10 Ocak 2025 Cuma

Paris’teki Türk Rüzgârı: Cafe et Jardin Turc

Türkçülüğün Esasları kitabında Ziya Gökalp, henüz milliyetçilik ülkemizde zuhur etmeden evvel Avrupa’da Türklüğe dair önemli hareketlerin vücut bulduğundan bahseder. Bu hareketlerden en ilgi çekici olanının adı Fransızca Turquerie. Dilimize çevirirsek: Türk hayranlığı, Türkperestlik, Türk etkisi. 18. yüzyıl boyunca başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın pek çok ülkesinde görünen Turquerie, özellikle halkların şu eşyalara gösterdiği ilgiyle kuvvetlenmiş: Halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, tezhipler, hatlar, mangallar, şamdanlar… Avrupalılar işte bu dönemde Gökalp’in anlatımıyla “Türklerin eseri olan bu güzel eşyaları binlerce liralar sarf ederek toplar ve evlerinde bir Türk salonu yahut Türk odası vücuda getirirlerdi.

Başta İstanbul olmak üzere Türk hayatından izleri resimlerine taşıyan Avrupalı ressamların yanı sıra bazı düşünürlerin ve şairlerin gözlemleri de Turquerie akımının içinde kendisine yer buldu. Türk etkisi bir dönem boyunca Avrupalıların edebiyatına, mekânlarına, müziklerine, resimlerine, yeme-içme kültürüne yön verdi. Elbette bu yön verişin bir mekânı da vardı: Cafe et Jardin Turc. Paris’in en popüler bulvarı Boulevard du Temple’da yer alan Jardin Turc, sevilen bir buluşma yeri olma özelliğini 19. yüzyıla dek sürdürmüş bir Türk Bahçesi. Nevzet Çelik, Paris’teki Café et Jardin Turc’ün Serüveni adlı çalışmasında işte bu bahçenin hikâyesini anlatıyor. Mekanların kültür taşıyıcısı vazifesine özel bir örnek olan bu Türk bahçesinin neden Paris’te açıldığını anlamak için şu satırlara dikkat kesilelim: “Fransa’daki toplumun 17. yüzyıldan beri Osmanlı’ya olan ilgisinin oldukça fazla olduğunu; bunun da zamanla bir ilgi, hayranlık ve merak teması ile geliştiğini görüyoruz. Kaynaklar bize 1672 ve 1739 yılları arasında Fransa’da Türkleri konu alan on üç trajedi yapıldığını gösteriyor. Yine Claude Godard d’Aucour, 1758’de yazdığı Türk Anıları: ya da İki Türk’ün Fransa’da Kaldıkları Sürede Gallant Tarihi tiyatro eseri Turqueries hakkında, Fransa toplumunun bu dönemde Türkler ve Osmanlılara olan ilginin ne kadar yoğun olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemli bir eserdir.

Osmanlılarla Fransızlar arasındaki ticari anlaşmalar, seyyahların ve tacirlerin sürekli ziyaretleri, Osmanlı elitlerinin ve saray ahalisinin hayatına dair elde edilen veriler, Turquerie akımını hazırladı. Avrupalılar için yenilmez gibi görünen Osmanlı ordusunun kıyafetleri, müzikleri de ilgi çekiciydi. Jardin Turc’un fon müziğinde uzun bir süre Türk esintileri duyulurken Türk kahvesi kokusunun ortalığı kapladığını tahmin etmek de hiç zor değil. Alexander Bevilacqua ve Helen Pfefier, kahvenin hediyelik ya da kişisel kullanım için küçük miktarlarda Avrupa’ya gelmesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun rolünü en tepeye yerleştiriyor. Onlara göre siyasi kültür ve diplomatik ilişkiler neticesinde kahve, hem alla turca tarzı hem de Turquerie etkisinin yegane sembolü: “Avrupalılar kuşkusuz kahve ve müziğe yerel anlamlar ve ritüeller yüklediler; ancak her ikisi de Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelen fikirler, açıklamalar ve kurumlar yolu ile ithal edildi.

Türk kahvesi, ne oldu da Avrupalılar nezdinde bu kadar rağbet gördü? Nevzet Çelik, kahvenin Fransa’ya ilk kez seyyahlar aracılığıyla getirilen egzotik bir içecek olduğunun kabul gördüğünü, ancak işin arka planında Süleyman Ağa isminin mutlaka anılması gerektiğini dile getiriyor. 1670 yılında XIV. Louis, Versay Sarayı’na Sultan IV. Mehmed’in elçisi Süleyman Ağa’yı kabul ediyor. Ağa elbette yalnız değil, yanında bir dizi eşraf ve hizmetkâr da var. Paris’te merakla beklenen elçi, top atışlarıyla karşılanıyor. Bu alışılmadık ciddiyet, elçiye büyük bir şöhret de kazandırıyor. Krala gelen envaı çeşit hediye arasında daha önce hiç tanınmamış, görülmemiş, yani ne olduğu pek bilinmeyen kahve de var. Kavrulmuş kahve çekirdeklerinin kokusu, kralı ve yanındakileri büyülüyor. Koklama işleminden sonra Süleyman Ağa, yaverine kahve çekirdeklerini öğütüp pişirmesini söylüyor. Hazırlanan kahve krala sunuluyor ve Fransa’nın Türk kahvesiyle ilk teması gerçekleşmiş oluyor.

Süleyman Ağa’nın şovu bu kadarla sınırlı değil. Kahveler içilirken sohbeti koyulaştıran elçi, hitabetiyle de etrafı kendine doğru çekiyor. Kahvenin yanında getirdiği lokumla damakları çatlatıyor. “Türk, bir deha adamıydı” notunun düşülmesi boşuna değil. Sonrasında Süleyman Ağa ve heyeti Paris’te bir yıl kalıyorlar. Kaldıkları yerde Türk misafirperverliğini göstermekten imtina etmiyorlar. Her ziyaretçiye kahve ikramı devam ediyor. Fransız kadınlar bu elçiye hayran kalırken, kahvenin şöhreti de seri biçimde Fransa sokaklarına yayılıyor. Kabul etmemiz gerekir ki Türk kahvesi, sadece bir içecek değil. Usulü, erkanı, terbiyesi, âdeti, geleneği, göreneği olan, tabiri caizse bir ayin. Haliyle, bulunduğu ve pişirildiği mekâna da bir hava katıyor. Hatta mekân meydana getiriyor: kafeler. Julia Landweber, sadece kahvenin değil, kafelerin de menşeinin Osmanlı toprakları olduğuna şöyle işaret ediyor: “Kahve gibi kafeler de bilinenin aksine Fransızlar ve İngilizler tarafından yaratılmamış, aksine kahve coffee house ilk defa Mekke, Kahire ve Konstantinopolis’in kalbinde ortaya çıkmış ve oradan ithal edilmiştir.

Jardin Turc ziyaretçileri için de Türk kahvesinin bir başlangıç ritüeli olduğunu söylemeye gerek bile yok. Mekana girenler için etrafın mimari nitelikleri (hilal semboller, yarım ay iç mimari, duvar süslemeleri), oturma tabureleri, serviste kullanılan zarif fincanlar; Osmanlı topraklarındaki kahvehanelerdeki ambiyansı yakalamak için kullanılmış. Hâl böyle olunca mekanın ziyaretçileri arasına tıpkı İstanbul’da olduğu gibi edebiyatçılar, sanatçılar da katılmış. Robert Courtine şöyle bir tablo çiziyor: “Cafe Turc (Le Salon Turc) 1830’lu yıllarda giderek popüler hale gelmiştir. Victor Hugo’dan Alfred de Vigny’ye, Charles Augustin Veron’dan Sainte Beuve’ye, Musset’ten Lambert-Thiboust’a, M. d’Orsay’dan Roi Jerome’e ve Isabey’den Gavarni’ye kadar dönemin önemli edebiyatçıları, sanatçıları ve politik ünlüleri bu mekânı ziyaret ediyordu.

Nevzet Çelik, Jardin Turc’un içinde yer alan Cafe Turc’de bir köşkün (kiosque) olduğundan bahsederken, aynı zamanda bir minareye de yer verildiğini söylüyor. Bu minare kafenin hangi döneminde, ne amaçla kullanılmış belirsiz. Ama 1883’te yayımlanan Güzel Sanatlar Bülteni’nde minarenin resmi mevcut. Bazı yazılı kaynaklar, Cafe Turc içinde bir caminin de olduğundan bahsediyor. Journal de Paris’in 21 Kasım 1818 tarihli sayısına, Jardin Turc’ün sahibi Mademoiselle Clicquot’un daha fazla dikkat çekmek, yani müşteri kitlesini genişletmek için bahçeye bir camii inşa ettiğini, Türk kahvesinin yanına dondurma da eklediği not edilmiş. Meraklısı için bir not: Louis-Léopold Boilly imzalı Entrance to the Jardin Turc isimli resme internet aleminde ulaşmak kolay. Jardin Turc’ü yakından tanımak için oldukça keyifli bir tablo.

Fransız toplumu ekseninde hem Turquerie etkisini hem de Jardin Turc’ün serüvenini keşfetmek için Nevzet Çelik’in bu çalışması, Doğu’nun Batı’daki temsilini okumak açısından oldukça keyifli.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Şark'ın Serçesi üzerinden Doğu tahlili

Tevfik el-Hakim’in Şark’ın Serçesi romanı Ketebe Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Roman, Muhsin adındaki karakterin aşkı ve acısı üzerine kurgulansa da barındırdığı derin tahliller açısından kütlesine nazaran oldukça dolu, ağır bir eser.

Muhsin, Doğulu bir gençtir. Okumak için geldiği Avrupa’da, Batılı bir kıza aşık olmuştur. İkisinin ilişkisi aslında yazarın Doğu ile Batı’yı tahlilidir, ele almasıdır, karşılaştırmasıdır. Nitekim Rus işçi Mösyö İvan üzerinden yazarın bu çabası açık edilir de. Rus işçi sanki dışarıdan bir gözdür ve Doğu ile Batı’yı kıyaslamaktadır. İşçinin Batı’nın çöküşü üzerine tespitleri ve kurtuluşun Doğu’ya dönmekte olduğunu söylemesi manidardır ve şu tespit harikadır: Doğu, kaynaktır.

