Kürşad Atalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kürşad Atalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2021 Çarşamba

Entelektüel bir portre: Ercümend Özkan

On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Aydınlanma düşüncesi kendinden o kadar emindi ki, yakın gelecekte dinler takipçileri kalmayarak yok olacak; müreffeh ve huzur dolu geleceği akılcılık ve bilimcilik şekillendirecekti. Yirminci yüzyılın ilk yarısı bittiğinde birçok şey modern paradigmanın öngördüğü gibi olmadı. Öncelikle akılcılık ve bilimcilik vaat ettiği şeyleri yerine getiremediği görüldü. Buna ek olarak dinler tahmin edildiği nispette takipçi kaybetmedi. Aksine, dünyanın farklı yerlerindeki toplulukların modern paradigmanın dayatmalarına karşı direniş motivasyonunu sağlayan şeylerin başında din geliyordu. Bu durum özellikle Müslüman halklar için daha bir geçerliydi ve İslam toplumsal olduğu kadar siyasal hareketlerin kaynağı hâline gelmişti. Batı ile mücadeleye Batı’nın ürettiği felsefi zeminden mülhem yeni kavramlar eklenmeye/eklemlenmeye başlamıştı. Onlardan biri olan İslamcılık emperyalizmin kan kusturan ideolojilerine karşı ümmeti bir şemsiye altında birleştirmeyi amaçlıyordu. Temelde İslami olarak tasnif edilebilecek düşünce etrafında örgüt, parti, akım ve gruplar ortaya çıkmıştı. Esasında dava eskiydi fakat şartlar ve yöntemler yeni bir biçim kazanmıştı.

Türkiye’nin de İslam coğrafyasındaki bu hareketlenmeden nasibini aldığını söyleyebiliriz. İslamcılık üzerine Türkiye özelinde yapılan çalışmalar süreci Osmanlı’ya kadar götürüyor. Bu çalışmalara göre özellikle Osmanlı’nın son döneminde Devlet-i Aliyye’yi düştüğü karanlıktan çıkarmak için ortaya çıkan üç eğilimden biridir İslamcılık. Yirminci yüzyılın ilk yarısı İslamcılık açısından bir hazırlık aşaması olarak değerlendirilebilir fakat bu yazının konusu ele aldığı eserin ihtiva ettiği içerik nedeniyle o kadar gerilere gitmiyor. Dolayısıyla odağı İslamcılığın doğum aşamasına değil de (bugün de sürdüğünü düşündüğüm) emekleme dönemine; yüzyılın ikinci yarısına sabitliyor. Bu bağlamda Türkiye özelinde İslamcılık deyince akla gelen ilk isimlerden biridir Ercümend Özkan (1938-1995). Hatta kendi tabiriyle -biraz da iddialı olarak- “belki de Türkiye’deki ilk İslamcı”dır. O hâlde yakın tarihte İslami düşünce ve hareket açısından iz bırakmış Ercümend Özkan’ın kim olduğuna bakalım.

Biyografik bir çalışma olan Ercümend Özkan kısa süre önce İLEM Yayınları’nın “Fikir ve Hareket İncelemeleri” serisinin ikinci kitabı olarak neşredildi. Eser, gerek modern dönem İslami düşünce gerekse Ercümend Özkan üzerine çalışmalarıyla bilinen Kürşad Atalar tarafından kaleme alınmış. “Entelektüel Bir Portre” alt başlığını taşıyan kitap yüz kırk dört sayfadan oluşuyor. İçerik sırasıyla Bir Ömrün Hikâyesi, Düşüncesi ve Eserleri, Düşünsel/Siyasi Hayata Etkisi ve Katkısı şeklinde üç ana bölüme ayrılmış. Yayınevinin “Sunuş” yazısında serinin amacının “Türkiye’deki siyasal, toplumsal hayatın dinamiklerini vedüşünce hayatında oluşan birikimini yansıtmak” olduğu belirtiliyor. Bununla birlikte seride ele alınan kişi ve konuların daha önce bu kişi ve konu üzerinde çalışmış isimlerden seçildiğinin altı çiziliyor.

Kürşad Atalar yaptığı çalışmayı “Ercümend Özkan’ı düşünsel mirasını tanıtan özetin özeti” şeklinde tanımlıyor. Atalar’a göre Ercümend Özkan ile ilgili yapılmış epey bir çalışma bulunsa da onu analitik olarak değerlendiren pek yoktur. Eserin buradaki boşluğu doldurmaya aday olduğunu ve metinde kullandığı yöntemi buna göre seçtiğini belirten Atalar, kitapta uyguladığı yöntemi, “Dilbilgisi terimleriyle ifade edecek olursak, biyografi yazımı, eşsüremli (senkronik) değil artsüremli (diyakronik) olmalıdır. Bunun tek istisnası peygamberler olmalıdır. Çünkü vahiy, mahiyeti itibariyle, ‘tarihsel’ değildir.” şeklinde açıklıyor. Bununla birlikte biyografilerin taşıdığı öznellikler nedeniyle tartışmaya açık olduğunu da ekliyor. Özkan’a dair özetin özeti diyebileceğimiz bir tanımlama Atalar’ın neden onu çalıştığını açıkladığı kanaatindeyim. Atalar’a göre Özkan “militan İslamcılığın karşısında merhaleci İslamcılığın temsilcisidir.

Kitabın ilk bölümünde Ercümend Özkan’ın hayatı anlatılıyor. Birkaç kez yükseköğretime başlamasına rağmen devam ettirememiştir. Erken yaşlarda iş hayatına girmiş, memuriyet de dâhil farklı işlerde çalışmıştır. Geleneksel-sağ kökenlidir ama 1960 yılından itibaren tamamen İslami bir arayış içine girdiği görülür. Radikal bir söyleme sahip Hizbu’t Tahrir’e dâhil olur ve Türkiye örgütlenmesinin üst düzey yöneticiliğine kadar yükselir. Sonraki on yıl içinde düşünsel farklılıklar sebebiyle Hizbu’t Tahrir’den ayrılır ve kendi yolunu çizerek İslamcı tavrını devam ettirir. Şahsına münhasır bir kişilik olan Özkan girişimini İslamcı olarak nitelediği parti kurmaya kadar götürmüştür. Laik ve demokratik sistemi reddederek çıktığı yolda devlet tarafından illegal şeklinde nitelendirilmiştir elbette. Bu sebeple tutuklanmış, hapis yatmış, sürgün edilmiş ve birtakım kamusal haklardan mahrum bırakılmıştır. 1970’lerde illegal olarak kurduğu İslam Partisi’ni 1990’larda İslami Parti şeklinde legal hâle getirir fakat seçimlere girmek ya da sistem içinde söz sahibi olmak gibi bir derdi yoktur. Amacı tümüyle İslam tebliği ve bu yönde bir değişime işaret etmektir. Yaşamının sonlarına doğru sık sık nükseden ve çalışmasına mani olacak seviyede kendisini bitap bırakan kalp rahatsızlığına rağmen mücadelesini sürdürmüştür. 1938 yılında Mucur’da (Kırşehir) başlayan yaşamı 1995 yılında bir etkinlik için gittiği Adana’da geçirdiği kalp kriziyle son bulmuştur.

Yazar, Ercümend Özkan’ın düşüncesi ve eserlerini ele aldığı ikinci bölümde onun hayatını “eylemden düşünceye”, düşüncesinin seyrini de “dışarıdan içeriye” şeklinde özetliyor. Özkan, en baştan beri “değişmeyen yöntem ve amaç birlikteliği” anlayışıyla hareket ederek İslami ilkelerin tek belirleyici olması gerektiğini savunmaktadır. Onun çıkış noktası Kur’an merkezli hurafelerden arındırılmış din, amacı ise bu din ile şekillenmiş toplumdur. Bunun için de seçtiği yöntem İslamcılıktır. Malum, İslamcılık ile ilgili tartışmalar en başta tam olarak ne olduğuyla başlar. Yorumlayanın meşrebine göre farklı tanımlamalar yapıldığı görülür. Bu konuda en net söylem üretenlerden birisi olan Ercümend Özkan’a göre “kaynağını bir hayat nizamı olan İslam’dan alan ideolojidir İslamcılık.” O, İslam’ı bir ibadetler manzumesinden öte bir ideoloji ve hayat tarzı olarak değerlendirmektedir. Dolayısıyla din, iktidar olmak zorundadır. Aksi hâlde din olmaktan çıkar. Kendisi için yaptığı “Türkiye’deki ilk İslamcı” tabirini ise muhtemeldir ki İslamcılık düşüncesinin konjonktürel seyrine nispetle söylemiştir. Zira dönem itibariyle Türkiye’de geleneksel İslami anlayışın dışına çıkarak, eyleme dönük radikal söyleme sahip İslamcı bir grupla kontak kurduğu görülen ve ses getiren ilk kişidir. Onun etkisinin farkında olan siyasi yapılar önüne birçok fırsat sunmuşsa da sistemle uzlaşmayı reddetmiş, doğrularından taviz vermemiştir. Özkan 1960’larda İslamcı siyasal mücadeleye başlamıştır ancak 1980’lerden sonra İslamcı kitleyi etkilemiş biridir. Kürşad Atalar bu kitleyi tarif ederken genel vatandaş profilinin üzerinde bir entelektüel kimliğe sahip olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla, Özkan’ın görüşleri geleneksel Müslümanlık anlayışının dışında kalmaktadır. Onu bu denli önemli kılan da budur zaten. Çünkü Ercümend Özkan’ın kendini özgü İslami kimliği gelenek ve modernite eleştirileri üzerine kuruludur.

Ercümend Özkan’a göre gelenek eleştirildiğinde İslam değil, Müslümanların ürettiği kültür eleştirilmektedir. Bu kültür üzerinde düşünülmeden, özümsenmeden yapılan ezber ve aktarmaya dayalıdır ve içinde İslami olduğu kadar İslami olmayan düşünce ve uygulamaları barındırır. Onun gelenek eleştirisinin temelinde iki unsur yatar. Bunlar dinleştirilen mezhep ve tasavvuftur. Mezhepler amel için gereklidir fakat dinleştirilmesi büyük bir tehlikedir. Tasavvufu çok daha sert eleştirir. İslami olmayan uygulamaların yuvası olan tasavvufu Müslümanların içerisine yerleştirilmiş Truva Atı gibi görür. Ercümend Özkan’ın düşünce evreninde bir yaşam tarzı olan din modernite ve gelenekten soyutlanamadığı için onlar hakkında bilgi sahibi olarak harekete geçmek bir zorunluluktur. O, moderniteyi ne gelenekçiler gibi tümüyle reddetmiş ne de modernistler tamamen benimsemiştir. Gelenek konusunda da benzer bir yaklaşım içindedir. Özkan geleneği ne modernistler gibi tümüyle reddetmiş ne de gelenekçiler gibi topyekûn kabul etmiştir. Bu konularda bir İslamcı olarak seçici davranmayı uygun görmüştür. Özkan geleneksel İslami tavrı eleştirdiği kadar modern yaklaşımları da eleştirmiştir. Ona göre modernitenin ürettiği sistematik düşünceler içinde dinin anlam dünyasına en yakın olan Marksizm ve laik-demokratik yapılardır ve her iki düşünce de din dışı siyasi sistem ve hayat tarzını dayatır. Antik Yunan düşüncesini canlandırarak moderniteyi kuran Batı düşüncesi, hümanizm, Aydınlanma, liberal felsefe gibi üst başlıklar altındaki eleştirilerini de bu cihette yapmıştır.

Ercümend Özkan’ın düşünce siyasi hayata etkisinin olup olmadığının sorgulandığı üçüncü bölümü bir itiraf gibi okumak gerektiği kanaatindeyim. Siyasi hayata tartışmalarının kattığı reyting dışında bir etkide bulunamayan Özkan’ın Türkiye’deki İslami düşünceye de ilgilisi dışında pek tesir ettiğini söylemeyiz. Diğer yandan sözlerinin kasıtlı olarak başka alanlara çekildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle düşünsel içeriği ve yaşamdaki pratiği açısından geleneksel anlayış, tasavvuf ve tarikat gibi oluşumlara yönelik yaptığı eleştiriler ne dediğine bakılmaksızın hamasete kurban edilmiştir. Sözde, memnun olmadığı için herkesin hemfikir olduğu toplumsal dönüşümü sağlamaya yönelik Özkan’ın ileri sürdüğü fikirler kapsamı ve derinliği kasıtlı olarak karartılarak belirli bir alanda kısıtlanmış ve yok sayılmıştır. Atalar’ın da dediği gibi, “Özkan’ın eleştirileri yeni ve orijinal olmayabilir lakin çağa uyumlu şekilde yorumlanışı onları önemli” hâle getirmektedir. Teoride ve teorinin pratiğe dönüştürülmesinde devamlılık ve dolayısıyla başarı bu ve benzeri girişimleri dikkate almakla sağlanabilir. Tarihsel olarak sabittir ki, İslam coğrafyasındaki sorunlara yönelik orijinal yaklaşıma sahip tüm düşünceler gibi İslamcılık düşüncesinin de bir okul ya da ekole dönüşememesi ve dolayısıyla başarı sağlanamamasının ana sebebi, üretilen fikrin sistematize edilerek takipçilerine aktarılan bir yapı olamamasıdır. Süreç sonunda her açıdan küreselleşen dünyada İslamcı söylemlerin yerel kalarak kapsamlı hâle getirilememesinden dolayı genel bir İslamcı düşünce de oluşturulamamıştır. Onun yerine beliren yerel İslamcılıklar güç ve etkinin atomize olmasına neden olmuş ve İslamcılık söyleminin kapsayıcı ve devamlılığı olan düşünsel üretime dönüşmesini engellemiştir.

Ercümend Özkan’ı basın-yayın, medya açısından ayrıca değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim. Örneğin Özkan 1960’larda İslami hassasiyetleri olan bir haber ajansı kuracak derecede vizyon sahibidir. Faaliyetlerine devam eden ajansın yanında 1990 sonrası ilk İslami televizyon kanalını da o kurmuştur. Fakat en önemlisi, bugün geriye doğru baktığımızda onun en büyük eserinin ismiyle özdeşleşen İktibas Dergisi olduğunu görürüz. “Fikir Verir” sloganıyla çıkan İktibas, dönemine göre içeriği, tartışılan konuların derinliği ve sahip olduğu perspektif sayesinde, Kürşad Atalar’ın da işaret ettiği, entelektüalite açısından o elit kitleyle buluşabilmiştir. Özkan hem gelenekçi hem de modernistlerin her türlü engellemelerine rağmen vefat edinceye kadar dergiyi çıkarmaya devam etmiştir. Bugün için İktibas’ın içeriğinin tam olarak fark edilmediğini ve dolayısıyla Ercümend Özkan’ın eksik değerlendirildiğini düşünüyorum. Zira Özkan başta siyasi olmak üzere radikal olarak tanımlanan –ki dikkatli okunduğunda öyle olmadığı görülür- belirli görüşleri etrafında değerlendirilmeye mahkûm edilmiş durumda. Oysa metnin satır alalarında da fark edildiği üzere, Özkan’ın görüşlerinin sağlam felsefi arka planı, mantıksal doğrulamaları ve ilmi dayanakları vardır. Onun söylemi siyasetten toplumsal yapıya, ahlaktan bilime, ekonomik sistemlerden dini yorumlamaya ve kültüre kadar geniş bir perspektif sunar. Bu bağlamda İktibas üzerine kapsamlı çalışmalar yapılmasına ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Ancak bu sayede Ercümend Özkan’ın Türkiye’deki İslamcı düşüncenin önemli bir durağı ve dinamiği olma özelliği açığa çıkarılabilir ve böylece hem yanlışları ve doğrularıyla hakkı teslim edilmiş hem de fikirlerinden faydalanılmış olur. Yazıya başlık olarak seçtiğim kitabın alt başlığını bu bağlama işaret eden önemli bir vurgu olarak değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim.

Yazıyı bitirmeden önce kitapla ilgili iki temel eleştirimi belirtmek isterim. Bunlardan ilki, metin boyunca aynı konu etrafında küçük farklılıklarla yapılan tekrarların okuru yorduğu yönündeki izlenimim. Okurken akış daha sistematik şekilde ele alınabilirdi diye düşündürdü bana. İkincisi ise yazarın sık sık yöntem olarak seçtiğini söylediği artsüremli (diyakronik) yaklaşımın tam olarak nasıl bir farklılığa yol açtığını göremediğimi söylemeliyim. Bu yöntemin belki konuyla ilk karşılaşan ya da konuya vakıf olmayan muhatap için kolaylık sağlayacağı düşünülebilir fakat biyografik bir çalışmanın kronolojik (ya da flashback’siz mi demeliyiz) yöntemle ele alınması normal olanıdır ve eser bu şekilde ilerliyor.

Kitap, İslamcılık düşüncesi içinde Ercümend Özkan ve temsil ettiği düşünsel ekol nerede duruyor, üstün yanları ve zaafları nelerdir, Özkan’ın uğruna hayatını vakfettiği mücadelesinin karşılığı ne olmuştur gibi sorulara yanıt arıyor. Genel bir cevap vermek gerekirse, geçmişte olduğu gibi savunmacı yöntem ya da yumuşak bir üslup yerine sert bir dil ve aksiyona dönük bir yöntem kullanan Özkan’ın istediği sonuçları alamadığını söyleyebiliriz. Sürecin böyle gelişmesinde Özkan’ın üslup ve yönteminin bir etken olduğu savunulabilir fakat sistem bir yana Türkiye’deki Müslüman profilin, sosyolojik yapının ve geleneksel kültürün etkisinin daha büyük olduğunu kabul etmek gerekir. Küçük bir detay olarak belirtmek gerekirse, çalışmasını Türkiye özelinde yapan Atalar, Ercümend Özkan’ın İslami düşüncesini kısmen onun çağdaşı sayabileceğimiz Seyyid Kutub, Mevdudi ve Ali Şeriati gibi sembol isimlerle karşılaştırarak yorumladığı göze çarpıyor. Yeri geldikçe kısa kısa yapılan bu değerlendirmeler Özkan’ın görüşlerinin İslamcılık üzerindeki koordinatlarını görebilme imkânı sunuyor. Dolayısıyla kitap İslamcılık konusunun Türkiye bahsinde biraz arafta kalmış -ya da kasıtlı olarak öyle bırakılmış- önemli ve değerli bir ismin düşüncelerine dikkat çekiyor. Hamaset ve ezberlerden arındırılmış bir zihinle okunması temennisiyle.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

13 Aralık 2017 Çarşamba

Geleceği inşa etmek

Pınar Yayınları’ndan çıkmış ve Mehmet Kürşad Atalar’a ait Düşüncenin Okullaşması adlı 136 sayfalık eser, yazarının deyişiyle “geleceğin dünyasını inşa etmek için yegâne alternatif olan İslam’ın çağa söyleyecekleri” olduğunu fark ettirme çabası içeriyor. Bunun salt bir iddiadan ibaret olmadığını belirten yazar meseleyi “inanç ekseninde yeni bir dünya önerisi” olarak ele aldığını belirtiyor. Dolayısıyla eser, yine yazarın deyişiyle “bir manifesto niteliği taşıyan ilk bölümün ilk yazısı” etrafında şekillenen bir paradigma önerisi bağlamında hayati bir noktaya işaret ediyor. Kitap içeriğinin temel çerçevesini İslam’da hakikat düsturunun hâkimiyet idealinden önce gelmesi, modernite bilgisi ve tahlili, modernitenin kavramları ve bu kavramların İslami kavramlarla analizinin yapılabilmesi olarak belirleyebiliriz. Eser iki bölümlü on bir başlık ve dizinden oluşmakla birlikte kitabın tamamı ilk bölümde değinilen düşüncenin okullaşması olgusunun etrafında şekilleniyor.

Düşüncenin Okullaşması adlı kitap bir anlamda müellifin önceki eserlerinden olan Düşüncede Devrim adlı çalışmasının devamı niteliğinde diyebiliriz. Yazar, düşüncenin okullaşması olarak kavramsallaştırdığı olgu üzerinde uzun süre emek sarf etmiş ve yazdığı yazıları, katıldığı konferans ve seminerler çalışmalarını bu kitapta ele almış. Amacını, ortaya attığı “düşüncenin okullaşması” olgusunu/inancını/iddiasını yaygınlaştırmak olarak tanımlayan yazar, üzerinde çalıştığı konuyu Doğu-Batı karşılaştırmasıyla derinleştirerek değerli bir çözüm önerisi sunuyor. Sunduğu çözüm önerisi girişiminde İslam ve modernizm olgusunu meselenin tam ortasına koyarak aslında farklı ve elzem bir paradigma oluşturma ihtimalinin bu iki olguyla yüzleşmekten geçtiğinin altını çizen yazar, tüm bu çalışmaları yapabilmek için de modernizmi her yönüyle bilmenin zorunluluğunu belirtiyor. Özellikle Müslümanlar için bu durumun keyfi bir arayış veya entelektüel bir tatmin çabası değil dinin önerdiği hayat biçimi bağlamında bir zorunluluk olduğunu beyan eden yazar, bir şeye karşı koyabilmenin tek yolunun karşı koyulmaya çalışılan şeyin ne olduğunu bilmekten geçtiğini söylüyor. Fakat günümüz Müslümanlarının modernite hakkında yeterince değil neredeyse hiçbir bilgisinin olmadığı gerçeğini eklemeyi de ihmal etmiyor. Meseleye tersinden baktığımızda ise gördüğümüz şey çok daha ironik bir hâl alıyor. Müellifin sunduğu çözüm önerisi bağlamında, Müslümanların müntesibi oldukları din ile ilişkilerini de düşündüğümüzde söz konusu ironi hüzünlü ve acı dolu bir yazgıya dönüşüyor. Yazara göre bu durumun çözümü de anlamsal haritalandırmaya dini konu ve kavramlardan başlamaktan geçiyor ve Müslümanlar ancak ciddiyetle dinlerini öğrendikten sonra moderniteyi de öğrenerek söz konusu çabanın içine girebilir.

Eserde, mevcut durum itibariyle Batı paradigmasının üstünlüğü belirtilerek bu üstünlüğün nasıl sağlandığı ortaya konulmaya çalışılmış. İzlenilen yol ve yöntemlerin neler olduğu vurgulanarak üstünlük bağlamında benzer bir dönem yaşamış olan İslam dünyasının bilimsel ve kültürel olarak ilerlemesindeki dinamikler belirtilmiş. Tarihsel süreç içinde Müslümanların dünyanın diğer toplumlarından daha ileri medeniyet ve bilim seviyesine ulaşmasındaki etkenler üzerinden düşüncenin nasıl okullaştığı ve sonrasında bu metodolojinin kaybolmasıyla Müslümanların bu yönünün atıl hale gelişi, çabaların akim kalışı ve söz konusu anlayışın yozlaşarak körelişinin nedenleri üzerinde durulmuş. Yine tarihsel süreç içerisinde bilimsel ve kültürel olarak Müslümanların gerisinde olan Batı toplumlarının zamanla bu durumu nasıl aştıklarına değindikten sonra iki durumu karşılaştırmalı olarak analiz eden yazar, Doğu’nun düşünceyi savsakladığı yerde(n) Batı’nın düşünceyi nasıl ele aldığını, sıkı sıkıya sarılarak el üstünde tuttuğunu ve sonucunda neden “ilerlediğini” belirtmeye çalışmış. Tabii ki buradaki ilerleme kavramı birçok açıdan değerlendirilebilir ve aslında insanlık adına son derece vahim sonuçlara yol açtığı söylenebilir. Evet, bu doğru olabilir fakat müellifin meseleyi ele alışı itibariyle bu durum otomatikman konu dışında kalmaktadır. Dolayısıyla mevcut şartlarda ilerleme kavramının niteliğinin analiz edilmesinin zorunluluğu saklı kalmakla ile birlikte hâlihazırdaki siyasi, ekonomik, toplumsal, kültürel ve özellikle de bilim ve teknolojide söz sahibi olma noktasında Batı lehine ortada olan üstünlüğün altı çizilmektedir. Doğru ya da yanlışlığı farklı açılardan tartışılabilecek bu üstünlük ontolojik yapıyı dumura uğratan epistemolojik üstünlüktür ve ilkesel olarak bakıldığında uzun bir zaman diliminde büyük bir çabayla elde edilmiştir. Tarihsel süreçte görüldüğü üzere eleştirel yaklaşımlar da yine kendi içinden çıkmasına karşın bir şekilde eleştirileri de bünyesine dâhil ederek yoluna devam etmiştir. Kısacası bundan sonra da mevcut paradigmayla yapılacak eleştiri veya eylemler kendiliğinden etkisiz hâle gelecek olması bir yana Batı dışındaki toplumlara da bir fayda sağlamayacaktır.

Çalışmasında İslam’ı belirleyici olarak seçen Mehmet Kürşad Atalar bugün ve gelecekte Müslümanların söz sahibi olabilmelerinin yolunun İslami düşüncenin okullaşmasından geçtiğini söylüyor. Aslında çok tartışılan bir isim olan Gazali örneğini veriyor ve yeni bir Beyt’ül Hikme benzeri bir yapının kurulmasının zorunluluğunu belirterek bu süreç için de evvela şahsiyetlerin oluşması gereklidir diyor. Yazara göre İslami düşüncenin yeniden oluşturulmasının ardından Batı felsefi düşüncesi (epistemolojisi) bu yeni bilgiyle tahlil edilmelidir. Dolayısıyla, eğer Müslüman âlemi ortaya bir varlık koymak istiyorsa dinlerini çok iyi bilmelerinin yanı sıra moderniteyi de dinleri kadar iyi bilmeleri gerektiğinin tekrar tekrar altını çiziyor yazar. Buradaki moderniteden kasıt modernizmin ortaya koyduğu yaşam tarzı olan laiklik ve sekülerlik ile birlikte Rönesans’tan reformlara, hümanizmden pozitivizm ve rasyonalizme, liberalizmden sosyalizme, devrimlere, postmodernizm denen ucubeye ve nihayetinde kapitalizme kadar saçaklı bir paradigmanın tamamıdır. Elbette burada unutulmaması gereken, paradigmaya, yerel inançlar, mitler, siyasi, toplumsal ve kültürel yapı ve uzun bir dönem oldukça belirleyici olan Hıristiyanlık da dâhil edilmelidir.

Yazarın, ‘İslam ve moderniteyi bilme ve karşılaştırmalı analiz etme zorunluluğu’ fikrinde son derece haklı olduğunu belirtmek gerekir. Zira konunun kitapta ele alınış biçiminden hareketle, Müslümanların sadece modernizmi değil dinlerini de iyi bilmedikleri sonucu çıkıyor ortaya. Bu iki bilinmezliğin arasında kalan bireyler/toplumlar ellerinde derme çatma ne varsa ya modernizme saldırıyor veya en baştan baş edemeyecekleri ön kabulüyle karşı tarafa teslim oluyor ya da çoğunlukla bu düşünce dünyasından çok uzak biçimde insani eğilimleriyle hareketle ve kendi isteğiyle sisteme dâhil oluyor. Bu davranış biçimlerinin tamamı alternatif oluşturacak yeterliliğe sahip olamamasından dolayı mevcut paradigma içinde kalmaya mahkum olduğundan herhangi bir fayda da içermiyor. Tam bu noktada eğer alternatif oluşturulacaksa diyor yazar, mevcut durumda tek alternatifin İslam olduğunu ekleyerek yeni bir paradigma oluşturulmasına ihtiyaç duyulduğunu ve bu ihtiyacı gidermek için de her şeyden önce düşüncenin okullaşmasının şart olduğunu metodolojik olarak ortaya koymaya çalışıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp