3 Ocak 2024 Çarşamba

Aşkın uzun hikâyesi

Fuzûli'den Şeyh Galib'e Aşkın Uzun Hikâyesi, Necmettin Turinay’ın hazırladığı inceleme. Turinay, eserlere şiir yönünden yaklaşmıyor, Fuzûli’nin ve Şeyh Galib’in hikâyeci yönünü ele alıyor, eserleri hikâye penceresinden okuyor ve yorumluyor.

Turinay meseleye en baştan giriş yapıyor. Şifahi anlatı geleneğini inceleyerek girizgah yaparak, geçmişten bugüne hikayeci kişiliği adım adım tarif ediyor. Meddahlardan, o söz ustalarından nasıl bir hikayeci vasfına sahip olduklarının ayrıntılı anlatımıyla açıyor perdeyi.

Meddahlar insanlara var olan bir hikayeyi anlatırdı. Ama onları böylesine önemli kılan husus, hikayeyi kendilerine özgü bir tarzda sunmayı başarmalarıydı. Onlar hikayeyi sadece onlara has bir bakış açısıyla dile getirirlerdi. Böylece her meddah aynı zamanda sözü bir şekilde özgün bir yazar olurdu. Yazar kavramını bilerek kullanıyorum. Onların basılı bir kitabı yoktu ama anlattıklarının sahibi onlardı.

Dolayısıyla gelenek form değiştirirken birebir değişim meydana gelmedi. Yazılı eserler verilirken dahi yazar sahneyi/kitabı bir anlatıcıya devretti. Öyle ki yazar aynı zamanda dinleyici oldu. Mesnevilerde anlatıcı ile müellif arasındaki fark her zaman göze çarpmıştır. İnşa edilme aşamasında olduğu için anlatıcı, bugünkü eserlere nazaran daha ön planda kalmıştı. Anlatıcının, yazarı veya okuyucuyu dinleyici olmak pozisyonundan çıkarması biraz daha zaman alacaktı.

Turinay, Tanpınar’ın romanın bizde olmadığı, Batı’dan alındığı görüşüne değiniyor sonrasında. Tanpınar’a göre Batı’da günah çıkarma vardı, Cemil Meriç’e göre roman itiraftı, bizde bu kültürler olmadığı için bizde romanın ortaya çıkışı epey zaman sonra olmuştu. Turinay’a göre bu yorum isabetsiz çünkü romanın kurmaca eser olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca Turinay’a göre klasik müelliflerimizin tahkiyeci özelliği göz ardı edildiği için roman konusunda böyle isabetsiz görüşler çıkmaktadır. Örneğin Fuzuli’nin Leyla vü Mecnun eseri bizde doğrudan ve sadece şiir olarak ele alınmış veyahut da tasavvufi eser mahiyetinde incelenmiş, onun hikâye kısmı görülmemiştir. Zaten Necmettin Turinay’ın eserinde asıl ele aldığı yön de burası işte. O Leyla vü Mecnun’a da Hüsn ü Aşk’a da tahkiye açısından yaklaşarak bizlere yeni bir pencere sunuyor.

Dönemin tasavvufi ortamının, eserlerin tasavvufi mahiyetinin olması, içinde tasavvufa götürebilecek cümlelerin olduğu her esere tasavvufi eser gözüyle bakmayı gerektirmez. Örneğin, Fuzuli’nin tasavvuf ile doğrudan bir bağı yoktur. O hiçbir tarikata intisap etmemiştir ancak onun eserine tasavvufi eser denilerek geçilebilmektedir. Aynı şekilde şiir formunda yazıldığı için salt şiir gözüyle bakılmaktadır. Oysa Leyla vü Mecnun dikkatle okunduğunda onun dönemine göre bir roman mahiyeti taşıdığını, en azından bizde roman yoktu iddiasını çürütebilecek bir metin olduğunu, romanın gelişmesinde başlangıç noktasında yer alabilecek bir eser olduğunu görmemek mümkün değildir.

Turinay’a göre edebi türlerin standartı sabit değildir ve her eseri devrine göre değerlendirmek gerekir. Bir eser için kendi devrinin romanı demenin yanlış bir tarafı yoktur. Esasında esere roman veya mesnevi demek önemli değildir ancak eser doğru bir şekilde ele alınabilirse.

Kısaca değinmek gerekirse Fuzuli’nin Leyla vü Mecnun’una kadar yazılan mesneviler bir maksadı anlatmak için yazılır ve bütünlük içermez. Klasik formdadır, hepsi aynı kalıptadır. Fuzuli ise kendine has bir muhteva kurmuştur, hikayeye yeni şekil vermiştir. Mesnevi yazarları, mesnevi yazarken mesnevinin formuna sadık kalmıştır. Örneğin, mesnevi arasında gazel serpiştirmek gereklidir ve her mesnevi yazarı da gazel serpiştirmiştir. Veya bütünlük yoktur, farklı meclislerde edilen sohbetlerin toplanması gibidir eser. Fuzuli ise bir bütünlük içinde yazmıştır. O başından sonuna kendine has diliyle bir hikaye anlatmıştır. Öyle ki şiir formunda yazılması önemli değildir çünkü eser sanki hem bir şairin hem de bir romancının elinden çıkmış gibidir. Şiirin içinde bir anlatıcı saklıdır. O bize bir roman sunmaktadır. Hem de dilin en yetkin haliyle!

Bizim çok kısaca ve hakkını veremeyerek dile getirdiğimiz husus, Turinay’ın eserinde ustalıkla ele alınıyor. Yazar tek bir boşluk dahi bırakmıyor. Bizi klasik iki metin üzerinden geçmişe götürürken, bugünkü edebiyatımıza zihnimizi daha dolu ve yeni bakış açılarıyla bezenmiş halde ulaştırıyor.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Sen hiç ben oldun mu?

“Baktığın benim, gördüğün sensin."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Her insan bilmecedir. Aile, kimsenin çözemediği ama bir kenara da bırakıp gidemediği bulmacaların tek sayfada toplanmış hali gibidir. Herkes herkese çok yakındır. Ama kimse kimseyi çok da tanımaz aslında. Yakınlık körlüğü getirir çünkü. İnsan en çok aşina olduğunu ihmal eder.

Şermin Yaşar'ın ilk romanı Söyleme Bilmesinler'de aslında bir ailenin yirmi dört saatine tanıklık ediyoruz. Alelade bir yirmi dört saat yahut tanıklık değil ama… Yazarın da dediği gibi “Bazen yirmi dört saate gereğinden fazla şey sığıyor.” İnsan içine doğduğu ailenin izlerini taşır yüzünde, gözünde, sesinde. O izler her bir kardeşte farklı tezahür eder. Ama değil mi ki ana baba aynıdır; kopamaz o izlerin getirdiği bağdan. Kaderin cilvesi mi, insanın kendi kendisini tutsak etmesi mi bilinmez, dönüp dolaşıp aynı kuyuya düşmekle, anne babanın yazgısını yeni sürümüyle yaşamakla sınanır. Baş karakterlerimiz Emin, Ethem ve Ekrem paylarına düşen kaderi ve kederi anlatır bize kitapta. Yalnız onlar mı? Aileye gelin gelen eşleri de girer söze. Aile büyüdükçe yumak karışır. Hatta ölüler bile söz alır sırları açığa kavuşturmak için. Zorunlu birlikteliklerin daima karanlık tarafları da vardır. Sırlar, yalanlar, bilmezden gelişler... Her aile ayrı dinamiklere sahiptir muhakkak. Ve her aile, matruşka bebekler gibi içi açıldıkça yeni tanışılan oldukça eski yaralarla yüzleşecektir zamanı geldiğinde.