Okuyucuya başta Muhsin’in hareketleri, dünyası gerçek dışı gelebilir. Muhsin aşkı abartıyor gibi görünebilir. Muhsin yavaştır, duygusuna karşı hürmetlidir, her anın anlamını derin bir şekilde idrak etmeye ve sevdiği kadına dair her ayrıntıda aşkın en ulvi makamlarını hissetmeye gayret göstermektedir. Öyle ki günlerce hiçbir şey yapmaz, Suize’nin çalıştığı bankonun karşısındaki kafeye oturur ve bütün gün, her gün onu izler.

Sayfalar ilerledikçe karakterlerin Doğu ile Batı’yı temsil ettiğini görürüz. Muhsin, Doğulu olduğu için yavaştır. Acelesi yoktur, anı kaçırmak istemez, hayatın içindeki güzellikler onunla ilgilenmeye değerdir, aşk kutsaldır, aşka ve güzele hürmet gerekir. Muhsin ötekinde var olmayı başarmıştır, benliğini terk etmiş ve bir ötekiyle hayata tutunmuştur, ötekinin öncelenmesi Batı kültüründe yoktur.

Nitekim Suize tam tersidir de. Suize ise hayatının merkezine kendini almıştır, benliği her şeyin önündedir, kendisi için bir başkasını kırmak veya kullanmak yanlış bir şey değildir veya da abartılacak bir durum değildir. Aşkta da herhangi bir duyguda da sadece kendi hissettiği sürece ve hissettiği şekilde önem vardır. Nitekim Muhsin’in ilk kaldığı pansiyonun sahibi Batılı arkadaşının Muhsin’e sürekli gülmesi, aceleci olması ve aşkı basit görmesi de yine Batılı kimliğinden dolayıdır.

Rus işçi ise aradadır. İnancı bulamamış, yerini bulamamıştır. Nihayetinde Doğu’ya gitmesi gerektiğini fark etmiştir ama geç kalmıştır. Hastalığı izin vermemiş, onu ölüm karşılamıştır. Rus işçi entelektüeldir, hayatı kitaplarla iç içedir. O nedenle Batı’yı iyi tahlil edebilmektedir. Muhsin onun tavrından etkilenmiştir ama onun Doğu hayali Muhsin’i üzmektedir çünkü Doğu, Rus dostunun sandığı gibi değildir. Muhsin’in ağzıyla, Batı, Doğu’yu da bozmuştur.

Aşk hikayesi etrafında dönen roman bu yönüyle oldukça politik, serttir. Şu alıntıya bakalım ve yazıyı Muhsin’in acı tahlilleriyle sonlandıralım: “Doğulular, muhtelif uyruklardan turistlerin elbiselerini çalıp da çıktıkları ağaç tepelerinde onları giyerek sahiplerinin hareketlerini taklit eden maymunlara benziyor! Okuma yazmanın temel öğretimle verilmesi, seçme ve seçilme hakkı, diğer Avrupai fikirler, günümüzde Doğu’da da değişmez ilkeler haline gelmiş bulunuyor. Doğulular bunlara, iman esaslarına inandıkları kadar, hatta daha fazla inanıyor! Bugün bir Doğuluyu kendi dininin bozuk olduğuna ikna edebilirsiniz. Ancak Sanayi Devrimi’nin, insanlığı helake götüren ‘şeytan tekeri’ olduğuna ikna etmeniz hiç de kolay olmayacaktır!

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

8 Ocak 2025 Çarşamba

Enis Batur'un ada günlükleri

Büyük yazarların birçoğu hayatlarının kısa veya uzun bir döneminde günlük tutmuştur. Tolstoy, Dostoyevski, Plath, Gide, Pavese; bizden ise Tanpınar, Ece Ayhan, Ataç, Tomris Uyar, Falih Rıfkı, Salah Birsel vb. bunların iyi ve ünlü örneklerindendir. Bu günlükler zaman zaman tematik de olabilir ama genelde günlük hayatı ve yazarının düşüncelerini yansıtıcı şekilde düzenlenmiştir. Pek tabiî her edebî türde eser vermiş olan Türk Edebiyatı’nın en velut yazarı Enis Batur da bolca günlük yazmıştır. Ada Defterleri bence bu günlüklerin en güzellerinden ve verimlilerindendir.

Günlük okumak, yazarın hem aklına hem de kalbine sokulma yollarının en önemlilerinden biri bence. Hatırat okumak biraz daha farklı. Hatırat kalabalıktır, günlük ise yapısı gereği daha tenhadır, özeldir. (Burada Gide’in “Günlüğün hatıradan tek farkı günü gününe yazılmış olmasıdır sözüne çok katılamıyorum) Bu yüzden bir yazar daha iyi bir şekilde günlüklerinden tanınır. Fakat burada şöyle bir ikilem ortaya çıkıyor: Acaba yazar günlüklerini tamamen kendine mi yazdı yoksa yayımlanmak üzere mi kaleme aldı? Bu ayrım önemli ama ben her yazarın tüm yazdıklarının elbet bir gün yayımlanması gerektiğini düşündüğünü düşünüyorum. Kafka bile tüm yazdıklarının yakılmasını dostu Max Brod’a vasiyet etmiş, kendisi yakma yoluna gitmemiştir. Hâlbuki kendisi de yakabilirdi. Fakat şu da var: Yazar tamamen sansürsüz yazmıştır, ‘o anda’ yayımlanmasını istemiyordur, daha sonra biraz sansürleyerek yayımlamayı düşünüyordur, ömrü vefa etmemiştir, bu kabul edilebilir.

Tanpınar örneğin, günlüklerinde sık sık bu metinlerin günün birinde yayımlanabileceğini düşündüğünü söylemiştir. Ancak buna rağmen ruhunun dehlizlerindeki zaaflarına varıncaya kadar yazmıştı. Fakat her yazardan onun kadar dürüst, daha doğrusu açık olmayı beklemek doğru olmaz. Yazar bunları yayımlayacaksa veya böyle düşünüyorsa kendini sansürlemesi olağan. Enis Batur’da durum biraz farklı. E. Batur zaten kısa zaman dilimlerini direkt ne şekilde yayımlayabileceğini, hangi dosyasına eklemleyebileceğini düşünerek yazıyor zaten. Bu günlükler edebî birer metin olarak yazılmış. Günlüklerin bir kısmı normal yaşantıdan oluşuyor ama bir de hemen her günlük metninden sonra italik dizilmiş daha yoğun, belli temalara odaklanan metinler geliyor. Batur’un Ada Defterleri için bir ‘günlükdeneme’ formunda metinler dersek çok da yanılmış olmayız.

Günlükleri birbirinden ayıran şeylerden biri de mekândır. Batur’un Ada Defterleri, adı üstünde, Büyükada ve Heybeliada metinlerinden/günlüklerinden oluşuyor. Adalı olmak adada yaşamak farklıdır. Bir süre adada yaşamaya karar vermek de biraz “inziva burçlarına çekilmeye” yönelmek demek olabilir. Enis Batur’da da bunu görüyoruz: “Adalılar, anakarada yaşamaya kolay alışamazlar, sanırlar ki o büyük bütünlük kaybolmalarına yol açacaktır – orada yaşayanların, bütünün içinde adalar oluşturduklarını fark etmeleri zaman alır. Gene de adalı, anakaranın felâketlerinden araya giren suların, mesafenin kendisini koruyacağına inanır.” … “İstanbul artık kişinin kendisini sakınması gereken bir şehir halini aldı: Her şeyi deliyor, tıkıyor, yontuyor, usul usul kemiriyor.

İlk kısım Büyükada günlükleri çok kısadır (iki hafta kadar), orada niyetini ve ruhunu çok aksettiremez ama diğer iki bölüm üçer dörder aylık Heybeliada zamanlarını kapsar ve burada günlükler asıl formuna kavuşur. Çünkü kitabın italik yazılmış denemevari kısımları da asıl günlük bölümünü öne çıkarır.

Kitap, asıl üç kısımdan oluşsa da -İnce Uzun Ahşap Bir Balkondan, Temas ve Mesafe, Basso Continuo ve bunlara ek olarak Köprü, Ara Not, Samih Rifat İçin gibi kısa bölümler-. Büyükada kısmını ayırıyorum çünkü orası hem kısaydı hem de klasik günlük metinlerinin dışında italik dizilmiş metinler daha az sayıdaydı. 2006 yılının Heybeliada’sında ise rutin günlüklerinin dışında ‘temas’ izleği peşinden ilerlemiş Batur. 2007’nin Heybeliada’sının italik teması ise ‘yalnızlık’. Günlüklerde ne kadar sıradan olayları yalın bir üslûpla görüyorsak, italik metinlerde zaman zaman kopkoyu konuları çetrefilli Enis Batur üslûbundan okuyoruz. İtalik kısımlar her ne kadar ‘zor’ olsa da metni uçuran kısımlar bence. Çünkü rutin günleri okumak bir yere kadar magazinsel tat verse bile daha sonra (zamanlar uzadıkça) biraz yavanlaşıyor. Fakat bu kısımlar da o çetrefilli metinlere yumuşak bir geçiş yapabilme işlevi görüyor. Bu yüzden kitabın bu şekilde, çift metinli kurgulanması metne yaramış ve bu iki kısım birbirini beslemiş.

Peki, bir günlükte zamansal olarak nasıl bir yol izlenmeli? Geniş zamanları esas alarak uzun yıllardan oluşan bir günlük mü, yoksa kısa bir zaman dilimini kapsayan ama her gün yazılan bir günlük mü? Ben bir okur olarak ikinciyi tercih ediyorum ki Ada Defterleri’ni sevmemin en önemli sebeplerinden biri de bu. Batur, işleri veya başka sebeplerden dolayı (eşi Fatma Tülin’in babasının vefatı, Samih Rifat’ın hastalığı ve vefatı) zaman zaman anakaraya kısa süreli dönüşleri dışında, adada olduğu her sabah defterlerinin başına oturmuş ve bir önceki günü bazen uzun bazen kısa özetlemiş. Bu günlüklerde (italik yazılmayan kısımlarda) yemek yedikleri yerler, sohbet ettikleri kişiler, ada yürüyüşleri, tekrar adaya dönme planları, adaya temelli yerleşme planları gibi günlük ve hayatsal konular, yazınsal işleriyle ilgili konular ve bazı kişiler hakkındaki görüşler de yer alıyor. Ülke gündemi de günlüklerde zaman zaman yer tutuyor tabiî ki. Hatta Enis Batur’un iyi okuyucuları anlayacaktır, bu kısımlar zaman zaman, onun içbükeylerini de andırıyor.

Batur’un sıkı bir okuru olarak benim en çok dikkatimi çeken durumlardan biri de yazarın çalışma şekline kısmen şahit olabilmek oldu. Çünkü Enis Batur durmadan yazan ve bunu nasıl başarabildiği kolay kolay anlaşılamayan bir yazar. Günlüklerde o dönemde hazırladığı kitaplara değinmesi, neyi ne şekilde oluşturduğunu belirtmesi, hangi kitaplara nasıl yoğunlaştığını açıkça söylemesi onun bu kitapları nasıl yazabildiğini anlamamı kolaylaştırdı. Tabiî kolay yazabilme yeteneğini göz ardı etmiyorum. (Ona sorsak kolay olduğunu elbette kabul etmeyecektir, ama kitap sayıları da ortada).

Enis Batur’un şimdiye kadar altmış yetmiş kitabını didikleyerek okumuşumdur. Ada Defterleri en sevdiğim beş on kitabından biri oldu. Bunda aslan payı elbette iyi metinler okumuş olmam. Ancak en az onun kadar önemli olan, defterlerin bize, yazarın insanî, beşerî ve hatta süflî yönlerini de göstermesi; yazar Enis Batur ve insan Enis Batur -baba, eş, oğul, taraftar, dost, arkadaş, sarhoş, ayık- için en azından bir eskizi bize çok görmemesi. Çünkü böyle olunca yazarları daha somut birer varlık olarak anlamamız kolaylaşıyor.

Mehmet Akif Öztürk
x.com/OzturkMakif13

6 Ocak 2025 Pazartesi

İnsan yetiştiren irfan toprağı: Semerkand

Sırtımızı dayadığımız koca bir dağ, cesaretimizi ve bilgimizi kamçılayan bir bilge, geçmişin, irfan ocağının sönmeyen ateşi Semerkand. Bir Türk’ün bu ismi duyduğu an tüylerinin diken diken olması, yüreğinin hızlı çarpması gerekir. Seyahat güzergâhının içinde Semerkant ve Buhara yok ise, Türk’ün Endülüs’ü anlaması da, Bosna’yı, Üsküp’ü, Bursa’yı ve Kudus’ü tanıması da eksik kalacaktır. Elbette kısmet, maddiyat meselesini unutmamak gerekir. Semerkand, İnsanın kendinden kendine olan yolculuğunda da ana şalterlerdendir. Nefesidir. Bursa, Konya, İstanbul ve Üsküp’te içime çektiğim nefesi; Harakani Hazretleri ve Sultan Alparslan ve Çağrı Bey'in, Kutalmışoğlu Süleymanşah, dağları ırmakları aşıp, Üsküdar sınırına kadar getirmiştir. Onların aştığı yoldan Belh’li Mevlana, Yunus Emre, Saltuk Emre, Somuncu Baba, Kaygusuz Abdal, Geyikli Baba ve Kumral Dede, Koca Fatih Mehmet Han, İtalya sınırına kadar götürmüştür. Endülüs Emevilerinden geriye İspanya’ya da bir Müslüman kalmamış, izleri yok olmuşken, Bosna ve Diğer Balkan ülkelerinde “Kalu Beladan” beri olan Türk kimliğinin kaybolmamasını, Semerkant Nefesinde aramalıyızdır. Onun özel kılan nedir? Bunu hepimiz bilmeliyiz. Mevlânâ Hazretleri’nin pergel metaforunu düşünmeliyiz ve Semerkand başlığına, bütün Türkistan’ı koymalıyız. Mevlânâ’nın büyük eseri Mesnevî’si, Yazıcızâde Mehmet Efendi’nin Muhammediye’si, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i Türkistan’dan Balkanlara uzanan kocaman bir coğrafyada hâlâ okunmaya devam etmektedir.. Bu denklem ve koordinatlar bizim karşımıza büyük bir haritayı çıkarmaktadır. Sırrı burada aramalıyızdır.

Bu haritayı istinaden, gazeteci, Televizyoncu, Yeni Medya’nın (Dijital) isimlerinden İsmail Halis Beyefendi, Ketebe Yayınları'ndan Semerkand Günlükleri adıyla kitap çıkarmıştır. 2016 yılında Ramazan programında, TRT’nin elinde bulunan imtiyazı delerek, yeni bir döneme imza atmıştır, Kudüs’te Ramazan programıyla tam tamına 30 gün boyunca, Ahmet Murat ve Ömer Lekesiz ile beraber evlerimize konuk olmuştur. Daha sonra bu seriyi, Endülüs Granada, ve Semerkant’ta sürdürmüştür. Bizi birbirimize bağlayan bağları göstermiştir. Farkımızın olmadığını aynı nehrin, Amuderya’nın sularından içtiğimizi, iliklerimize kadar hissettiren bir isim olmuştu. 30 günlük Semerkand ikamet safhasını, yollarda, trende, uçakta yazarak kayda almış, sâdece video ile değil kelimelerle de hafızalara geçirmeye çalışmıştır.

Kudus’ü mimlediğimizde yani Pergeli orada sabitleyip, çevirme kolunu döndürdüğümüzde, ilk hareketli ayak Endülüs’e ve sonra Yavuzun doğusuna Semerkand’a hareket etmelidir. Böylece bir yay oluşur ve oradan o derunî, Peygamber kokulu Horasan nefesin yayılabileceğini, bunun gerekliliğini aktarmaktadır. Onun en önemli üç meselesi, bu üç kadim şehirlerdi. “Ömrümün üç güzeli, üç meselesi idi Kudüs, Endülüs ve Semerkand.” İsmail Bey’in, günlüklerini tutma gerekçesi niyetinin dijital literatürdeki büyük eksikliğin giderilmesidir. Ve Kudüs hattını bir kitaba dönüşme imkânı bulmadığı için Semerkand bölgesini günlüğe çevirmesi, en önemli vazîfelerinden biri olmuştur. 134 sayfalık eseri, elinize aldığınızda bir nefeste okuyabilirsiniz. Bir seyyah değil bir gazeteci kaleminden çıktığını, olaylara ve şehre bakış açısından anlayabiliyoruz. Ne anlatmak istediğini hayalleyip, hızlıca kaleme geçirildiğini kavrayabiliyoruz. (Eleştiri hakkı olduğunu düşünerek.) Cümleler, bir gazete köşesine yetiştirmek için zaman darlığından çıkmış bir tarzda. Bu bazı bölümlerde, yazının serencamında ve anlatımında yer yer kopukluğa, devrikliğe neden oluyor. Ve en önemlisi (burada yayınevlerine oklar) neden şapkalar kullanılmıyor, özellikle -sağ cenahta- dil inkılâbını doğru bulmayan, yayınevleri buna âzamî ölçüde neden önem vermiyor? ”İşâret, sâdece, dâvet mesâî,” diye neden kelimeler yazılmıyor? Bu tenkidimiz kitabın muhtevasıyla ilgili değil, genel olarak yazın dünyasınadır. (Kısmet İsmail Bey’in kitabına olmuştur.)

Sayın Halis, kitabın içinde Türkistan bölgesindeki izlenimlerini ele almış. Taştan topraktan, doğa güzelliğinden değil, insanından ve o irfan mayasından bahsetmiş. Ekrem Hakkı Ayverdi, Anadolu kültürü ve irfan masalını kabul etmez ve îtiraz eder. Ona göre, bu köklerinden koparmanın ve olmayan bir medeniyete mâletmenin yoludur. İrfan, Yesevî ocağından, Mâturîdî nefesinden yani Horasan’dan buraya taşınmıştır. İsmail Bey’de kitabında bunu anlatmak istemiştir. Bizim o kadim ve kudretli inancımızın, bin yıldır sağlam direklere sâhip olmasını Buhara ve Semerkant’a bağlar. Özellikle Nakşibendiyye ekolüne yer verdiğini ilâve etmeliyiz. Türkistan çıkışlı Kadirriye’den sonra ikinci büyük ekolün, dünyanın dört bir yanına yayıldığını düşünürsek tâbi olarak bâhislerin başköşesine yerleşecektir. Kitapta, Piri Türkistan Ahmet Yesevî’de çokça anılmıştır. Koca Türkistan Piri’nin huzurunda çimlerin üstünde diz kırarak Divan-ı Hikmet okumak kendisine nasip olmuş. Sâdece bununla kalmamış, Buhara’da Kalan Minare’ye çıkıp çekim yapmak da kısmetine düşmüş.

"1860’lardaki Rus –Sovyet işgalinden beridir, Kur’an ve ezan sesinin duyulmadığı Registan Meydanı ve Tilla Kâri Medresesi, 150 yıllık bir aradan sonra, Kur’an-ı Kerim ve ezan sesiyle yankılandı."

Elbette, Türkistan bölgesinde olan biri Buhara’yı es geçemez. Hadis ilmi denildi mi hemen hemen her evin köşesinde, gönlünde İmam Buhârî sevdasını dile getirmiştir. Bin yıl yakındır süregelen hadis okuma meclislerine yer vermiştir. Buhârî-i Şerif tedrîsatının bizim geleneklerimizde önemini örneklerle detaylandırmıştır. Orduda askerlerin yanında Sahîh-i Buhârî taşıdığını ve Ahit sandığı gibi en önde gittiğini öğreniyoruz. Küçük hayret ünlemi bırakacak ek bilgi ise İmam Buhârî’nin çok iyi okçu olduğu ve hedefini hiç ıskalamadığıdır. Peygamberimizin amcasının oğlu, Hz. Hüseyin’in sütkardeşi peygamberimizi kabrine yerleştirip en son çıkan, Kusem Bin Abbas’ın, türbe-i şerifi de Semerkant’ta sizi karşılayan yapı olarak kitapta anlatılıyor.

Mânevî büyükleri ele almasının yanı sıra, Sovyet dönemindeki baskılar, Stalin’in yok ettiği Müslüman Türk aydınlarını bize hatırlatıyor, rûhâniyetlerine selâm yolluyor.. Sovyet rejiminin Türklüğe ait ne varsa Rusya’ya mâletme çabasını ve bu yüzden gelen baskıları, zulüm altında süren 80 yılı tekrardan dinliyor, hafızalarımızı tazeliyoruz. Millî mücâdele döneminde Pakistanlı Müslümanlardan, Haleb’li kardeşlerimizden gelen yardımları bilinen gerçeklerdir. Lâkin efsanevî şekilde dolaşan Lenin’in bizi desteklediği ve altın yardımının gerçek yüzünü , "Buhara Halkının 100.000 Osmanlı Nasıl Bolşevik Yardımı Oldu?” bölümünde işleyerek, Lenin güzellemesi yapanlara, yerinde cevap veriyor. Buhara Cumhuriyeti’nin, ilk ve son cumhurbaşkanı Osman Kocaoğlu, yardım için kolları sıvıyor halk düşünmeden ellerindeki Osmanlı altınlarını ve rubleleri hiç tereddüt etmeden, veriyor. Lenin, “ulaştırılması güç” dese de Kocaoğlu yolunu bulacağını söylüyor. Sonra ne mi oluyor? Toplanan altınlardan ve yardımlardan sâdece 10.000.000 ruble bize ulaşıyor, gerisine, 90 milyon rubleye, Lenin el koyuyor. Osman Kocaoğlu ülkeyi terketmek zorunda kalıyor ve Türkiye’de vefat ediyor. İsmail Halis yardımla ilgili önemli bilgiyi Kocaoğlu’nun, Yakın Tarih dergisine yaptığı açıklamaları hiç dokumandan, olduğu gibi paylaşarak, birinci elden aktarıyor.

Yukarıda dediğimiz gibi Sovyet rejimi, Türkistan topraklarındaki bütün yapıları Ruslaştırmak için elinden gelen gayreti göstermiştir. Aleksandr Yakupovskiy tarafından yazılan, dilimize İlyas Kemaloğlu tarafından çevrilen Semerkand kitabında, Özbekistan eserlerini ziyarete gelen Rus turistlerin yeni hayat şartlarında, Sosyalist yükselişi ve yeni milli kültürün yükselişini göreceğini söylenir. Kitabı çeviren, Kemaloğlu, “Dolayısıyla Yakubovsky’in Timur’un daha çok olumsuz taraflarını ön plana çıkarması, muhteşem yapıların halk kitlelerinin sömürülmesiyle ortaya çıktığını defalarca vurgulaması ve her şeyi feodal sistem çevresinde yorumlamasında siyasî vaziyetin etkisinin büyük olduğunu söylemek mümkündür” diye yazmıştır.

1944 yılından îtibâren SSCB Komünist Partisi Altın Orda Devleti ve onunla bağlantılı konuların araştırılmasını yasaklamıştır. 1944 yılı hatırlanacağı gibi Stalin’in Türklere soykırım uyguladığı tarihtir. İsmail Bey Rus aydınları mevzûsunda bir şeye daha dikkat çekiyor, Barthold ismine. Bugün Asya denildi mi ilk başvuru kaynaklarından biri olan, akademisyen hakkında, Bahaddin Ögel’in uyarılara kulak veriyor, bizim de duymamızı sağlıyor. İşte Ögel’in o notu: "Şunu unutmayalım ki Barthold, Bir Rus bilgini ve tarihçidir. Orta Asya tarihi araştırmalarına da kendi milletinin istek ve eğilimleri ile girmiştir.”. İki bilim adamının bizi uyaran, cümleleri belki gözümüz açar ve batı ve sol zihniyetini anlamamızı sağlar.

İsmail Halis, kitabının birçok yerinde Halime Toros’un “Asya’nın Kandilleri” belgeseline gönderme yapıyor. Türkistan konusunda, onu bir hayli etkilemiş bir yapım olarak, referansı oluyor. Kitapta bahsedilmese de söyleyelim, belgeselin kitabı da aynı isimle mevcuttur. Zamanın da yapılan en iyi Türkistan belgeseli olan Asya’nın Kandilleri, o coğrafyayı anlamamıza, aynı nehirde yıkandığımızı gösteren, nadir yapımlardan biridir. Öyle belgesel bir daha çekilir mi? “Doğu’nun Kayıp Siluetleri” de bu anlamda izlenmesi gereken, bir belgesel olduğu notunu yazalım. Kitapta olması gereken, beklenen, Selçuklu medeniyeti biraz daha aktarılabilirdi. Çünkü Horasanı, Anadolu’ya taşıyıcı kuvvettir. Nur kasabasında (kitapta küçük de olsa bu kasaba yer almış) tohumu atılmıştır, Alparslan ve Kılıçarslan’ın kılıcının suyu, Arslan Baba himmeti ve Ceyhun nehrinin zikriyle verilmiştir ve dünyanın en yüce medeniyetinin atası kurucu kuvveti olarak yerini almıştır.

Kitaptan birkaç not düşürecek olursak,

• “Daha somutlaştırmak gerekirse, bugün herhangi bir mekânın paylaşılan fotoğrafı, 'hoşluk, güzellik, anı' oluyor ve öylece kalıyorsa, mekandan, zamandan, kendimizden ve nihayetinde 'varlığımızdan' çalıyoruz demektir.
• "O ihtiyarların yüzündeki harita, dileriz, gayret ederiz, dua ederiz ki, o gençlerin omuzlarında bir ideale, bir yaşam biçimine ve bir tarihe dönüşse."
• "Hemedani hazretlerinin açtığı Hacegan yolunu, Anadolu, Balkanlar ve tüm dünya ile buluşturan atlas isimler kılavuzumuz olsun ki 'durulanmış kelimeler' azığımız olsun."

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Yürüme, hayatın içindeki her şeyle ilgilidir

Biraz düşününce farklı zamanlarda özellikle yürüyüş ya da yürüme üzerine yazdığım yazıların hemen hepsinin erkek ellerinden çıkma kitaplarla ilişkili olduğunu fark ettim. Fazlaca erkek yazardan okumuştum bildiklerimi ve bu bir tür körlük yaratmış olabilirdi. Biraz düşününce hemen aklıma Rebecca Solnit’in, Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi (Encore) kitabı geldi; bu harika kitapta aradığımız soruların cevapları saklı olabilirdi!

Bu benim epey zaman önce zevkle okuduğum, sonra tekrar tekrar okunacaklar listesine eklediğim kitaplara yaptığım gibi, Alman ekolünden yetiştiğini söyleyen mücellitimize götürerek yurt dışından temin ettiğim Hollanda beziyle ciltlettiğim bir kitaptı ve bunun anlamı üzerine düşülerek okunmuş olmasıydı ama bir kadının gözüyle doğa ve yürümek ilişkisi açısından hiç yaklaşmamıştım. Kitabın her yerine yayılan feminist bakışı, ‘doğaya ve yürümeye sevdalı’ erkeklerin yazdıklarındaki tavsiye verme, rol biçme ve kendini tırmandıkları dağların en tepelerine yerleştirme merakını üstünkörü geçmiştim. Oysa Solnit, yürüme literatürünün Thoreau gibi Stevenson gibi kurucu babalarından başlayıp Lesli Stephen’den geçip Yürümeye Övgü’ye kadar uzanan geniş bir erkekler listesine çok sert yükleniyordu: hepsi de ayrıcalıklı yaşamlardan gelen bu ‘seçme’ erkeklerin zihinle yürüme ve doğa arasında kurdukları ilişkideki kendi kendilerini ve Rousseauvari bir erkeksi kır yaşamını yüceltme biçimlerinden söz ediyor, didaktizmlerinden ve ahlakçılıklarından ikrah getiriyordu: “Yüz elli yıldır devam eden ahlak dersleri! Beyefendilerin bir buçuk asırdır bitmek bilmeyen telkinleri!..Yürüme etrafına çizdikleri sınırları görmekten aciz, vaaz verip duran beyefendilerimiz sadece bu türden yürüyüşleri hararetle tavsiye ederler (kentlerde yürümenin en zevkli yanlarından biri hiç faziletli olmayışıdır.) Beyefendiler dememin sebebi, yürüme üzerine yazanların hepsinin sanki aynı kulübün üyesiymişler izlenimi bırakmalarıdır -fakat gerçek bir yürüyüş kulübü değil de, ortak geçmişe dayalı bir tür gizli kulüp diyebiliriz buna. Genellikle ayrıcalıklı ailelerden gelirler (İngiliz olanların çoğu yazarken, herkesin Oxford ya da Cambridge’de eğitim gördüğünü varsayar gibidirler; Thoreau bile Harvard mezunudur), dindarlığa bir miktar eğilimlidirler ve daima erkektirler: Ne dans eden köylü kızlar ne de çıtkırıldım hanımlardır yazanlar.” (s.181-182).

Bu gibi altı çizili satırlara bakayım derken bütün kitabı baştan sona bir kez daha okurken buldum kendimi. Birçoğunun altını kırmızı kalemle çizmiş olmama rağmen, yürümenin bedensel tarihinden kentlerdeki yürüyüşlerin avcı-toplayıcılarınkine benzemesine, kamusal alanın aslında bir yürüme yeri olmasından yalnız yürüyüşleri nasıl bir meditasyona dönüştürebileceğimize kadar hiç fark etmediğim (erkek zihninin oyunlarıydı herhalde!) muhteşem bölümler buldum ve evet sorularımızın bir kısmının cevabının burada olduğunu gördüm. Gerçi Solnit de yürümeyi, yürümenin her türlüsünü ve doğayla yaşanan ilişkinin getirdiği o tarif edilemez coşkulu hazla dolu sadeliği epeyce yüceltiyordu ama başka -ve sanki daha incelikli- bir biçimde. Mesela: “Kendinizi bir yere bütünüyle verirseniz, o yer de size kendinizi geri verir; bir yeri tanıdıkça o yere, geri döndüğünüzde bizi karşılayacak olan anılar ve çağrışımların görünmez tohumlarını atarız; yeni yerlerse yeni düşünceler ve olasılıklar sunarlar. Dünyayı keşfetmek, düşünceyi keşfetmenin en iyi yollarından biridir ve yürürken bu âlemlerin her ikisinde birden yol alırız.” (s.32).

Solnit de yürümeye oldukça güçlü anlamlar yüklüyordu ama daha açılışta erkek zihnine karşıt bir yerden şöyle de diyordu: “Yeni binyılın gelişi, gizlilik ile açıklık, gücün pekiştirilmesi ile dağıtılması, özelleştirme ile kamu mülkiyeti ve güç ile yaşam arasındaki diyalektiği de beraberinde getirdi ve yürüme, en baştan beri, daima bu diyalektiğin ikinci terimlerinden yana olageldi…Sadece yürümek dünyayı değiştirmiş değildir fakat birlikte yürümek, şiddete, korkuya ve baskıya karşı durabilen sivil toplumun bir töreni, aracı ve güçlendiricisi olmuştur.” (s.11,12).

Solnit için de yürüme, hayatın içindeki her şeyle ilgilidir ve bu nedenle her şeyin içinde mutlaka var olan bir eylem biçimidir: “Din, felsefe, çevre, kent politikaları, anatomi, alegori ve aşk acısı diyarlarına kolayca girip çıkan yürüme, dünyanın en tanıdık ama aynı zamanda en karmaşık şeyidir.” (s.19). Zihin, beden ve dünya ilişkisini yürüme üzerinden kurar ve her üçünün birbirinde yok olduğunu yazar: “İdeal olarak yürüme zihnin, bedenin ve dünyanın, sanki nihayet birbiriyle konuşmaya başlamış üç kişi ya da aniden bir melodi oluşturan üç nota benzeri uyum içinde bulunduğu bir durumdur. Yürüme sayesinde bedenimizde ve dünyada var olur ancak onlar tarafından meşgul edilmeyiz. Bütünüyle düşüncelerimiz içinde kaybolmadan düşünmemiz mümkün olur.” (s.22).

Yürüme üzerinden düşünme ve toplum ilişkisine dair söyledikleri harikuladedir: “On yıl önce, zor bir sene yaşarken, endişelerimden kurtulmak için yürümeye başladığım bu yollar ve patikalar, altı millik bir parkur oluşturuyor. Hem işimden kaçmak hem de işimi yapmak için sürekli bu parkura geldim çünkü üretim odaklı bir kültürde düşünmek, genellikle, hiçbir şey yapmamak olarak algılanır ve hiçbir şey yapmamak da kolay bir iş değildir. Bu durumu kamufle etmenin en iyi yolu bir şey yapıyor gibi görünmektir ve hiçbir şey yapmamaya en yakın yapılacak şey de yürümektir. Bedenin istem dışı ritimlerine -nefes alma ve kalp atışına en yakın istemli hareket yürümektir; çalışma ve aylaklık, var olmak ve yapmak arasında hassas bir denge kurar.” (s.22).

Yürüme onun için düşünmenin kendini dışa vurmak zorunda olan hareketidir: “Zihin de bir tür doğa parçasıdır ve yürümek de onu kat etmenin bir yoludur. Yeni bir düşünce, çoğunlukla, doğanın zaten hep orada bulunan bir unsuruymuş gibi gelir bize; düşünmek, üretim değil de bir yolculuktur sanki. Yani, yürüme tarihi bir yönüyle somutlaşan düşünmenin tarihidir; ne de olsa, zihnin değil ama ayakların hareketinin izini sürebiliriz…Sanki zihni harekete geçiren, hareketin kendisi olduğu kadar gözümüzün önünden geçip giden manzaralardır ve yürümeyi hem belirsiz hem de sonsuz ölçüde bereketli kılan da budur: yürümek hem bir araç hem de bir amaç, hem yolculuk hem de bir varış noktasıdır.” (s.22,23).

Solnit, yürümenin varoluş alanımızı genişlettiğini ve adeta zihinsel sınırlarımızı da çizdiğini söyler. Hem yanından geçtiğimiz hem de de gördüğümüz her şeyle bağlantılanarak yürürüz ve ne kadar teksek o kadar birleşir her şeyin içinden geçeriz: “Günümüzde birçok insan ev, araba, spor salonu, ofis, mağaza gibi bir dizi iç mekânda, birbirinden kopuk halde yaşıyor. Oysa yürürken her şey birbirine bağlıdır çünkü iç mekânlarda nasıl var oluyorsak, onların arasında kalan dış mekânlarda da aynen öyle var oluruz. O zaman insan, sadece dış dünyaya karşı inşa edilmiş iç mekânlarda değil, tüm dünyada yaşamaya başlar.” (s.27).

Ona göre modern yaşam hiç olmadığı kadar uzağa götürür bizi ama bir o kadar da yüzeyselleştirir çünkü bir yürüyüşçünün tam aksine acelecidir ve yürüyen insan için fazlasıyla hızlı bir saldırı halidir. Her şey yer çekiminin olmadığı bir boşlukta dönmektedir sanki ve modern insanın ayakları hiç olmadığı kadar yere basmaktan uzak bir sürtünmesizlik içerir: “Yavaş olduğu için yürümeyi seviyorum ve öyle sanıyorum ki, ayaklar gibi zihin de saatte yaklaşık beş kilometre hızla ilerliyor. Eğer bu doğruysa, o halde düşünce ya da düşünceli olmanın hızı modern yaşamın hızına yetişemiyor demektir…Yürüme zihnin, bedenin, doğanın ve kentin erozyonuna karşı dikilen siperlerden biridir ve her yürüyüşçü de tarif edilemeyeni korumak göreviyle devriye gezen bir nöbetçidir.” (s.29,30).

Bana öyle geliyor ki erkekler yapıp ettiklerini yüceltmeye daha düşkünler ve her yüceltme aslında içinde başkaca gizli bir amaç daha taşıyor. Yani örneğin, yürümeyi ve doğada yalnız kalmayı yücelten kişi açıktan söylemediği ya da söyleyemediği, kimi zaman kendisinin de tam çözemediği içkin bir başka amaçla bunu yapıyor. Yüceltme, kişinin kendisine yetememesi, yaptıklarını kendi içindeki nihai bir amaç olarak yapmakla yetinememesinden kaynaklanıyor olabilir. Ve bu kadınlara nazaran erkekler için daha geçerli bir durum bana göre.

Erkekler her şeyi bir başka amaç için yapmaya daha yatkın, daha alışık ve bununla daha barışıklar; “Yürüme, genellikle hep başka bir şey hakkındadır -yürüyenin kişiliği, karşılaşmaları, doğa, başarı. O derece ki, bazen yürümekten başka her şey için yürünür.” (s.195). işte bu erkekler için çok daha böyledir ve toplumun beklentileri de bu yönde gibidir. Kadınlarsa yaptıkları iş her neyse bütünüyle ona kendilerini daha fazla hasredebiliyor gibiler. Daha odaklı ve daha konsantre de olabiliyorlar bu yüzden. Anlam bulmaları için illa bir başka amaca ulaşma çabası ve dolayısıyla ifade edememenin yarattığı gerginlikten kaynaklı yüceltmelere düşmüyorlar. Hayatın keyfini daha fazla çıkarabiliyorlar ve bunu çılgınca eğlencelere ihtiyaç duymadan sessizce -daha kendi kendiyle ilgili bir şekilde- yapabiliyorlar. Daha az hamasiler bu yüzden. Güce başvurma ihtiyaçları daha az çünkü güç ve iktidar her zaman için bir başka amaçla ilişki halinde anlam kazanabilen, kendi başına anlamlı olmayan kaynaklar. Buradan yürümeye geçersek, kadınlar yürümüş olmak için yürüyorlar çoğunlukla, bunu kendi başına yeterli bir amaç olarak görebiliyorlar; erkelerse amaca giden yolda yürüyorlar hep. İlla bir yere ve bir şeye, içsel bir ruh haline, yüce bir düşünceye ve daha olgun bir adama ulaşmak için yapıyorlar. Anı yaşayamıyorlar.

Rebecca Solnit Yol Aşkı’nın bir yerinde insan evrimi üzerine yazılan tarih kitaplarının fizyolojik olarak yürümeye erkeklerin daha yatkın ve “uygun” olduklarını ileri sürmelerine çok sinirlendiğini yazar ve dayanamayıp konuyu iyi bilen, bu konularda çalışmalar yapan bir arkadaşına sorar: “Cinsiyet kimliği ve yürüme üzerine yazılmış tüm bu çok anlamlı tarih o kadar tepemi attırdı ki…Owen Lovejoy’u telefonla aradım. Erkek ve kadın anatomileri arasındaki bazı farklılıklara dikkat çekip, bunlardan ötürü kadınların yürümeye daha az uyum sağlamış olmaları gerektiğini söyledi. ‘Mekanik açıdan,’ dedi”, ‘kadınlar daha dezavantajlılar.’ Peki ama, diye bastırdım, bu farklılıklar pratikte bir fark yaratıyor mu? ‘Hayır,’ diyerek itiraf etti, ‘aslında yürüme kabiliyetleri üzerinde hiçbir etkisi yok." (s.73). Solnit bunun üzerine ‘daha iyi’nin ne demek olduğunu sorgular: “Daha iyi ne demek ki zaten? Daha hızlı mı? Daha verimli mi?” (s.74) Tam bu noktada benim öne sürdüğüm şey, erkek anatomisindeki farklılığın bile yürümek dışındaki amaçlarla ilişkili bir tarihin ürünü olabileceğidir. Ve yürümenin buna bağlı olarak geçilen mesafeden ve süreden bağımsız olarak içsel etkisi çok farklı olabilmektedir. Yürümenin kendisi bizatihi amaçtır ve başkaca bir amaç için yapılan her yürüyüş bizi düşünceden uzaklaştırıcıdır: “Yürüme deneyimi sırasında, her adım bir düşüncedir. Kendinizden kaçamazsınız.” (s.84). Yürümek somut bir amaç için yapılmadığında kaçınılmaz bir manevi etki yapmakta ve yolun sonu mutlaka doğaya -Solnit’in ifadesiyle “inançsızların cennetine” (s.79)- çıkmaktadır. Konu ne olursa olsun gereksiz yüceltme genellikle insanın kendinden kaçmasıyla ilişkilidir; içinde kendine itiraf edemedikleri, yüzleşemedikleri, çocukluk travmaları gizlidir (ve her nedense -evet itiraf etmek gerekirse!- erkekler için daha fazla geçerlidir.)

Fakat bir amaç vardır ki işin özünde içkin olan bu derin, manevi amacı sakatlamaz. Bu, “cesur bir neşeyle özgürlük için yapılan yürüyüştür” (s.95) ve fazlasıyla politiktir. Gandi’nin yürüyüşüdür bu ve bunun için bedeni değil manevi güç gerekir. Esas olan güç ve iktidarın her şeye gücü yettiği yanılgısından sıyrılıp şiddetsizliğin içindeki araçsallaştırılamayacak gerçek gücün keşfedilmesidir. Bir tür iktidarsızlık gibi gözükebilecek olan şiddetsizlik gerçekte iktidarın kendi varoluşsal amacını keşfetmesinden duyduğu içsel tatminin neşeli bir dışavurumudur: “Şiddetsizlik, eylemcilerin değişimi zorla gerçekleştirmesi değil, bunu kendilerini ezenlerden talep etmeleri anlamına gelir ve güce sahip olmayanların güçlülerden değişim koparması için olağanüstü bir yöntem olabilir.” (s.95). Çünkü güçlü gözükenlerin aslında neye sahip olmadıklarını gösterir -tıpkı kadınların her fırsatta erkeklere gösterdikleri gibi!-; iktidarın kendi içindeki amaçsız boşluğunu, itiraf edilemeyen zayıflığını hissettirmenin en iyi yoludur ve bu eylem genellikle yürüyerek -daha kadınca bir biçimde!- yapılır; bu bir seyahat etme değil bir varoluş biçimidir, hayatın içinden doğallıkla çıkması, yalın ayaklardan başkaca bir araca ihtiyaç duymaması gerekir. Yeterince uzun yürüdüğümüzde mutlaka kendimize varırız bu yüzden. Manzaraların yanından gelip geçmeyiz, manzaralar bizden gelip geçer, dünya hiç olmadığı kadar hareketli bir canlı varlık kazanır. Nerede yürüdüğümüzün hiçbir önemi kalmaz; gökdelenlerle çevrili bir cadde de olabilir bu, çok az ayak değmiş kırsal bir patika da: “Virginia Woolf, kurşunkalem almak için Londra’da çıktığı bir akşam yürüyüşünden söz ettiği enfes bir deneme yazmıştır ve James Joyce’un yazdığı yirminci yüzyılın en önemli romanı da Dublin’in sokaklarında ıkına sıkına yürüyen tıknaz bir reklam satıcısı hakkındadır.” (s.189).

Solnit için şehirlerde yürümekle ıssız bir doğada yürümek arasında fark olmayabilir hatta birincisi insanı daha fazla saf yürüyüşe götürebilir: “Şehirler daima anonimlik, çeşitlilik ve tesadüflerin mekânı olmuşlardır; bunlar da en iyi yürüyerek tadı çıkartılabilecek niteliklerdir: İnsanın fırına ya da falcıya gitmesi gerekmez; gidebileceğini bilmesi yeter. Bir kent, tek bir sakininin bilebileceğinden her zaman çok daha fazlasını barındırır ve büyük şehirler de, bilinmezlikleri ve olasılıklarıyla hayal gücünü her daim kışkırtırlar.” (s.249-250).

Solnit için yürümek yalnız yapılsa da kendi zihnimizde başka insanlarla daha yoğun bir ilişkiye geçme biçimidir. Diğer bir deyişle yalnız yürürken asla tek başımıza kalamayız, hiç olmadığı kadar fazla insanlar birliktelik kurarız. Hiç tanımadığımız insanların yanından geçip giderken ilişkisiz bir vurdumduymazlık halinden kurtuluruz. Yalnızlığımızı insanlarla doldururuz. Hiç olmadığı kadar güven duygusuna kavuşuruz. Kentlerde yürüyen kişi kırda yürüyen kişiden hem hiç farklı değildir hem de bambaşka bir deneyimin içindedir: “Kırlarda kişinin yalnızlığı coğrafidir -insan bütünüyle toplumun dışında kaldığı için yalnızlığın makul bir coğrafi açıklaması yapılabilir; dahası, insan dışındaki canlılarla da bir tür cemaat ruhu kurulur. Şehirlerdeyse, yabancılarla dolu bir dünyada bulunduğumuz için yalnızızdır ve etrafı yabancılarla çevrili bir yabancı olmak, hem kendi sırlarımızı taşıyıp hem de yanımızdan gelip geçenlerin sırlarını tahayyül ederek sessizce yürümek, büyük bir lükstür. Sınırsız olasılıklarla dolu bu keşfedilmemiş kimlik, kentsel yaşamın ayırt edici özelliklerinden biridir; ailenin ve toplumun beklentilerinden kurtulmak, alt kültürlerle ve kimliklerle deneylere girişmek amacıyla kente gelenleri özgürleştiren bir haldir bu…Küçük dozlarda alınan melankoli, yabancılaşma ve içgörü, yaşamın en incelikli zevkleri arasında yer alır."

Yeterince uzun ve amacı kendisi olan bir yürüyüşten sonra içimizdeki her türlü şiddetten, kızgınlıktan ve güç yanılsamasından arındığımızı hissederiz. Hiçbir şey kazanmamış, elimize hiçbir şey geçmemiş ama neyle olduğunu bilmediğimiz bir şeyle çok güçlü bir biçimde tamamlanmışızdır. Yüzümüzden yansıyan mutlaka “cesur bir neşe” halidir ve gerçek politik -ve de manevi- değişimlerin ana duygusu işte bundan başka bir şey değildir! Tarih boyunca bütün dönüştürücüler cesur ve neşeli insanlar olmuşlarsa bunun nedeni amaçla aracı karıştırmamış olmalarındandır. Hep birliktelik oluşturmuş ama hiçbir zaman uygun adım yürümemişlerdir. Düzensiz ve belirlenmemişlerdir. Geçit törenlerinden çok kortej halindeki sokak yürüyüşlerinde boy göstermişlerdir. Burada katılımcılar, her daim bir güç gösterisi olan, nereye gideceği fazlasıyla önceden belirlenmiş askeri geçit törenlerindekinden farklı olarak “Mutlak bir otoriteye itaat eden ve birbiriyle değiştirilebilir birimler olduklarını attıkları uygun adımlarla gösteren askerlerin aksine bireyselliklerini teslim etmemişlerdir. Bilakis, farklılıklarından vazgeçmemiş nihayet halka dönüşmüş insanlar arasındaki ortak bir zeminin olasılığına işaret ederler.” (s.311).

Ve yürümek demokrasidir çünkü demokrasinin hayat bulduğu kamusal alana canlılığını ve dahası kimliğini veren şeydir: “Kamusal alanlar yok edildiğinde, sonuçta kamu da yok edilmiş olur; birey diğer yurttaşlarla birlikte ortak hareket edebilen ve ortak deneyimler yaşayabilen bir yurttaş olma imkânını yitirir. Yurttaşlık kişinin yabancılarla paylaşacak bir şeylerinin olması temeline dayanır; aynı şekilde demokrasi de yabancılara güven duyma temeli üzerine inşa edilir.” (s.312) Hep birlikte politik ya da sivil bir amaç için yürümek kamu denilen o soyutlamayı elle tutulur hale getirir ve sokaklarda birbirini tanımayan insanların yabancılığını yok eden bir güven üretir.

Artık bu bahsi kapatarak diyebiliriz ki yürümek, bedenle yapılan siyasettir ve tam da bu yüzden kadınların yapması onu daha olması gereken bir şekle sokabilir.

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca

4 Ocak 2025 Cumartesi

Tanpınar’a dair neler okunabilir?

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazdıklarını okumak ne kadar keyifliyse, ona dair yazılanları okumak da o kadar keyiflidir. İçine doğduğu çağ, bir türlü işin içinden çıkamadığı geçim derdi, zıtları ve zaafları düşünülecek olursa, huzursuzluğun kitabı, belki de Tanpınar’dır. Ancak o bunca huzursuzluğun içinde Türk edebiyatına ve okuyucusuna eşsiz eserler sunmuştur. Saatleri Ayarlama Enstitüsü ne kadar çarpıcıysa, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi o kadar etkileyicidir. Beş Şehir ne kadar derinlikliyse, Edebiyat Üzerine Makaleler o kadar lezzetlidir. Huzur nasıl bir roman klasiğiyse, Yaşadığım Gibi de o kadar deneme klasiğidir. Hasılı kelam mimariden müziğe, resimden sinemaya kadar pek çok alanda merakının ardından giden, ulu rüyalar görmeye hazır, geçmişle bugün ve bugünle gelecek arasında köprü kuran üslubuyla Tanpınar, devamlı okunan, okunması gereken ve okunacak olan bir isimdir edebiyatımızda.

Onun, “Bir gün elbette bana döneceklerdir” diye bir sözü var. Bilhassa 2000 yılı itibariyle Tanpınar’a dair araştırmaların, yazıp çizmelerin, konferans ve sempozyumların arttığını görüyoruz. Umulur ki bunda türlü etiketleri bir kenara bırakmanın da etkisi olsun. Muhafazakarlık, modernlik, sol, sağ, şark, garp… Unutmayalım: Tanpınar, o çok sevdiği kelimeyi kullanacak olursak bir terkiptir. Üstelik kendi iç terkibini oluşturamamış bir terkiptir. 1959 yılında Hasan Âli Yücel’e yazdığı bir mektuptaİnsan etrafın kendi hakkındaki sevgisine, düşüncesine, kendisine uzanmasına ve eğilmesine muhtaç. Biz sevginin, dostluğun, sırasına göre hiddetin, kinin ayaklarında kendimizi daha iyi görüyoruz. Tabii birinciler başka; onlarda büyüyoruz, öbürlerinde yıkılıyor, çürüyoruz.” diyor. Ona dair yazılanlarda en çok dikkat çeken şeyler; hep dostları için yaşamış olması, kendinde olanı paylaşması, kimseye yük olmaması. Bu yüzden de Tanpınar demek biraz da sevgi ve dostluk demek.

Hem kendisini daha iyi tanımak hem de eserlerine daha dikkatli gözlerle bakabilmek için neler okunabilir? Aslında liste uzun. Belki birkaç yazıyla anlatılabilir. Ancak ilk etapta şu listeyi sunabilirim:

A’dan Z’ye Tanpınar (Ekrem Işın), Orpheus’un Şarkısı (Handan İnci), Ahmet Hamdi Tanpınar: Bir Kültür, Bir İnsan (Turan Alptekin), Tanpınar’ın Eşiğinde (Mehmet Samsakçı), Tanpınar’ın Şiir Dünyası (Mehmet Kaplan), Bir Hülya Adamının Romanı: Ahmet Hamdi Tanpınar (M. Orhan Okay), Bir Gül Bu Karanlıklarda: Tanpınar Üzerine Yazılar (Abdullah Harmancı, Handan İnci), Ahmet Hamdi Tanpınar (İnci Enginün), Zaman ve Hafızanın Kıyısında: Tanpınar'ın Edebiyat, Estetik ve Düşünce Dünyasında Bergson Felsefesi (Şerif Eskin), Huzursuz Huzur ve Tekinsiz Saatler: Ahmet Hamdi Tanpınar Üzerine Tezler (Zeynep Bayramoğlu), Geç Kalan Adam: Ahmet Hamdi Tanpınar (Sefa Kaplan), Tanpınar Sözlüğü: Şahsi Bir Masalın Simgeleri (Özgür Taburoğlu), Talih, Tesadüf ve İrade: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Romancılığı Üzerine Düşünceler (Seval Şahin).

İçimden bir ses, bu yazının devamının geleceğini söylüyor…

***

Ahmet Hamdi Tanpınar okumalarına başlamadan evvel en çok ziyaret ettiğim yer nadirkitap.com olmuştu. Bu ziyaretlerimde, özellikle son bir yıl içinde hedefimde Mücevherlerin Sırrı vardı. İlyas Dirin, Turgay Anar ve Şaban Özdemir’in hazırladığı kitap, Tanpınar’ın derlenmemiş yazılarını, anket ve röportajlarını bir araya getiriyor. İlk yayınlandığı yıllarda ortalığı bir müddet ayağa kaldırmış. Zira Tanpınar’ın bilhassa siyasi yorumları epey kışkırtıcı. Mücevherlerin Sırrı, onu daha yakından tanımak için mutlaka okunması gereken kitapların başında yer alıyor. Kitaba ulaşmak artık çok güç, yayınevlerinin böylesine güzel ve özel kitapların yeni baskısını yapmamalarının ardında pek çok sebep olabilir. Ancak biz okur olarak bunlarla ilgilenemeyiz ve kolay ulaşmak noktasındaki hevesimizi daima diri tutmalıyız.

Tanpınar’ın doğum gününde yahut vefat gününde sempozyum düzenleyen belediyelerin daha sonra sempozyum metinlerini kitaba dönüştürmesi olmazsa olmaz bir âdet. Bazı metinler daha evvel konuşulmuş konular etrafında gezinse de bazıları var ki okundukça zihin açıyor. Bir yazar, başka bir yazara tabiri caizse kafayı takınca, kalem ve zihin hüneri de varsa ortaya çok güzel çalışmalar çıkabiliyor. Mesela Tanpınar’ın müzikle olan ilişkisine dair çalışmalar böyle. Malumdur ki o yalnız müzikle değil, sanatın birçok alanıyla ilgilenmiş ve hatta ciddi eleştiri yazıları yazmış bir entelektüeldi. Bugün hâlâ keşfedilmeyi bekliyor denmesi boşuna değil. Hem kendi yazdığı hem de hakkında yazılan her şey yeni sayfalar açıyor okuyuculara, meraklılara. Yaşadığım Gibi kitabından şu ifadeler, ayaklarımızı yerden kesmeye yeter de artar bile diyor ve hemen akabinde listeye geçiyorum:

Kaç uçuruma birden asıldık? Her an muzlim bir felâketi bekliyoruz! Ölümden, yıkılıştan daha derin, çok kat’î bir şey! Çünkü hiçbir felâket, şuuru kadar büyük değildir, fakat ben ona da razıyım ey musıkî! Sadece beni kendi kutbumda, o mutlak yalnızlıkla bırakma! Beni kendi günlerime indirme, kartal pençelerinden düştüğüm zaman artık kendim olmayayım: Ve muhakkak ki her veli, her aziz Allah’la karşılaştığı, onunla dolduğu zaman, şu anda benim yaptığım gibi, yakıcı ziyâretin sonunda sadece bir kül yığını olmak istiyordu. Onun için musıkî san’attan ziyade dine benzer.

Ahmet Hamdi Tanpınar: Ebediyetin Huzurunda” (Ümit Meriç, Selma Ümit Karışman), “60 Yıl Sonra Bursa’da Tanpınar Zamanı” (Editör: Dr. Yahya Aydın), “Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi” (Besim F. Dellaloğlu), “Kayıp Zamanın İzinde: Ahmet Hamdi Tanpınar” (Mehmet Aydın), “Haz ve Günah: Bir Tanpınar Yorumu” (İbrahim Şahin), “Tanpınar’ın Türküsü: Tanpınar’dan Anadolu’nun Yazılmamış Romanlarına” (Nurettin Albayrak), “Tersine Çevrilmiş Bir Teoloji: Ahmet Hamdi Tanpınar Yazıları” (Ahmet Sarı), “Hasret ve Azap: Tanpınar’da Şehir ve Kadın” (Mehmet Kurtoğlu), “Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir” (Alberto Manguel), “Tanpınar’ın Başyapıtı Türk Modernizminin Zirvesi: Huzur” (Beatrix Caner).

Sanıyorum ki bir yazıyla daha devam edeceğiz…

***

İlkbahar ilk gazelini İstanbul’a okur okumaz edebiyatseverler de yüzlerini yeniden Ahmet Hamdi Tanpınar’a dönüverirler. Kim bilir kaçıncı dönüştür bu. “Bir gün bana dönecekler” kaidesi yine gülümser kitaplık raflarından. Erguvanları ve laleleri seyre giderken, yakmayan güneşin ve üşütmeyen havanın tadı çıkarılırken, Aşiyan’dan Tarihi Yarımada’ya doğru bir istikamet çizilirken, Tanpınar şehrin rehberi oluverir. Ona başvuran, yorgunluk biter yol bitmez der, devam eder. Mücevherlerin Sırrı’nda şöyle yazmıştır: “İnsanoğlu yorgunluktan çekinmez; ufuksuz olmaktan harap olur. Menzili bildikten sonra yürümek daima kolaydır."

Tanpınar’a ve eserlerine dair yazılanlar hakkında bir yolculuktu bu. Üçüncü ve son istasyonundayız ancak şüphe yok ki bu yazılar ortaya çıkarken de yeni Tanpınar kitapları hazırlanıyor birileri tarafından. Birileri derken, bu büyük yazarın ressamından mimarına, psikoloğundan şairine kadar pek çok çevre için yeni keşiflere, yeni ürünlere vesile olduğuna işaret etmek istedim aslında. Mesela bu küçük yazıya başladığım günlerde Halûk Sunat’tan Boşluğa Açılan Kapı adıyla yeni bir Tanpınar kuyusu açıldı. Alt başlığı şöyle: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yapıtlarına Psikanalitik Duyarlıklı Bir Bakış. “Elinizdeki kitap, ‘yaratma edimi’ni anlamak üçıktığım zere yolculuğun Tanpınar durağı. Bir yandan ‘yapısal kuruluş’uyla kendisini (‘kendilik kuruluşu’nu), diğer yandan, o yapısallığın yaratma edimine nasıl izler düşürdüğünü anlamaya çalışıyorum.” diyor Sunat. Sadece görüneni kadarıyla bile çetin ceviz bir çalışma olduğu söylenebilir.

Geçmişten bugüne çok şey söyleyen, gelecekte de mutlaka insanların dönüp dönüp okumaya, anlamaya çalışacağı Ahmet Hamdi Tanpınar, bu vasfıyla zaman zaman kendini açan, zaman zaman da kapatan bir sır. Hem kendisinin arka bahçesi hem de yaşadığı coğrafyanın arka sokakları için kazı çalışması yapmayı sevenlere; dev bir takım çantasıdır Tanpınar. Bu takım çantasının diplerinde musiki, resim, heykel ve mimari de yer alır. Böylece kazı çalışması dünyanın farklı seslerini, sözlerini, bakışlarını da bir araya getirebilir. İşte birçok araştırmacı da bu zenginlikten yararlanıp ortaya zihin açıcı eserler koymuş. Folklor araştırmacısı Prof. Hayrettin Rayman’ın Marcel Proust ile Tanpınar’ı zaman bağlamında değerlendirdiği eseri dikkate değer. Bu tip karşılaştırmalı çalışmalardan biri de Elmas Şahin’e aitti; Zamana Vuran Dalgalar: Virginia Woolf ve Ahmet Hamdi Tanpınar. Yunus Alıcı editörlüğünde Paradigma Akademi Yayınları’ndan çıkan Bugünün Aynasında Bir Sır kitabı ise İnci Enginün, Abdullah Uçman, Ahmet Sarı, İbrahim Şahin, Mehmet Samsakçı gibi Tanpınar üzerine çalışmalar yapmış pek çok akademisyeni, yazarı bir araya getiriyor. Tanpınar’ın memleketimizi ve milletimizi açıklayan tarafları keşfedilmekle bitmiyor. Böylece okur için de Tanpınar’a mahsus bir kitaplık oluşturmak ya da sadece ona özel birkaç raf ayırma ihtiyacı ortaya çıkıyor. Buna zevk ü sefa desek de yeridir.

Yazıyı ve seriyi -şimdilik- bitirirken, Necmettin Turinay’ın Üç İsim Dört Mevsim kitabını da anmak isterim. Tanpınar faslından hemen sonra Mehmet Kaplan ve Orhan Okay faslını açması gerekiyor okurların. Türk edebiyatının bu üç büyük isminin birbirleriyle ilişkileri, meraklılara çok tadında bir belgesel izlettiriyor. Tanpınar aramızda gezinmeye devam ediyor…

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Litros Sanat'ta üç parça hâlinde yayınlanmıştır.

3 Ocak 2025 Cuma

Ahmet Rasim, Yavuz Selim gölgeli topraklarda

Suriye toprakları bir asır önce pasaport gerektirmeden gidilen vatan topraklarından biriydi. Dımaşk, Şam bölgesinin en önemli şehri konumundaydı. Peygamber efendimizin ticaret için bu bölgeye geldiğini bilmekteyiz. Hatta 12 yaşında amcası Ebu Talip ile bu bölgeye gelirken, Busra’da âlim ve münzevî bir râhip olan Bahira’nın peygamberlik mührünü gördüğünü siyer kitapları aktarmaktadır. Tasavvuf tarihine baktığımız zaman ise başta İbn Arabî olmak üzere birçok ulunun yolunun geçtiği mülk olarak, müstesnâ bir yerde durmaktadır. Tarihi olarak ise 1079 yılında Alparslan’ın oğlu Tutuş tarafından Suriye Selçukluları kurulmuştur. Ve Türkiye Selçuklu ile olan rekabeti şiddetli bir haldedir. Halep yakınlarında olan savaşta Kutalmışoğlu Süleymanşah atlar tarafından çiğnenerek vefat etmiş, naaşı Aynü’l Selem'e defin edilmiştir. Hani şu Suriye iç savaşında yer değiştirip duran Türbe var ya, ona aittir. Ne mukadderattır ki Osmanlı’nın son sultanın da mezarı Suriye’dedir. Ve Kudüs Fâtihi Selahaddin Eyyubî’nin de ebedî istirahatgâhı Şam’dadır. Bu türbenin içinde ilk hava şehitlerimiz Fethi Bey, Sadık Bey ve Nuri Bey de yatmaktadırlar. Hemen yakınında Hz. Hüseyin’in makamı olan Emevî cami bulunur. Ezan Sultanı Bilal Habeş de burada meftundur. Saymakla bitmeyecek ulular bölgesi olan Suriye, hep ilgi odağı olmuş dikkatleri celb-i nazar eylemiştir. Bu topraklar, bugünkü sınırlardan oluşmuyordu. Lübnan’ı da kapsayan daha geniş bir alan idi.

Kadim yerleşim sahası, yazarların, düşünürlerin, aksiyonerlerin, bir şekilde ziyaretgâhlarından olmuştur. Burasıyla ilgili izlenimleri, kâğıda dökülmüş, okurlara ulaşmıştır. Evliyâ Çelebi başta olmak üzere, her biri kendi sahasında uzman Osmanlı Aydınları; Cemal Paşa, Mithat Paşa, Yusuf Akçura, Cenap Şehabettin, Emir Şekip Aslan ve Ahmet Rasim, ilk akla gelen isimlerdir. Suriye üstüne yazılan mektuplar, havâdisler Beyrut’u da içine almaktaydı. İstanbul’dan başlayan gemi yolculuğunun limanlarından, birisi Çanakkale, biri İzmir, biri Beyrut’tur. Oradan da bugün işgal altında, soykırıma uğrayan Filistin toprağı Yafa’da gemiler demir atmaktadırlar. İkinci yol ise Hicaz Demiryolu ile olan seyahatlerdir. Şam’a varan yolcular, buradan ikinci ayağı olan Medine’ye devam ederler. Hayfa ve Akka’ya varıp Filistin topraklarına ayak basarlar. Diğeri ise meşakkatli olan atlı arabalı yayan yoludur.

Ahmet Rasim tam üç kez bu topraklara seyahat etmiştir. İlki, Alman İmparatoru II.Wilhelm 1898 yılındaki Kudüs ziyareti sırasındadır. İkincisi, 1904 yılında Şam Maan demiryolunu hattının açılışını takip etmekle vazifelendirilmiştir. Üçüncüsü ise Birinci Dünya savaşında, Kanal Seferinde savaş muharrirliği yaptığı dönemdir. Bölgeyle ilgili görüşleri; Servet, Tasfir-i Efkar, İkdâm, Sabah, Resimli Perşembe, Donanma Mecmuası'nda tefrika edilmiştir. Bu yazılar aynı zamanda “Muharrir Bu Ya” adlı eserinde de yayınlanmıştır. Yasin Beyaz 2020 yılında bu konuyla ilgili akademik yazı hazırlamıştır, daha sonra Pınar Yayınları'ndan bu gezilerle ilgili olarak Suriye ve Filistin Seyahati isimli kitabı neşredilmiştir. Donanma, Tasfir-i Efkâr, Servet, Resimli Perşembe Mecmuası'nda yayınlanan mektup, telgraf, hâtıratlardan müteşekkil, dört bölümden oluşan neşriyattın muhtevası şöyledir.

Birinci bölüm, Hususi Telgraflar, ikinci bölüm, Mektuplar, Üçüncü Bölüm, Hatıralar, Dördüncü Bölüm, Suriye ve Filistin Seyahati Diyar-Yusuf’a Doğru son olarak Ekler'den oluşmaktadır.

Sadeleştirmeye gidilmemiş, Ahmet Rasim’in kelimelerine sâdık kalınmıştır, bu sebeple yer yer yeni yüzyıl okuru zorlanmaktadır. Lâkin bu tür eserlerin olduğu gibi kalması, onun ruhunu doğru yansıtacağından ve kelimelerinin hükmünün ihtivasını sağlamlaştırdığından, pek yerinde olmuştur. Ahmet Rasim’in bir dil cambazı olduğunu da ancak böyle anlayabilirdik. Hâtırat ve mektuplarında öyle tanımlamalar yapmıştır ki bir deftere not edip, yeri geldiğinde kullanmak pekâlâ olacaktır. Bunlardan birkaç örnek verecek olursak,

Fakat amâk-ı ruhuma gizlenmiş olan sedalarınız da benimle beraber, benimle hem-âvaz, benimle hem-dem.

Hergün bir yâr-ı cân görmekle sevinen nigah-meserret yine perde-dâr-ı gam olmuş, cihana bakmıyor.

Bilindiği gibi Ahmet Rasim, yazılarını mizahi dil ve hicivin, ve dahi ciddiyetin en üst mertebesinde kaleme alır. Lâubâli değildir, insanı gam içine de sokmaz. Hüseyin Rahmi Gürpınar ile birlikte Boş Boğaz diye bir mizah dergisi de çıkartmıştır. Çok iyi bir gözlemcidir. Kuvvetli bir hafızaya sâhiptir ve bu onun yazıları için bulunmaz Hint kumaşıdır. Şehir Mektupları tam bir müşâhede mahsulüdür. “Şehir Mektupçusu” unvanını, ansiklopedist zihniyle, kaleminin hakkıyla almıştır. Üç kez gittiği Suriye ve Filistin için yazdığı, mektup ve hâtıralarında izini görmekteyiz. Aynı zamanda tarihçidir de, zaten kendisi de bu yönünü vurgulamaktan kaçınmaz. Kitabın eklerinde yer alan, Yavuz Sultan Selim ile ilgili, Donanma dergisine yazdığı makāle bunun ispatıdır.

Husûsî telgraflar, Alman İmparator’unu takip ederken çektirdiklerinden oluşuyor. İlk telgraf Çanakkale’den gönderilmiş, ikincisi ise Yafa’dan İstanbul’a ulaşmış. Geri kalanlar Kudüs ve Beyrut’tan oluşuyor. Bunlardan anlaşılıyor ki Alman imparator, coşkuyla karşılanmış, ihtimamla ağırlanmıştır.

ve haklarında icra edilen merasim-i mutantanadan pek memnun kalmışlardır.

İkinci bölüm Servet’e gönderdiği beş mektuptan oluşuyor, Çanakkale Boğazına kadar olan bölümü okuyoruz. Mektuplar bize gemi içindeki ziyafet, Almanlarla olan ittifakının; sözlere yüksek seviyede yansıması, birbirinin kardeşi ilan edilmesine kadar götürüldüğünü gösteriyor. Ama asıl bu mektuplar bir edebiyat mahsulü, bir gönül asudesinin edası, cilvesiyle ruhları perişan ediyor. Kalemi alıp tek tek yazmak geliyor insanın içinden, ben neden yazamam ki diye hayıflanılıyor. Ay ışığını anlatırken sanıyorsunuz ki bir sevdalı gönlün içindesiniz ve size sevgiliniz sesleniyor. Aman yarabbi bu nasıl bir teşnedir, bu nasıl kalem güzelliğidir.

Üçüncü bölümde bu yolcukların biraz önce yazılan kelimelerin tasarrufunda değil de bin bir meşakkatli yollardan geçtiğini anlıyoruz. Palan pandaras bindirilen gemide, farelerin cirit attığı bir odaya tıkılıp kalmasına mı, günlerce duş alamaması mı, yoksa temînatı verilen parasını alamayışı mı, devlet kademesinin baskısı mı ? Nice kederli durumla karşı karşıya kalıyor ama o yine de vazîfesinden bir kez bile vazgeçmiyor. Suriye illerinde, matbaacı Baba Tahir’in sebebiyet verdiği durum yüzünden, per perişan Veysel Karani olup çıkıyor.

Süveysi geçmeden şapa oturdum zannettim. Artık ben Suriye illerinde Veysel Karani idim.

Dördüncü bölüm Birinci Cihan Harbinde, Mısıra doğru giderken kaleme aldıklarından oluşuyor. Ahmet Rasim’in nasıl vatanperver olduğunu, içkiye olan zaafını bir kenara bıraktığımızda nasıl inançlı bir yürek sâhibi görüyoruz. Türk Cihan Hâkimiyeti efkûresine gönülden bağlanmış, bu topraklar için atan koca bir yürekle karşımıza çıkıyor. Ismarlamadır diyenler var olacak ise, onlar; kelimelerin içinde dolaşan asil ruhu icrâ edemeyenlerdir. O,bir oğlunu Balkan savaşlarında şehit veren, diğer oğlu Millî Mücadelede canhıraş savaşan, bir babanın kalemidir. Gençlere seslendiği yer, defalarca okullarda okutulmalı, duvarlara asılmalıdır. Fatih-i Mısır Yavuz Sultan Selim Han’a olan muhabbeti ise arşa çıkıyor onu kucaklıyor. O Kudretli Yavuzun dizeleriyle ekler kısmı başlıyor,

Hemişe a’da-yı din u devlet maghur
Ve evliya-yı izzetu şevket mesrur
A’lam-ı İslam ila yevmü’n-nüşur
Menşur ola amin ya mu’in


Ruh-ı kudsî fütuhunu şâd edecek olan şu gaza-yı hazır esnasında bu duayı şerifi an-samimü’l kalb tilâvet eylemeyecek bir ferd-i müslim tasavvur olunamaz.

Evet, bu kadim toprakları görmek için çileli yolları göze alıp çıkan Ahmet Rasim, Yavuz Sultan Selim’in ayak izini, kudretinin gücünü gösteren topraklarda; gördüklerini, bildiklerini, yazıp çizmiştir. Şam, Kudüs, Mısır demek, bizim için biraz da Yavuz Sultan Selim demektir. Hasan Can, Zenbilli Ali Efendi’nin irfan kokularıyla, orada yatan ulular bir olup, güldestesine dönüşmüştür. Hamiyetli herkes, onları orada tek vücut görmüştür. “Sen bizi kiminle sanırdın” diyen Yavuz’un sesi hâlâ dağların yamaçlarında duyulmaktadır.

Ama zaman akıbetini bozmamış ve gül bahçesini, Selim’in kudretinden mahrum bırakmıştır. Bülbüller, gül yüzlülerin şevkiyle nuş ederken, bir fırtınayla birlikte, kavuşmalar, muhabbetler yarım kalmıştır. Dört bir yanı19.yy ve 20yy’da hasret sarmıştır.. Bu toprakların kara kitabın sayfalarına ağıt olup notaya düşmüştür. Tıpkı Balkanları terk ederken, Türkün söylediği;

Aysız gecelerde kumrular ağlar içimde,
Öleceğiz doğduğumuz toprakta
Memleket sevdana yürek gerek


Türküsü gibi ağıtlar yakılarak, ceddin şehit düştüğü topraklara bırakılmış. Bir gün yeniden hür olana kadar... Yavuz'un türbesinden; kavuşmalar mahşere kalmadan, tamamlanması niyazıyla ayrılık çeşmesinden içip, İstanbul’dan Şama Kudüs’e Medine’ye her sabah turnalarla selam yollanmış.

Elbet bir gün…

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis