16 Ağustos 2022 Salı

İçimizdeki güzelliğin adı Muhammedî muhabbettir

Muhabbetten Muhammed oldu hasıl
Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl?

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) hayatı, bütün yönleriyle Müslümanlar ve dahi bütün insanlar için örneklerle doludur. Cenâb-ı Hakk’ın Fetih suresinde, “Sana biat edenler, Allah’a biat edenlerdir. Allah’ın eli onların elleri üstündedir. Kim biatını bozarsa kendi nefsine zarar vermiş olur, kim de Allah’a verdiği sözü yerine getirirse Allah ona büyük ödül verecektir.” buyuruyor. Bu ayetin nüzul sebebiyle birlikte Kur’an-ı Kerim’in bütün çağlara seslenen, çok katmanlı bir dili olduğu da düşünüldüğünde iki cihan serveri Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) sünnetine sıkı sıkı sarılmanın Cenab-ı Hakk tarafından ödüllendirileceğini, onun örnekliğini önemsemeyenlerinse ancak kendi nefislerine zarar vermiş olacaklarını söylemek mümkündür. O, öylesine büyük bir örnektir ki yalnızca peygamberlik vazifesini yerine getirdiği 23 yıllık dönemde değil bütün hayatı boyunca Allah’ın hoşuna gitmeyecek, bize örnek oluşturmayacak tek bir davranış dahi sergilememiştir. Onun hayatı; adalet, nezaket, samimiyet, hoşgörü, sadakat, tevazu, emanet bilinci, ibadet aşkı, feraset gibi hem toplumsal hayatımızı hem de ruh dünyamızı tedavi edecek reçetelerle doludur.

Öğrenme; istendik yönde, kalıcı davranış değişikliği olarak tanımlanır. Biz Müslümanlar da Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) hayatını öğrenmeyi önemseriz. Bununla birlikte tarihleri ve isimleri ezberlemekten ibaret olan bir öğrenme değildir maksat. Bütün bir hayatı Muhammedî bir ölçekten geçirerek yaşayabiliyor muyuz? İşte esas öğrenme budur. Saçımızı, sakalımızı, kaşımızı, bıyığımızı sünnete uydurmak için harcadığımız emeği; sadakatimizi, nezaketimizi, emanet bilincimizi vs. sünnete uydurmak için çaba sarf edebiliyor muyuz? Peygamber Efendimiz’in (sav) eşleriyle münasebetlerindeki adalet, nezaket ve hoşgörüden; çocuklarla olan münasebetlerindeki samimiyet ve müşfikliğinden; ashabıyla ve hatta müşriklerle olan münasebetlerindeki güvenilirlik, hoşgörü ve tevazu ve her anına sirayet eden Allah aşkından nasibimizi alabiliyor muyuz? İşte bu sorulara müspet birer cevap verebilirsek “Ümmetî, ümmetî!” feryadının muhatabı olabiliriz belki.

Ömer Tuğrul İnançer, Muhabbet Peygamberi Hazreti Muhammed (sav) kitabında; Peygamber Efendimiz’in (sav) hayatını, düşünce ve icraatlarını, muhabbete verdiği önemi günümüz Müslümanlarına örnek oluşturacak biçimde anlatıyor. Daha önce pek çok siyer kitabında gördüğümüz üzere Ömer Tuğrul İnançer de kitabı yazma amacını benzer kıssalardan hareketle açıklıyor ve Hz. İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca ile köle pazarında satışa çıkarılan Yusuf’a talip olan yaşlı kadını misal gösteriyor; “O’nun defter-i uşşâk’ına (âşıklarının defteri) yazılıvermemiz ümit ve dileğiyle…” diyerek başlıyor kitaba. Biz de okuyanların bu rahmet pınarından istifade etmelerini dileyelim.

Peygamber Efendimiz (sav) her ne kadar bizim gibi bir anadan ve bir babadan dünyaya gelmiş olsa da onun beşer sınırlarının çok ötesinde bir varlık hakikati vardır. İnançer Hoca, öncelikle “Hangi Hz. Muhammed (sav)?” diye sorarak günümüz Müslümanlarındaki yanlış ya da eksik peygamber algısına vurgu yapıyor. Onu bütünüyle bir insandan ibaret göremeyeceğimiz gibi tamamen insanüstü bir varlık olarak da düşünemeyiz. Peygamber Efendimiz’in (sav) hakikati, Hristiyanlıktaki Hz. İsa kabulünden çok farklıdır. Biz, Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna iman ediyoruz. Bununla beraber onun sıradan bir kul olmadığını ve hatta bütün bir kâinatın yaratılış gayesi olan bir muhabbetin ifadesi olduğunu da biliyoruz. O’nun örnekliği yalnızca gündelik yaşantıya yönelik değildir. İnançer Hoca; “Hz. Resûlullah’ın kâli, yani söyledikleri şeriattır, hâli tarikattır, sırrı ise hakikattir. O sırra aşina olup şerîatten uzaklaşmamak da mârifettir.” Buradaki sır, ilimle öğrenilecek bir bilgi değildir. Bu nedenle alim olmak başka arif olmak başkadır. Nasıl ki insan dahi sırrını her önüne gelene söylemezse Allah da sırrını ehil olmayana, dahası kendisine dost olmayana vermez. Onlar; çoğu zaman gök kubbenin altında, kendisinden kimsenin haberi olmadan yaşayan velilerdir.

Bir kişiye gösterdiğimiz saygının en güzel ifadelerinden biri, “Başımın üstünde yerin var!” sözüdür. İnançer Hoca, bu sözden hareketle Hz. Muhammed’i (sav) nasıl yanlış anladığımızı şöyle açıklıyor: “Resûlullah Efendimizin yeri başımızın üstü değildir. Çünkü baş üstü olunca, baş üstünde bile olsa hâkikatte dışımızda oluyor. Böyle olmamalıdır. O iki cihan serveri pek sevgili Fendimizin yeri canımızın taaa içidir. O içimizde olmalıdır.” Bu ifadeyi doğru anlamak gerekir. Bir şeye duyduğumuz sevginin en doğru göstergesi onun gibi olmaya çalışmaktır. Cenab-ı Hakk Azhab suresinde mealen şöyle buyuruyor: “Allah’ı ve âhiret gününü arzulayan ve Allah’ı çokça zikreden siz mü’minler için Allah’ın resulünde pek güzel bir örnek vardır.” Bu ayetin ve pek çok ayetin söylediği hakikat şu ki kulun esas vazifesi her yönüyle Hz. Muhammed’i (sav) örnek almaktır.

Efendimiz Hz. Muhammed (sav) muhabbeti esas almış ve ashabıyla münasebetlerinden tutunda hane halkıyla olan münasebetlerine varana kadar, hatta çocuklarla ve hayvanlarla olan münasebetlerinde dahi muhabbetle hareket etmiştir. Bakın namaz kılmıştır ama namaz kılarken omzundaki torunu düşmesin diye secdesini uzatmaktan geri durmamış, hırkasının üzerinde uyuyan kediyi uyandırmamak için hırkasını kesmekten çekinmemiştir. Oruç tutmuştur ama ashabına kendi nefsine zulme varan orucu tavsiye etmemiştir. Mağara arkadaşının endişelendiğini gördüğünde “Üzülme, Allah bizimledir.” diyecek kadar mu; kuşunu kaybeden bir çocuğa taziyeye gidecek kadar muhabbetle doludur. İnançer Hoca’nın ısrarla vurguladığı ve mutasavvıfların haksız yere eleştirildiği bir nokta da şudur. Mutasavvıfların şerî hükümleri önemsemeyip yalnızca aşk merkezli bir düşünceye sahip oldukları ve bu nedenle İslamiyet’in temel yükümlülüklerini yerine getirmedikleri yönünde bir eleştiri yapılıyor. Bununla birlikte şerîat, tarikat ve hakikat birer mertebe olup her ne kadar içinde çürükler bulunsa da gerçek mutasavvıflar şerîat kapısından girip, tarikat kapısından geçerek hakikat mertebesine ulaşılabileceğini ısrarla vurgulamışlardır. İnançer Hoca da “Bir ayağın şerîatın merkez olduğu noktada olup diğer ayağınla pergel gibi kâinatı dolaşmalısın. Eğer pergelin ayağı şerîat-ı Muhammediye’den uzaklaşırsa sen bâtılda dolaşıyorsun demektir.” diyerek bu hakikati bir kez daha vurguluyor ve şöyle bir tasavvuf tanımı yapıyor: “Din üç sacayağı üzerine oturur: îmân, İslâm ve ihsân. Tasavvuf ihsân boyutundadır. İhsân ise Allah’ı görmesen deO’nun seni gördüğünü bilmendir; sadece bilmek değil öyle yaşamaktır. Tasavvuf işte bu ihsânın müesseseleşmiş şeklidir.

Günümüz Müslümanlarının en büyük sıkıntılarından biri de her şeyi somutlaştırma isteğidir. Maddeci bir gözle bakarak muhabbet peygamberi Hz. Muhammed’i (sav) anlamak ne kadar mümkün olabilir. Hepimiz ara sıra da olsa “İçimden geldi!” diyerek bir güzellik yapıyoruz. Demek ki içimizde güzellik var. İşte o içimizdeki güzelliğin adı Muhammedî muhabbettir. O içimizdeki muhabbetin bütün hayatımızı sarması için O’nu çok iyi tanımalı ve örnek almalıyız.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

15 Ağustos 2022 Pazartesi

Türküleri unuttuğumuzda kimsesiz kalmışız demektir

Yaşıtlarım arasında yahut civarımda, türkü dinleyenleri birer birer kaybediyorum. Kimileri bir bozlak gibi süzülüyor kara toprağa ansızın, kimileri de işine ve değişen yaşamına uygun başka bir gazel tutturuyor. Böyle olunca da insan; içinden türkülerin geçtiği filmlere ve kitaplara daha sıkı sarılıyor. Onları tekrar tekrar izleyip okumak istiyor. Başkalarıyla da paylaşıyor ki o türküler, o yara izleri; geçmişle gelecek arasında yakası kirlenmiş, paçası buruş buruş olmuş, alnı ter içinde kalmış kimselere de iyi gelsin.

Basit bir şeyden, her an yenisi üretilen, kolayca ulaşılan bir şeyden bahsetmiyoruz türkü diyerek. Daha bugün, arabada giderken şöyle güzel türküler çalan radyo bulmakta bile zorlandım. İki türkü arasına sıkıştırılan ve dinleyene adeta emredilir gibi konuşulan politik bulamaçtan da, geçmişin samimi nağmeleri yerine yeninin plastik teknolojisiyle üretilmiş (cover) türkülerinden de fenalık geliyor insana bir süre sonra. Türkü dinlemek, içten gelen bir şey değildir. Türküler, her an içte taşınan duyguların birer çıktısıdır. Türkü söylenince ya da dinlenince o duygu bizi terk edip gitmez, aksine yeniden düşünmemize, yeniden duygulanmamıza ve insan oluşumuza bir işaret fişeği gönderir. Bak ama gör, der. Yaşa ama hisset. Kemal Varol'un Ucunda Ölüm Var romanında geçtiği gibi: "Ne zaman bir yerde bir türkü çalındı kulaklarıma, o eski yaram gelip otağını içime kurdu.". Türkü dinleyenleri iyice bir süzdüğümüzde fark ederiz, onların kendilerine mahsus bir dünyaları vardır başkaları tarafından pek de anlaşılmayan. Hadi yine aynı romandan hatırlatayım o güzel cümleleri: "Bir adam, yetmiş yıl boyunca bir kütük gibi dümdüz yaşadıktan sonra bir gün durduk yere bir türkü söyleyip ipil ipil ağlıyorsa, bir derdi, bir başkasıyla kapatamadığı bir hesabı vardır muhakkak."

Türkülerimiz, topraklarımızın resmî olmayan tarihidir, yani hakikatidir. Kimi zaman yazılı ama en çok da sözlü biçimde bugünlere aktarılmıştır. Bir ağacın gölgesinden, bir çeşmenin başından, bir sofradan veya muhabbet halkasından tütüp geleceğe uzanmıştır. İnsanların gönül aleminde sonsuzluk kazanan türkülerimize nüfuz etmemiz, onlarla birlikte yaşamamız neden kıymetlidir? Böyle olursa, günümüzde pek sık ifade bulan "kişinin kendine yabancılaşması" hadisesi daha az vuku bulur. İnsanın içinde bir saat vardır. Bu saat, onun meziyetlerini meydana çıkarıp, cevherini parlatıp, insanlığa faydalı olması için ayarlanmıştır. Dünya, bu ayarı sık sık bozar. İnsanın amacı bu ayarı yeniden kurup işler hâle getirmektir. Aksi hâlde "kendine yabancılaşma" yaşanır. Türküler, birer kendine yakınlaştırma araçlarıdır. Çünkü sözüyle bağlantısı olan özüyle de bağlantılıdır. Türkçemizde "özü sözü bir olmak" diye bir tabir vardır: türküler, kulakları da gönülleri de terbiye eder.

Muaz Ergü, bir türkü sevdalısı. Ötüken Neşriyat'ın Söğüt Kitaplığı'ndan Şubat 2022'de neşredilen Anadolu'nun Kadim Sesleri adlı çalışması, bu sevdanın bir raporu. Çeşitli portrelerin ve türkülerin iç içe geçtiği kitapta bir sevdayı ciddiye almanın ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Sayfalar ilerledikçe hem türkü hafızamız genişliyor hem de türküleri seslendiren, bugünlere taşıyan ustaları yeniden tanıma imkânı buluyoruz. Mahzuni ŞerifÂşık Veysel, Neşet Ertaş, Celal Güzelses, Hafız Osman Öge, Hasan Tunç, Hisarlı Ahmet, Kazancı Bedih, Osman Gökçe, Sümmânî, Sıdkî Baba, Tenekeci MahmutZaralı Halil Söyler ve daha ne isimler, ne hayatlar, ne türküler beslemiş bizi, beslemeye de devam ediyor, bu hassasiyeti hatırlamak insana ne pencereler açıyor...

"Sözden örülmüş bir kale gibiydi Anadolu coğrafyası" diyor Muaz Ergü. Neden böyle diyor? Kitaptan okuyalım: "Önce söz vardı, diye başlar Kelam-ı Kadimler. Söz vardı… Olduran, onduran, yakıp kavuran, yangına su olan, güldüren, ağlatan… Gönle dokunan, gönlü darmadağın eden, dağılmış bütün parçaları toplayan, yalımıyla eriten, şifasıyla yürek sızısını sağaltan, varlık yaralarına merhem diye sürülen… Varlığın dolaysız, bağlantısız, araçsız, aracısız dile geldiği, dile getirildiği söz. Modern zamanlardaki gibi varlığa yabancılaşmamış, mekanik süreçlere hapsedilmemiş, kirlenmemiş, kirletilmemiş… Teknolojik bir metaya dönüştürülmemiş… Söz vardı Anadolu’nun uçsuz bucaksız coğrafyalarında. Varlığın acıda ve sevinçte, hüzünde ve tebessümde meskûn olduğu, hakikatin söyleştiği, hakikatin söylendiği… İnsanlığa dair bütün hâllerin (aşkın, sevdanın, bulmanın, yitirmenin, ayrılmanın, kavuşmanın, gurbetin, sılanın, yokluğun, yoksulluğun, yaşamın, ölümün, yitip gitmenin, vuslatın) söylendiği duru sözler. Dupduru göğün altında, mahşerî bir yürekten çıkan… Âşıkların dilinden uçsuz bucaksız yüreğe dökülen..."

Türküleri ve onları saza, söze dökenleri yeniden hatırladığımızda; bazı insanların yaşadıkları coğrafyayla ne kadar iç içe geçtiğini görebiliyoruz. O coğrafyanın âdetleri, gelenekleri, görenekleri, zamanın siyasi problemleri, iktisadi sıkıntıları, insan ilişkilerindeki kaybolan samimiyet, huzurun ve güvenin yavaş yavaş toplumdan çekilmesi ve daha neler neler. Mesela bir Âşık Veysel, bize türküleriyle neler anlatıyor? Ergü şöyle diyor:

"Adına hayat denen muammayı, baştan ayağa bilinmezlik olan ömür serencamını 'Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece,' diyerek üç beş kelimeyle çözüvermişti. Felsefenin, bilimin, sanatın binlerce ciltte anlatamadığı hakikati söyleyivermişti hepimize hem de görmeyen gözleriyle. Veysel’in gözleri, dışındaki maddi dünyaya kapalıydı. Maddi dünyaya kapalıydı kapalı olmasına ama gönül gözü sonuna kadar açıktı. Kimsenin bakmayı bilemediği, bakmaya cesaret edemediği dünyamızın ummanına dalmıştı. O ummandan topladıklarını, payına düşenleri tertemiz, arı duru bir dille sundu bizlere. Veysel’in hayatı Anadolu gibidir. Acısı da gerçek, ayrılığı da… Çocuk yaşta bir gözünü kaybeder. Talihsiz bir kazada diğerini… İçine doğduğu dil zaten ozanlık, âşıklık dilidir. Yanmışlığın, kederin dili. Hüzünlerimizi, sevinçlerimizi, her türlü insani hislerimizi şiirle, sözle ifade eden bir dil. Yokluğun, yoksulluğun, mütevazılığın, engin gönüllülüğün, kaybetmenin yüceliğinde olgunlaşmış, kemale ermiş bir dünyanın dili."

Anadolu'nun Kadim Sesleri, hem kitap hem de türkü sevdalıları için mutlaka devam etmesi gereken gereken bir çalışma. Artarak, genişleyerek, toprağa ve göğe insan saflığının güzelliklerini hatırlatarak. Bu güzelliklerin içinde acının da neşenin de olduğunu göstererek. Bir yerlerde türkü söyleyenler varsa, hayat 'her şeye rağmen' devam ediyor demektir. Türküler çekip gidiyorsa bu topraklardan usul usul, işte o zaman kimsesiz kalıyoruz demektir. Çünkü türküler bizzat biziz, onlar bizim hikâyemiz...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Geçmiş zaman koridorlarında uzun ince bir yolculuk

Silik Fotoğraflar: Portreler, M. Orhan Okay Hoca’nın kültür, sanat ve düşünce dünyamıza suretleri düşen, birbirinden değerli şahsiyetleri anlattığı kitabı. Klasik bir portre anlatımı yok burada. Hatıralar eşlik ediyor portrelere. Okay, bu şahsiyetleri anlatmakla kalmıyor bir tarihi yeniden gündeme getiriyor. Geçmiş zaman koridorlarında gâh neşenin gâh ironinin gâh hüznün eşlik ettiği uzun ince bir yolculuk. Silik fotoğrafların netleştirdiği, hatıraların taçlandırdığı bir tarihe tanıklık ediyoruz. İmrenerek, dikkatimizi yoğunlaştırarak ve zaman zaman keşke orada ben de olsaydım diyerek… Kitap da anlatılan o şahsiyetler bugün birer masal kahramanı mesabesinde. Okurken bizi baştan ayağa kuşatan o ruh, o iklim şimdilerde hepimizin çok uzağında. Silik Fotoğraflar'ı okuyunca etrafımızın ne kadar da çok yalancı renklerle kuşatılmış olduğunu bir kez daha hissediyoruz. Bir kez daha…

Silik Fotoğraflar: Portreler'in çoğu daha önce gazetelerde yayınlanan yazıların bir araya gelmesinden oluşuyor. Ayrıca çeşitli dergilerde ele alınan şahsiyetlerin ölüm yıldönümleri nedeniyle yayınlamış yazılar ve anma günlerinde yapılan konuşmalara da yer verilmiş. Kitabın İlk baskısı 2001’de Ötüken Yayınları tarafından yapılmış. 2013 yılı aralık ayında Dergâh Yayınları tarafından piyasaya sürülen baskıda birkaç portre daha eklenmiş öncekilerin çoğu da genişletilmiş.

Kimler yok ki Silik Fotoğraflar'da! Nurettin Topçu, Hüseyin Avni Ulaş, Rahmi Eray, Celalettin Ökten, Tahir Olgun (Tahirülmevlevi), Mehmet Âkif, Hasan Basri Çantay, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Kaplan, Nihat Sami Banarlı, İbnülemin Mahmut Kemal, Peyami Safa, Reşat Ekrem Koçu, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Asaf Halet Çelebi, Reşat Nuri Güntekin, Abdulaziz Bekkine, Kaya Bilgegil, Kilisli Rifat Bilge, Süheyl Ünver, Osman Nuri Ergin, Hafız Mehmet Kara, Ali Nihat Tarlan… Saydığımız bu isimlerle ilgili portre yazıları 2001’den önce yani kitabın ilk basımından önce. İlk kitaba alınan portreler. Faruk Nafiz Çamlıbel, İsmail Hami Danişment, Şinasi Tekin, Fuat Sezgin, Ömer Faruk Akün, Fevziye Abdullah Tansel, Ahmet Ateş, Muhammet Hamidullah, Ezel Erverdi, Ayhan Yücel ile ilgili yazılanlar 2001 sonrası. Yeni baskıya giren portreler. Hepsi de kendi alanında birer yıldız olan mümtaz kişiler. Hem kültürel donanımlarıyla, hem şahsiyetleriyle hem çalışkanlıklarıyla hem fedakârlıklarıyla hem de vefalarıyla unutulmayacak değerler. Gerçi biz hafızası, belleği kıt bir milletiz. Çok çabuk unutuyoruz. Bugün bu saydığımız insanlardan ziyade gündemimizi ve zihnimizi futbolcular, şarkıcılar daha çok meşgul ediyor. Hiçbir emeği, zahmeti, kendine ait bir tek cümlesi olmayan, konuşmaktan ve herhangi bir şahsiyetten yoksun boş adamları baş tacı ediyoruz. Ne garip bir durum. Gerçekten korkutucu ve ürpertici… Silik Fotoğraflar Portreler kitabını okudukça bu haleti ruhiye daha çok sarıp sarmalıyor okuyucuyu. Bir zamanlar bu topraklarda yaşanmış bu zor ama aynı oranda güzel olan, ruhu olan o iklime belki bir daha hiçbir zaman kavuşamayacağız. Bir özlem, bir ukde kalacak içimizde.

Okay Hoca kitabına aldığı portrelerin çoğuyla tanışık. Tanışıklıktan ziyade arkadaşlık, dostluk kurmuş. Bazılarıyla birkaç kez görüşmüş. Diğer bazılarını ise kitaplarından ve yazdıklarından tanımış. Hoca’nın Vefa Lisesi’nde okuması sanırım en büyük şansı. Düşünce, sanat ve edebiyatımızın devleri ile burada tanışmış ve birçoğu hoca olarak dersine girmiş. Düşünün bir lise ve hocaları Nurettin Topçu, Reşat Ekrem Koçu, Nihat Sami Banarlı, Agâh Sırrı Levent, Nihal Atsız, Faruk Nafiz Çamlıbel, Halit Fahri Ozansoy, Celalettin Ökten… Böyle bir kadro bugün üniversitelerde bile yok. Nurettin Topçu lisede derse giriyor ama Felsefe Doçenti. Sorbon’da doktora yapmış. Kitapta zaten en sık tekrar edilen isimlerden biri Topçu. Okay Hoca, gerçekten bereketli, kazanımları bol bir eğitim/öğretim yaşantısına sahip. Bir çok insanın tanışmak için hayal kurduğu, kimilerine ulaşılamaz gelen düşünce, edebiyat ve sanat sahasındaki yıldızlar Orhan Okay’ın en yakınında olan kişiler. Orhan Okay’da onların yanıbaşında…

Hafızası, belleği zayıf bir millet olduğumuzu Orhan Okay Bey de kitapta sık sık dile getiriyor. Aynı zamanda kitabında anlattığı, ele aldığı şahsiyetlerin birçoğunun da çok az yazdığından ve geride fazla bir şey bırakmadıklarından da bahsediyor. Ömer Faruk Akün mesela… Orhan Okay’ın portre yazılarını okumak aynı zamanda tarihi okumak anlamına da geliyor. Hem de tarih biliminin sıkıcı, kuru, akademik soğukluğuna hapsolmadan. Zevkle okunan bir tarih. Hatta bazı olayları ilk ağızdan duyup, okumak… Silik Portrelerde Türkiye’mizde yaşanan geçiş dönemlerini de görüyoruz. Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş ve yaşanılan sıkıntılar, dönüşümler, hercümercler… İki dönemi yaşayan kişilerin haleti ruhiyeleri… Celalettin Ökten Hoca’nın portresi buna en güzel örnek. Medreseyi ve üniversiteyi yaşamış biri. İmam Hatip okullarının açılmasında büyük emeği varmış. Celal Hoca o zamanlar Arapça’yı klasik usulden farklı bir şekilde öğretiyor. Berlitz Metodu… Ana dilin öğrenilmesi gibi önce basit cümlelerden başlıyor, gelişiyor, kurallar sırası geldiğinde öğretiliyor.

Kitapta hem ilgimi çeken hem de beni çok üzen bir bölümde Seyfettin Özege anlatılıyor. Burası aynı zamanda bizin çarpık anlayışımızı, tembelliğimizi bütün açıklığıyla gösteriyor. Seyfettin Özege pek fazla bilinmemesine rağmen ömrünü kitap toplamaya, özellikle eski harfli kitapları toplamaya adamış biri. Onbinlerce kitabı varmış. Bu kitapları Erzurum Atatürk Üniversite’sine bağışlamak ister. Tek bir arzusu vardır üniversiteden, bağışladığı kitapların kataloglarının yapılması ve kendine yüz adet gönderilmesi. Büyük bir aşkla, şevkle eski yazı kitapları toplayan ve dünyanın en zengin kitap koleksiyonlarından birini meydana getiren Özege’nin bu isteği koskoca üniversite tarafından yıllarca yerine getirilmez. Personellerin ilgisizliği, kimi kitapların kaybolması Özege’nin kulağına gider. Hatta bir kütüphane görevlisi kitap bağışladığı için Özege’yi hata yapmakla suçlar. O da kitapların kendine yeniden iade edilmesini ister. Evet, bir yanda dünyanın en zengin kitap koleksiyonunu büyük bir emekle yapan Seyfettin Özege bir yanda ise katalog yapmayı beceremeyen bir üniversite…

Silik Fotoğraflar Portreler bu ve buna benzer bir sürü ayrıntı, anekdot ve bilgiyle dolu. Ayrıca Okay Hoca’nın şık ve tertemiz üslubu kitabı daha da önemli kılıyor. Yazılara eşlik eden fotoğraflar ve belgeler de ayrı bir renk katıyor. Kitaplarını severek okuduğumuz yazarların el yazılarını görmek ilginç. Bir de bütün bunlara ilaveten portreleri yazılan mümtaz şahsiyetlerin fiziki yapıları hakkında da bilgiler mevcut. Boyları, posları, dış görünüşleri, giyim kuşamları…

Silik Fotoğrafların içinden bizlere tebessüm eden bu adamlar nereye gittiler? Nerede onların kıt imkânlarla gerçekleştirdiği büyük hizmetler. Onlardaki hasbilik, ruh inceliği, tevazu, dayanışma neden terk etti şimdilerde bizleri? Bu sorular üzerinde düşünülmesi gereken sorular…

Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com

10 Ağustos 2022 Çarşamba

Bu devirde tasavvuf

Cumhuriyetle birlikte toplum hayatımızdaki en önemli değişikliklerden biri şüphesiz tekke ve zaviyelerin kapatılması hadisesidir. Tasavvuf faaliyetleri de bu sayede sonlandırılmak istenmiştir. Bu durumun ilk bakışta tasavvufun ve İslâm ahlâkının toplum hayatından uzaklaşmasına sebebiyet vereceği düşünülse de zamanla görüldü ki kanunlar ya da yasaklar marifetiyle gönül dizginlenemez. Cumhuriyet döneminde de insanlar gönül sofraları kurmuş, nefis terbiyesine devam etmiştir. Hatta tasavvuf gömleğini şahsî çıkarları için giyen sahtekârların temizlenmesine vesile olduğu için bu yasaklama faaliyetinin bir şekilde hayra vesile olduğunu düşünmek dahi mümkündür. Bakara suresinde Yüce Allah’ın buyurduğu üzere “Olur ki, hoşunuza gitmeyen bir şeyde sizin için hayır, yine olur ki hoşunuza giden bir şeyde de sizin için şer vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” Günümüzde de çeşitli dernek, vakıflar vasıtasıyla gönül sultanları nefis terbiyesine devam ediyor. Hayatın çok hızlı akıyor olması, olayların sıklıkla maddeci bir bakışla değerlendirilmesi ve dinî meselelerin dahi tüketim kültürünün oyuncağı olması gibi nedenlerle günümüzde tasavvufî bir hayatın mümkün olmayacağı sıklıkla savunulan bir görüş olmasına rağmen özellikle büyük şehirlerde yaşayan insanların manevî açıdan boşluğa düşmeleri, ruhsal bir çıkış yolu aramaları ve hayatlarının anlamını sorgulamaları günümüzde ve elbette her dönemde tasavvufa ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Ömer Tuğrul İnançer, Dinle ki Dinlenesin adlı kitabında “Mademki nefis var, tasavvuf vardır çünkü nefisle mücadelenin yolu tasavvuftan geçer. Bu mücadelenin en büyük silahı da muhabbettir yani sevgidir.” diyerek bu devirde de tasavvufun bir ihtiyaç olduğunu vurguluyor.

Tasavvuf, insanın hayatı anlamlandırma merkezi olarak aklı değil gönlü kabul eder. Bu nedenle insanı ve insan sayesinde toplumu dönüştürmek için gönle hitaben konuşur. Gönül temizlenirse bütün dünyanın temizleneceğini savunur. İnsanlık tarihinin her döneminde zulüm var olmuştur. İyiliğin anlam kazanabilmesi için kötülüğe ihtiyaç vardır elbette ama günümüzde vahşetin sınırlarının çok genişlediğini insanların kalplerinin dünya putlarıyla dolduğunu söylemek gerekir. Bu durum tasavvufun naif dilinin bu katılaşmış kalpleri temizlemeye muktedir olamayacağı fikrini ortaya çıkarsa da İnançer Hoca bu durumu şöyle izah ediyor: “Kâbe içine put konmakla Kâbelikten çıktı mı? Çıkmadı elbette. Gönlümüz de öyledir. İçine dünya putu koysak da gönlümüz temizdir çünkü onu Allah yarattı.

İslamiyet yalnızca Kur’an ahkâmı değildir. Eğer öyle olsaydı Cenab-ı Hakk, yüce Kur’an’ı gökten indirir ve bütün insanlığın yalnızca bu hükümlere uymasını emrederdi. Fetih suresinde yer alan, “Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir.” ayeti, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) temsiliyetinin delilidir. Ashab-ı kiram efendilerimiz İslam dininin temel prensipleriyle beraber gündelik hayatının düzenlenmesine dair İslâm ahlâkına yönelik pek çok düsturu doğrudan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’den (sav) almışlardır. İnançer Hoca, “Senin muhatabın insan olacak çünkü ilim insana insandan tecelli eder, kitaptan değil.” diyerek sohbetle eğitmenin önemini vurguluyor. “Peygambersiz İslam” söylemi son dönemde özellikle sosyal medya üzerinden gençlerin zihinlerini bulandırmaya devam ediyor. Birtakım ayetleri kendilerince yorumlayan kişiler yalnızca Kur’an okuyarak İslâmî bir yaşamın mümkün olacağını savunuyor. Oysa birçok ibadetin teferruatı Kur’an’da yer almaz. Müslümanlar Peygamber Efendimizin örnekliğini esas alırlar. İnançer Hoca bu kişilerle ilgili de şunları söylüyor: “Bazıları iki tane tercüme okuyor, hatta iki tane de değil, bir tane tercüme okuyor, ‘Ben Kur’an’ı okudum, anlamadım.’ diyor. Ben de anatomi kitabını okudum ama doktor olamadım. Benim anatomi kitabını okuyup doktor olamayacağım tabii de senin bir defa Kur’an- Kerim tercümesi okuyarak Kur’an’ı anlaman mümkün mü? Bu ne haddini bilmezlik!

İnançer Hoca, tasavvufta esas olanın tevhide ulaşmak olduğunu vurguluyor. Ancak tevhidi doğru anlamak gerek. “Allah’la bir olmak, Allah’ta yok olmak, Allah olmak” gibi ifadeler ilk söyleyişte ürkütücü gelse de sözdeki mananın derinliğini idrak etmek söylenenleri daha anlaşılır kılıyor. “Ölmeden evvel ölmek” ifadesi mutasavvıflarca sıkça kullanılan bir ifade olmakla beraber buradaki ölmekten kasıt bedenin ölümü değildir. Ayrıca çokça yanlış anlaşıldığı üzere iradenin bir mürşide teslim edilmesi de değildir. Ölmeden evvel ölmek, kulun iradesinin mürşit marifetiyle Allah’ın rızasına yöneltilmesidir. “Sen çıkarsan aradan, kalır şeksiz Yaratan” dizesiyle latif bir biçimde ifade bulan bu anlayışı İnançer Hoca şu sözlerle destekliyor: “Namazlar, oruçlar, sair ibadet u taat, kul olmanın Cenab-ı Hakk tarafından bize gösterilmiş kestirme yollarıdır. Namazsız olmaz ama namaz kılmak için yaratılmadık. O namazı kılarken tevhid ehli olmak için yaratıldık.” Peki nasıl olacak tevhid ehli olmak? Yunus Emre’nin dizeleriyle ifade etmeye çalışalım: “Kahrın da hoş lütfun da hoş” olacak. İnançer Hoca’nın ifadesiyle, “Fail-i hakikinin Allah olduğunu bil. Ne kimse senden incinsin ne de sen kimseden incin.” Gönül koymak, kin beslemek, hatta dünya uğruna çokça sevinmek dahi benlik alametidir. Oysa benlikten sıyrılmaktır esas olan. Gelene de eyvallah gidene de eyvallah diyebildiğimiz takdirde tasavvuf kapısının tokmağını tutmuşuz demektir.

Tasavvufta insan mühimdir. İnançer Hoca’nın da ifadesiyle “Allah yeryüzünde Allahlığını kulları vasıtasıyla yapar.Şeyh Galip Dede’nin “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen” dizeleri de aynı sırrı ifade ediyor: Nur-ı Muhammedî. Tasavvufta üzerinde durulan insandan kasıt beşer değildir. Beşer olmak için bir anneden doğmak kâfîdir ama insan olmak için bir mürşidin gönül sohbetlerinden ikinci kez doğmak gerekir. İnsan, çeşitli mertebelerden geçirdiği nefsini eğiterek insan-ı kâmil olmaya çalışır. Kulluğun esas gayesi, tevhidden maksat budur.

Ömer Tuğrul İnançer’in Dinle Neyden adlı programındaki konuşmalarından yola çıkılarak hazırlanan Dinle ki Dinlenesin adlı kitap, “Bu devirde tasavvuf olur mu?” sorusuna oldukça anlaşılır müspet bir cevap niteliğinde. Tasavvufun en görünür hali olan muhabbete dair İnançer Hoca’nın şu sözleri günümüz toplumunu sağaltıcı bir reçete hükmünde okunmalı kanaatimce: “Muhabbet güzelleşme demektir. Muhabbet sahipleri birbirlerini güzel gördükleri için aynı zamanda kendileri de güzelleşir ve muhabbet ettiğini üzmemek için muhabbet ettiğinin kendinde beğenmediği ahvali değiştirmeye çalışırlar. Dolayısıyla birbirlerini beğenmeleri, güzel görmeleri artar. Muhabbet esas olarak bu manaya gelir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

Gerilim, hüzün, kaos: Dikkat Eksikliği Bozukluğu

Sabah alelacele uyandınız, yüzünüzü yıkamadan önce çocuğunuzu uyandırdınız, seri bir şekilde hazırlanmanız gerekiyor. Siz işe yetişmelisiniz, o da bir an önce okuluna yetişmeli. Bir şeylere yetişme mücadelesi yeterince sıkıcıyken, evin içinde türlü zorluklarla daha da yoruluyor, geriliyorsunuz. Bunları düşünmek istemeden başlıyorsunuz hazırlanmaya. Yüzünüzü yıkamak, dişlerinizi fırçalamak, giyinmek, çantanızı toparlamak; bunlar sizin için gayet kolay. Diğer yandan da çocuğunuzun çantasını hazırlıyor, kahvaltısını yapmasını bekliyor, o esnada onun yüzünü bile yıkamadığını fark ediyor, akabinde altını ıslattığını görüyor, daha okul kıyafetlerini bile bulamadığını anlıyorsunuz. Delirmemek mümkün değil. Dünyanın en zor oyuncaklarıyla oynayan, en karmaşık parçaları bir araya getiren, düğümleri çözen, hafızasıyla etrafına şaşkınlık veren çocuğunuz, donunu bile giyemiyor!

Evden çıkmak üzeresiniz artık. Kan ter içinde kaldınız, hayattan bezdiniz, çocuğunuzla tansiyonu yüksek dakikalar yaşadınız ve üstelik bunu her sabah yaşıyorsunuz zaten. Ama bir türlü sinirlerinizi kontrol edemiyorsunuz, bağırıp çağırmazsanız delireceğinizi düşünüyorsunuz. Ayakkabınızı giydiniz, apartmanın içinde çocuğunuzun da bir an önce evle vedalaşmasını bekliyorsunuz. Ayakkabısını giymek için sizden yardım istiyor. O esnada çantası omzundan düşüyor, beslenme çantası merdivenlerden yuvarlanıyor. Sabır üzerine doktora tezi yazacak kıvama geldiniz. Merdivenlerden soluk soluğa iniyorsunuz. Sizi sinir, çocuğunuzu suçluluk duygusu kaplamış durumda. Okula gidişiniz bir cenaze töreninden farksız. Yolda kimse konuşmuyor. Hissiz bir öpüşme, otomatik bir sarılma ve okulun bahçesine doğru gönderiyorsunuz çocuğunuzu. Siz neye sinirlendiğinizi gayet iyi biliyorsunuz ama o neden bu kadar suçlandığını anlayamıyor. Dikkat eksikliği bozukluğu olan bir çocuğun, ebeveyni ile geçen sabah saatlerini okudunuz.

Gabor Mate, Vücudunuz Hayır Diyorsa adlı duygusal stresin bedellerine yönelik çalışmasıyla tüm dünyada en çok okunan yazarlar arasında bulunuyor. Kolay okunabilir metinleri pek çok pratik sunuyor. Şahsi hikayeler, günümüzün eğitim meseleleri ve maişet zorlukları göz önünde tutularak değerlendiriliyor. Böylece okur derin bir nefes alıyor. Kendini ve etrafını daha iyi tanımak için harekete geçiyor. Engin Süren çevirisiyle Nisan 2022’de Hep Kitap’tan çıkan Dağınık Zihinler, yine çağın üzerinde en çok konuşulan rahatsızlıklarından biri üzerine: Dikkat Eksikliği Bozukluğu. Mate, bu rahatsızlığa adını değiştirerek bakmamız gerektiğini söylüyor: Uyumluluk Eksikliği Bozukluğu. Gerçekten de DEB’li çocuklar, toplum içine çıktıklarında ebeveynlerini daha fazla huzursuz ediyorlar. Bunu elbette bilerek, isteyerek yapmıyorlar. Tabiri caizse durumun özeti şöyle: Üst düzey bir motor var ancak şase motorun isteklerini karşılayamıyor. Akıl, bedenden taşmak istiyor. İki metrelik bir sandala yüz beygir gücünde motor takıldığını düşünün, işte durum tam da böyle.

DEB’li çocuklarla zaman üzerine konuşmak büyük mesele, kendi oğlumdan biliyorum. “Baba, futbolcu kartları alacaktık ya, ne zaman?” diye sordu geçenlerde. “Acelemiz yok oğlum, kartların var nasılsa, iki hafta sonra alabiliriz mesela” dedim. Dünya başına yıkılmış gibi şoka girdi. Mate’in kitabını okuduğumda bu gibi pek çok meseleyi daha iyi kavradım. Zaman meselesi için şöyle yazıyor: “Çok küçük bir çocuk için herhangi bir zaman dilimi sonsuzluk gibi gelir. Akşam yemeğinin üç dakika sonra hazır olacağını söylediğinizde sanki onu sonsuza dek açlığa mahkûm etmişsiniz gibi feryat figan eder. Ona acele etmesini, çünkü zamanın tükendiğini söylediğinizde ne dediğiniz hakkında hiçbir fikri olmayacaktır. Sonsuzluk nasıl tükenebilir ki? Küçük bir çocuk için sadece iki zaman birimi vardır: şimdi ve şimdi değil. Şimdi değil, onun için sonsuzluktur.

Gribin ne olduğunu biliriz, tansiyon çıkınca ya da şeker düşünce neler yaşandığını, tecrübe etmesek bile çevremizdeki hastalardan tahmin edebilir, gerektiğinde önlem alabiliriz. Pek çok kanser türüyle ilgili bilgimiz vardır, merakımızdan yola çıkarak insan vücudunun gizemini çözmekten hiç kaçınmayız. Kitaplar, belgeseller başucumuzdadır. Ama bu dikkat eksikliği bozukluğu neyin nesidir? Ne oluyor da dikkat toplanamıyor? Beyin denen o çözülmesi imkânsız dünyada neler yaşanıyor da böyle bir rahatsızlık ortaya çıkıyor? Yine kitaptan, tam ihtiyacım olan bir tarif: “Paradoksu anlamanın en iyi yolu analojidir. Şehirdeki bütün işlek yolların kestiği kalabalık bir cadde düşünün. Söz konusu modelimizde sürücülerin kendilerini düzenleme yetileri olmasın. Trafik doğu-batı yönünde akarken kuzey-güney yönündeki araçların sıra onlara gelene kadar durmasını ve araçların organize bir şekilde dönüşler yapmasını sağlayan bir polis memurunun sağlayacağı düzene bağlı olsunlar. Kısa bir ifadeyle trafik akışı, bir yönde dururken diğer yönün akacağı şekilde dönüşümlü olarak düzenlenmiştir. Ortada bir düzen vardır. Şimdi o polis memurunun işbaşında uykuya daldığını hayal edin.

Gerisini okumak istemedim. Bu, bir düzenin bozulmasından çok daha korkunç bir şeydi. Teknik bir sorun gibi görünen bu rahatsızlığın arka planında elbette genler var zira DEB’li çocukların annelerinde ve babalarında DEB mutlaka görülüyor. Oranı düşük olabilir, kişi uzun yıllara dayanan idmanlardan sonra toplumla daha uyumlu bir hâl alarak hastalığı örtbas etmiş olabilir veya çok yoğun bir ihtimalle hastalığının hiç farkında olmayabilir. Zaten mesele de bu. DEB’li kişi son derece hassas oluyor, bu hassasiyeti çevresini de hassaslaştırıyor. Giderek ev hassas bir teraziye dönüşüyor. Evi bir şekilde yoluna koyabilirsiniz. Peki okul, iş, ilişkiler? Mate, dünyanın hassas insanlara her zaman ihtiyacı olacağını söylüyor. Bilimin, felsefenin, sanatın ve pek çok mesleğin her şeyini bu hassas insanlara borçlu olduğunu da ekliyor. Bu esnada sakinleşecek gibi olurken birkaç sayfa sonra oğlumun neden sürekli hasta olduğunu öğreniyorum. Evet, oğlum sürekli hasta. Yoğun olarak da grip, soğuk algınlığı, krup gibi hastalıklar. Şimdi birlikte okuyalım: “DEB’li çocukların DEB’li olmayan akranlarına göre sık sık soğuk algınlığı, üst solunum yolu enfeksiyonu, kulak enfeksiyonu, astım, egzama, alerji geçmişi olduğu çok iyi bilinmektedir ve doğruluğu klinik çalışmalarla tekrar tekrar kanıtlanmıştır. Bu gerçek bazıları tarafından DEB’nin alerjilerden ötürü ortaya çıktığı şeklinde yorumlanmaktadır. Alerjilerin alevlenmesi her ne kadar DEB semptomlarını kötüleştirse de birinin sebebi diğeri değildir. İkisi de altta yatan ve doğuştan gelen bir özelliğin ifadesidir: Hassasiyetin.

Dikkat eksikliği bozukluğunun doğası, ailedeki ve toplumdaki kökenleri, duymazdan gelme, hiperaktivite, uyuşukluk, utanç gibi özellikleri, DEB’li çocukta iyileşmeye giden yollar ve hayati öneriler, DEB’li yetişkinin yaşamı; hepsi Dağınık Zihinler’de. Kimi zaman kahkaha atacak kimi zaman ağlayacaksınız. Hüzün ise baştan sona hiç bitmeyecek. Şuradan başlamalıyız: “İnsanların yargıya ihtiyacı yoktur, kabule ihtiyaçları vardır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Ağustos 2022 Çarşamba

Kaosa son vermek üzerine etkili bir tarif

Çocukları anlama üzerinde birçok kitap geçti kütüphanemden. Aralarında gerçekten başarılı bulduklarımdan bir tanesi de Dramsız Disiplin oldu. Çünkü gerçekçi, objektif ve çözüm odaklı.

Çocuk davranışını, hem beynin gelişim süreçlerini hem de çocuğun psikolojik ve bilişsel varoluşunu anlamlandırarak ele alıyor yazarlar. “Dramsız bir disiplin nasıl mümkün olur?” sorusunun cevabını yakalamaya çalışırken araya serpiştirdikleri başarılı ve başarısız örnekler de son derece faydalı. Çünkü itiraf edelim, hepimiz “Bunu yaşayan tek ebeveyn ben olamam.” diye konuşurken buluyoruz kendimizi. Yazarlar bu noktada ısrarla yalnız olmadığımızın, hatta mükemmel ebeveyn diye bir şeyin mümkün olmadığının ve hatta çocuk terapistleri olarak kendilerinin de hatalar yaptıklarının altını ısrarla çiziyor. Ve ekliyorlar; bu hataları onarmak imkânsız değil ve bu hataları onarmak için hiçbir zaman geç değil. Çünkü son zamanlarda adından sıkça söz ettiğimiz “nöroplastisite” kavramı var şükür ki. Yani beynimiz, her an ama her an öğrendikleriyle, yaşadığımız deneyimlerle yeniden şekilleniyor.

Kitap temelde, disiplin diye adlandırdığımız şeyin anlamı üzerinde duruyor öncelikle. Disiplinin yaygın anlayıştaki kontrol ya da ceza uygulamalarının aksine, koşulsuz sevgi ve şefkat ortamında öğretme ve yetenek kazandırma süreci olduğunu vurguluyor. Zaten “disiplininin” kelime kökeni de “öğrenen kimse” anlamındaki “disciple” sözcüğünden geliyor.

Dramsız disiplin metodunu neden öğrenmeliyim diye soranlara şöyle bir cevap veriliyor kitapta:

1- Çocukların iş birliği içinde doğru olanı yapmalarını sağlamak ki bu kısa vadeli bir hedef.
2- İkinci ve uzun vadeli olan, hatta belki ilkinden daha önemli olan hedefse çocukların “zor durumlar, engeller ve kontrolü kaybetmelerine neden olabilen duygusal fırtınalarla dirençli bir şekilde baş etme kapasitesi geliştirme”lerini sağlamak.

Özetle, dramsız disiplinin amacı sadece günü kurtarmak değil, vizyoner bir perspektifle, koşulsuz sevgi ve şefkat bağlarını güçlendirerek çocuklarımızın gelecekte de duygu, düşünce ve davranışları ile doğru bir şekilde yüzleşebilmelerini ve bu üçlü ile sağlıklı yollardan baş edebilmelerini sağlamak.

Çocuğun disipline en çok ihtiyaç duyduğunu düşündüğümüz zamanların ardında ise bazı fırsatlar ve anlamlar var elbette. Örneğin, en güçlü öğrenmelerin bu “yaramazlık” anlarının ardından gerçekleşmesi kuvvetle muhtemel. Ayrıca çocukların ebeveynlerine ya da bakım verenlerine duygusal anlamda (koşulsuz sevgi ve şefkat ortamı) en çok ihtiyaç duydukları zamanlar bunlar. Haliyle güçlü bağlar oluşturmak için kaçırılmayacak fırsatlar vadediyor bu zorlu zamanlar.

Dramsız disiplin yaklaşımı size madde madde bir uygulanacaklar listesi ya da sihirli bir değnek sunmuyor. Yazımın en başında bu nedenle ilk önce gerçekçi olarak tanımladım kitabı. Pratik bir söylemi var ancak bununla beraber bu söylemi zenginleştirmek ebeveyn olarak sizlerin yaratıcı çözüm yolları bulmanıza, yani çocuğunuzla olan ilişkinizi sadece size özel kılarak yeniden yapılandırma iştiyakınıza bağlı. Nedir bu söylem?

1- Çocuğunla ÖNCE bağ kur.
2- Bağ kurduktan SONRA yönlendir.

Ne demek bu bağ kurmak?

Bağlantı, dikkatimizi çocuklarımıza verdiğimiz, onları dinleyecek kadar onlara saygı duyduğumuz, sorun çözmeye yönelik katkılarına değer verdiğimiz ve davranış şekillerini beğensek de beğenmesek de onların yanında olarak onlarla iletişim kurduğumuz anlamına gelir.

Kitap boyunca altı çizilen bu cümlenin bencesi de şöyle: Yedi yaşındaki çocuğunuzun arkadaşına vurma davranışını kabul etmeyebilirsiniz (hatta etmemelisiniz) ama çocuğunuzun o arkadaşına vuracak kadar öfkelenmesini, yani duygusunu kabul etmeli ve o duyguya saygı göstermelisiniz. Çocuğunuz için sağlıklı bir sınır inşa etmelisiniz (Çünkü bu çocuğun hem öğrenme süreci hem de güvenli bağlanması için elzemdir.), öte yandan bu sınırları ihlal ettiğinde de sonsuz sevginizi ona hissettirebilmeli, duygusunu kabul etmeli ve hatasını telafi etmesi için destek olabilmelisiniz. Bağlantı kurmanınsa çeşitli yolları var ve bu sizin biraz önce ifade ettiğim gibi yaratıcı ebeveyn gücünüze bağlı. Bunun en basit yolu ise fiziksel temastır diye de not etmiş olalım.

Peki ikinci madde olan yönlendirmek ne demek?

Bağlantı kurmanın ardından, çocuğunuz sizi dinlemeye hazır hissettiğinde ve elbette siz de çocuğunuzla konuşacak kadar sakin kalabildiğinizde çocuğunuzu doğru olan davranışa götürmektir yönlendirme. Ancak burada önemli olan da şu, çocuğa doğru olanı her zaman siz söylemek zorunda değilsiniz. Hatta 3-4 yaşlarından itibaren sadece yansıtma yaparak ya da doğru soruları sorarak atacağı adımı kendisinin belirlemesine destek olursanız, hem çocuğun üst beynini güçlendirecek hem de çocuğunuzun gelecekteki ilişkisel bağlarına yatırım yapmış olacaksınız.

Özetle söylemek gerekirse “bağlantı kurma ve yönlendirme çocukların hem şimdi hem de yetişkinliğe geçiş aşamasında daha iyi insanlar olmalarını sağlayacak. Yaşamları boyunca ihtiyaç duyacakları içsel becerileri oluşturacak.

Kitapta, bu sistemi kurabilmeniz için fazlaca örnek ve alt strateji mevcut, ne yazık ki hepsine burada yer vermek mümkün değil. Öte yandan, “mükemmel ebeveyn” olma yolunda anne babalara her gün pompalanan milyonlarca davranış seti yerine son derece basit iki söylemi olan ve gerisini tamamen sizin ilişki dinamiğinize bırakan bu kitabı kendi doğal ebeveynliğini yaşamak arzusunda olan herkesin okuması gerektiğine inanıyorum.

Çocuklarla her gün ayrı bir gündem ve bu bazen çok yorucu oluyor, iki çocuk annesi olarak bunu çok iyi biliyorum ve yazımı bu nedenle kitabın da ilk cümlesi olan ve gerçekten söylemek istediğim şu cümle ile bitirmek istiyorum:

Yalnız değilsiniz.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

25 Temmuz 2022 Pazartesi

Çocuk cevap istemez, cevaba gitmek ister

Modern zamanların pedagojisi üzerine kafa yormak gerekiyor. Muhatabın değişmesiyle birlikte muhataba uygulanacak terbiye metodunda da bir takım yenilikler olmalı. Yenilik sizi korkutmasın. Eskimez olana yeni biçim ve de biçemle yaklaşmak yeni kuşakların sadece dilini çözmek değil idrakine de yakın olmak demektir. Hele bir de verdiğiniz eğitim “din eğitimi” ise bu daha bir ehemmiyet kazanır. (Ehemmiyet kazanan her şeyin önemi vardır!) İdrake inmek ve dilini çözmek kadar çocuk dilinin sınırlarını keşfetmek de ayrı bir maharet ve marifet gerektiren bir çabadır. Uzun süredir din eğitimi bağlamında ortaya konulan çalışmaları heyecanla takip edip katkı yapılması gereken noktada bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Gördüğüm en büyük eksiklik, çocukları ve gençleri anlayabilecek kaynak sıkıntısı oldu hep. Çocuklara ve gençlere dair din eğitimi vermek üzere yola çıkanların her defasında bu kuşakları anlamadan anlatmaya çalışmalarını gördüm. Olumlu örnekleri defter aralarında gül kurusu saklar gibi kaideyi bozmayan istisnalar listesine ekledim. Son günlerde beğenerek okuduğum bu örneklerden biri de Şule Kala’nın kaleminden çıkan Kafama Takıldı kitabı oldu.

Şule Kala çocukların istifham dünyasına inerek inanca dayalı “kafalara takılan” soruları onların fıtratını örselemeden cevaplamaya çalışmış. Bunu yaparken üslup ve yöntemin ne kadar önemli olduğunun son derece bilincinde. Çocuklarla sohbet ederek ukdeleri çözmenin yollarını göstermiş. Bizim ukde -düğüm- olarak gördüğümüz şeyler çocuk zihninde ilmek olmanın ötesine geçmez. Şule Kala (aynı zamanda bir anne olarak) çocukların soyut âlem ve fizik ötesi dünya ile ilgili sorular sorabilmesini fıtri bir imkâna bağlıyor. Gerçekten de çocuk sorularında tasavvur ve tahayyülün yenilenmesi ve kendi kendini onarması gibi bir taraf vardır. Hatta çocukların bu soruların peşine düşüp anne-baba gibi kendine en yakın kişilerden cevabını aramasını feylosofça bir tecessüs sayanları da ciddiye almak gerekir. Zira bu ontolojik soruları sormak bakımından çocuklarla filozoflar arasında birebir yakınlık söz konusudur. Çocuklar kafalarına takılan fizik ötesi soruları annelerine babalarına sorarlarken filozoflar bu soruları kendi kendilerine sorarlar. Şayet çocuklar anne babalarına sordukları ontolojik soruları kendi kendilerine sormuş olsalardı filozof olurlardı. Filozoflar da kendi kendilerine değil annelerine bu tarz soruları sormuş olsalardı çocukluğa avdet etmiş olacaklardı.

Şule Kala çocuklarla istifhamlı sohbetin başında onları fıtrat üzere sabit kılacak cümleyi kuruyor: “Biliyor musun, soru sormak, özellikle de, ‘Yaratıcı hakkında’ soru sormak insanın fıtratında, özünde, mizacında var.” Soru sormanın masumiyetine inanmadan düzgün cevap vermek de kolay olmayacaktır. Hâlbuki zihnin soru üretmesi hem eşyanın hem de zihnin tabiatına uygun bir davranış biçimidir. Şule Kala çocukların zihin duvarına şu çerçeveyi asmayı ihmal etmiyor: “Bir şeyi öğrenmek istiyorsan, onun hakkında soru sormalısın.

Biliyorum kitaptaki çocuk soruları ziyadesiyle sizlerin de kafasına takıldı. Hemen birkaç örnek vereyim: Kimdir Allah? Allah yaratılmış mıdır?, Allah kötüleri ve kötülükleri neden yarattı?, Kendi kaderimi kendim mi çizerim?, Allah şeytanı neden yarattı?, Kur’an’ın değişmediğini nereden biliyoruz?..

Çocuğunuzun soru sorması zihinsel anlamda gelişmişlik işaretidir. Lütfen çocuğunuzun sorusunu ağzına tıkamayın ya da cevap vermek varken topu taca atmayın. Şule Kala’nın eğitimci tecrübesiyle kaleme aldığı bu kitap küçük büyük, çoluk çocuk herkesin kafasına takılan dikenli telleri bertaraf edecek doyurucu cevaplara sahip.

Unutmayın çocuk cevap istemez cevaba gitmek ister. Onu bir çocuk bahçesine götürür gibi elinden tutarak cevaba götürün. Sakın ola karşınızdakinin bir çocuk olduğunu unutup da didaktik olmaya çalışmayın! Kafama Takıldı kitabına resimleriyle katkı sağlayan Ümran Aşkın Aydın’ı da ustalıklı çizgilerinden ötürü kutluyoruz.

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_