1 Aralık 2023 Cuma

Bir zamanların İstanbul'unda tasavvuf folkloru

"
Kâffe-i turûk-ı aliyye erbâb-ı meclûbundan olup ömrünün kırk yılını İstanbul mezarları ve tekâyâsını araştırmakla geçirip neşredemediği İstanbul Tekkeleri Tarihi’nin müellifi şâir, edib, natuk, hatîp, nükteperdâz, rind, derbeder, muharrir, münekkid, müverrih, aktör, üstâd Cemâleddin Server Revnakoğlu burada medfundur.
Ruhu şâd u handân ola."


Eski(mez) insanlar arasından bazıları, belirli zaman aralıklarında kendilerini sırlıyorlar adeta. Sanırsınız ki yeni eserler üretmek ve ihtiyaç duyulan bilgileri meydana çıkarmak için çalışma odalarına kapanmışlar, meraklıların esaslı ziyaretlerini bekliyorlar. Keza öyle derler. 'İlim işleri' bir yönüyle nasip meselesi, diğer yönüyle de talep meselesi. İkisi bir arada yürüdüğünde bu büyük insanlar da tebessümle göz kırpıyorlar. Gerçi Cemaleddin Server Revnakoğlu'ndan bahsederken tebessüm yerini biraz hiddete bırakıyor ya, neyse. Sanki hazretimiz ismine nazire yaparcasına tüm metinlerde pek bir celalli. Elbette öfkesi Hakk için, hakikat için. Zira ömrünü vakfettiği meselelerin içinin ne kadar boşaltıldığına yaşarken tanık olmuş, içi canmış, sonra da tutabilene aşk olsun.

1909-1968 yılları arasında yaşamış olan Revnakoğlu, Galatasaray Mekteb-i Sultani'sine girdiği yıllardan itibaren her taraftan meşhur kimselerle dostluk kurmuş. Evvela Halit Fahri Ozansoy, Hasan Âli Yücel, İsmail Habip Sevük'ün öğrencisi olmuş. Fakat okuldan ayrılmış ve kendi kendini yetiştirmek istemiş. Çocuk denecek yaşlarından itibaren 'şampiyonlar ligi' denilebilecek bir grubun içine düşmüş. İsmail Saib Sencer, İsmail Fenni Ertuğrul, Elmalılı Muhammed Hamdi, Ömer Nasuhi Bilmen, M. Şerefettin Yaltkaya, Ömer Ferit Kam, Hüseyin Kâzım Kadri, Ahmet Remzi Akyürek Dede, Tâhirülmevlevî, Hakkı Tarık Us, Rıfkı Melûl Meriç ve elbette tekke büyükleri. Gençlik yaşlarından itibaren tarikatlar, tasavvuf kültürü ve tekke geleneklerine büyük ilgi duymuş. 1940'lı yılların başında İstanbul haziresini gezmeye başlamış. Gezmek derken, enine boyuna tetkik etmek demek daha doğru olur. 1950'li yıllarda ise İstanbul Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü’nde çalışmaya başlamış. Arşivler, eski eserler, kitabeler hususunda eline geçen her şeyi değerlendirmiş. Devlethanesi de bir hurda-i tarikat müzesi gibiymiş. Vefatıyla haraç mezat satılmış, etrafa dağılmış. Halil Can'ın ve Abdülbaki Gölpınarlı'nın himmetleriyle tarikat usul ve erkanına, tekke adabına dair çalışmaları toplanıp Galata Mevlevîhânesi Müzesi'ne emanet edilmiş. 

Hazret sayısız dosya hazırlamasının yanı sıra kimisi Şeyh Cemâlullah adıyla yayınlanmış Yemen İllerinde Veysel Karanî, Erzurumlu İbrâhim Hakkı ve Ma‘rifetnâmesi, Eski Sosyal Hayatımızda Tasavvuf ve Tarikat Kültürü isimli kitaplara da imza atmış. Bu kitaplar şimdilerde çok zor bulunuyor, bulanlar da gözü gibi bakıyor. Bilhassa M. Doğan Bayın ve İsmail Dervişoğlu'nun birlikte hazırladıkları Eski Sosyal Hayatımızda Tasavvuf ve Tarikat Kültürü, okumalara doyulmayacak bir kitaptır. Bu yazının başındaki ifade, Revnakoğlu'nun mezar taşında yazılsın istenmiş fakat taş ustası metni uzun bulduğundan yazamamış. Hazretin mezar taşı da zaten çok uzun yıllar kayıp idi. Hazin bir mesele de şu: Revnakoğlu, eski dostlarının sene-i devriyelerinde, kabirlerinin başında pek güzel konuşmalar yapmış. Lakin kendi vefatında kimsenin ağzını bıçak açmamış. Bir tek Halvetî-Cerrâhî şeyhi Muzaffer Ozak Efendi, Kadirî usulü bir dua yapmış, hamd olsun. Bir başka hamda vesile de Mustafa Koç'un pek kıymetli gayretleriyle ortaya çıkan Revnakoğlu'nun İstanbul'u ciltleridir. Fatih Belediyesi Yayınları 2021 Mayıs'ı itibariyle neşretmiş, İstanbul ve bilhassa suriçi âşıkları bahtiyar olmuştu.

Kasım 2023 itibariyle ise Muharrem Varol ile M. Cemal Öztürk'ün gayretleriyle Sufi Kitap tarafından bir Revnakoğlu kitabı selamladı bizleri: Tekkede Pişmek. İstanbul'un pek çok tekkesine gitmiş ve yine pek çok haziresini gezmiş, nice şeyh efendinin sohbetinde bulunmuş, pek çok merasime tanıklık etmiş bir münevver olan Revnakoğlu'nun makaleleri bu kitapta bir araya gelmiş. Kitap, güncelliğini hiç kaybetmeyen bir konuyla açılıyor: Tekkeler neden kapandı? Çok güzel emellerle kurulan tarikatların ehliyetsiz ellerde giderek manasını kaybettiğini, asırlar boyunca unutulmaz hizmetler etmiş tekkelerin liyakatsiz kimselerin riyasetinde işlevsiz hale geldiğini, bilhassa tekke büyüklerinin şan, şöhret, dünyalık işler ve hatta para uğruna icazetler dağıtıp işleri iyice içinden çıkılamaz bir duruma getirdiğinden bahsediyor Revnakoğlu, elbette sivri dilini de iyice keskinleştirerek: "Son zamanlarda maddî, manevî, asrî, medenî ilimleri öğrenmek şöyle dursun; Kur'ân-ı Kerîm'i henüz yüzünden okumayı öğrenmemiş, yani bir hammal-müslüman kadar Müslümanlıktan haberi olmayan ve bu işin sadece figüranlığını yapan bir takım toy çocuklarına başına gecelik takkesi geçirir gibi tâc oturttular. Yanlış dedim; gecelik takkesi için bile başın ölçüsünü alırlar; bunlara rasgele giydirdiler. Ve bu hareketleri ile de şüphe yoktur ki tarîkat pîrini manevi ezaya giriftar eylediler."

İşin siyasi tarafı da ayrı bir mesele. Önce şeyh efendilerin sonra da dervişlerin, devletliler nezdinde itibar kazanmak için âdetlerinden, geleneklerinden, hatta usul ve erkanlarından taviz verir hale gelmeleri, Revnakoğlu için tekkelerinin kapanmasını hayra yormaya birer vesile. Sadece onu değil elbette, pek çok münevverimizi de. Kitaptan okuyalım: "Eslâf-ı Meşâyih (eski şeyh efendiler) zikir esnasında tekkeye gelen devrin padişahına bile ayağa kalkmazlardı. Çünkü zikir huzurdur; huzur bozulmaz; namaza durmak gibidir, tamamlanmadan çıkılmaz. Zikirden sonra karşılaştıkları zaman birbirleriyle görüşürlerdi, müsafaha ederlerdi. Yani, karşılıklı el öpüşürlerdi. Son zamanın şeyhlerinden bazıları, kendi çeyizlediği (giydirdiği) halifesini ayakta karşılamaya, hatta mangırı vardır diye onun emri altına girmiye başlamıştı. Yılların yıllanmış emeği ile elde edilen ve ancak devamlı, feyizli bir hizmet karşılığı verilen icazetnâmeler, son günlerde para ile satın alınabilir çarı meta'ı haline getirilmiş ve tekke şeyhlikleri sanki yüksek arttırma ile satışa çıkarılmıştı. Ne yazık ki, bunu da yapanlar, İstanbul gibi bir şehr-i şehîrin içinde Âsitane Şeyhi diye tanınmış muhterem kimselerdi. Koca bir Halvetî Âsitanesi'nin yıllarca postnişînliğinde bulunmuş (Pîr postunda oturmuş) bu efendiler -avucu para görsün diye- kurulmuş bir erkânı yıkmaktan ve pîrini bile bile gücendirmekten çekinmediler. Bunlar, güya bu yolun son temsilcileriydi. Hem de okuryazar kimselerdi. Yazıklar olsun!.."

Tekkelerle medreselerin arasındaki mühim farklılıkları izah ederken sanata başvuruyor Revnakoğlu. Hem üslubuyla döktürüyor hem de asırlar boyunca birer güzel sanatlar fakültesi gibi çalışmış dergâhlardan kimlerin yetiştiğini tane tane anlatıyor. Makalelerde çoğu zaman dikkat çeken, hatta bazen "Acaba hazret fazla mı abartıyor?" diye düşündüren sert ifadelerin sebebi de o güzel zamanların, o güzel usullerin giderek kaybolması. Şüphe yok ki irfan, talep edilen yere yağıyor. Bu sebeple de enseyi karartmamak lazım. İstanbul gibi bir şehirde her ne olursa olsun, her şeyle beraber irfan ocakları tütecektir. Tütmüyorsa da kıyametin kopacağındandır şüphesiz. Elbette kemal sahibi, liyakat sahibi insanların yol göstericiliği önemli, hem de çok önemli. Ancak Cemaleddin Server Revnakoğlu neredeyse her makalesinde epey kalabalık bir kadroyu tabiri caizse yerin dibine batırıyor. Hakkını verip övdükleri de var elbette ama yoğun hiddeti, kitabı hazırlayanların da dikkatini çekmiş. Dipnotta okuyucu da uyarılıyor, 'takip mesafesi'nin önemi vurgulanıyor böylece. Bu faslı kapatırken hazretin şu güzel ifadeleriyle meseleyi tatlıya bağlayayım: "Esas gaye, Cenâb-ı Hakk'ı korkutma yolu ile değil, sevdirerek tanıtmaktı. Korkutmak, ürkütmek hayvan terbiyesiydi ve avâma mahsustu, mahlûkatın eşref ve ekmeli olan insana, hele olgunlaşmış kâmil insana sevgi yakışırdı. Cemâlullâh iştiyâkı gönül sevgisi ile olurdu."

Tekkelerde Türk müziğinin nasıl kusursuz biçimde yer bulduğu, kandil gecelerinde ne gibi merasimlerin yapıldığı, Ramazan'ı karşılama hazırlıkları, tarikatlarda cenaze törenlerinin a'dan z'ye nasıl gerçekleştiği, tekke mutfaklarında (matbah-ı şerif) hem lokmanın hem de dervişin nasıl bir arada piştiği, tarikatların meşhur helvaları, çorbaları ve tarikat mensuplarında zarafeti, nüktedanlığı, hazırcevaplığı aşikar eden menkıbeler, fıkralar, hatıralar... Velhasıl, bozuntuya doğru gittiği zamanlarda bile kainata hizmet eden tekkelerde bir zamanlar nasıl insan yetiştirilirdi, nelere dikkat edilirdi, nelerden asla taviz verilmezdi gibi soruların eksiksiz bütün cevapları, Revnakoğlu'nun makalelerinde...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Kasım 2023 Perşembe

Kurtuluşun ve kuruluşun metni: Mevlid

"Allah adın zikr idelüm evvelâ
Vâcib oldur cümle işde her kula
Allah adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ide Allah ana"

Mevlid-i Şerif’in en aşina olunan Tevhid Bahri’ne bu ifadeler ile başlıyor Süleyman Çelebi hazretleri. Kendi dili ve üslubu ile Türkçe bir Bismillah diyor bu dörtlükte Yüzyıllarca okunacak neredeyse kutsal sayılacak bir metne niyetlendiğini ve işinin ne kadar zor olduğunu biliyor gibi bir Bismillah demiş Süleyman Dedemiz burada. Bu Türkçe Bismillah deme tarzı yüzlerce yıl sonra gelen Türk şair ve ozanlarına da ilham olmuş olmalı ki Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Dede Korkut adlı şiirine ‘Allah Allah demeyince/ Güzel işler onabilmez’ diyerek başlarken bir başka şiirinde de ‘Şol gökleri kaldıranın/ Donatarak dolduranın/ Ol deyince olduranın / Doksan dokuz ismi ile’ diyerek Besmelesini çekmiştir. Süleyman Çelebi’den Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’na tabiri caizse sıçradık fakat bu sıçrayışın elbette bir manası var. Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerif’i Burak Koç ve Peyami Safa Günay’ın Loras’tan çıkan kitaplarına verdiği isim ile söylersek ‘Zemin Metin’lerden biridir ve Türk dili ve kimliğine hassasiyet gösteren tüm yazar ve şairler neyi nasıl söyleyecekleri ile ilgili ilhamı bunlardan almışlardır yıllar boyunca. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu Süleyman Çelebi’ye, Süleyman Çobanoğlu’nu Yunus Emre’ye bağlayan ve yüzyılları aşan bağ zemin metinlerin gücünde aranmalıdır.

Samet Altıntaş’ın Lejand Kitap’tan çıkan "Ansızın Bir Ses İşitti Kulağım: Bir Kurucu Metin Olarak Mevlid’in Hikayesi" ismini taşıyan kitabı yeni okudum. Kitap hakkında bir değerlendirme yazısı yazmak daha kitabı almadan aklımda idi fakat kitabı okudukça bunun pek mümkün olmayacağına kanaat getirmiştim. Yine de Süleyman Çelebi’nin Bismillah’ı ile başlarsam işlerim kolaylaşır belki diyerek oturduğum bilgisayar başında şimdi ikinci paragrafı yazmakta olduğumu görüyorum. Bismillah önemli. Burak Koç ve Peyami Safa Günay’ın Zemin Metin olarak adlandırdıkları Mevlid-i Şerif’e ‘Bir Kurucu Metin’ diyor Samet Altıntaş. Kurucu Metin ifadesini de Mevlidi- Şerif’in Bursa’da yazılmış olması ile ilişkilendiriyor. Osmanlı Devleti’nin temellerinin Bursa’da atılması, şehrin devlete başkentlik yapması şehrin kurucu vasıflarını ortaya koyarken, devletin en netameli en kritik zamanlarında Bursa’da yazılan yazılan Mevlid-i Şerif de kurucu metin olmayı hak ediyor.

Konu dallanıp budaklanmadan Mevlid-i Şerif ile ilgili şahsi hikayemi de paylaşayım. Sanırım üniversite yıllarına kadar Mevlid-i Şerif diye bir eserden haberdar değildim. Hemen her mübarek gecede imamdan dinlediğim bu eserin okunan Kuran-ı Kerim’den ya da dualardan bir farkı yoktu benim için. Kısacası kutsal bir metindi Mevlid-i Şerif. Hem zaman içinde hem de Samet Altıntaş’ın kitabını okuduğumda öğrendim ki bu yanılgımda yalnız değilmişim. Halk Müslümanlığının bir parçası imişim ben de. Nihayet üniversitede tasavvuf edebiyatı dersinde, camide okunan duanın/ilahinin 1409 senesinde Bursa Ulu Cami imamı hatibi tarafından yazılan Vesiletü-n Necat yani Mevlid-i Şerif olduğunu öğrendim. Sonrasında bu kutsal görünümlü kutsal olmayan metne daha bir hassasiyet ile yaklaştım. Elimden geldiğince okumaya, öğrenmeye çalıştım. Yüzyıllar öncesinde yazılmış olmasına rağmen anlaşılır bir Türkçe ile Peygamber Efendimiz’in doğumunu, vasıflarını, vefatını, miraç mucizesini hikayeleştiren bir eser vardı karşımda. Bundan sonra mübarek gecelerde özellikle camiye gitmeye Mevlidi-i Şerif’i daha bir dikkatle dinlemeye gayret ettim. İmam efendi ile beraber mırıldanacak kadar öğrenmiştim de. Hatta ‘şu imam daha iyi okuyor, bunun sesi o kadar iyi değil’ diyerek cami ve imam seçmeye bile başladım. Sonrasında daha ciddi okumalar ve kitaplar takip etti bu süreci.

Samet Altıntaş’ın kitabını eylül ayının başında edindim. Niyetim 26 Eylül’e denk gelen Mevlid kandiline kadar bitirmekti ama olmadı. Okurlar bilecektir ki bazı kitapların ancak kitabın ve başka diğer şartların tayin ettiği vakitleri vardır ve okur buna pek müdahale edemez. Kitabı okumak okulların ara tatile girdiği kasım ayında tatil sebebi ile bulunduğumuz Kırşehir’de nasip oldu. Yazar kitapta Necla Pekolcay’ı kaynak göstererek Süleyman Çelebi’nin kaynakları arasında Âşık Paşa’nın Garibnâme’si olduğunu söylüyor. Bu cümleleri okur okumaz kitabı elime alıp eve yaklaşık 2-3 km uzaklıkta bulunan Aşık Paşa’nın türbesine vardım ve kitabın bir kısmını da türbenin bahçesinde okumuş oldum ve elbette Fatiha’yı da. Aşık Paşa’nın türbesini ziyaret edip bir Fatiha okuyacağım varmış da Samet Altıntaş’ın kitabı vesile olacakmış işte. Kitapta Âşık Paşa ile ilgili bilgi verilen bölüm ‘Garibnâme’den Mevlid’e Mevlid’den İstiklâl Marşı’na’ başlığını taşıyor ve üç metin arasında bir ilişki kuruyor yazar. Bu ilişkiyi ise Türk düşünce dünyasının/edebiyatının en kıymetli isimlerinden alıntılar yaparak kuruyor. Garibnâme ile Mevlid’in ilişkisini az önce paylaşmış olduk. Şimdi ise İstiklâl Marşı’na gelelim. "Mevlid’i kaleme küçük Asya’daki Türk varlığının teşekkül devrinde Süleyman Çelebi almış. Türk ordusunun talebi üzerine düzenlenen yarışmanın birinciliğine altında Mehmet Akif’in imzası bulunan İstiklâl Marşı layık görülmüş. Ne yaptı da Süleyman Çelebi’nin Fetret Devri’nde yazdığı Mevlid, Türk milletine dokunabildi. Bu suali altnda Mehmet Akif’in imzası bulunan İstiklâl Marşı ile alakalandırmak ne kadar isabetli olabilir?" (s.55)

Fetret Devri demişken Mevlid-i Şerif’i ortaya çıkaran şartların Fetret Devri içerisinde şekillendiğini de söylemek gerekiyor. Yazar 180 sayfalık kitabın yaklaşık otuz sayfasını bu bahse ayırmış. Bilindiği üzere Ankara Savaşı sonrası Bayezid, Timurlu hanedanının kurucusu Emir Timur’a esir olmuştur. 1402-1413 yılları arasında sultanın oğulları arasında verilen saltanat mücadelesine ‘Fetret Devri’ denilmektedir. Bu süreçte Anadolu’da kurulmuş olan devlet idaresi yerle bir olmuş, toprak bütünlüğü bozulmuş, şehzadeler arasında silahlı çatışmalar yaşanmıştır. Fetret imparatorluğun belleğinde nörolojik bir zaman dilimine işaret eder, diyen yazar bu devir ile ilgili derli toplu bir değerlendirme yaparak Mevlid’in ortaya çıktığı siyasi ve içtimai şartları da ortaya koyuyor. Malum eser de 1409 senesinde Fetret’in sonunda meydana geliyor zaten. Süleyman Çelebi gibi Yunus Emre hazretlerinin de eserlerini Fetret Devri sürecinde meydana getirmesi tesadüf değildir, diyebiliriz. Şöyle ki Anadolu’da yeni kurulan devlet otoritesi bu devirde sarsılmış, halkın devlete olan güveni yıkılmış siyasi krizler devamında içtimai krizlerde de sebep olmuştur. Önce Allah sonra devlet, diyen halkın dayandığı iki önemli direkten biri yıkılmıştır. İşte bu dönemde Süleyman Çelebi ve Yunus Emre'ler halkın kafasındaki karışıklığı gidermek, halka varlık sebeplerini hatırlatmak üzere eserler meydana getirmiştir, dersek yanlış yapmış olmayız. Tam da burada sözü Silvan Alpoğuz’a bırakmakta fayda görüyorum. Ketebe’den çıkan Dünyayı Başlarına Yıkacağız adlı öykü kitabında zemin metinlere çok kıymetli bir gönderme yapıyor yazar. "Birinin çıkıp bir hikaye anlatarak dünyayı nasıl okumamız gerektiğini kulağımıza fısıldaması gerekir. … ‘Yunus Emre ya da Süleyman Çelebi’ dedi, ‘eserlerini vermemiş olsa bugün burada olamayacağımızı düşünürüm hep bu yüzden. Biri çıkıp o anımsatan hikayeyi anlatmak zorunda." (s.10). Silvan Alpoğuz’dan ifade ettiği bağlamda Süleyman Çelebi Fetret devrinde yol haritasını kaybetmiş Anadolu insanına dünyayı nasıl okuması gerektiğini fısıldıyor Vesiletü-n Necat ile. Bugünün modern dünyasında her an bir fetret krizi ve varoluşsal sancılar her yerimizi sarmış durumda. İşte bu sebeple Mevlid-i Şerif’i önemsiyoruz.

Yazar kitabında Mevlid-i Şerif’i birçok farklı boyutu ile ele almış. Bir edebi eseri olan Mevlid’in Türk dil ve edebiyatında bir çığır açtığını hemen her yazarın Süleyman Çelebi’den etkilenerek benzer metinler yazdığını da somut örnekler ile kitabında anlatmış. Süleyman Çelebi’nin muazzam eseri sadece Türk dilini değiş Türklere ait dün kültürünü de ciddi anlamda etkilemiş öyle ki Mevlidhanlık diye bir sanat alanı da ortaya çıkmış süreç içerisinde. Bununla birlikte Peygamber Efendimiz’in doğumunun kutlanmasını tarihi arka planı da yazarın temas ettiği konular içerisinde. Yazar bugünkü Mevlid kutlamalarının başlangıcı olarak 1144-1232 yılları arasını tarihliyor. Bu devirde Erbil’de Begteginliler Devleti hüküm sürmektedir. Ve hükümdar Muzaferüddin Kökböri zamanında Erbil kalesinde neredeyse gün boyu süren kutlamalar yapıldığı tarihi vesikalara yansımıştır. Tüm bunlarla birlikte her mübarek gecede ekranlarda ve sosyal medyada sıkça ve kanaatimce lüzumsuzca tartışılan ‘Mevlid okutmak bidat mı?' sorusu da yazarın dikkat çektiği hususlardan sadece biri. Süleyman Çelebi’yi Mevlid-i Şerif’i yazmaya sevk eden hususi hadisede da kitapta dikkatimi çeken yerlerden biri oldu.

Kitapta dikkatimi çeken ve paylaşmayı istediğim birçok husus var fakat yazarın kitabın sonlarına doğru Mahmud Erol Kılıç’tan alıntılayarak açtığı bahis hem bir soru hem de üzerinde durulması gereken bir teklif olarak dikkat çekiyor: Mevlid Kandili Tatil Olmalı Mıdır? Bir Türk hükümdarı olan Muzaferüddin Kökböri zamanında yapılan Mevlid merasimleri ile Osmanlı’da Rebiulevvel’in on ikinci günü okunan Mevlid-i Şerif dolayısıyla gerçekleşen ve Mevlid Alayı tarihi vesikalara yansımış iken bu sorunun cevabını vermek pek zor olmasa gerek, diye düşünüyorum ben.

Samet Altıntaş’ın 190 sayfalık kitabı nicelik olarak hafif görünse de nitelik anlamında çok ağır bir eser. Öyle ki hemen her sayfada zaman zaman sayfanın yarısını dolduran dipnotlar mevcut. Her bir dipnot ayrı bir zenginlik ve yeni okumalara kapı aralıyor. Bununla birlikte 20 sayfa civarındaki kaynakça ve indeks bölümleri de yazarın kitabı ortaya çıkarmak için faydalandığı arka planın ne kadar geniş olduğu hakkında bilgi veriyor okuyucuya. Kitap Mevlid’i anlatırken birbirinden ayrı tutulamayacak disiplinler olan dil, tarih, kültür, musiki, mimariden de faydalanıyor. Tüm bu yoğun bilgi akışı akademik bir usul ile sunulsa da yazarın yer yer sohbet yer yer deneme üslubunu tercih etmesi kitabı bir akademik okuma sıkıcılığından kurtararak konuya ilgi duyan herkesin okumasına imkan veriyor. Aynı zamanda kitap yazarın diğer dört kitabını da okuma merakı uyandıracak bağlantılara sahip. Kitabı okuyunca Nazım Hikmet, Şevket Rado, Ziya Paşa, Cemal Süreya, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Tevfik Fikret gibi dönemleri ve düşünceleri farklı birçok edebiyatçının Mevlid’den etkilenmiş olduklarını da öğreneceksiniz.

Süleyman Çelebi ile başladık Süleyman Çelebi ile bitirelim o halde.

“Ey azizler üşde başlaruz söze
Bir vasiyyet kılaruz illâ size
Ol vasiyyet kim direm her kim tuta
Misk gibi kokusı canlarda tüte
Hak Teâlâ rahmet eyleye ana
Kim beni ol bir dua ile ana
Her ki diler bu duada bulma
Fatiha ihsan ide ben kuluna”


Enes Akçay
twitter.com/enesakcay_h

28 Kasım 2023 Salı

Entelektüeller aşağı indiğinde aptallar yukarı çıkar

"Yakamıza yapışıp bizi felceden sıkışmaların nedeni, çoğu zaman dünya gerçekliğiyle denk düşemememizdir." demişti Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç'te. Okundukça kendini açan bir cümle bu, tıpkı kitabın kendisi gibi. Dünyanın gerçeği aynı zamanda dünyanın acısıdır. Bu acıyla aramızdaki mesafenin mimarı biziz. Önce düş kurmaktan, sonra düşünmekten uzaklaşmak pahalıya patladı nihayet. Eskiden toplumsal bir sarsıntı olduğunda "Yok mu haysiyetli bir kanaat önderi?" diye sorulurdu. Her ne kadar soru havada buharlaşsa da bu isyanın kendisi güzeldi. Dünün arananları, bugünün de arananları.

Lafın lafı açtığı masalarda "Şu yapı işlerini mimarlara bıraktık, sonra böyle oldu!" diyoruz. Birkaç kitabın ve filmin peşinden kendimizde psikologları, sosyologları yerden yere vurma hakkı buluyoruz. Üstüne birkaç da ülke gezip gördüysek, bizden entelektüeli yok artık. Yoksa elit mi demeliydim? Tam olarak emin değilim. Ama size güzel, çok güzel bir kitaptan söz edeceğim. Tam olarak bizim hikâyemiz. Görgüyü kaybetmiş, iyiyi kötüyü ayırt edecek akl-ı selim kimselere hasretle yıllar geçiren, "Yok mu bir bilge de gölgesinde soluklanalım!" diye şiirler döken, gazeller okuyan, tam geçmişi yad edecek gibi olduğunda başkasının "Yeter nostaljiniz, arabeskiniz!" ithamlarına maruz kalan memleketlerin hikayesi. Bütün gelişmekte olanların, gelişemeyenlerin, gelişmekte güçlük çekenlerin, belki de hiçbir zaman tam olarak gelişemeyeceklerin.

Malezyalı sosyolog ve siyasetçi Seyid Hüseyin Alatas, kendisinin ve ülkesinin hikayesini bir edip, bütün Asya toplumlarının bir haritasını çıkarıyor Entelektüeller ve Aptallar kitabında. Memleketimizin mühim kitap avcılarından ve emekçilerinden Kadir Yılmaz'ın özenli çevirisiyle Babil Kitap tarafından neşredilen çalışma çok kolay okunurken epey de can sıkıyor. Çünkü bahsedilen özenli zihinlere dair arayış ve ihtiyaç, hiçbir çağda bitmiyor.  Alatas; kişisel bir hesaplaşmadan modernleşme krizine, bir entelektüelin nasıl olması gerektiğinden doğu toplumlarının geri kalmışlığına, neden entelektüellere ihtiyaç duyulduğundan gelişmekte olan toplumlarda aptalların konumuna dair bugün rahatlıkla örneklerini görebileceğimiz gerçekleri dile getiriyor.

Felsefeci, çevirmen, yazar ve akademisyen Maxime Rovere, "Aptallığın yelpazesi o kadar geniş ki bütün aptalları aynı anda incelemek mümkün görünmüyor. Kendi bildiklerinin doğrulu­ğundan emin olarak kuşku duymayı toptan reddeden aptallar var; bazıları da her şeyi reddedip hakikate bile kuşkuyla yaklaşıyor; bir de bu iki grubu da iplemeyen, hatta önlenebilecek felaketler de dahil hiçbir şeyi iplemeyenler var. Bütün bu aptallar hakkında aynı anda konuşmak mümkün mü?" diye sormuştu "Aptallarla Ne Yapmalı?" adlı kitabında. Burası doğru, pek çok aptal çeşidinden bahsedilebilir. Her toplumda da zaten belli bir çeşidi ön plana çıkıyor. Alatas'a göre bir aptalın temel özellikleri şöyle: 1. Sorunları fark edemez. 2. Kendisine söylendiğinde onları çözemez. 3. Gerekenleri öğrenemez. 4. Öğrenme sanatını da öğrenemez. 5. Genellikle aptal olduğunu kabul etmez.

Demek ki aptallıkla öğrenme(me) arasında önemli bir ilişki var. Her şeyi bilmemek bir aptallık belirtisi yok. Deneyimden ve yaşam tecrübesinden yoksun olmak da aptallıkla ilgili değil. Bir hastasının hayatını kurtaramayan doktora aptal diyemeyiz. İflas etmenin ya da çabalanan şeye ulaşamamanın da aptallıkla alakası yok. Aptalın ontolojik özünde başarı-başarısızlık, bilgi-cehalet yok diyor Alatas. Onların ne zaman ortaya çıktıklarına iyi bakarsak, aptallığı da iyi anlayabiliriz: "Aptallar, genellikle kriz zamanlarında ortaya çıkarlar. Burada söz konusu edilenler sıradan ahnaklar değil, aldıkları eğitim ve öğretim sayesinde ahmaklar türüne mensup oldukları bir şekilde kamufle edilen, parlamento üyeleri, bakanlar kurulu üyeleri, avukatlar, doktorlar, tarihçiler, ekonomistler, sosyologlar ve diğerleridir. İşte bu aptallar, kendilerini açığa çıkaracak bir krize ihtiyaç duyarlar."

Şu kriz meselesine biraz daha mikroskop tutalım. Nasıl bir kriz, nasıl bir dönem lazımdır aptallar için? Alatas şöyle özetliyor: "Aptallar, liyakat ve çalışkanlığın başarı kriteri olduğu bir durumla başa çıkamazlar ve bu nedenle yolsuzluk, aptalların iktidara yükselişinin ayırt edici özelliği olarak öne çıkar; devlet ihalelerini gülünç hale getirir ve makam veya terfi elde etmek için yapılmadık bürokratik entrika bırakmazlar. Aptalların egemen olduğu yerlerde onların değerleri toplumun değerleri, onların bilinci de toplumun bilinci haline gelir."

Bu durumda aptalların entelektüellerin yanında daima huzursuz hissedeceklerini söylemeye gerek bile yok. Entelektüelleri anlamadıkları gibi onların meşguliyetlerini de birer hobi olarak görürler. Burada yazar, kararlı bir entelektüel girişimin onları etkileyebileceğinden bahsediyor. Bu etkilemeyle birlikte şüphesiz entelektüeller de daha iyi bir gelişme imkanı yakalayabilirler. Günümüzde entelektüeller bir topluluk oluşturamadıkları gibi toplumu geliştirme ve güçlendirme konusunda da zorluk yaşıyorlar. Gerekli koşullar oluşmadan entelektüel faaliyetlerden ve cemiyetlerden bahsetmek de pek mümkün değil zaten. Aslında her şey bir talep meselesi. İmkan ondan sonra gelecektir. Entelektüel bir güç talep ediliyor mu? Entelektüellerden alan açmaları, fikir vermeleri, yol haritası çizmeleri isteniyor mu? Yoksa onlar birer ayak bağı olarak mı görülüyorlar? Her toplum ama özellikle de doğu toplumları bu sorularla meşgul olmalı ve mümkün olduğunca objektif cevaplar vermeli Alatas'a göre. O, kitabını bitirirken Peter Lavrov'un bir makalesinden alıntı yapıyor. Ben de yazıyı bitirirken o makaleden bir bölümü aktarmak istiyorum:

"İlerlemenin tohumu aslında bir fikirdir, ama insanlığın içinde mistik olarak var olan bir fikir değil; ilerleme, bir bireyin beyninde tasarlanır ve geliştirilir, oradan diğer bireylerin beyinlerine geçer, bu bireylerin entelektüel ve ahlaki itibarlarının artmasıyla niteliksel olarak ve sayılarının artmasıyla da niceliksel olarak büyür ve bu bireyler düşünce birliklerini fark ettiklerinde ve ortak eyleme karar verdiklerinde toplumsal bir güç haline gelir; onunla aşılanmış bireyler onu toplumsal kurumlara soktuklarında da zafere ulaşır."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Kasım 2023 Pazartesi

Türk şiirinde Şeyh-i Ekber

Endülüslü mutasavvıf İbn’ül Arabi, insanlık tarihine eserleriyle müthiş bir etkide bulunmuştur. O geçtiğimiz yedi asır boyunca hem müthiş derecede seven kazanmış hem de epey düşman toplamıştır. Onu sevenler hürmetler sergilerken, sevmeyenler düşmanlık yapmıştır. Yine de İbn’ül Arabi onca düşmanlığa rağmen her zaman genel manada el üstünde tutulmuş, ilim yolcuları tarafından beslenilen en belirgin kaynak olmuştur.

Selçuklu ve özellikle Osmanlı, esas manada İbn’ül Arabi’den beslenmiştir. İbn’ül Arabi asırlardır kültür, sanat, düşünce dünyamızın şekillenmesinde önemli yer tutmuştur. Öyle ki Osmanlı aydını “Biz iki anadan süt emdik. Mevlana ve İbn’ül Arabi” demiştir. Şeyh’ül Ekber ismiyle tanınan İbn’ül Arabi, doğduğu yer olan Endülüs’ten çıkmış, düzenli seyahat etmiş, uğradığı yerlerde konaklamış, konakladığı yerlerde etkisini bırakmıştır. O seyahatinin bir noktasında Anadolu’ya gelmiş, Mardin, Diyarbakır, Urfa, Malatya, Konya gibi birçok yere uğramış ve talebeler yetiştirmiştir. Yetiştirdiği talebelerin en önemlisi aynı zamanda üvey evladı olan Sadreddin Konevi olmuştur. Konevi, İbn’ül Arabi’nin mirasını devralmış, Ekberi düşünceyi Anadolu’da yeşertmiş böylece yeni bir çağ başlamıştır. Fatih Sultan Mehmet savaşa giderken yanına beş kitap almış, bu kitaplardan birisi Sadreddin Konevi’nin Miftahu’l-Gayb’ı olmuştur. 3. Murad, Füsusu’l Hikem’i tercüme ettirmiş, esere de kendisinin ismini vermiştir. Örnekler sayılamayacak kadar çoktur.

Sonuç olarak da İbn’ül Arabi, Osmanlı’nın birçok devlet adamının, aliminin, arifinin ve şairinin, edibinin hürmetini kazanmıştır. Onlar da eserlerinde hürmetlerini göstermişlerdir. Ortaya İbn’ül Arabi methiyeleriyle dolu bir şiir külliyatı çıkmıştır.

İşte Selami Şimşek bu muazzam çalışmasında Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi şairlerini incelemiş, İbn’ül Arabi’ye yer verilen şiirleri derleyerek külliyatı önümüze sermiştir. Eserde toplam 142 şairin şiirine yer verilmiştir. Biz yazımızda Osmanlı’dan ve Cumhuriyet döneminden örnek alarak kitaba dair bir fikir oluşmasını sağlamaya çalışacağız.

İbn’ül Arabi’ye derin hürmet besleyen şairlerden biri de Urfalı Yusuf Nabi’dir. Nabi, Hayriyye’sinde Hakk’ı arzulayan taliplere Mesnevi ile Fütuhat-ı Mekkiye ve Füsusu’l Hikem eserlerini tavsiye eder.

Talib-i Hakk’a olur rehnüma
Nüsha-i Mesnevi-i Mevlana
Dide-i ruha çeker kuhl-ı husus
Nur-ı esrar-ı Fütuhat u Füsus
Dahi çoktur nüsha-i ehlullah


Yazımıza Nabi’yi almamızın bir nedeni de onun bir anısının İbn’ül Arabi’ye gösterilen hürmeti anlamada yardımcı olmasıdır. Nabi, hac yolculuğu esnadında Konya’ya uğrar. İbn’ül Arabi’nin, Sadreddin Konevi Zaviye’sinde bulunan hırkası ile onun kendi eliyle yazdığı Fütuhat nüshasının “Hurilerin saçlarının kokusundan güzel” olduğunu söyler, bohçalar içerisinde sarılı olarak muhafaza edilen eseri bir bir açarak eline alır, sayfalar arasındaki tozları sürme olarak gözlerine çeker, bazılarını da şifa maksadıyla yutar.

Çünkü onlar İbn’ül Arabi’nin himmetine muhtaçtır. Ehlullahın himmeti daimidir ve kesintisizdir. Hakk yolunun talipleri ehlullahın himmetiyle ilahi marifet sırlarına erer, yolların güçlükleri kolaylaşır, nefisle mücahede esnasında yardıma kavuşurlar. İbn’ül Arabi Şeyh’ül Ekber olduğu için de onun himmetine duyulan muhtaçlık her zaman için söz konusudur.

Günümüz şairlerinden de mesela Hilmi Yavuz şiirlerinde İbn’ül Arabi’ye yer vermiştir. Talan Şiirleri kitabında yer alan Talan ve İbn’ül Arabi başlıklı şiirin son dörtlüğü şu şekildedir:

bayrağı Fütuhat’ı sen Şeyh’ül Ekber
sensin Vakt’in büyük oğlu sensin bir ipek
simurg ve müstesna bir sünbül teber
gibi Tevhid’in arkasında duran o melek


İbn’ül Arabi’nin eserleri ilimle yolu kesişen herkesi etkilemiştir. Muallim Naci, onu sevmeyenleri eleştirirken Voltaire’in “Millet-i Muhammediye’de topu bir adam yetişmiş,onu da bizden olduğu için kabul etmiyorlar” sözünü örnek vermiştir. Modern dünyanın kıskacına kapılmış insanoğlu bugün İbn’ül Arabi’de yarasının merhemini bulacak ve ayağa kalkacaktır. O nedenle İbn’ül Arabi üzerine yapılmış her çalışma çok kıymetlidir. Umulur ki çalışmaların sahipleri Şeyh’in himmetine nail olsunlar.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Anlamlı düşünceler, zorlu metinler

Türk Edebiyatı’nda iyi deneme yazarlarına yıllardır hasretiz diyebilirim kendi adıma. Adına deneme denen ama birçoğu farklı türlere ait olanları (özellikle gazete yazılarını) kastetmiyorum. Klasik denemeden bahsediyorum. Bir fikri baz alıp o fikir etrafında düşüncelerini halkalar hâlinde genişletip sonra da düzgün bir şekilde sona eren metinlerden yani. İyi deneme yazarlarımız yok mu? Tabiî ki var, her dönemde oldu ama bizim gibi konu sıkıntısı çekilmeyecek bir ülkede çok sınırlı sayıda kaldı bu iyi metin ve iyi yazarlar. Bunların bir kısmını da şairler oluşturuyor zaten. Yaşayan ve iyi deneme yazarlarından bakacak olursak, mesela Enis Batur da şair Ali Ayçil de. Eskilerden Salah Birsel’in de şairliği var. Örnekleri biraz daha çoğaltabiliriz. Tabiî ki şair olmak iyi deneme yazmanın şartı değil ama edebiyatımızda böyle de bir damar var.

Tekin Şener’i bunlardan biraz ayırıyorum. O deneme denince doğal olarak şiir, roman gibi türler akla gelmeden söyleyebileceğimiz biri. Yaşına göre çok az kitabı olması onun kıymetini azaltmıyor, çünkü bir birikmişliğin yavaş yavaş kitaplaşmalarını görüyorum ben onun eserlerinde. Yıllarca doğurgan sözün gerilimini yaşadım derken de bu birikmişliğin ortaya çıkmasının sancılarından bahsediyor ve daha önemlisi yeni birikimlerin ipucunu veriyor. Onun 51 yaşında sadece iki deneme bir de söyleşi kitabı sahibi olması bizi yanıltmasın, bundan sonra daha fazlası geleceğine eminim ben. Çünkü yazarın söylemek istedikleri, anlatmazsa olmayacak meseleleri, kısaca bir derdi var. Bu dert de onun son kitabını Kayıp Mevsim Düşleri’nin her zerresine yayılmış durumda. Zaman zaman felsefeye kayan dili ve derin anlatımıyla en basit gibi görülen konulardaki yetkin fikirleri bize daha çok zaman güzel/estetik denemeler okutacak gibi duruyor.

"Kurduğum cümleler aradığım cümle için birer yakarış, telkin, belki de hazırlıktı. Arayış içinde, yakarış ve meydan okuma arasında metinler döktürdüm. Kendimle yaptığım bir seansa dönüştü yazma fiili. Biraz terapi, biraz anımsama, biraz muhakeme, biraz tasavvur, biraz sayıklama…" derken de denemesinin ip uçlarını veriyordu bize. Özellikle muhakeme ve tasavvur yönü ağır basan denemeler Şener’in metinleri. Bu yüzden de zaman zaman yorucu olabiliyor bu kısa metinler ama niteliği genelde üst düzeyde seyrediyor. Bunda bence dili kullanım becerisi önemli bir etken.

Şener’in yazdıklarına baktığımızda onun hayata karşı daha doğrusu metinlerinin oluşturduğu etki seviyesine karşı bir kırgınlık /sitem duyduğunu görüyorum ben. Yazıp yazıp gerekli dönütü alamayan yazarın en sonunda, zaten bundan sonra da bir akis olamayacak ama ben yine de yazacağım, noktasına gelip metinlerini buradan oluşturduğunu görüyoruz. Çünkü ona göre (elbette bize göre de) söz değil görüntü çağında yaşıyoruz. Ama Şener’in metinlerinin bir dönüt alamamasının sebebini sadece bu şekilde görmüyorum ben. Bu durumun, Şener’in denemeleri için bir kıstas olduğunu da düşünmüyorum. Sonuçta kaybolan, yıllar sonra açığa çıkan veya çıkamayan, okuyucu nezdinde ön planda olmayan çok fazla iyi metin var. Şener’in denemelerini de bu şekilde görüyorum. Bazı yazarların dediği gibi, iyi metinlerin saklanamayacağını, mutlaka açığa çıkacağını ve olumlu tepki alacağını da düşünmüyorum. Yeri geldiğinde bir metin çöplüğüne dönen yayın dünyasında iyi şeylerin arada kaybolması çok olağan.

Biz, dünyanın ve kitabın buluştuğu, yazıyı ve yazgıyı takip edenler, ömrümüz yettiğince okuyup, okuyamadan öleceğimiz binlerce iyi kitabın varlığını düşünerek hayıflanacağız her zaman. Şener’in kitabının kısa bir bölümünü okuma üzerine ayırmasını kıymetli buluyorum. Bu denemeyi alıp alaycı, okumayı küçümseyen kişilerin alnına çakmak gerekir. Çünkü okumak herhalde bu zamanlardaki gibi hiç aşağılanmamış, varoşluk hiç bu kadar yüceltilmemişti. Ülke olarak kültürsüzlüğün ceremesini çektiğimizi düşünüyorum, bunun temel sebebini de okuma eksikliği, kitaba verilen parayı hor görme gibi şeylerin oluşturduğunu görüyorum. Bir fikrin veya bir kişinin peşinden düşüncesizce gitme, aklını kiraya verme, kısacası düşünmeden, neredeyse aklımız yokmuşçasına yaşama da bu durumun doğal sonuçlarından olunuyor, kaçınılmaz olarak. Bu eksiklik, bence, hayat karşısında bizi acemi kılıyor. Estetik duygular bir yana, ne iyidir ne kötüdür, bunu muhakeme etme becerimiz de köreliyor. Vasatlığın ve varoşluğun olduğu yerde maalesef kötülük de çok geçmeden kendini gösteriyor: “Meydan okumak, okuma eyleminin en üst seviyesidir. Hayatı ve metni ihtiramla, derin kavrayışla okuyan kişiler meydan okuyabilir ancak. Çünkü onlar her hazır cevabı peşinen kabul etmez, verilen her lokmayı hemen yutmazlar. İnsanı, hayatı ve kitabı tutkuyla okuyan insanın bakışı keskinleşir; o iyiyi kötüden, doğruyu eğriden, güzeli bayağıdan cesaretle ve isabetle ayırabilir.

Şener, denemelerinde ele aldığı kavramı hakkıyla işliyor, derinlemesine yazıyor ve bunu da düşmanlığa yönelmeden, insanca ve güzelliğin tarafından yapıyor. Çünkü Şener, dinlemenin önemine inanıyor. Herkesin dinlemekten ziyade konuşma sırasını beklediği ve dinlemeyi sadece akıl/nasihat verme nedeniyle gerçekleştirdiği günümüzde o hakiki dinlemenin önemine okuru inandırmaya çalışıyor. Sanki zaman zaman Byung Chul Han konuşuyor sanabilirsiniz ama bizden biri söylüyor bunları. Yanlış anlama olmasın, Şener, Byung Chul Han’ın söylediklerini tekrarlıyor demiyorum. Konuya aynı pencereden ve taraftan bakıyorlar sadece.

Şener’in denemeleri öyle bir kere okunup kenara bırakılacak metinler değil. Hatta bu kısacık kitap (113 sf.) bile bence fasılalarla okunmalı çünkü yazılar içerik olarak yoğun. Üslûp ve anlatım da bu yoğunluğa hizmet ediyor. Nasıl ki şiiri bazen, anlamdan ziyade kulak için/ses için okuyorsak Şener’in bazı denemeleri için de bunu söyleyebiliriz. Onun denemeleri sanki birer mensur şiir gibi.

Kitabın son bölümü “Işıkçiz Hayalhanesi” adı gibi bir bölüm. Dilin felsefeye anlatımın soyuta kaydığı ama bir şekilde anlamın metinleri maddi hayata çevirdiği bir metinler toplamı. Bu kısım da tıpkı diğer üç bölüm gibi alt başlıklarıyla sanki bir bütünün parçaları gibi yazılmış. Kitapta dört ana bölüm olmasına rağmen çok fazla alt başlık var ama bölüm içi devamlılıktan ötürü uzun dört deneme okuyor gibiyiz. Bu da yoğunluğu artıran başka bir faktör.

Yukarıda, yazarın siteminden bahsetmiştim, metinlerinin bir akis yapmadığını düşündüğünden ötürü. Ama şunu da söylemek lazım, Şener’in denemeleri bir ilgi gördüğünde zaten kültür hayatımızda büyük bir sıçrayış olmuş demektir. Ne diyelim, o günleri bekliyoruz.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

23 Kasım 2023 Perşembe

Sevgi, imkansız olanı mümkün kılar

Reşat Nuri Güntekin, 25 Kasım 1889 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Babası Askeri Doktor Nuri Bey, annesi Erzurum Valisi Yaver Paşa’nın kızı Lütfiye Hanım’dır. İlköğrenimini Çanakkale’de yapmıştır. Galatasaray Lisesi’nde bir yıl okuduktan sonra İzmir’deki Fransız okuluna girmiştir. Ancak bu okulu bitirmeden ayrılmıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni 1912 yılında bitirmiştir. Aynı zamanda liselerde öğretmenlik, müdürlük, Milli Eğitim Müfettişliği, Paris Kültür Ataşeliği yapmıştır. UNESCO’da Türkiye’yi temsil etmiştir. Romanları, hikâyeleri, tiyatro eserlerinin yanı sıra çeşitli çevirileri vardır.

Eserlerinde insan sevgisine geniş yer vermiştir. Aynı zamanda Anadolu insanının yaşantısını, sorunlarını ve inançlarını ele almıştır. Çalıkuşu romanı ise öncelikli olarak “İstanbul Kızı” adıyla dört perdelik bir oyun olarak yazılmıştır. Fakat savaş koşullarından dolayı sahnelenemeyeceği için Çalıkuşu adıyla roman olarak yayımlanmıştır. Zira eser Türk edebiyatında gerçekçi romana yönelimin ilk örneklerinden olmuştur. Ayrıca Atatürk’ün en beğendiği eserlerden de biridir. Bunu söylediği şu sözlerle biliyoruz: “Biliyor musunuz dün gece Reşat Nuri Bey’in Çalıkuşu romanını okudum, çok beğendim. İhmal edilmiş Anadolu’yu genç bir hanım öğretmenin yaşadığı zorlukları ne güzel anlatmış. Bitirince İsmet’e vereceğim. Sonra da sizler okuyun.

Kitap ise konu itibariyle, Feride ve Kâmran arasındaki aşkı anlatmış olsa da romanın bütününü toplumsal olaylar teşkil etmiştir. Eser ise bu minvalde şöyledir: Feride, küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmiş hem yetim hem de öksüz bir kızdır. Teyzeleri tarafından bakılıp, büyütülür. Genç kız olunca da Nötre Dame de Sion Fransız yatılı okulunda okur. Ancak dönemin diğer kadınlarından oldukça farklıdır. Nitekim türlü türlü yaramazlıklarından hatta ağaçlara tırmanmasından dolayı arkadaşları ve öğretmenleri ona “Çalıkuşu” lakabını takar.

Gelgelim yaz tatilini teyzesinin köşkünde geçirirken kuzeni Kâmran ile arasında yakınlaşmalar olur ve kısa zaman içerisinde de bu yakınlaşmalar aşka dönüşür. Nişanlanırlar. Ancak Feride, düğün gününe yakın tanımadığı yabancı bir kadının getirdiği mektuptan Kâmran’ın İsviçre’de iken Münevver adında hasta bir kızla ilişkisi olduğunu öğrenir. Ve evlilikten vazgeçerek her şeyi bırakıp, kimseye görünmeden kaçar. Kendini mesleğine, öğretmenliğe adar.

Fakat bu yeni sayfa bu yeni başlangıç onun için hiç kolay olmaz. Nitekim nereye gideceğini düşünürken aklına sütannesi gelir ve onun yanına gider. Bir süre yanında kalır. Bu zaman içerisinde de iş için sürekli başvurularda bulunur. Çabalarının sonucunda da Anadolu’da bir ilkokul öğretmenliği elde eder. Zeyniler köyüne yolculuğu başlar. Artık neşeli, hayat dolu bir kız olmaktan çok ağır başlı bir öğretmen hanım olmuştur. Özellikle Zeyniler köyünde Munise ile yaşadıkları hayatının değişmesine yol açar. Munise, ortada kalmış, annesi kötü yola düşmüş küçük bir kızdır. Bu sebeple köylüler kızı hiç sevmezler. Hatta ona kötü davranırlar. Feride ise bu kızcağıza çok acır ve zaman içerisinde Munise’yi evlat edinir. Ancak ne var ki Zeyniler köyü okulu kapatılır. Feride bir süre sonra kız öğretmen okulunda Fransızca öğretmeni olarak görev alır. Fakat bir müzik öğretmeninin kendisine duyduğu aşk dedikodulara sebep olur ve tayinini ister. Böylelikle de birçok yeri gezmiş olur.

Bir zaman sonra da doktor Hayrullah Bey’le tanışır. Onun himayesine girer. Fakat bu sırada Munise çok hastalanır ve hayatını kuşpalazından dolayı kaybeder. Feride ise üzüntüsünden hasta olarak günlerce doktorun evinde kalır. Tabii bu durum dedikodulara yol açar. Hayrullah Bey ise insanların ağzını sırf kapatmak için Feride’ye evlenme teklifinde bulunur ve kağıt üzerinde evlilik yaparlar.

Bir zaman sonra da Doktor, Feride’nin defterini bulur, Kâmran’a olan aşkını okur. Ve araştırmalar yaparak bilgiler edinir. Ardından bir mektup yazarak defteri paket haline getirir. Feride’ye ise ölümünden sonra bu paketi Kâmran’a götürmesini vasiyet eder.

Ve aradan günlerin geçmesiyle doktor vefat eder. Feride de hem paketi teslim etmek hem de özlediği teyzesini görmek üzere Tekirdağ’a gider. Paketin içinde neyin olduğunu bilmeden teslim eder. Fakat ne tesadüf ki Kâmran ile karşılaşır. Kuşadası’na geri dönemez. Teyzesi ise bu sırada paketi Kâmran’a verir. Kâmran ise okuduğu defterden ve mektuptan her şeyi öğrenir ve Feride’nin onu hâlâ çok sevdiğini anlar.

En nihayetinde ev ahalisinin oynadığı bir oyunla iki sevgili tekrar bir araya gelir ve kitap mutlu bir kavuşma ile sonlanır.

Kitaptan sevdiğim alıntılar:

"Sevgi, şefkat denen şeyde ne mucizeler var yarabbi!"

"Kapalı bir mahzende sızan bir ışık parçası, yıkık bir duvarın taşları arasında açmış sıska bir çiçek, her şeye rağmen bir varlık, bir tesellidir."

"Dünyada, bir parça iyilik edebilmekten daha güzel bir şey olmuyor."

"İnsan, yaşadığı yerlerde beraber bulunduğu insanlara görünmez ince tellerle bağlanırmış; ayrılık vaktinde bu bağlar gerilmeye, kopan keman telleri gibi acı sesler çıkarmaya başlar, her birinin gönlümüzden kopup ayrılması, bir ayrı sızı uyandırırmış. Bunu yazan şair ne kadar haklıymış!"

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

20 Kasım 2023 Pazartesi

Hayatlar ve kitaplar

Sanırım geçen ay, bir arkadaşımın instagram'daki hikayelerinde görmüştüm aşağıdaki satırları. Hemen kitabın ismini sormuş ve not almıştım. İyi bir deneme okuru aynı zamanda iyi bir avcı ve toplayıcıdır. Buna inanıyorum. Derken kitaba başladım ve hiçbir sayfasında pişman olmadım. Hayatla, edebiyatla ve kitaplarla iç içe geçmiş yazılarıyla Meltem Gürle hepimize kırmızı bir kazak örüyor. Bir nebze ısınabilmek ve her şeye rağmen, her şeyle birlikte insan kalabilmek için. Peki beni bu kitaba çeken satırlar neydi? İncelikler Yüzünden başlıklı yazıdan, şu harika paragrafa bakar mısınız:

 "Bizi mahvedenin kabalıklar olduğunu zannederiz. Oysa, asıl incelikler yıkar hepimizi. Kabalık, içinde yaşadığımız, kendimizi hazırladığımız, hatta bir dereceye kadar baş etmeyi öğrendiğimiz bir şeydir. Dünya iyi bir yer değildir. Hayat acımasız, insanlar hoyrat, mutluluklar geçicidir. Bunu beş yaşında falan öğreniriz. Sonrası üç aşağı beş yukarı hep aynı teranedir."

Meltem Gürle'nin üzerinde dedesinin önemli bir etkisi var: okumak. Hem de öyle ne bulursa değil, hepsi edebiyatın üst düzey isimleri. Üstelik, 'hayat okulu' denen tecrübeler aleminde epey yol almış bir dedenin rehberliğinde, onun işaretleriyle okumak bambaşka olsa gerek. İnsan, böyle böyle bir hayat görgüsü kazanıyor aslında. Gerçekle hayali, doğruyla yanlışı, adaletle zulmü birbirinden daha net çizgilerle ayırmak bir görgü işidir çünkü. İnsanın hayat yolculuğundaki en önemli işi de bu erdemleri gün yüzüne çıkarmak, giderek parlatmak kendi gönül aleminde.

"Evet, edebiyat çok güçlü bir araçtır. Hayatı anlamayı kolaylaştırır. Kimi zaman acıları da hafifletebilir. Ama o bile gidenleri geri getiremez." diyor Meltem Gürle. Bu gayet yerinde ifadeler hayat yolculuğunda bize yeni damarlar açıyor. Peki bu yolculukta insan kırılıp küsmeyecek mi hayata? Her şey yolunda mı gidecek? Böyle bir şey elbette mümkün değil. Hayatın içindeki edebiyat ve edebiyatın içindeki hayat bizlere bunu da öğretiyor aslında. Kitaptan okuyalım: "Güneşin herkesi aynı şekilde ısıttığını, çimenlerin hepimizin ayağını aynı şekilde gıdıkladığını, rüzgarın saçlarımızı hep aynı şekilde dağıtacağını düşünürüz. Oysa bütün bunların hiçbir garantisi yoktur. Güneşin bizi kavurmayacağının, çimenlerin birer yılan olup ayağımıza dolaşmayacağının sözünü veremez bize kimse. Bir gün rüzgarın kulağımıza delice sözler fısıldayıp fısıldamayacağını bugünden kestiremeyiz."

Kitaplarla olan ilişkimizi yeniden gözden geçirmemize vesile oluyor bu denemeler. Yıllar geçtikçe yeniden okunması gerekenler, okundukça hayatımızda önemli bir yeri olduğunu anladığımız karakterler, kimi zaman özendiğimiz antikahramanlar, sıra dışı yazarların aslında ne kadar basit yaşadıklarına dair veriler... Özellikle de klasiklerle aramızdaki irtibatı yeniden kurmamız gerekiyor. Bazı kitapların sahiden de ölmeden önce okunması lazım. Çünkü en yakın ilişkilerimizden hedeflerimize kadar pek çok şeyde kitaplar biz farkında olsak da olmasak da kritik bir rol oynuyor. Bu, klişe deyimle 'kendini iyi ifade edebilmek'ten çok daha ötesi. Daha iyi gözlem yapmak, daha iyi yorumlamak, duyguları pürüzsüz biçimde yaşayıp düşünceleri kendimize has filtrelerden geçirebilmek kitaplarla mümkün. Mesela şu ifadeler, bu kitap görgüsünün bir nişanesi olsa gerek:

"Kimi dostlar yavaş yavaş gider insanın hayatından. Telefonlar kesilir. Görüşmelerin arası açılır. Bir araya gelindiği zaman küçük anlamsız konuşmalar yapılır. Sonra bir gün ilk kez onun yanında sıkıldığınızı fark edersiniz. Eve döndüğünüzde ağır bir his olur içinizde. Söylenmesi gereken şeyler söylenmediği için değil, söyleyecek bir şey kalmadığı için olur bu."

Kitabın önsözünü özellikle yazmaya yeni başlayanların ya da başlamak hayali kuranların dikkatle okuması gerekiyor. Meltem Gürle burada bir mizaç tipinden de söz ediyor aslında. Bazı insanlar belki kalemlerine, gönüllerine, becerilerine güvenebilirler ama sahneye çıkmak, bir yazının yazarı olmak, bir yazının sonuna ad-soyad imzası atmak kolay işler değil. Çünkü gururlanmakla utanmamak iç içe geçebiliyor bazen. Ama 'bunu başardım' demek, 'bu sefer oldu' demek de bambaşka hisler. Yazmak o yüzden insanı bir kitabın parçası hâline getiriyor Marguerite Duras'ın dediği gibi. Okumayı çok seven bir insanın konforlu alanından çıkıp masanın başına geçmesi, bir dergide yer alması, bir gazetenin köşesinde adının geçmesi, kimilerine ağır gelebilir. Bu yükü omuzlamak için ağır adımlarla ilerlemek gerekiyor. Yazarın kendini ispat etmesi meselesi, okurla ilgili bir mesele aslında. Hak eden, hak ettiği yere elbette ulaşıyor. Yalnızca bu yeri fazla abartmamak gerekiyor. Çünkü hiçbir şey kalıcı değil bu hayatta. Akıllarda kalmak? O başka. Dostoyevski ve Tolstoy gibi mesela. Hermann Hesse ve Thomas Bernhard gibi. Rilke ve Neruda gibi. Sonra Tanpınar ve Sait Faik gibi. 

İnsan psikolojisine dair en güzel analizler ve yorumlar edebiyatın içinde gizli. Gözlem yeteneği güçlü yazarlar bunu oldukça iyi yapıyorlar. Üstelik kendi yaralarını unutmadan ve başkalarını da yargılamadan. Zira 'kitaplarla büyümek' böyle bir şeydir: "Çünkü siz hayatı kitaplardan öğrenmişsinizdir. Başkalarını incitmekten korkarsınız. Onun için hep biraz ürkek bakarsınız. Efendimli, lütfenli konuşursunuz. Bir şey isterken, 'Rica ederim' dersiniz. Özür dilersiniz. Üstelik bazan gerekmediği halde yaparsınız bunu. Dalkavukluktan, ricacılıktan ya da kibarlık budalalığından değildir bu tavrınız. Öylesinizdir. Diğer çocuklar sokakta oynarken, siz evde o kitapları okuya okuya böyle olmuşsunuzdur. Ona göre davranırsınız."

Kırmızı Kazak, yazarın "Fakat bütün iyi okuyucular bilir ki, bir kitaba dair fikir edinmenin en isabetli yöntemi, onu açıp okumaya başlamaktır. İlk birkaç sayfadan sonra hala okumak istiyorsanız, o kitap sizinle gelecek demektir. Kapağında ne yazarsa yazsın." ifadelerini doğrulayan bir kitap. Hem de pek çok kitaba yaptığımız gibi şans vermemiz gerekmiyor. Hadi birkaç sayfa daha okuyayım dememize gerek kalmıyor. İlk sayfalarından itibaren alıp götürüyor. Adı gibi, içeriği gibi, tam bir kış kitabı.

Yağız Gönüler