Öyledir. İnsan anne babasından yalnız huyunu, suyunu, kaşını gözünü almaz miras olarak. İçinde kapanmayan yaralarını, korkularını, söylenmeyen sırları, vicdan azaplarını, boş bakışları da alır. Her aile sıradan görünür dışardan. Her ev dışardan huzurludur. Hayat bir şekilde akıp gitmektedir ve sükûnet her şeyin yolunda olduğuna inandırır ötekileri. Ama öyle kesin yargılarla yürümez hayat. Evin duvarlarına siner içinde olup biten. Önceleri isyana başvurulsa da bir noktadan sonra herkes birbirinin dilini çözer. Her ailenin kendi arasında kullandığı ayrı bir dili de oluşur zamanla. Yahut ortak bir sessizliği… Hoş görmek ayrıdır tahammül ayrı. Aynı çatıyı paylaşmak aile olmaya yeter mi?

Sıradan bir ailenin sıradan fertlerinin hikayesini okuyoruz romanda. Yazarın ilk romanı, ancak karakterler sıradan oldukları kadar iyi de kurgulanmış. Karakterlerin kurgu olduğunu bildiğimiz halde kanlı canlı. Sokakta, otobüste, hastanede her an karşımıza çıkıp bize hikâyenin doğruluğunu teyit edebilecek kadar canlı. Sıradan insanların sıradan dertleri, kırgınlıkları, sevinçleri, kayıpları, boşlukları, sevilmeyişleri, kayboluşları, sözleri ve sükunetlerini anlatırken yanımızdan geçip giden herhangi biri olabilir hissiyatıyla okutuyor kendini roman. Yalın ve bir o kadar da gerçek. Hakikatin insanı inciten, yüzleştiren yönünü de görüyoruz romanda. Her karakterle empati yapmak mümkün. İnsan hakikati satırlardan öğrenemez elbet. Ama okudukları sadra işleyen şeyler olduğunda kendi hakikatine bir adım daha yaklaşmış sayabiliriz. Bilhassa Ethem karakterinin başlarda “ortanca çocuk görünmezliği” zannedilen hikayesi sona doğru evrildiği noktayla, yıkılmadan inşa edilmenin, tamamlanmanın, yüzleşmeden yaraların geçmeyeceğinin kanıtı gibi. Öyle ki yazar dahi kitabı kendisine ithaf etmiş; “Ethem hayali bir karakter. Ancak onu yazarken sıkıntısını, yalnızlığını, el yordamını o kadar derinden hissettim ki, bu kitabı Ethem’e ithaf ediyorum.” Ethem’in şahsında, hissettiği yalnızlığa geçerli bir sebep bulamayan, sıkıntısını ve içsel boşluğunu anlamlandıramamış, aidiyet kuramamış herkesin, Ethem’in hikayesiyle kendi hakikatini sorgulayacağı ve belki de bir anlama kavuşacağını düşünürsek, okur kimliğinden sıyrılıp, eserin ithaf edildiği karakter siz de olabilirsiniz.

Tüm ailenin tek tek içini döktüğü bu roman, çapraz bir sorgu olmadan “Aslında nasıl oldu?” sorusuna cevap arıyor her bir konuşmada. Karakterler konuştukça, aslında herkesin kendi açısından ne kadar haklı ve fedakâr olduğunu da görüyoruz. İletişimin olmadığı tüm ilişkiler yanlış anlaşılmalara ve akabinde hazin sonlara gebedir şüphesiz. Aile gibi bir kurumdaki iletişimsizliğin, kopukluğun nelere haiz olabileceğini gayet “bizden” ve “içimizden” bir üslupla anlatan yazar, o iç döküşleri bir cesaret anına çevirmeyi, her şeyin düzelmesi için olan düzenin yıkılması gerektiğini, yüzleşmenin başta acı verse de yaradaki cerahati akıtıp nasıl rahatlattığını içtenlikle aktarıyor okuyucuya. Ve sorguluyor;

Evlenip aynı çatı altında yaşıyorlar diye karı koca olur mu insanlar? Aynı ana babadan oldular diye birbirlerine sahiden kardeş olur mu çocuklar? Yıllar kalbini dağlasa da içlerinde o kor söner mi aşıkların? Her şeyi aşikâr olanların sakladıkları sırlar daha mı çoktur?

Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

2 Ocak 2024 Salı

Bir tarikat silsilesine giren tek sultan: III. Murad

Tarihin kimi zaman aydınlık kimi zaman karanlık mevzilerinde gezinirken karşımıza en az çıkan saha maneviyattır. Modern tarihçilik anlayışında askeri, siyasi ve iktisadi kapılar esastır. Bu kapılardan girilir, genel bir fotoğraf çekilir ve sunulur. Oysa tarih boyunca tüm askeri, siyasi ve iktisadi faaliyetlerinde arkasında din ve maneviyat gibi önemli çıkış noktaları bulunur. Bunu görebilmek için de birçok farklı kapıdan bakabilme cesaretiyle birlikte araştırmacısından meraklı okuruna kadar herkesin ufkunu genişletecek bir üslup, tavır lazımdır.

Saz ve Söz Meclisi, Benim Adım Dertli Dolap, Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi ve diğer pek çok çalışmasında; farklı disiplinleri cem eden bir tarih anlayışının yanı sıra Türk tarihinin her yanına kök salmış tasavvuf damarlarını da bizlere gösteren Türkan Alvan, bu kez yıllara serpilmiş gayretlerinin bir sonucu olarak III. Murad’ı hiç bilmediğimiz, görmediğimiz özellikleriyle anlatıyor. İz Yayıncılık etiketiyle 2021 yılında neşredilen Sultan Murad-ı Sâlis’in Dünyası: Mektupları ve Rüyaları Işığında Bir Derviş Padişah, yalnızca entelektüel bir biyografi örneği değil. Kendi varlık nedenini merak etmiş, bunun peşinden gitmiş ve marifet deryasından süzdükleri neticesinde tacından tahtından vazgeçebilecek hâllerin içinde derinleşmiş bir sufi-padişahın ömür defteri. Elbette bunun dışında Sultan III. Murad devrinin panoraması ile Osmanlı siyaset düşüncesine tasavvufun etkisi gibi son derece lezzetli konular da eserin önemli bir alanını oluşturuyor.

Kanunî Sultan Süleyman’ın torunu ve II. Selim’in mahdumu olarak 1574 ile 1595 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun padişahı, İslâm ümmetinin halifesi olan III. Murad’ın hayatında belirli aralıklarla mizaç çalkantıları görebiliyoruz. Bu çalkantıların içinde padişahın kendi varoluş nedenini keşfetme ve manevi cevherini açığa çıkarma gibi nedenlerin olduğu ise apaçık. Zira yaşadığı özel durumların neticesinde ilhamdan, müşahededen ve rüyalardan bolca nasipleniyor. Nasiplendiği bu alanlardan zaman zaman şüpheye düşebiliyor: “Asıl şüphem ilhâmdadur. Bugün -Azametim hakkı için kendi hazretim hazretime nasıl sevgiliyse sen de bana böyle sevgilisin, belki daha fazla, diye ilham geldi. Benim saadetim, böyle ilham gelen kişinin dünya ve ahireti parmağındaki yüzük gibi oynatır. Oysa ben kendi ricamı kendime bile geçiremiyorum, nerde kaldı başkaları sözümü dinlesin.

III. Murad tüm bu çalkantılarına ve düşe-kalka süren hâllerine tasavvufla çare aramış ve devrin meşayıhıyla önemli ilişkiler kurmuş. Türkan Alvan’ın çalışmasında sunduğu mektuplardan görüyoruz ki çevresindeki insanlar onun yaşadığı ve samimiyetle ifade ettiği hâlleri suistimal etmiş. Klasik bir mürşit-mürit ilişkisinden daha farklı bir ilişkiyle yol yürüyen III. Murad’ın ilk mürşidi Şeyh Şücâ, padişahın devrindeki pek çok olaya doğrudan müdahil olmuş. Dolayısıyla III. Murad için ‘yol yürümek’ pek de kolay olmamış. Onun manevi yönünü geliştiren ve psikolojisini tamir eden şahsiyetlerin başında Aziz Mahmud Hüdâyî geliyor. Sultanlara sultanlık etmiş bu büyük celvetî şeyhi, tatlı dille ve gerçekçi nasihatlerle padişahın ayaklarını yere daha sağlam basmasını sağlamış.

Kitabın sayfaları arasında gezinirken, geçmişten bu yana mutasavvıfların dikkat çektiği en hassas konulardan biri karşımıza çıkıyor: saltanat-ı dünyeviyye ile saltanat-ı maneviyyenin bir şahısta toplanması meselesi. III. Murad’ın hem padişahlık makamıyla hem de tasavvufla olan ilişkisine baktığımızda bu dünya işleriyle maneviyat işlerinin cem olmasının imkansızlığını görüyoruz. Prof. Abdülkadir Özcan’ın yorumuyla “yanlış zamanda ve konumda bulunmuş bir sultan” olan III. Murad, bilhassa Sokullu Mehmed Paşa’nın öldürülmesinden sonra kaht-ı ricâlin yaşandığı bir dönemle baş başa kalır. Burada Abdülkadir Özcan önemli bir soruyu da gündeme taşıyor: “[O dönemde] acaba dedesi Sultan Süleyman bulunsaydı ne yapabilirdi? Biraz da onun ve oğlu Selim’in bazı yanlış politikalarının kurbanı olan bir padişah tipi olan Sultan III. Murad’ın tasavvufa sarılışı, dünya meşgalelerinden kaçış gibi de algılanamaz mı?

Makul bir zemine yanaşabilmek için şimdi bu sorunun yanına hemen Türkan Alvan’ın mektuplar arasından çıkardığı padişaha ait şu cümleleri yaklaştırmak zorundayız: “Saadetim, bana dünya zevki gerekmez. Hemân Rabbim beni hoş tutsun, benden ayrı olmasın. Duadan unutmayasınız… Allahu tealaya sığındım. Ümmet-i Muhammed’i Allahu teala hazretine ısmarladım… Âh, bir yol bulsam başım alıp çıkıp gitsem kimse beni aramasa! Âlemin kahrı ve şerîrlikden halâs olup huzurumda olsam!

Hem tarihle hem de tasavvufla ilgilenen okurlar için şu zamanın büyük nimeti olan kitapta Türkan Alvan bazı önemli soruların izini sürüyor. Bunlardan biri: Padişahtan mürid olur mu? Alvan, seyr ü sülük gören müridin dünyaya dair her şeyi terk etmesinin gerekliliğini hatırlatarak, dünyevî iktidarın zirvesi olan saltanatın manevî mertebe katetmeye engel olduğunu anlatıyor: “Büyük mutasavvıflardan Belh Sultanının şehzâdesi İbrahim bin Edhem ve Kaygusuz Abdal saltanatın dervişliğe engel olduğunu gösteren örneklerdir. İbrahim bin Edhem ancak tâcını, tahtını terk ettikten sonra Üveysîlik silsilesinde Veysel Karanî’den sonraki pîr mertebesine erişmiştir. Alaiye sancak beyinin oğlu Alaaddin-i Gaybî de saltanat yolunu terk edip Abdal Musa’ya intisap ettikten sonra Kaygusuz Abdal olmuştur.

Fatih Sultan Mehmed ile Akşemseddin, Sultan I. Ahmed ile Aziz Mahmud Hüdâyî, Sultan II. Bayezid ile Muhyiddin Yavsî ve Şeyh Cemal-i Halvetî, Kanunî Sultan Süleyman ile Halvetî şeyhi Nûreddinzâde, Şeyh Üftâde ve Pîr İbrahim-i Gülşenî, Sultan IV. Mehmed ile Vanî Mehmed Efendi ve Karabaş-ı Velî, Sultan V. Mehmed Reşad ile Şeyh Ahmed Hüsameddin-i Dağıstanî arasındaki yakın ilişkiler pek çok kaynağa göre bir intisaba varmamıştır. Zira padişahların hilafet makamında adaletle bulunması, avam halkın zikrinden daha hayırlıdır. Geçmişte şeyh efendiler padişahlara teberrüken tac ve hırka giydirdilerse de bu ancak onların gönüllerini yapmak içindir. Öte yandan şeyh efendiler padişahlara manevî koruma için zikirler de tavsiye etmişlerdir. Türkan Alvan’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, “her padişahın bir tarikata intisabına delilsiz itimat edilemez”. Peki bu durumda III. Murad ile Şeyh Şücâ arasındaki ilişki nasıl görülmeli, yorumlanmalı? Alvan şöyle izah ediyor: “Çalışmamıza başlarken Şeyh Şücâ’nın kaynaklarda hünkâr şeyhi olarak tanınasından hareketle Sultan III. Murad ile Şeyh Şücâ arasında gerçek bir mürid-mürşid ilişkisi olduğunu düşünmemiştik. Ancak diğer padişahlardan farklı olarak Sultan III. Murad, hünkâr şeyhinin manevî himayesiyle yetinmemiştir. Sultan III. Murad kendisine biat etmek istediğinde Şeyh Şücâ sultanların irâdesini bir mürşide teslim etmelerinin neredeyse imkânsız olduğu kanaatiyle ‘Sultanların irşâdı gayet müşkildir’ diye reddetmiştir. Ancak Şeyh Şücâ’nın rüyasına giren Pîr’i Şâbân-ı Velî ‘Oğlum, Sultan III. Murad diğer sultanlara benzemez, git onu irşâd et!’ emrini vermiştir. Bu bilgi yukarıda anlattığımız padişahların sıradan insanlar gibi derviş olamayacağı bilgisini doğruluyor. Sultan III. Murad istisnadır, diğer sultanlara benzemez, onun dervişliği müstesnadır. Sultan III. Murad mektuplarında ‘padişahlar, beyler gibi değil, sıradan dervişler gibi’ gerçekten irşâd olmak istediğini sık sık söylemiştir. Ayrıca bir tarikat silsilesine giren tek sultan olan III. Murad, Şeyh Şücâ’nın vefatından sonra da başka şeyhlere intisâb etmiştir.

III. Murad’ın Şeyh Şücâ dışında intisâb ettiği ikinci mürşidi Tatar Şeyh İbrahim Kırımî’dir. Gelibolulu Âli’ye göre ise Şeyh Mehmed Dâğî, sultanın intisâb ettiği ikinci şeyhtir. III. Murad’ın uzaktan veya yakından irtibat kurduğu diğer veliler ise şöyledir: Aziz Mahmud Hüdâyî, Seyyid Nizamoğlu, Şemseddin-i Sivâsî, Hüsâmeddin-i Uşşâkî, Şeyh Memi Can, Nalıncı Hüseyin Dede. Sultan III. Murad’ın dervişlikle ve tasavvufla olan ilgisini daha pürüzsüz biçimde anlayabilmek için kitabın üçüncü bölümü ve sonrası imdadımıza yetişiyor. Türkan Alvan burada, Sultan III. Murad’ın rüya mektuplarını ihtiva eden Kitâbü’l-Menâmât üzerinde ciddi bir kazı çalışması yapıyor. Kitâbü’l-Menâmât’ta bahsedilen mutasavvıflar, dönemin siyasi ve sosyal gelişmeleri, Kitâbü’l-Menâmât’ta övülen kitaplar (Mesnevî, Füsûsü’l-Hikem, Mantıku’t-Tayr gibi) III. Murad’ın mürid-mürşid ilişkisi, seyr ü sülûku, padişahın tasavvufa dair soruları okuması son derece zevkli konu başlıkları. Yine bu bölümde Mustafa Merter hocanın önemli bir yazısı bulunuyor: Sultan III. Murad’ın pato-biyografisine göre nefs psikolojisi. Yazıdan şu fevkalade önemli cümleleri nakletmek isterim: “İlginçtir ki modern psikoloji ve psikiyatri maneviyât ve din ile sorunlu olduğu için bu cihanşümul insanî hâllerin, hususiyetlerin inceliklerini bilmez ve umumiyetle yanlış bir teşhis koyabilir. Bu modern ‘ruh-bilim’ nasıl bir ‘ruh’ bilimse ne üst şuur-dışını, ne kalbi, ne rahmânî hâlleri, ne de her insanda mevcut olan ‘can’ potansiyelini bilir. Umumiyetle cinsellik takıntılıdır, hatta belden üstünü yok sayar. Bu algıyla yetişen bir psikiyatr, bir insanda bu tarz belirtileri görse hastalık olarak kabul ettiğinden o insana ağır ilaçlar verir ve hatta elektro-şok tatbik ederek tedavi etmeye çalışır. Bu ‘tedaviler’ altında o lâtîf hâl ve hislerin ne olabileceğini tahmin edin. Hâlleri muhteşem bir senfoninin, mesela Ravel’in Bolero’su olabilir, lâtîf melodileri gibi hayal edersek icraat esnasında, bir grup sokak çalgıcısının âhenksiz davul zurna çalarak oraya girdiklerini düşünün…

Fakir, rüya ilmine ucundan kıyısından meraklı biri olarak Türkan Alvan hocamın bu çalışmasından fevkalade yararlandım. Özellikle sâlikin eğitiminde mürşide bilgi vermesi ve sâlikin eriştiği manevî derecelerin vaziyetini göstermesi açısından rüyalar son derece önemlidir. Herkesin gördüğü rüyanın aynı biçimde yorumlanmayacağına dair oldukça fazla delil ortaya koyan ve anekdot aktaran Alvan’ın Robert Frager’dan bir dipnotunu paylaşmak isterim: “Halvetî Şeyh Abdurrahman’ın aynı rüyayı gören iki kişiye farklı yorum yapması buna örnektir: Bunlardan ilki rüyasında minarede ezan okuduğunu görmüş. Şeyh Abdurrahman ona ‘Bu yıl hacca gidiyorsun, hazırlan’ demiş. Bir başkası aynı rüyayı anlatmış. Şeyh Abdurrahman bu kez celallenip ‘Çaldığını sahibine iade et, yoksa yakalanacaksın ve sonun çok kötü olacak’ demiş. Tabirin doğruluğuna şaşıran adam da hırsızlığa tevbe etmiş.

Seyr ü sülük içindeki derviş, rüyalarını sadece mürşidine anlatmalıdır. Onun rüyalarını sadece mürşidi yorumlamalıdır. Zira: “Rüyanın sonucu, çoğunlukla rüya sahibinin itikadına göre zuhur eder. Örneğin avam koyun ve deve görmeyi bereket ve hayr-ı harekete hamleder. Sâlikler ise, koyun görmeyi şehvet-i bâtınîyeye, deve görmeyi, kendisinde devenin sıfat-ı gâlibesi olan kin duygusu olmasına yorar. Sonuçta avama koyun; bereket salike ise şehvet makamında zuhur eder. Bu kıyasla her rüya, salike enfüsîdir ve sıfat-ı gâlibe ile tabir edilir. Avamın rüyaları ise âfâkîdir. Âfakta nasıl şöhret bulmuş ve hangi anlama yorulmuşsa ona göre tabir edilir.

Sultan Murad-ı Sâlis’in Dünyası, tarihi, tasavvufu ve psikolojiyi harmanlayan, disiplinler arası bakışın nasıl olması gerektiğini ortaya koyan bir kaynak kitap. Türkan Alvan hocamıza emekleri için can u gönülden teşekkür ediyor; afiyet, bereket, sıhhat içinde bir ömür diliyoruz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İstanbullu sahafların söylediğidir

Kitabı hayatın önemli bir noktasına yerleştiren insanlar için sahaflar önemli mekânlardır. İster normal bir okur olun ister profesör olun bu mekânlar bizler için, yani Tekin Şener’in deyimiyle “yazıyı ve yazgıyı takip edenler” için farklı yeri olan yerlerdir. Tabiî ki büyük şehirlerden bahsediyorum, derin bir âh çekerek. Okuma oranlarımızın yerlerde süründüğü ülkemizde buna paralel kitapçı/sahaf sayımız da yerlerde sürünüyor. Ve ben her sene “şu kadar milyon kitap basıldı, şu kadar satıldı, aslında dünyada ilk bilmem kaçtayız” diyen yayıncı/yazarlarımızı da kale alamıyorum. Çünkü, başka bir yazımda da belirttiğim gibi kültür alanında varoşluğun tam ortasında yaşıyoruz. Çok kitap okunan bir ülkede kitap alıp okuyanlara tırnak içinde aptal gözüyle bakılmaz. Çok okunan bir ülkede kitap elden çıkarılacak ilk nesne gibi görülmez. Bu ancak varoşluğun kültür kabul edildiği ortamlarda olur. (Bir soruya Nedret İşli’nin verdiği cevap bu durumu güzel özetliyor aslında: Ülkemizde mali müzayakalarda, bahar temizliklerinde, evlerde yer açma çabalarında, hane değiştirmelerde, ölüm sonrası tasfiyelerde satılacak emtia olarak akla evvela kitaplar gelir.) Bu ortamlar da kitabın hatta “muhabbetin” eksik olduğu yerlerdir. Şunu düşünüyorum: Nüfusumuza göre oranlarsak, az sayıda ama çok okuyan insanımız var. Zaten yayın dünyası da bu okurların hatırına dönüyor.

Sahaflardan konu nereye geldi. Evet, İstanbul dışında biraz Ankara, Bursa, Konya’yı belki, sahaf/kitapçı konusunda sayabiliriz ama diğer şehirlerimiz maalesef çok yetersiz. Saf sahaftan bahsediyorum. Yoksa dükkân dönsün diye kitabın yanında kırtasiye ürünü de satanlardan bahsetmiyorum. Eski, değerli kitap alan/satan, bu işten anlayan insanlardan yani. Ki bu insanlar İstanbul’da bile azalıyor artık. Babadan hatta dededen gelip oğula devredilen bir iki sahaf biliyorum. Bunun dışındakiler maalesef Sahaflar Kitabı’ndaki sahaflardan sonra ömrünü tamamlayacak. Anladığım kadarıyla ve emin olmamakla birlikte Nedret İşli’nin oğlu devam edecek Turkuaz Sahaf olarak.

Biz, Selçuk Altun’un deyimiyle kitapçokseverler bir kitabı fiziksel olarak sevmenin dışında kitabın akıbetini/geçmişini, manevi değerini de sever ve kitabın izini sürmek isteriz. (Halil Solak’ın Kitap Sevenler Cemiyeti bu minvalde mutlaka okunması gereken eserlerdendir.) Ayrıca kitaplar/sahaflar hakkında yazılan kitapları ve sahafların konuşmasını da isteriz. (Bu açıdan da Turan Türkmenoğlu’nun Sahaflar Çarşısında Görüp İşittiklerim kitabı mutlaka okunmalıdır.) Bu istek ve merak beni İsmail Kara, Fulya İbanoğlu ve Filiz Dığıroğlu’nun hazırladığı ve 2022’de yayımlanan Sahaflar Kitabı: Son İstanbullu Sahaflarla Konuşmalar kitabına götürdü. 2022’de yayımlandı bu kitap ancak bu söyleşilere 2009’da başlanmış ve geniş bir süreye yayılmış. Bu sebeple maalesef söyleşi yapılan iki sahaf kitabı göremeden dünyasını değiştirmiş.

Kitaptaki konuşmalar genelde Kadıköy sahafları veya Kadıköy’le bir şekilde irtibatlı olan sahafların konuşmalarını içeriyor. (Enderun ve Turkuaz Sahaf konuşmaları hariç.) Çünkü Fulya İbanoğlu ve Filiz Dığıroğlu’nun mesaisi daha çok buralarda geçmiş ve sadece buradaki veya Kadıköy irtibatlı sahaflarla olan konuşmalar bile -sadece 8 sahafla konuşulmuş olunmasına rağmen- Dergâh Yayınları’nın büyük boy baskısıyla ortalama 450 sayfayı içeriyor. Kitaptaki isimler ise şöyle: Enderun Sahaf’tan İsmail Özsoy ve İsmail Erünsal, Sahaf Hilmi’den Hilmi Merttürkmen, Müteferrika Sahaf’tan Lütfü Seymen, nam-ı diğer Sakallı Lütfü, Turkuaz Sahaf’tan Emin Nedret İşli, Nigar Sahaf’tan Asuman Bektaş, Babil Sahaf’tan Lütfi Bayer, nam-ı diğer Babil Lütfi ve Bahtiyar Sahaf’tan Bahtiyar İstekli. Bir de her sahafla ilgili, söyleşilerin sonunda bir yazı mevcut. Bunu da o sahafla daha çok mesai harcamış, ünsiyeti olan insanlar yazmış. (Mustafa Kutlu da yazmış mesela.) Bu yazılar da söyleşilerden sonra güzel bir tat veriyor kitaba. Çünkü yormayacak derecede ve uzunlukta bu yazılar.

Kitaplar veya sahaflar hakkında kitap okumak aslında çok güzel bir okuma biçimi olmakla birlikte okurken insanı üzüntülü bir duruma da sokabiliyor. Çünkü o maddi ve manevi değeri yüksek yazma eserlerin, imzalı kitapların, ünlü şahsiyetlerin kütüphanelerinden çıkmış kitapların akıbetini öğrenmek insanda bir burkulma hissi oluşturuyor. Kitaba çok da değer veren bir millet olmadığımız için bizden kaçırılan veya devlet eliyle gönderilen arşivlerin arkasından kitapseverler olarak ancak üzüntüyle bakabiliyoruz. Mesela Muallim Cevdet’in Bulgaristan’a hurda kâğıt olarak sattığımız arşivi, Türkiye’de ilk duyuran kişi olduğunu öğrenip olayın iç yüzünü okuyunca bir sızı oturuyor insanın içine. Ki Cevdet de bunu, arşiv kamyonla götürülürken düşen birkaç parçayı bulmasıyla öğreniyor ve güzel ülkemizin öyle haberi oluyor. Fakat burada bir ikilem doğuyor okur için. Acaba bizde kalıp -zamanında- SEKA’ya gitmesi mi daha iyi olurdu yoksa dış ülkelere gidip en azından dünya üzerinde kalması mı? Elbette insan bir süre sonra “gitsin de kurtulsun” noktasına gelebiliyor. Kitaptaki birçok sahafın düşündüğü gibi.

Kitapta gerçek bir kitapseveri en çok üzen şeylerden biri İsmail Özdoğan’ın kendi söyleşisinde belirttiği ve üniversitelerin hâlini gösteren bir olayla kendini gösteriyor. Önce olayı Özdoğan’dan dinleyelim: “…işte Özege çıktı Eski harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu yaptı. İddiayı görüyor musunuz? Tarih-i Raşid de o katalogda, maydanoz hakkında yazılmış bir eser de orada. Bunların hepsini toparladı kendi kendine, kataloğunu yaptı ve Erzurum Atatürk Üniversitesine hediye etti. Üniversitenin yüz karası olacak bir şey de söyleyeyim size. Özege merhum, kitaplarını hediye ettikten sonra dahi devamlı her hafta kitap alıyor, kitapları paketleyip gönderiyordu. Bir seferinde Seyfettin Bey’e mektup yazdılar, -bu mektubu çok isterdim koleksiyonuma koymayı- Erzurum’dan. ‘Artık kitap koyacak yerimiz yok lütfen bundan sonra kitap gönderme’. Buyurun bakalım.

Celal Şengör Türkiye’de üniversite yok derken haklı mı acaba? Çünkü Şengör bu tespiti yaparken sadece eğitim kalitesini değil kütüphanedeki kitap sayılarını baz alarak da yapıyor. Türkiye’de kütüphanesinde (ona kütüphane denirse) 500 tane kitap olan üniversiteler olduğunu söylüyor Şengör. O kadar kitapla ne bilim yapılır ne de bir verim alınır. İsmail Özdoğan’ın bahsettiği olay da zaten bize utanç olarak yeter.

Bu tür kanayan yaramızla ilgili çok olay var söyleşilerde. Zaten Beyazıt Sahaflar Çarşısı bile son haliyle kanayan yaramız olmaya yeter de artar. Ancak ümitli şeyler de yok değil. Mesela Nedret İşli sahaflığın bitmeyecek bir meslek olduğunu savunuyor ve gelişen teknolojiyle kitapları aslında birbirine karıştırmamamız gerektiğini belirtiyor. Ona göre sahaflık geleceği parlak olan bir meslek: “Sahaflık ölümsüz bir meslektir. Teknolojinin hızla ilerleyişi bu mesleğe bir sekte vurmaz. Kitap her zaman gerekli olan, her zaman var olacak olan bir eğitim/kültür aracıdır. Bunun için sahaflar bilgisayar sistemlerinin, alıp satacakları kitapları gelecekte yok edeceğine inanmamaktadırlar. Belki de ileride elektronik yayınları, bilgileri, CD’leri temin eden elektronik sahaflar oluşacak. Ama dünyada evvelce basılan milyonlarca kitap yok olmadığı sürece sahaflık yaşayacaktır.

Nedret İşli’nin bu söyledikleri bazılarına romantik gelecektir, bazılarına da ümit verecektir. İnşallah diyelim, Nedret İşli haklı çıksın. Kitaptaki söyleşiler amacına uygun olarak gerçekleştirilmiş. Soruyu soran da cevap veren de çok kaçamak davranmamış ve bu durum ortaya hem net hem de hacimli söyleşiler çıkmasına neden olmuş. Sahafların nadir de olsa bazı sorulara cevap vermeme isteği göze çarpıyor ama bu konuda soruyu soranları tebrik etmek gerekir çünkü yeterince zorladıkları görülüyor sahafları. Ancak son tahlilde kimseye zorla bir şey söyletilemez. Bir de soruyu soranın ismi baş harflerle belirtilse ve konuşmaların sonunda konuşmanın yapıldığı tarih belirtilse daha iyi olabilirdi okur açısından.

Biz okurlar için kitap çok değerli bir meta olabilir ama sahaf için son tahlilde ekmeğini kazandığı bir ticaret aracı. Sahafların zaman zaman bazı söylemleri bizim gibi normal okurlara garip gelebilir ama gerçek şu ki kitabı ticari bir araç gibi görmedikleri takdirde bu mesleği yapamazlar. Zaten sahaflık için önemli olan bir kitabı elinde bulundurmak değil, o kitabı görüp daha sonra da satmış olmak. Sonrası koleksiyoner veya okurlara kalıyor.

Kitapta elbette her okurun daha yakın hissettiği veya konuşmanın içeriğine göre daha çok hoşuna gidecek söyleşiler olacaktır. Ben en çok İsmail Özdoğan, Emin Nedret İşli, Lütfi Bayer ve kitaptaki tek kadın sahaf olan Asuman Bektaş’ın konuşmalarını çok sevdim. Özellikle Lütfi Bayer’in konuşmasında diğer konuşmalardan ayrı olarak fikrî bir yön de bulunuyor. Kültür ve eğitim hakkında düşünen biri Bayer ve bunu hemen fark ediyorsunuz.

Son İstanbullu Sahaflarla Konuşmalar gerçek okurları bazen üzecek ama yine de kitaplar hakkında konuşulan bir halkanın içine dâhil edecek okuyucuyu. Bu da her şeye rağmen kitapseverlere büyük bir keyif verecek.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

29 Aralık 2023 Cuma

Âlemlerin, nübüvvetin, velayetin ruhu ve nuru yalnız O

"Kıyamet gününde Allah'ın veli kullarına yazdığı kitabın başlığı 'Ölmeyen hayy olan melikten, ölmeyen hayy olan melike' şeklindedir."
- İsmail Hakkı Bursevî (Rûḥu’l-beyân)

Evliya Çelebi'mizin "Üzerinde nur dolaşan ruhaniyetli bir şehir" dediği Bursa, "buruc-u evliya" diye bilinir, yani evliyalar şehri. O evliyalar içinde velut kalemiyle, zahirdeki ve batındaki aşk dolu mücadelesiyle mümtaz bir yere sahip şahsiyetlerdendir İsmail Hakkı Bursevî.

Zahirdeki mücadeleleri içinde Osmanlı ordusuyla katıldığı savaşlar da vardır, Bursa'da tesis ettiği dergâhına gelen misafirlerin ve taliplerin her türlü müşküllerini çözmek bahsi de vardır. Batındaki mücadeleleri ise bambaşkadır ki ehline malumdur. Yalnız şunu söylemek gerekir ki ilim sevgisiyle nice diyarları gezmiş, Hakk'ın tecelligâhı olan kalbine doğanları kendine saklamayıp halk ile paylaşmış, nihayet unutulmazlardan olmuştur.

Bursevî; tefsir, tasavvuf, hadis, fıkıh ve kelam sahasında pek çok eser kaleme almıştır. Özellikle Rûḥu’l-beyân insanda hayranlık bırakacak bir teferruata, dil zevkine ve ilim derinliğine sahip bir tefsir olmaklığının yanı sıra, insanda "Ne ara ve nasıl yazıldı?" sorularını da akla getirir. Elbette bu soruların da bir cevabı vardır ki yine ehline malumdur. Bursevî'nin tasavvuf sahasında yazdığı Kitâbü’l-Envâr, Rûhu’l-MesnevîTuhfe-i RecebiyyeTuhfe-i Halîliyye, Tuhfe-i BahriyyeRisâle-i Şerh-i Esmâ-i Seb‘aŞerh-i Ebyât-ı Hacı Bayrâm-ı VelîRisâle-i Hüseyniyye, Şerh-i Salavât-ı İbn Meşîş el'an ehl-i tevhidin ve ehl-i tarikin okuduğu, okuttuğu eserler arasındadır. 1725 senesinde alem-i cemâle göçmesine rağmen eserlerinde ve feyzinden verdiği kalplerde yaşamayı sürdüren Bursevî Hazretleri'nin her yıl mutlaka birkaç kitabı yayınevleri tarafından yeniden neşrediliyor yahut kolay bulunamayan eserleri gün yüzüne çıkartılıyor. Elbette bunlar arasında yeni tercümeler de yer alıyor. Mesela Şamil Yayınları tarafından neşredilen Şerhu Şuabi’l-îmân tercümesi fevkalade önemli. Bu yazıda bir nebze incelemeye çalışacağım ve Sufi Kitap tarafından neşredilen Mecîʾü’l-beşîr li-ecli’t-tebşîr tercümesi de öyle. Meraklısı muhakkak kitaplığına ve gönül dünyasına kazandırmalı diyelim ve kitaba geçelim.

Müjdelerle Gelen Elçi (Mecîʾü’l-beşîr li-ecli’t-tebşîr), Fakirullah Yıldız, Ömer Çınar ve Sehle Türkoğlu tarafından ilk kez çevrildi. Sure-i Saff'ın altıncı ayetinin (Hani, Meryem oğlu İsa, 'Ey İsrailoğulları! Şüphesiz ben, Allah’ın size, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberiyim' demişti. Fakat (İsa) onlara apaçık mucizeleri getirince, 'Bu, apaçık bir sihirdir' dediler.") tefsir edildiği kitapta Bursevî Hazretleri'nin bütün tasavvufî neşvesinden nasiplenmek mümkün. Bayramiyye tarikatının Aziz Mahmud Hüdâyî tarafından kurulan bir kolu olan Celvetiyye ekolünü, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye nisbet edilen Ekberiyye geleneğini ve dolayısıyla Vahdet-i Vücud düşüncesini temsil eden Bursevî Hazretleri kitabında söz konusu ayeti tefsir ederken ilm-i ledün deryasından nice dalgaları da taliplerin gönül kıyılarına ulaştırıyor.

Eserin muhtevası her ne kadar Hz. Peygamber'in müjdelenme bahsi üzerine olsa da İsmail Hakkı Bursevî bazı şiirleri nakledip şerh etmesi ve İbnü’l-Arabî'nin tespitlerini yorumlaması noktasında da ne kadar maharetli olduğunu gösteriyor. Bazen de bir açıklamasını şiire bağlıyor. Hemen bir örnek vermek gerekirse: "Dinden kaynaklanan sürur, dünya sürurundan daha yücedir. Çünkü birincisi bakidir. Bundan dolayı ehlullâh batında hüsnühâl üzere daim olur. İkincisi ise fanidir. Bu yüzden dünya ehli daima gam ve sürur arasındadır." dedikten sonra Sa‘dî-i Şîrâzî'nin Bostan'ından şu mısralarını hatırlatıyor: "Cihana gönül bağlama, çünkü bîgânedir. Mutrib/çalgıcı gibi her gün bir hanededir."

Her ehl-i tevhidde olduğu gibi İsmail Hakkı Bursevî de Efendimize hürmetin her şeyin başı olduğunu söylüyor. Tasavvuftan bir nasibi varsa kişinin, buna ancak Efendimize olan sevgisi ve sadakati ile kavuşabileceği tekraren anlaşılıyor. Şu küçük fakat çok değerli misal, Mevlid'in de neden her devirde başımızın tacı olduğunun bir hakikati aynı zamanda: "Fahr-ı Cihân Efendimiz'in gönderilmesine sevinmenin alametlerinden biri de çok asırlardan beri ümmetin salihlerinin ve âlimlerinin yapageldikleri gibi mevlit okumak ve O'nun dünyayı teşrifi anıldığında ayağa kalkmaktır."

Zaman zaman marifet ehlinin özelliklerinden de bahseden Bursevî Hazretleri, 'vaktin oğlu' olma meselesini "Sufi vaktin oğludur denilmiştir. Yani bu ânın oğludur. Şimdiki zaman, sufinin annesidir; sufi de mazi ve müstakbelin değil o annenin oğludur. Çünkü mazi ve müstakbel, zamanın annesinin nispetlerindendir. O annenin bir şeye izafeti ve çocukları, kendisinin belirlenmesiyle belirlenir. 'An, içinde bulunduğu durumdur' ve bazı kâmil kimselerin misak günü hakkındaki 'Biz, şu anda o gündeyiz' sözleri buna delalet eder" şeklinde yorumlarken "Ben de 'Biz de şu anda ahiret günündeyiz' diyorum. Çünkü âriflerin kıyameti daimidir. Onlar katında kıyamet günü sürekli hazırdır." diyerek bir tasavvuf dersi mâhiyetindeki Şemseddin Sivâsî'ye ait meşhur nutk-i şerifin şu dizelerini hatırlatıyor: "Mûtû kable en temûtu sırrını fehm eyleyen / haşr u neşri gördü bunda nefha-i sûr olmadan."

Efendimizin velayet ve nübüvvet sırlarına ilişkin bugüne uzanan ve şüphesiz geleceğe de uzanacak olan hakikatlerini Bursevî Hazretleri pek mahirane dile getiriyor. Okurken insanın çalkalanıp taşmaması mümkün değil. Bu çalkalanıp taşma hiç şüphe yok ki Efendimizin mübarek adları, feyizleri ve şefaatleri sebebiyledir: "Bil ki Nebimiz için velayet ve nübüvvet nuru olan iki nur vardır. Nübüvvet nuru, bu dünyadan intikal ettikten sonra şeriat sûretinde zâhir oldu. Ümmetin âlimleri her asırda kendi zamanlarında Nebi'nin ikame ettiği gibi, hükümleri ve şer'î kanunları ikame eden nebiler gibi oldular. Hazreti Peygamber'in ümmetinden ilmiyle âmil olan her âlim için nübüvvet mertebesinden ve Ahmed ve Muhammed isimlerinden bir pay vardır. Böylelikle sanki Nebi kıyamete kadar bizim aramızda mevcuttur... Nebi'nin velayet nuruna gelince o, gavs-ı azam denilen kutupta zâhir olur. Diğer kutuplarda ve mertebelerine göre diğer ricâlde de böyledir. Onlar her asırda, altı bin yıl süre zarfında gönderilen nebilerin adedincedir. Bu rahmet olunmuş ümmete bir bak! İstidat açısından ne kadar kuvvetli, irşad açısından ne kadar mükemmeldirler."  

Bir seyr u sülûk gördüğü esnada vefat eden kimsenin akıbetine dair Bursevî Hazretleri pek mühim bir tasavvufî hakikati hatırlatıyor. Bu hatırlayış, talipler için bir ferahlık vesilesi olacaksa da aynı zamanda silkinmeye de vesile olmalı: "Ölüp de sülûku nakıs bırakan kimse istidadı miktarınca kemâl ehline ilhak olacaktır. Çünkü o, bu yolda ölmüştür. Şayet bir mani çıkmasaydı elbette hakiki menzile varırdı. Buna Allah Teâlâ'nın şu kavli delalet eder: Kim Allah ve resulü uğrunda hicret ederek yurdundan çıkar da sonra ölüm onu yolda yakalarsa artık onun mükâfatını vermek Allah'a aittir." (Bu ayet için kitabın dipnotunda İsrâ 100 yazılmış, Nisâ 100 olmalıydı.)

İsmail Hakkı Bursevî Kitaplığı'nın bu ilk eserinin hayırlara vesile olmasını diliyorum. Sufi Kitap, meraklılarda böylece büyük bir heyecan uyandırmış oluyor. Yeni Bursevî kitapları için eşikte bekliyoruz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Aralık 2023 Çarşamba

Alman-Yahudi oryantalizminde Kur'an'a bakış

Yahudi ve Hıristiyan din alimleri yüzyıllar boyunca İslam aleyhinde çalışmalar yürütürken Hz. Muhammed’i ve Kuran’ı Kerim’i başat mesele olarak ele almışlardır. Onlar çalışmalarında İslam’ın uydurma bir din olduğunu iddia etmeye çalışmışlar, bunu yaparken de Kuran’ı, Hz. Muhammed’in yazdığı bir kitap olarak doğal olarak da vahye dayalı olmayan bir kitap olarak sunmaya, göstermeye gayret etmişlerdir.

İşte Oryantalizm ve Kuran, Necmettin Salih Ekiz’in titiz, hassas ve muazzam bir araştırması. Yüksek Lisans tezi olduğunu düşününce doğrusu insan Necmettin Salih Ekiz’in doktora çalışmasının ne denli büyüleyici olacağını düşünmeden edemiyor. Ekiz çalışmasında temele Yahudi din alimi Abraham Geiger’i ve onun Yahudi köken iddiasını oturtuyor fakat öncesinde Rasulullah (sav) zamanından itibaren İslam aleyhindeki iddiaları, çalışmaları tek tek önümüze seriyor. Geiger’in çalışmasını ve iddiasını sunduktan sonra onun tüm iddialarına cevap veriyor. Oryantalizm ve Kuran kapsayıcılığı ile muhtemelen bundan sonra asla seviyesinde bir eserin çıkamayacağı kadar orijinal ve yetkin bir çalışma.

Rasulullah’ın (sav) yaşadığı zamanda Yahudilerle ve Hıristiyanlarla arasında birtakım diyalogların geçtiğini biliyoruz. Nitekim Kuran’da da bu diyaloglara değinilir. Aslında Kuran’ın ilahi bir kitap olmadığı iddiası, Kuran’ın iniş döneminde kendini göstermiştir. Sonrasında da çalışmalar hep ivme artırılarak devam ettirilmiştir. Ekiz’in çalışmasında Geiger’i başa koymasının nedeni bu alanda ilk sistemli ve akademik tezin Abraham Geiger’e ait olması. Ayrıca yine Ekiz’den öğreniyoruz ki Geiger çalışmasını ortaya sürerken aslında karşısına aldığı din İslam değil, Hıristiyanlık idi. O İslam ile Yahudiliğin benzerliğini anlatırken Hıristiyanlığın teslis gibi düşünceleri bünyesinde barındırması sebebiyle asıl tehlikeli olan inanaca işaret etmiş oluyordu. İslam, Geiger için tehlike arz etmiyordu çünkü İslam, Hz. Muhammed’in Yahudilikten aldıklarıyla şekillenmişti, dolayısıyla da esas din olan Yahudiliğe yakındı. Hıristiyanlık ise tevhid inancını saptırmıştı.

Geiger’e göre Yahudilikteki güç ve bilgi Hz. Muhammed’i etkilemişti ve Hz. Muhammed, Yahudilerle gerçekleştirdiği sohbetlerden şifahi olarak Yahudiliği öğrenmiş, bazen doğrudan alarak bazen de küçük değişikliklerle Kuran’a eklemiş ve kendine yeni bir din oluşturmuştu. Geiger’in ilk tezi, Kuran’ın özgün ve vahye dayalı bir kitap olmaması olduğu için o bütün düşüncelerini ve iddialarını buna yarayacak şekilde geliştirmişti. Hz. Muhammed şifahi olarak öğrenmişti çünkü Kuran’da kıssalar düzensizdi, tarihi olarak hatalar barındırıyordu, eğer yazılı kaynaklardan öğrenseydi Kuran hatalar barındıran bir eser olmazdı.

Geiger çalışmasında tek tek Hz. Muhammed’in Yahudilikten neleri aldığını yazıyor, anlatıyor. Örneğin Geiger’e göre Tâbût kelimesi Arapça olamaz. Çünkü ona göre Arapça’da “ût” şeklinde hiçbir kelime yoktur. Bu İbranice’ye ait bir özelliktir, dolayısıyla Hz. Muhammed bu kelimeyi İbranice’den almıştır. Yine tevhid inancı da Geiger’e göre kesinlikle Yahudilikten alınmıştır. Delili de Hz. Muhammed’in yaşadığı ve İslam’ı tebliğ ettiği dönemde Yahudilikten başka tevhid inancına sahip bir dinin olmamasıdır. Hıristiyanlıkta da belli bir tevhid inancı vardı elbet ama Geiger’e göre Hıristiyanlık da tevhid inancını Yahudilikten almıştı.

Cennet ve cehennem, insanların organlarının mahşer günü hesap vereceği, Allah’tan başka tapılan şeylerin onlara tapanlarla birlikte azap göreceği gibi inançlar kesinlikle Yahudilikten alınmıştır. Yine Geiger, Yahudi kaynaklarında geçen “Herkes anne ve babasına hürmet etsin, ancak benim Şabat günüm hepinizin üstündedir” ifadesi ile Kuran’da geçen “Biz insana, ana babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme” ayetini karşılaştırmış, benzerlikten dolayı ayetin Yahudi kaynaklarından alındığını iddia etmiştir. Bu örnek önemlidir çünkü Geiger’in tezini temellendirirken nasıl bir düşünce altyapısına, nasıl bir reflekse, nasıl bir yönteme sahip olduğunu en iyi gösteren örnektir.

Dünya sahnesi her zaman tarafların çekişmesine şahit olmuştur. Kişi sadece kendi bulunduğu tarafı bilmekle yetinirse, çekişmede isabetli davranamaz. Onun bir tarafta bulunması, karşı tarafın mahiyeti ile doğrudan alakalıdır. Peygamberimiz (sav) müşrikler sakallarını kestiğinde, kendi sakallarını kesmez ve uzatırdı. Karşı tarafa görünüş olarak dahi benzememeyi telkin ederdi. Bu da en basitinden karşı tarafın gözlenmesinin, tanınmasının önemini gözler önüne sermektedir. Oryantalizm karşı tarafın en güçlü silahlarından birisidir. Çünkü oryantalistler, az önce bahsettiğimiz tanıma rolüne soyunmuş kişilerdir, İslam’ı tanımışlar fakat tanıdıkları gibi sunmamışlar, kendi istedikleri gibi sunmuşlar, böylece mücadeleye farklı bir hamle getirmişlerdir.

Kuran’ın askeri olmak için sadece Kuran’ı bilmek ve tutmak yetmeyecektir. Kuran düşmanlarının Kuran’a yaklaşımlarını ve Kuran’ı nasıl sunmaya çalıştıklarını bilmek, en az Kuran’ı bilmek kadar önemlidir. Savaşta taraflar hamlelerini, birbirlerinin hamlelerine göre belirlerler. Satranç oynamak gibidir. Rakip oyuncunun hamlesini doğru kestiremeyen yanlış hamle yapacaktır ve sonunda da mat olmaktan kurtulamayacaktır.

İşte Necmettin Salih Ekiz, biz Müslümanlara rakip takımın hamlelerini ifşa ederek nasıl hamle yapmamız gerektiğini gösteriyor.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

26 Aralık 2023 Salı

Bilmem bu yol nereye çıkar

“Yürü yürü yürü, yollar senindir…”

Yürümek eyleme geçmektir. Durağanlığı, sıradanlığı bırakıp kendine bir yol çizmek ve adımlarını belli bir ritimde tutmaktır. İstikrardır yürümek. Bir menzile varmak niyeti olsun ya da olmasın hayatı yavaşlatıp, işleri düzene koymaktır. Aklı selim, ruhu dingin kılmaktır.

İnsan yürürken aradığı duyguya yaklaşır. Öfkeliyse sakinleşir, halsizse canlanır, kırgınsa kabullenir. Bu yönüyle ücretsiz bir terapi niteliğindedir her yürüyüş…

Henry David Thoreau'nun Yürümek adlı kitabı, yürüyüşü fiziksel bir eylemden ziyade içsel bir yolculuk ve hatta sanat olarak nitelendiriyor. Birbirini tamamlayan üç denemeden oluşuyor. “Yürümek”, “Bir Kış Yürüyüşü”, “Gece ve Ay Işığı”. İlk denemede bir rota oluşturmadan çıkmayı, iç güdülerin insanı ihtiyacı olan yere götüreceğinden bahsederek konuyu doğa yürüyüşlerine getiriyor. Ve şöyle söylüyor; “…tabiatın bir sahibi yok ve dolayısıyla yürüyüşçü de göreli özgürlüğün tadını çıkarabilir. Ancak muhtemelen, öyle günler gelecek ki doğa, üç beş seçkinin ayrıcalıklı vakit geçirebileceği sözüm ona keyif alanlarına bölünecek; çitler artacak ve insanları umumi yollara hapsedecek başka mekanizmalar geliştirilecek, sonra bir de bakmışız ki Tanrı’nın toprakları üzerinde yürümek beyefendilerin hanelerini işgal etmek anlamına gelmiş. Halbuki bir şeyden münhasıran keyif almak demek, kendini asıl hazdan mahrum bırakmak demektir. O halde kötü günler henüz gelmemişken elimizdeki olanakları değerlendirelim.

Yürüyüş insana farklı perspektifler kazandırması açısından da mühim. Kainatla insan ikiz kardeştir denir. Öyleyse her yürüyüş kendini tanıma yolunda birer eşik diyebiliriz. Yürürken göğe bakarız ve düşüncemiz berraklaşır. Denize bakarız derinleşiriz. Adımlarımız bir ormana vardığında kalbimiz aradığı sükunu bulur. Her nimetin şükrü kendi cinsindendir. Hayata ne gözle bakıyorsak onu gördüğümüz aşikâr. Yürüyüşün sağlığımıza, gözümüze ve gönlümüze hitap ettiğini fark ettiğimiz andan itibaren sanıyorum ki her adım bir şükür mahiyeti kazanır. Aynı zamanda yazarın dediği üzre doğanın tadına da varabiliriz. Modern zaman dilinde “farkındalık” denilen şey aslında burada bahsettiğimiz ve kadim kültürümüzün de bir parçası olan “halk içinde Hakla olma” halidir. Elbette kitap bu minvalde anlatmıyor yürüyüşü, ama okuduklarımız da dahil değil mi hayata nasıl bakıyorsak öyle anlaşılmaya? “Ormana, kırlara ve tahılın büyüyüp serpildiği geceye inanıyorum.” diyor yazar. Bu ifadeyi aslında tüm kitabı özetleyen cümle olarak tanımlayabiliriz. Devamında ekliyor ve içsel bir bakışla bakıldığında neler görülebileceğini şöyle ifade ediyor: “İnsanın tarlası nasıl gübreye muhtaçsa, sağlığı için de kırlar, çayırlar bir ihtiyaçtır. Onu besleyecek güçlü besinler oradadır. Bir kasabayı koruyan, içinde yaşayan erdemli insanlardan ziyade onu çevreleyen ormanlar ve bataklıklardır. Bir kasabanın topraklarının üstünde yabani bir orman dalga dalga salınıp altında başka bir yabani orman çürüyorsa, o topraklarda sadece mısır ve patates değil gelecek çağların şairleri ve filozofları da yetişir.

Kitap yürümeyi sadece anlatmıyor, yaşatıyor da. Yazarla birlikte ormanın derinine giriyor, göl kenarında kuşları dinliyor güneşin doğuşu yahut batışında gözümüzü alan ışık satırlardan gelip bizi yakalıyor. Betimlemeler, insanı “ben yeterince yürüyor muyum?” ya da “yürüdüğümde etrafımdaki güzellikleri böyle görebiliyor muyum?” diye kendini sorgulatacak kadar güzel. Misal vermek gerekirse; “İşte bir tanesi, kuru bir kayın yaprağı demin çakıl taşının birine takılmış, kurtulmaya çalışıyor; her şeye yeniden başlamak ister gibi bir hali var. Bana kalırsa yetenekli bir mühendis bu yaprağın, dalından düştükten sonra izlediği rotayı çizebilmeli. Bu hesaplama için gerekli tüm unsurlar hazır. Mevcut pozisyonu, rüzgârın yönü, göletin su seviyesi ve daha bir sürü şey verilidir. Yara bere içindeki kenarlarında ve damarlarında seyir defteri yazılıdır.” Ya da “Güneş şehirlerde israf ettiği ihtişamını ve ışıltısını yanına alarak, bu kez tek bir evin bile görülmediği, gözlerden ırak bir çayırın üzerinde, belki de daha önce hiç olmadığı kadar güzel batıyordu.” Biz şehirlerde her gün başka bir güzellikle doğan ve batan güneşin farkında bile olmuyoruz çoğu zaman.

Yazar üç denemede de doğayı bir öğretmen tasavvurunda anlatıp, yürümenin o öğretmenden alınabilecek güzelliklerini detaylı ve insanı yürümeye şevklendirecek şekilde anlatıyor. Kış sabahına uyandıran satırlardan, ormanın içinden donmuş nehirlere götüren satırlara, gecenin sessizliğinde yürümenin dinginliğinden, doğanın seslerinden onun dilini anlamaya, muhtelif güzellikleri yürümeyi ihmal etmekle kaybettiğimiz ne varsa kapital dünyadan kopamayan bizlerin gözüne sokuyor tabiri caizse. Doğa aktivisti olarak tanınan yazar, “medeni” dünyanın aksine doğadan kopmuş olmanın kaybettirdiklerine dikkat çekip, kendi deyimiyle “ilkel çağın saflığına” çağırıyor kalemiyle.

Okurken de bitirdikten sonra da kendi muhayyilemde doğaya ne kadar yabancı olduğumu fark ettirdi. Yürüyüş hayatımın parçası olsa da asfaltta yürümeyi kitapta kokusunu duyduğum ormanda yürümeyle elbette karşılaştıramam. Toprakla yakın temas kurmak, belki de kendisinden yaratıldığımızdan, zihni de kalbi de dinginleştirip ehlîleştiriyor. Aklı selim ve kalbi selim insanların doğayla bağını koparmamış insanlar olması tesadüf değil yani. Modern zamanın düzeninde kaybettiğimiz çoğu şeyin doğayla aramıza giren yollar olduğu konusunda bu kitaptan sonra şüphem kalmadı.

Kitap yürümenin felsefesini yürümeye güzelleme şeklinde kaleme alındığından okuma lezzeti yüksek. Sayfa sayısı az fakat muhtevası zengin bir klasik diyebiliriz. Yazarın da alıntı yaptığı Ebu Musa’nın da dediği gibi; “Evde sakince oturmak göğün; dışarı çıkmaksa dünyanın kapısını aralar.

Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde