“Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım.”
- Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna
Militan Kahvesi’nin sayfalarında ilerlerken kaynağını çıkaramadığım bir ‘yorum’ zihnimde belirdi. Bir yerden mi okumuştum yoksa birinden mi duymuştum hatırlayamadığım bu ‘yoruma’ göre 12 Eylül darbesinin gerekçelerinden en öne çıkartılanı olan sağ-sol çatışmalarında İslami kesimin sokağa inmemesi dinî kanaat önderlerinin ve muhafazakâr siyasetçilerin bir başarısıydı. Açıkçası meselenin bu kadar sarih olmadığını düşünüyorum. Bana göre Emevî sultasından beri pasifliği din olarak kanıksamış bir toplumun itiraz eksenli hareket etmesini sağlayabilmek bir başarı olabilir(di). Zaten süreci derinlemesine incelediğimizde çok kısıtlı bir kitlenin, üstelik başka saikleri de işin içine katarak aktif yöntem seçtiğini görürüz. Bu coğrafyadaki genel eğilim ‘yöneticiye itaat’ üzerinedir. Zira bu düstur (gelenekte) akidevî bir ilkedir! Yeri gelmişken, aktif yöntemden şiddet eylemlerinin kast edilmediğini not düşmek elzem sanıyorum. Militan Kahvesi okuru bu tedirgin notun sebebini daha iyi anlayacaktır.
Konuyu dağıtmadan Militan Kahvesi’ne dönelim. Pruva Yayınları’ndan çıkan iki yüz yetmiş üç sayfalık kitap Yunus Develi tarafından kaleme alınmış. Yazar hakkında kitapta yer alan küçük bilgilendirmeden anlaşıldığına göre Develi’nin hayatı romanın başkahramanının (Aydın) hayatıyla benzeşiyor. İmam hatiplilik, Adanalılık, yüksek İslam enstitüsü öğrenciliği gibi benzerlikler metnin gerçek hayattan kurgulanarak oluşturulduğunu gösteriyor. Hem olaylardaki realiteye uygunluk hem de gerçek kişilere yer verilmesi bu durumu doğruluyor. Yalnız, romanda bundan da fazlası var. Gerçeklik payı yüksek olmakla birlikte kurgu boyutu da hafife alınmayacak türden. Zira yazar bir yerden sonra roman içinde roman oluşturmayı deniyor veya ilerleyen sayfalarda okurun durduk yere bir başkahramanı daha oluyor. Yunus Develi yazar-kahraman paslaşması şeklinde anlattığı olayların yeterince karmaşık olmadığını düşündüğünden olsa gerek, hikâyeyi matruşkaya çeviriyor. Roman kahramanlığından beklediği sonucu alamayacağını ‘düşünen’ Aydın adeta mitoz bölünerek ikiye ayrılıyor ve kendisi şahsi işlerine koyulurken yeni karakteri yerine romanın başkahramanı olarak atıyor. Ama ondan önce epey bir süre Aydın’ın hikâyesiyle hemhâl olmak gerekiyor.
Roman 1970’lerin ikinci yarısında (1976-1980) İstanbul’da geçiyor. Aydın imam hatip lisesi mezunudur. Her ne kadar başka planları olsa da “kader” onun yolunu yüksek İslam enstitüsüne çıkarmıştır. İslam enstitüleri devletin diyanet ve milli eğitim kurumlarında görevlendireceği memurları yetiştirmek için yapılandırdığı yüksek okullardır. Romandan anlaşıldığına göre bu okullar liseden hâllice ama üniversite seviyesinde de değildir. Sıra olarak törenle derse girmeler, zil ile teneffüse çıkmalar, elleri sopalı hocalar gibi ayrıntılar üniversite görünümünden çok uzak. Aydın’ın kayıt yaptırdığı İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü bu okulların ilklerindendir. 1959 yılında açılan enstitü 12 Eylül darbesinden sonra Marmara Üniversitesi’ne bağlanarak ilahiyat fakültesine dönüştürülmüştür (1982).
Aslında Aydın ilahiyattan ziyade edebiyat okumak istemektedir. Diğer yandan onun gönlünde bir başka aslan daha yatmaktadır. Edebiyat okumanın yanında saplantı denilebilecek derecede militan olmayı arzulamaktadır. Bu eğilimin konjonktürel bir karşılığının olduğu muhakkak. Etkisi dünyanın tümüne yayılan ‘muhalif’ hareketlerin Türkiye’yi es geçmesi düşünülemez. Fakat küresel anlamdaki muhalif hareket sol söylemi içerdiğinden imam hatipli bir gencin militarist tutkularının boşlukta kalması kaçınılmazdır. Esasen hassas bir karaktere sahip olan Aydın psikolojik açıdan kavga edemeyecek fıtratta olduğu görülüyor. Korkak değilse bile haddinden fazla tedirgin, aşırı kontrollü ve özgüveni yetersiz biridir. Örneğin ölesiye militan olmak istememesine rağmen şişe dibi gözlüklerinin buna müsaade etmeyeceği düşüncesinden sıyrılamamaktadır. Ona göre en iyi ihtimalle geri hizmette yer alabilecektir. Oysa en önde, yumruk yumruğa mücadelenin tam ortasında olma isteği içini yakıp kavurmaktadır. Ama aynı şevkle edebiyat okumayı da istemektedir. Bu savruk düşüncelerle kayıt yaptırdığı enstitüye yakın bir yurtta kalmaya başlamıştır. Yurttaki öğrencilerin büyük çoğunluğunu oluşturan Selametçiler arasındadır. Selametçiler, adından da anlaşılacağı üzere Necmettin Erbakan liderliğindeki Mili Selamet Partisi’nin (MSP) destekçileridir. Burada dönemi anlamak açısından bir not düşmek gerekiyor sanıyorum. Yunus Develi hikâyenin geçtiği dönemdeki kolektif oluşumları birebir karşılıklarıyla almış romana. Selametçiler, Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), Akıncılar, Nurcular, Ülkücüler bunlardan bazıları. Ayrışma sadece siyasi oluşumlarla sınırlı değildir. Tarikatlar da bölünmeye katkı sunmaktadır. Aydın buradaki ayrışmayı anlamlandıramamakta ve tüm bu oluşumların aynı dinin mensupları olarak aynı amaca hizmet etmeleri gerektiğini düşünmektedir. Doğru ve mantıklı olan başta sol olmak üzere din düşmanlarına karşı güç birliği yapmaktır. O hâlde buradaki ayrışmanın başka anlamı olmalıdır. Geçen zaman bu ‘başka’ anlamları açığa çıkaracaktır. Birbiriyle mücadele eden İslami grupların dışında romandaki akışı etki etmeyen bir anlatımla Metin Yüksel, Salih Mirzabeyoğlu gibi eylemsel muhaliflikte bireysel ağırlıkları olan karakterleri de ihmal etmemiş Yunus Develi. Ayrıca romanda yer alan isimler bunlarla sınırlı değil. Necip Fazıl Kısakürek’ten Sezai Karakoç’a, Nuri Pakdil’den Cemil Meriç’e kadar birçok bilindik isme düşünsel etkileriyle yer vermiş. Sayılan isim ve eğilimler dönemin İslami anlayışına, hareket biçimine ve hayatı okuyuşuna dair bilgi sunuyor. Müslümanların ne teorikte ne de pratikte gerektiği gibi örgütlenemediği ve organize olamadığı görülüyor. Yapılan çalışmalar gereken ciddiyet ve disiplinden uzak, plansız, programsız ve el yordamıyla günü kurtarmaya yönelik ‘amatörce’ gerişimlerdir. İyi niyetli çabalar elbette vardır lakin Müslümanları bilinçlendirme ve harekete geçirme noktasında etkisizdir.
Aydın bir taraftan bu ortamdan faydalanmaya çalışırken bir tarafan da iç dünyasından kopup gelen idealizme karşılık bulmayı amaçlamaktadır. Ona göre idealin gerçekleşmesi için Müslümanlar İslami ilkelere dayalı bir devlet kurmak zorundadır. Devletin varlığı sadece zulüm altındaki Müslümanlar için değil tüm insanlık için bir zorunluluktur ve kurulması için de canla başla çalışılmalıdır. Kavgaysa kavga, militanlıksa militanlık, savaşsa savaş. Yalnız savaşta ön sıralarda yer alamayacağı düşüncesi Aydın’ı yeni arayışlara itmektedir. Ona göre savaş, militanlık, kavga sadece fiziki eylemle sınırlı değildir ve eğer başarılı olunacaksa hareketin teorik yönü de oluşturulmalıdır. Aydın’ın üzerinde durduğu teorik militanlık düşüncesi buradan ortaya çıkıyor. Tam bu noktada psikolojik açıdan baskı altında olan Aydın militanlığın mı roman kahramanlığının mı ideale hizmet edeceğini kestiremiyor.
Aydın’ın düşünce dünyasında bunlar yaşanırken dışarıda da kayda değer gelişmeler olmaktadır. Okul devam etmektedir fakat hocaların büyük kısmı hem İslami açıdan yeterli donanıma sahip değildir hem de tutum ve davranışları davaya hizmet etme bilincinden uzaktır. Kaybetmemek için Ülkücülerle kavga ettikleri yurttaki öğrencilerin büyük kısmı kendi derdindedir. Çok azı hariç her türlü olaydan uzak duran bu tiplerin mezun olup görev almaktan başka düşünceleri yoktur. Diğer yandan savaştıkları Ülkücüler yetmezmiş gibi bir de İslami gruplar yurdu ele geçirmek istemektedir. Bu grupların güçlenmek için her şeyi yapabileceklerini görmüştür Aydın. Dinin salık verdiği Tevhid ve adalet odaklı evrensel anlayış lafızdan ibarettir. “Çok tuhaf olan hayat” Aydın’ın düşündüğü gibi değildir. Hayal ettiği gibi de olmayacaktır.
Romanın satır aralarının hayal kırıklıklarıyla dolu olduğu görülüyor. Aslında burada Aydın’dan ziyade Yunus Develi’nin ruh dünyasıyla karşılaşıyoruz ve bu karşılaşma bize psikanalitik açıdan çok şey söylüyor. Aydın’ın içinde olduğu kurgu, yazarın genç ve idealist bir öğrenciyken hayata geçirmek istediği hayallerinin yok olmasıyla içine düştüğü gerçekliğin bir yansıması oluyor. Dolayısıyla yazarın yaşadıklarını, düşündüklerini ve hissettiklerin romanın başkahramanı üzerinden anlattığı söylenebilir. Kitabın alt metni, din algısı, eğitim anlayışı, İslami oluşumların iç yapısı ve işleyişi, devlet olgusuna bakış gibi konularda içinde yaşadığımız toplumun düşünsel kodlarını açığa çıkarıyor. Tasvip etmediği devleti kutsal görebilen ve itaat edebilen ya da ideallerden bahsederken mevzu çıkar olunca oportünistçe davranmaktan beis görmeyen veya ilkeleri ilk fırsatta kendine göre eğip bükebilen bir toplumun paranoyak tutumunu önümüze seriyor.
Militan Kahvesi’nin dilinin basit olduğu söylenemez. Çok fazla gönderme, alıntı, atıf yer alıyor. Okur roman boyunca onlarca leitmotif örneği ve kelime oyunuyla karşılaşıyor. Yunus Develi özellikle ‘kader’ ve ‘yurt’ kelimelerinin üzerinde durarak çoklu anlam oluşturuyor. Metinde yer yer bilinçakışı tekniğinin kullanıldığı görülüyor. Anlamı savruk hâle sokan bu yöntem sanki yazarın da olayları o an kahraman yaşarken okurla birlikte öğrendiği izlenimini veriyor. Diğer yandan aynı anda gözlemci yazar anlatıcı ve kısmen tanrısal bakış açısının da kullanılması metne anlamsal bir kaosa sürüklüyor. Tüm bunların yanında yazar sadece kendisi ve kahramı aracılığıyla konuşmuyor. Ayrıca okuru da kurgusal diyaloglarla ve farazi zihin okuma girişimleriyle metne dahil ediyor. Hatta daha da ileri giderek birçok yerde okurla adeta münakaşa ediyor, okura ‘atarlanıyor’, ‘ayar çekiyor’. Bütün bu saçaklı müdahaleler alt metnin anlamsal uzamını karmaşaya dönüştürse üst metinde Aydın’ın ‘basit’ hikâyesi akmaya devam ediyor.
Militan Kahvesi hızlı ilerlemiyor çünkü ağırlıkları olan bir metin. Örneğin Aydın’ın yanlışlıkla yurda gelen bir mektubun -açıp okuması ayrı fecaat- peşinden Ankara’ya kadar giderek ‘kardeş’ yerine koyacağı bir kızla tanışması romana hiçbir şey katmıyor. Hayır, yazar mesaj veriyor desek mesajlık bir durum yok. Aksine başkasının mahremine saygısızlık var. Bu örnek gibi irili ufaklı bir düzine kamburu var metnin. Yazarın bir çok yerde anlatımı sündürdüğünü düşünüyorum. Özelikle Aydın’ın iç diyalogları yorucu hâle gelebiliyor. Bu durum sadece okuru yormuyor, romanı da epey yormuş. Üstelik yazar da bunun farkında ve böyle düşünen okura nazire ettiği notlar bırakıyor. Ama ben o okurlardan biri olarak yazarla polemiğe girme niyetinde değilim.
Yunus Develi, Militan Kahvesi’nde Türkiye’deki İslami kesimin geçmişinde yer alan kısa bir dönemine ayna tutuyor. Her ne kadar kitabın tanıtım yazısında aksi söylense de entelektüel zeminde pek yer edinemeyen dinî düşüncenin siyasal yorumları heyecanlı bir üniversite öğrencisinin gözüyle aktarılıyor. Aydın’la birlikte Üsküdar-Eminönü vapurunun müdavimi olan olan okur kah Beyazıt Meydanı çevresinde kah Bağlarbaşı semtinin sokak aralarında geziniyor. Dönemin havasını koklayıp, suyunu içiyor. En önemlisi, belki de bugün en çok lâzım olan şeyle, Aydın’ın özeleştirisiyle karşılaşıyor. Alıp bugüne getirmesi temennisiyle.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp