türkiye’nin neden medenileşemediğine cevap arayan Yayla’ya göre Batı, medeni ve gayri medeni öğeleri bir arada barındırmaktadır.

Kemalizm’in özelliklerini ve işleyiş mantığını anlamaya yardımcı olan eser okuyucuyu yakın tarihe dair kısa bir gezintiye çıkarıyor. Bu açıdan Türkiye tarihinin (bir anlamda iktisadi ve özgürlükçü) bir yorumlaması olarak ele alınabilir. Kitaptaki tüm değerlendirmeler, eleştiriler, çözüm önerileri liberalizm güzellemesi üzerinde gerçekleşiyor. Bunda elbette yazarın katı liberal kimliği etkilidir fakat bazı bölümlerde aşırı liberalizm övgüsü kekremsi bir tat veriyor diyebilirim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

3 Şubat 2022 Perşembe

Bir aptal bir aptala

“Bireysel ve kolektif tarihimizin gerçek ve ahlaki yüzü, ayrılıklar ve birleşmeler, trajedi ve komedinin sahnelendiği büyük oyundan başka bir şey değildir.”
- Maxime Rovere

Her gün onlarca insanla karşılaşıyoruz ve herhangi bir hukukumuzun olmasına gerek kalmadan hemen hemen hepsi hakkında bir fikrimiz oluşuyor. Dahası, yaşadığımız çağda artık bu karşılaşmaların yüz yüze ya da kanlı canlı olması gerekmiyor. Kitle iletişim araçları, internet teknolojileri, sosyal medya uygulamaları derken gerçek ile sanalın iç içe geçtiği büyük bir curcunanın içinde buluyoruz kendimizi. Pragmatizm eksenli zaaf ve eğilimlerimize zamanın ruhu da eklenince bu karşılaşmaların sonucunda yüzeysel fikirlerin yumağı hâline geliyor zihnimiz. Pragmatik yönümüz (bunu ahlaki ve/veya etik tutum şeklinde yorumlayanlar olacaktır) insanlar hakkındaki bütün fikirlerimizi uygun ortam olduğuna kanaat getirmediğimiz sürece açığa vurmamayı salık veriyor. Biz de öyle yapıyoruz. Esasında bu düşüncelerimizin genelinin ham fikir olduğunu söyleyebiliriz. Zira birden belirmiş ve zihinsel süreçlerden geçerek işlenmeden oluşmuştur. Dolayısıyla bunlar fikirden ziyade yargı, hatta birçoğu önyargıdır. Peki, hemen yukarıda paranteze alınan, sırtımızı dayayıp kendimizi temize çektiğimiz ahlak ya da etik bu işin neresinde?

Kolektif Kitap’tan çıkan "Aptallarla ne Yapmalı?" meselenin tam da bu yönüne eğiliyor ve felsefi açıdan sorguluyor. Kitap aptallığın felsefi boyutuna değinmesine değiniyor fakat felsefe tarihinin, aptallığın karşıtı olarak konumlandırdığı akıl üzerinden oluştuğu için filozofların aptallarla uğraşamayacak kadar yoğun olduklarının da altını çiziyor. Felsefenin ya da filozofların laftan anlamayana bir şeyler anlatmaya çalışarak zamanını boşa harcamayacağını söylüyor. Filozoflar açısından aptallık aklı kullanmayanların içinde bulunduğu teknik bir durumdur. Gelelim en önemli kısma: Bu teknik durumu derinlemesine analiz eden yazar Maxime Rovere, çalışmasını “etkileşimsel etik” şeklinde tanımlıyor. Henüz ahlakı ve etiği zihinsel açıdan hazmedememiş ‘etkileşenler güruhu’ için ne kadar da uç bir tanımlama demekten başka bir şey gelmiyor elden. Bununla birlikte yazarın nihai amacını alt başlıkta net olarak anlıyoruz: Rovere, “onlardan biri olmamak için” diyerek okurun içine bir kurt düşürmüyor değil. Ki, kurt’un akıbeti kitap bittiğinde ortaya çıkıyor. Psikoloji ve sosyoloji başta olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanıyla iç içe olan yüz altmış sayfalık kitap Türkçeye Servet Ugan’a tarafından çevrilmiş.

Aptallarla ne Yapmalı gerek isim gerekse içerik açısından ilk bakışta eğlenceli gibi görünüyor -ki öyle olmadığını söyleyemeyiz- fakat ilerledikçe aslında insanın kendisiyle yüzleşmesine neden oluyor. Öncelikle söylemek gerekir ki, çalışmanın üzerine inşa edildiği ‘aptal’ kelimesinin günlük hayattaki karşılığı biraz muğlak. Sözlük karşılığı üzerinden hareket edildiğinde uzlaşılan bir anlam bulunabiliyor fakat birini işaret etmeye kalkışıldığında sorunlu hâle geliyor. Basitleştirerek söylersek yazarın şöyle bir tespiti var: Aptallık birini işaret ettiğinde öznel bir tabir olduğundan işaret edenle sınırlı kalıyor. Bir anlamda göreceli bir duruma dönüşüyor ve herkes herkesin aptalı olmaktan uzak değil. Birisini aptal olarak niteleyen bir başkasının aptalı konumunda olabiliyor. Dolayısıyla aptallık net ve nesnel bir konumlanma bulamıyor. Bütün bu söylediklerine rağmen bir tanım getirmekten geri durmayan Rovere göre aptal, “Başkalarına saygı göstermeyip sıradan sağduyu ilklerini bile hiçe sayarak birlikte yaşamanın koşullarını ortadan kaldıran kişidir.

Yazar aptallardan kurtulmanın mümkün olmadığını, onlarla mücadele etmenin ise çok zorlu olduğunu belirtiyor. Zira bir aptalla mücadele etmeye kalkışmak aptallaşmanın adımlarından biridir. Aptallık bulaşıcıdır ve muhatabını aklın atıl bırakıldığı bataklığa çeker. Aptallaşmaya neden olan bir diğer tutum başka birini aptal olarak nitelemektir. Çünkü birini aptal olarak nitelemek öznel bir yargıyla hiyerarşik bir konumlanmayı beraberinde getirir ve niteleyenin kendisinin üstün olduğu düşüncesine dayanır. Tipik aptal tavrının arka planında da bu vardır. Bu tehlikelerden sakınabilmenin yolu aptalları tanımaktan geçmektedir. Rovere göre aptallar herhangi bir şeyi kabul etmez, fikri sabittir, inatçıdır, ne olduğuna bakmadan savaş ister, şiddet yanlısıdır, yıkıcıdır, bilinç dışı hareket eder, kolay olanı seçer, uyumsuzdur, diyalogdan uzaktır, iletişime kapalıdır… Rovere bu aşamada bazı önerilerde bulunuyor. Kişinin aptalların yaptıklarını salt manada kötülük olarak ele almayıp iyilikle yaklaşması, kendisiyle yüzleşip duygularını kontrol ederek meydan okuması ve üstün olduğu düşüncesiyle ahlaki ders vermekten kaçınması aptallarla mücadele etmenin işe yarar yöntemleri olabilir. Görünüşte basit öneriler fakat insanın doğası bu basit önerilere uymaya izin verir mi, orası tartışılır. Zira kötülük konusu, tahammül eşiği, ahlaki görelilik son derece kaygan bir zemine sahip.

Aptallarla ne Yapmalı’da aptallığın iradi olup olmadığı, ahlaki durumu, etik boyutu, genetik yönü ile psikolojik, sosyolojik ve felsefi bağlamına dair kapsamlı analizler yer alıyor. Buna göre aptallık hukuki değil, olgusal bir şeydir ve yaptırım açısından ancak toplumsal değerler çerçevesinde bir karşılığı olabilir. Dolayısıyla hukuk ve ahlak gibi normlar aptallığı yok etmede yetersizdir. Diğer yandan toplum zorunlu olarak aptal üretir, devlet otoritesi için aptalı ister. Ne aptal ne de aptallık bitirilemez, yok edilemez. O hâlde aptallarla yaşamaya alışmak zorundayız fakat aynı zamanda aptallığın hayatı zorlaştırmasına da izin vermememiz gerekir. Bu da aptallarla nasıl mücadele edileceğini bilmek ve aptallık tuzağına düşmemenin yollarını bulmaktan geçer. Kitap tam olarak buradaki farkındalığın izini sürüyor ve mümkünlüğünü arıyor. Hülasası, aptallardan kurtulmak mümkün olmadığına göre, etkisini azaltmayı deneyebiliriz diyor. Fakat sonsöz kesinlikle bu değil çünkü içe düşen ‘kurt’ boş durmuyor. Kitaba göre istisnasız her insanın takındığı bir tavır olarak bir başka insanı aptal olarak nitelemesi aptallık ise, aptal olmadığında ısrar edecek birileri çıkar mı?

Ya da hiç kimse aptal değil!

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp