5 Ocak 2022 Çarşamba

Hırs uğruna yitirilenler

“Tasarlamak, gerçek bir şeydir.
Açığa vurulmuş düşler, denenmiş demektir.”

Hırs, bir insana her şeyi yaptırabilir. Aslında her insan doğası gereği bu duyguyla hayatının bir yerinde muhakkak tanışır. Hayâllerimizi gerçekleştirme yolunda olumlu anlamda bir güç verecek hırstan kimseye zarar gelmez; hatta gördüğüm, bildiğim ve yaşadıklarımdan öğrendiğim kadarıyla biraz hırsımızın olması da gereklidir. Yine de insan duracağı yeri her zaman bilmelidir, olmayanda da bir hikmetin olduğunu anlamalı ve bazen vazgeçebilmelidir. Fakat insanız, yaratılış düzeninde en tepede görünsek de bir o kadar da aciziz. Hırslarımıza yenik düşmeyi de en iyi biz biliriz.

Kısacık bir roman olan İnci’de de hırsın insanı götürebileceği belki de en dip noktayı görüyoruz, Aslında çok umutlu başlayan bir romanla karşılaşıyoruz ilk sayfalarda. Denizden inci bularak geçimini sağlayan, bir saz kulübede yaşayan üç kişilik bir ailenin anlatımıyla başlıyor olaylar. Kino, Juana ve Coyotito bu ailenin bireyleri. Romanın ilk sayfalarında Kino’nun halkının türkülerle bağından bahsediyor yazar: “Kino’nun halkı bir zamanlar türküler bestelemek konusunda harikaydı, öyle ki her gördüklerini, her düşündüklerini, her yaptıklarını, her duyduklarını türkülere dökmüşlerdi. Ama bu gelenek eskimişti, gerçi türküler bugün de yaşıyordu, Kino onları ezbere biliyordu ama yenileri eklenmemişti. Bu, kişisel türkülere yer olmadığı anlamına gelmiyordu.” diyor John Steinbeck ve az önce bahsettiğim umudu hissettiren şu cümleyi de ekliyor: “Şu anda Kino’nun içinde duru ve yumuşak bir türkü yükseliyordu, kelimelere dökebilse Ailenin Türküsü derdi ona.” Böylelikle roman boyunca sık sık karşılaşacağımız türkü ögesiyle ilk sayfalarda kesişmiş oluyor yolumuz.

İlerleyen sayfalarda karşımıza çıkan “Öteki sabahlar gibi bir sabahtı ama yine de hepsinden güzelmiş gibi geldi Kino’ya.” cümlesi de beni romanın içine daha çok çekti ve huzur verdi ama çok geçmeden yazar bizi “gerçek hayatla” yüzleştirdi. Kino’nun beşikte yatan çocuğu Coyotito’yu bir akrebin sokmasıyla Kötülüğün Türküsü sarmıştı Kino’yu: “Kafasında yeni bir türkü, Kötülüğün Türküsü vardı şimdi, düşmanın türküsü, aileye göz diken herhangi bir düşmanın, yabanıl, gizli, ölümcül bir ezgi, onun altında Ailenin Türküsü acıyla yakarıyordu.” Gelişen olaylarla yazar, “Umut hep var, sevgili okuyucum, ama neticede dünya burası, cennet değil, gerçeklerle yüzleşme zamanı geldi.” der gibiydi. Neticede acıyla, çaresizlikle, yoksullukla, hüzünle, endişeyle, korkuyla karşı karşıya gelmiş olduk. Kino’nun -ilk başlarda- hayranlıkla karşıladığım savaşı, bu olaydan sonra başladı.

Juana ve Kino, çocukları Coyotito’yu doktora götürdüler ve burada da romandaki olayların gelişmesinde zincirin önemli halkalarından biri olan yoksullukla karşılaştık. Çünkü doktora verecek değersiz birkaç inciden başka bir varlıkları olmadığı için aile, doktorun kapısından çaresizlikle geri döndü.

Ertesi gün Juana ve Kino, Ciyotito’yu da yanlarına alarak işlerinin başlarına döndüler. Bu hayattaki tek değerli malları olan kinoyla denize açıldılar ve çocuklarını tedavi ettirebilmek için doktora verebilecekleri değerli bir inci aramaya başladılar. “İnci bulmak, bir rastlantı sonucuydu, inci bulmak uğur getirirdi kişiye, Tanrı’nın, tanrıların ya da hepsinin o kişinin sırtını sıvazlaması anlamına gelirdi.” cümlelerinden de anlaşılacağı üzere, romanda anlatılan Kızılderili halkı için inci bulmak, şansının dönmesi anlamına geliyordu. Çocukları için değerli bir inci bulmayı öyle çok istiyorlardı ki… Gelgelelim bu “çok istemek” yüzünden şans gibi görünen bir olay tam tersine dönebilirdi Juana’ya göre: “Bir şeyi çok fazla istemek iyi değildir. Bazen şans ters dönebilir yoksa. Ayarında istemeyi bilmeli kişi, Tanrı ya da tanrılarla iyi geçinmenin yolunu bulmalı.” Bu düşüncelerin sahibi Juana’ydı ve Juana bu düşünceler içindeyken Kino koskocaman bir istiridye bulmuştu. Juana’nın yanına döndüğünde bu istiridyenin içinden 'dünyanın en büyük incisi'nin çıktığını gördüler birlikte. “Juana soluğunu tuttu, hafif bir inilti koyverdi. Umulan incinin gizli ezgisi yükseldi; duru, güzel, zengin, sıcak, olağanüstü, parıltılı, düşman çatlatırcasına ve muzaffer.

Kino’nun 'Dünya’nın Biricik İncisi'ni bulduğu haberi kasabada hızla yayıldı. Böylelikle insanların ikiyüzlülüğüyle karşılaşmış olduk. Bir gün önce paraları olmadığı için Coyotito’yu tedavi etmeyen doktor, bu haberi duyunca “Kendisi benim hastamdır, çocuğunu akrep sokmuş, ben bakıyorum.” demeye başladı. Doktor dışında neredeyse her meslekten insan Kino’yla ilgilenmeye başladı. Sırf Dünya’nın Biricik İncisi için… Biz de hayatın çirkin bir gerçeğiyle daha yüzleşmiş olduk. Böyle insanlar günlük hayatta da maalesef karşımıza çıkıyor. Sevgiden, iyilikten, insanlıktan, yardımseverlikten habersiz bir şekilde yaşayıp gidiyorlar. Dünyanın en büyük mucizesi olan gerçek sevgiyi bir kez olsun tatmış olan bir insan, böyle bir düşünceye sahip olamaz. O yüzden sevgiyle büyütülmeli her çocuk. Zira bu dünyadan göçüp giderken ardımızda sevgiyle büyütülen bir çocuk bırakırsak dünyaya en büyük iyiliği yapmış oluruz.

Kino’ya srıf inci için dost gibi görünen herkes, aslında içten içe bir düşmanlık besliyordu: “Herkes Kino’nun incisiyle bir bağ kurmuştu birdenbire, Kino’nun incisi de herkesin düşlerine, yatırımlarına, düzenlerine, tasalarına, geleceğine, dileklerine, gereksinimlerine, tutkularına, açlığına katılıverdi, aradaki tek engel Kino’ydu, o yüzden de garip bir biçimde herkesin düşmanı oluverdi Kino.” cümlelerinde bu düşmanlığı açıkça görüyoruz. İlerleyen sayfalarda Juana ve Kino’nun başına gelecek uğursuzlukları sezdiren şu cümleler de bir uyarı niteliğinde: “Haber kasabada uyuklayan sonsuz kara ve uğursuz bir şeyi uyandırmıştı; bu kara tortu bir akrebi andırıyordu, aş kokusu gelirken duyulan açlığı andırıyordu, sevgisiz kalınınca duyulan yalnızlığı andırıyordu.” Juana ve Kino da tamamen safdillikle herkesin onlara karşı samimi olduğunu düşünüyordu. Bu durum ise “herkesi kendin gibi bilme” durumunun romanda karşımıza çıkan haliydi: “Kendileri mutlu ve coşkulu olduklarından, herkesin bu sevinci paylaştığını sanıyorlardı.

Kino hayâller kurmaya başlamıştı, eline geçecek olan parayla yapacaklarını düşünüyordu. Çocuğunu okutmayı hayâl ediyordu. Onun okumasıyla, öğrenmesiyle, bilmesiyle kendilerinin de özgürlüğe kavuşacağını düşlüyordu. İncinin uğuru, Coyotito’nun onlara koca bir kitap okumasıydı ona göre. Büyük bir mucizeydi bu olay hem Kino ve ailesi için hem de kasaba halkı için: “Biliyorlardı ki bundan böyle takvim, Kino’nun incisinden başlayacaktır; evet yıllar yılı bu anı düşünecek, tartışacaklardı.” Fakat hiçbir şey düşünüldüğü gibi gerçekleşmedi. İnci alıcıları Kino’yu kandırmak için incisinin çok da değerli olmadığına inandırmaya çalıştılar onu. Yoksul bir insan için yüksek ama incinin değerine göre çok düşük paralar teklif ettiler Kino’ya. Kino reddetti ve incisini gerçek değerinde satabilmek için başkente gideceğini dile getirdi. “Derler ya, insan asla doymak bilmez diye, yüzünü verseniz ille de astarını ister diye. Bu sözler insanı kınama amacıyla söylenir, oysa insan soyunun en büyük yeteneklerinden biri, onu elindekiyle yetinen hayvanlardan üstün kılan bir yetenektir bu.” diyen Steinbeck’in cümleleri giriyor burada devreye. Kino’nun abisi Juan Tomas da şu cümlelerle uyarıyor kardeşini: “Sen yalnızca inci alıcılarına meydan okumadın, bütün bir yapıya, bütün yaşam biçimine meydan okudun. Senin adına korkuyorum. Yeni bir toprakta yürüyorsun, yolu da bilmiyorsun.” Bu cümleler de aklıma Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık adlı çocuk kitabını getiriyor. “Ben bilmek istiyorum, demişti Küçük Kara Balık, “Hayat gerçekten bir avuç yerde durmadan dönüp durmak, sonra da yaşlanıp ölüp gitmek mi yoksa bu dünyada başka türlü yaşamak da mümkün mü?” Kino da incisini asıl değeri karşılığında satabilmenin mümkün olup olmadığını görebilmek için gitmeye karar vermişti. Karısı onu vazgeçirmek için uğraştı, inciyi geldiği yere geri göndermeyi bile denedi fakat başarılı olamadı. Hayattaki tek varlıkları olan kayıkla yola çıkmaya niyetlendiklerinde kayığın döşemesinin delik deşik olduğunu gördüler. İnci yüzünden... Kino bir cinayet işledi. İnci yüzünden... Juana ve Kino’nun sazdan kulübelerini yaktılar. Yine inci yüzünden... Kino da sonunda incinin uğursuzluğunu anlamıştı ama yine de vazgeçmedi: “Kimseye kaptırmayacağım. Onu önceleri birine armağan edebilirdim, ama artık benim uğursuzluğum, benim yaşamım oluverdi, ondan ayrılmayacağım.” Buraya kadar Kino’nun kararlılığını, doğru bildiğinden vazgeçmeyişini hayranlıkla okudum. Umudu çağrıştıran, mutlu sonla bitecek bir roman okuyorum sandım. Ne yazık ki yanıldım. Aslında kitabın çevirisini yapan Tomris Uyar’ın “Sunuş” yazısındaki şu cümlelerden tahmin ettiğim gibi bir son olmayacağını anlamalıydım: “Steinbeck, iflasların birbirini izlediği, işsizliğin, parasızlığın, açlığın kol gezdiği, insanoğlunun umudunun, var olma direncinin seyreldiği bir tarih anında olanca görkemiyle gerçek umudun türküsünü söylemiştir. Tozpembe olmayan gerçek umudun.

Gerçek bir umut vardı bu kitapta. Yoksullukla savaşan bir ailenin, bu yoksulluktan kurtulmak uğruna her şeyi göze almalarının umudu. Fakat bu umut zamanla kişiyi felakete sürükleyen bir hırsa dönüştü. Neticede para hırsı uğruna evladını kaybeden bir babaya şahit olduk romanın son sayfalarında.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

4 Ocak 2022 Salı

Hastane odasında kendine varan bir kadın

İnsanın tamamlanmışlık duygusuna kavuşabilmesi, çoğu zaman aile üyeleri ve değer verdiği diğer insanlar ile kurduğu bağla doğru orantılı. Sevgiden, ilgiden, aile olma hissinden yoksunluk, yetişkinlik döneminde farklı olaylar ve ilişkiler vasıtasıyla kişinin karşısına çıkabiliyor. Uzun yıllar hayatın kendisine borçlu olduğunu düşündüğü eksiklikleri biriktiren Lucy Barton’un hikayesi de, Lucy ile annesinin bir hastane odasındaki diyalogları ve Lucy’nin monologlarıyla tamamlanıyor.

Uluslararası Man Booker Ödülü’ne aday gösterilen ve şimdiye kadar 25 dile çevrilen Benim Adım Lucy Barton, kitabın ana kahramanı Lucy’nin yıllar önce geçirdiği apandis ameliyatı sonrasında gelişen komplikasyonlar sebebiyle dokuz hafta boyunca New York’ta bir hastanede kaldığı günlere döndüğü bir an ile açılıyor. Bu dokuz hafta, Lucy’nin hayatının ilerleyen zamanlarında da hatırlayacağı bir kendine varma yolculuğunun izlerini barındırıyor: “Hastaneden çıkınca, kaldırımda her yürüdüğümde, o insanlardan biri olduğum için şükretmeyi asla unutmayacağımı düşünüyordum. Yıllarca bunu yaptım; hastane penceresinden gördüğüm manzarayı hatırladım ve üzerinde yürüdüğüm kaldırım için minnet duydum.

Hastaneye yattıktan üç hafta sonra, bir ikindi vakti yatağının ucunda annesini görünce şaşırıyor Lucy; düğününe katılmayan, çocuklarının doğumuyla bile ilgilenmeyen annesini karşısında gördüğü andan itibaren, Lucy ve annesiyle geçmişe doğru bir yolculuğa başlıyoruz. Lucy, uzaktan yakından tanıdıkları insanların başından geçenleri annesine yeniden anlattırıyor. Annesinin anlattıklarını dinlerken kendi zihninde farklı bir yolculuğa da çıkan Lucy’nin hissettiklerini de an be an takip ediyor, arkadaşlarını tanıyor, ailesine ve tuhaf ilişkilerine ortak oluyoruz. Lucy, istediği şeyin annesinin dilinden dökülen bu eski hikayeler olduğunu düşünürken, bir anda başka bir şeyi, anlatma ihtiyacını fark ediyor: “Meğer başka bir şey istiyormuşum. Annemin bana hayatımı sormasını istiyordum. Ona şu an yaşadığım hayatı anlatmak istiyordum.” Bu istek, Lucy’nin annesiyle yeniden bir aile sıcaklığı yaşamak istemesinden kaynaklanıyor olabilir. Bu sıcaklığa kavuşup kavuşmadığını ise romanı bitirince öğreniyoruz.

Lucy, bir yazar. Yazmaya karar vermesine neden olan dışlanmışlığını, hiçbir zaman yuva gibi hissettiremeyen, çocukluk yıllarını geçirdiği amcasının o ufak garajının zihninde bıraktığı izleri sözcüklerle buluşturuyor. Hayatı boyunca tanıştığı birçok insan, onu, kendilerinden daha aşağı bir yerde konumlandırarak değerini hatırlatıyor ona: Yuva olmayan garajı, yoksulluğu ve sevgi yoksunluğunu: “Kendimizi başka birinden başka bir grup insandan üstün hissetmek için nasıl yollar bulduğumuz ilgimi çekiyor. Adına ne dersek diyelim, bence kim olduğumuzun en alt seviyesi, bu kendimizden aşağı koyacağımız birini bulma ihtiyacımız.” Kendi deyimiyle, “yabancıların iyiliğine bağımlı” hissetmesi, küçük yaşlarda, okul sıralarında başlıyor. Öğretmeni Lucy’yi arkadaşlarının küçümseyici bakışları ve alaylarından koruyor, onun için bir kalkan oluşturuyor. Lucy’nin kendisinin ya da ailesinin böyle bir çabası olmamış hiç. Belki de bu bağımlılığın gelişmesi, ailesinin Lucy’yi kendilerinden bile korumaya yeltenmemesiyle ilişkilidir.

Romanın en dikkat çekici yönlerinden biri, anlatılan tüm olumsuzluklara rağmen, kitabın okura yorucu bir duygusal yük bindirmemesi. Yani Lucy’nin yaşadıklarının barındırdığı üzücü ve can sıkıcı öğeler, olanca doğallığıyla aktarılmış. Okur, ne dilde ne de anlatımda acılı, ağdalı unsurlarla boğuşmuyor. Her şey yaşandığı kadar hüzünlü ve sarsıcı; yazarın anlatım tercihi burada kendini açığa çıkarıyor. Onun bu tercihi, okurun, zaman zaman Lucy ile empati kurmasını engelliyor; okur, nesnel bir gözlemciden ötesi olmakta zorlanabiliyor. Yazar Elizabeth Strout, Pulitzer Ödüllü kitabı Kül Mevsimi’nde de benzer bir dil ve anlatım yolu seçmişti. Her iki kitap da, yaşanan gelişmeler sonucu geçmişe dönen ve yaşananlarla hesaplaşan, bu hesaplaşmalardan sonra kendini ve dünyaya bakışını yeniden inşa eden karakterlerin hikayelerini anlatıyor.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

İçerideki düğümleri çözme çabası

Adına “natüralizm” dedikleri bir akım çıkarmışlar zamanında. Biz, günlük hayatta gördüklerimizi kendi süzgecimizden geçirsek de, onu var olan doğasından çıkarmadan edebi ürünler yaratacağız demişler. Bu akım da türlerden romanı etkilemiş. Çağımızın edebi ortamında bu işler pek gündemde olmasa da, hala natürel yazanlar var diye düşünüyorum ben. Nermin Yıldırım’ın da bu natüralist meslekte eser veren bir yazar olduğunu söyleyebileceğim kanısındayım. Çünkü o, hayatta görüp kendi zihninde filtrelediği her kareyi, çirkinse çirkin, güzelse güzel, ama en tabii haliyle yazıyor. İnsanın şahsi dünyasının en açığa çıkmayan kısımlarını, bazen toplumun gözlerini kapattığı en acı ve tiksinti verici yaşam sahnelerini, gümbür gümbür denecek bir doğallıkla sunuyor okurlarına. Unutma Beni Apartmanı, Nermin Yıldırım’dan okuduğum dördüncü roman. Ve gerek Rüyalar Anlatılmaz’da, gerek Ev’de, gerek Dokunmadan’da bu tabii havayı çok net şekilde soluduğumu hissettim. Bu durum Unutma Beni Apartmanı için de geçerli.

Unutma Beni Apartmanı, Nermin Yıldırım’ın ilk romanı. Okuyan toplum içerisinde şöyle bir algı vardır, ilkler, yazarların oturmamış, bir şeylerin eksik olduğu ürünleridir diye. Ancak Unutma Beni Apartmanı’nı okurken böyle bir şey hissetmiyor okur. Bununla birlikte, sanki yazarın tüm romanları tek bir romanmış da, Unutma Beni Apartmanı da o serinin ilk tuğlasıymış gibi. Ev, Rüyalar Anlatılmaz, Dokunmadan ve Unutma Beni Apartmanı dışındaki romanlarını henüz okumamış olsam da, bu dört romanı okuduktan sonra yazarın eserleriyle ilgili böyle bir kanıya vardığımı söyleyebilirim. Sanki Nermin Yıldırım’ın romanları, her yerinde bir başka hayat hikayesi olan bir toplumun içinde içsel bir yolculuğun sıralı hikayesi gibi. Bu fikrimi, romanlarının her birinin kapağındaki “ip” imgesiyle de destekleyebileceğimi sanıyorum.

Romanın ana konusunu, babaannesinin yanında, anne ve babasından ayrı büyümüş, aile sıcaklığını, aidiyeti, sahip olmanın ne olduğunu bilmediği için kayıplarının farkına bile varmaktan yoksun, içindeki derin boşluğu tanımlayamayan ve dolduramayan başkarakter Süreyya’nın içsel yolculuğu, içindeki düğümleri çözme çabası oluşturuyor. Okurun romandan alacağı mesajlar, gerek kurgu dahilinde, gerek kişisel çıkarımlar olsun, oldukça fazla. Ancak ben bunlardan özellikle birinin üzerinde durmak istiyorum. Yukarıda ana babasından ayrı büyüdüğünü söylemiştim Süreyya’nın. Babasının vefat ettiğine inandırılmış, daha kundakta bir bebekken annesi tarafından babaannesine bırakılmış, terk edilmiş olan Süreyya, yıllar sonra kendi çocuğunu da kundakta iken terk ediyor. Bu yaptığının doğru olmadığını içten içe seziyor belki, ama Süreyya kendi hayatında, kendi çocukluğunda bunu görmüş olduğu için, başka türlüsü gelmiyor elinden. Ne fazla, ne eksik. Ailesinden gördüğünün aynısı. Çocukluk, çocuklukta maruz kalınan olay ve tavırlar, sevgi ya da sevgisizlik, bağra basılmış olmak ya da terk edilmek, değerli olmak ya da değersizlik, ait olabilmek ya da olamamak, insan hayatının tamamını, çok ciddi şekilde etkiliyor. Hata üstüne hata yapıyor insan. Yanlış değil, hata. Çünkü bile bile yapılan yanlışa yanlış denir. Böyle insanlar bilmeden yapıyorlar yaptıkları her şeyi, fazlasını görmedikleri için, ellerinden başka türlüsü gelmediği için. Tıpkı Süreyya gibi.

… Sagrada Familia’nın altında Marcel’le karşılaşmadan evvel kim olduğunu, ne yaptığını şimdi hiç hatırlamayan bendim. Kendisinden eser kalmayan bendim. İçinde sonsuz bir boşlukla hiç sevmemiş ve sevilmemiş bir hayalet gibi gezen bendim. Ada’ya baktım. Pırıl pırıl uyuyordu. Ona bakamayacağımı biliyordum. İhtiyacı olanları veremeyeceğimi,onu ve kimseyi çok sevemeyeceğimi biliyordum. Ne çocuk ne de anne olmayı biliyordum ben. Annemden aldığımı kızıma miras bırakacaktım. Daha fazlası elimden gelse, kuşkusuz yapardım.

Unutma Beni Apartmanı, adını Cihangir’de, Kumrulu Yokuşu’ndaki apartmandan alıyor. Romandaki olaylar bu apartmanda geçmese de, apartmanın adının “Unutma Beni” oluşu bile romanın konusuyla epey bağlantılı, insan, olmamış saydığı, unutmaya çalıştığı hiçbir şeyi unutmuyor hiçbir zaman. Ardında bırakıp gittiklerine bile sessiz bir seslenişle “Unutma beni” diyor. Tıpkı Süreyya’nın kızı Ada’yı bırakıp giderken yaptığı gibi.

Unutma Beni Apartmanı’nda Nermin Yıldırım, hepimizin bildiği, şahit olduğu, ama belki farkına varamadığı, idrak edemediği gerçekleri, apaçık sunmuş okuruna. Çocukluğun, geçmişin, insanı bugüne taşıyan mefhumlarla dolu olduğunu, insanı inşa eden, yapan ya da yıkan, iyileştiren ya da yıpratan etkenlerle dolu olduğunu anlatmış Unutma Beni Apartmanı’nda. Üstelik buna öyle sürükleyici bir üslup giydirmiş ki, yarısından fazlasını metrobüste okuduğum bu roman yüzünden iki kere durağımı kaçırdım. Unutma Beni Apartmanı’nı da, Nermin Yıldırım’ın diğer romanları gibi şiddetle tavsiye ediyorum. Kitabı okuyacak olan herkese keyifli okumalar dilerim.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

29 Aralık 2021 Çarşamba

Buz dağının görünmeyen kısmı: bilinçaltı

Kendimizi tanımaya en içeriden, buz dağının görünmeyen kısmından başlamalı belki de…

Şimdiye kadar bilinçaltını genellikle olumsuz özellikleriyle tanıdık. Kötü anılar, travmalar, korkular, kaygılar… evet tüm bu saydıklarım bilinçaltında bulunuyor ve hayatımıza azımsanamayacak derecede etkisi var. Bunu bilincimizle fark ettiğimize göre, bilincimizi bilinçaltımızı keşfe gönderebiliriz.

"Bilinç bir geminin rotacısı ya da kaptanı gibidir", kaptan nereye isterse gemi oraya gider. Bilinçaltı çok güçlü bir etkiye sahip ama bizim bir de irademizin bulunduğu bilincimiz var. İradi olarak rotamız çizmezsek, geminin bizi nereye götürdüğünü de bilemeyiz. Ayıca rüzgârdan, dalgalardan her türlü şeyden etkilenir, daha zor bir yolculuk geçiririz. Bütün hayatımızın bir yolculuk olduğunu düşünürsek, kaptanı tanımak, yolu tanımak, yolculuk yaptığımız yeri tanımak. Bu yolculuğu çok daha kolay hatta eğlenceli hale getirir.

"Bütün çağların büyük adamlarının sırrı, bilinçaltlarının güçleriyle temas kurabilmeleri ve bunları ortaya çıkarabilmeleri…"

Madem bilinçaltı bu kadar güçlü, o bizi yönetmesin artık. Biz onu yönetelim.

"Bilinçaltının işlevini en iyi anlamanın yolu onu bir bahçe olarak düşünmektir. Siz de bir bahçıvansınız. Bütün gün boyunca bilinçaltınıza düşünce tohumları ekiyorsunuz. Çoğunlukla bunu yaptığınızın farkında bile değilsiniz; çünkü tohumların temelinde alışageldiğiniz düşünme biçimi var. Bilinçaltına tohum ektikçe bedeninizde ve çevrenizde ekinleri biçersiniz."

O zaman bahçemizde ne olmasını istiyorsak, o tohumları ekmeye başlayalım. Huzur, mutluluk, başarı, sevgi, refah… Tohumları ektikten sonra inançla sulayalım. Neşvünema bulduklarını göreceksiniz. Aklınıza olumsuz düşünceler mi geliyor?

"Olumsuz bir ifadeyi asla dile getirmeyin. Hemen tersine çevirin. Böylece hayatınızda mucizeler gerçekleştiğini göreceksiniz."

"Engel insanın önünde değil, zihnindedir,", öncelikle kendimize engel olan düşünceleri yakalayıp onlara savaş açmalı. İnsan ne düşünüyorsa odur. Hayat inanç yasasıyla işler. İnanç zihnimizdeki düşüncelerle oluşur. Öyleyse bizi incitecek, bize zarar verecek düşüncelere inanmayı bırakmalıyız. Çünkü bu kabul edilen düşünce, kendini otomatikman uygulamaya koyar.

"Bilinçaltının sizi iyileştirme, güçlendirme, zenginleştirme ve ilham verme gücüne inanın. İnanmanız halinde bunlar gerçekleşir."

Vücudumuzda işleyen çoğu sistemi bilinçaltı yürütüyor. Kalbimizin atışını, midemizde ki sindirimi ve daha pek çok şeyi… Üzüntü, endişe, korku, depresyon gibi durumlarda bilinçaltı bu duyguların inşası ve sürekliliği için çabalamaya başlıyor. Tabii bunları kabul etmemiz ve tekrar etmemiz durumunda. Böyle olunca diğer işleyişlerde aksaklıklar meydana geliyor ve hasta oluyoruz. Peki, bu durumda sağlıklı olabilmek için ne yapmalı?

"Sağlık fikrini bilinçaltına iletmenin yolu, disiplinli ve sistemli hayal kurmadır", hayatımızdaki her gerçeğin altında bir hayal yatar. Siz hayal kurun ve bilinçaltınız bunu gerçekleştirmek için çabalamaya başlasın.

Bilinçaltımızla irtibat kurmanın pek çok yolu var. Uyurken bilinç geri plana çekildiği için uyumadan önce bilinçaltınız sizin verdiğiniz talimatlara uyacaktır. Ayrıca hayatı sessize alıp, sakin bir şekilde nefesinizi dinlerken, söyledikleriniz bilinçaltınızın şekillenmesine yardımcı olacaktır. Ya da bir soru sorun kendinize, bilinçaltı mutlaka sizin için cevabı bulacaktır. Bilinçaltımızda tüm ömrümüz boyunca biriktirdiklerimiz var. Ve eğer inanırsak ihtiyaç duyduğumuzda bize yardımcı olabilir.

Ve son olarak: "Bilinçaltınız alışkanlık haline getirdiğiniz düşüncelerinizi kaydeden bir kayıt cihazı gibidir."

Kendimiz hakkında ve başkaları hakkında olumlu düşünmeye başlayarak hayatımıza yeniden şekil verebiliriz. Başkaları hakkında olumlu düşünme, burada önemli bir ayrıntı. Başkaları üzerinde ki fikirlerimizi de aynı zihnimizle oluşturuyoruz. Ve zihnimiz bu düşünceleri bizim için de doğru kabul ediyor.

"Kendiniz için dilediğinizi karşınızdaki için de dileyin. Uyumlu insan ilişkilerinin anahtarı budur."

Mutlu bir hayat, ben düşüncesinden biz düşüncesine geçtiğimizde mümkün oluyor. Bilinçaltımızı yeniden şekillendirirken bu ayrıntıya da dikkat etmeli. Joseph Murphy'nin Bilinçaltının Gücü adlı kitabı; bilinçaltı yolculuğunuzda size yardımcı olabilir. Mutlu, huzurlu bir ömür temennisiyle…

Sümeyra Yılmaz
twitter.com/Smyra_ylmaz

Entelektüel bir portre: Ercümend Özkan

On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Aydınlanma düşüncesi kendinden o kadar emindi ki, yakın gelecekte dinler takipçileri kalmayarak yok olacak; müreffeh ve huzur dolu geleceği akılcılık ve bilimcilik şekillendirecekti. Yirminci yüzyılın ilk yarısı bittiğinde birçok şey modern paradigmanın öngördüğü gibi olmadı. Öncelikle akılcılık ve bilimcilik vaat ettiği şeyleri yerine getiremediği görüldü. Buna ek olarak dinler tahmin edildiği nispette takipçi kaybetmedi. Aksine, dünyanın farklı yerlerindeki toplulukların modern paradigmanın dayatmalarına karşı direniş motivasyonunu sağlayan şeylerin başında din geliyordu. Bu durum özellikle Müslüman halklar için daha bir geçerliydi ve İslam toplumsal olduğu kadar siyasal hareketlerin kaynağı hâline gelmişti. Batı ile mücadeleye Batı’nın ürettiği felsefi zeminden mülhem yeni kavramlar eklenmeye/eklemlenmeye başlamıştı. Onlardan biri olan İslamcılık emperyalizmin kan kusturan ideolojilerine karşı ümmeti bir şemsiye altında birleştirmeyi amaçlıyordu. Temelde İslami olarak tasnif edilebilecek düşünce etrafında örgüt, parti, akım ve gruplar ortaya çıkmıştı. Esasında dava eskiydi fakat şartlar ve yöntemler yeni bir biçim kazanmıştı.

Türkiye’nin de İslam coğrafyasındaki bu hareketlenmeden nasibini aldığını söyleyebiliriz. İslamcılık üzerine Türkiye özelinde yapılan çalışmalar süreci Osmanlı’ya kadar götürüyor. Bu çalışmalara göre özellikle Osmanlı’nın son döneminde Devlet-i Aliyye’yi düştüğü karanlıktan çıkarmak için ortaya çıkan üç eğilimden biridir İslamcılık. Yirminci yüzyılın ilk yarısı İslamcılık açısından bir hazırlık aşaması olarak değerlendirilebilir fakat bu yazının konusu ele aldığı eserin ihtiva ettiği içerik nedeniyle o kadar gerilere gitmiyor. Dolayısıyla odağı İslamcılığın doğum aşamasına değil de (bugün de sürdüğünü düşündüğüm) emekleme dönemine; yüzyılın ikinci yarısına sabitliyor. Bu bağlamda Türkiye özelinde İslamcılık deyince akla gelen ilk isimlerden biridir Ercümend Özkan (1938-1995). Hatta kendi tabiriyle -biraz da iddialı olarak- “belki de Türkiye’deki ilk İslamcı”dır. O hâlde yakın tarihte İslami düşünce ve hareket açısından iz bırakmış Ercümend Özkan’ın kim olduğuna bakalım.

Biyografik bir çalışma olan Ercümend Özkan kısa süre önce İLEM Yayınları’nın “Fikir ve Hareket İncelemeleri” serisinin ikinci kitabı olarak neşredildi. Eser, gerek modern dönem İslami düşünce gerekse Ercümend Özkan üzerine çalışmalarıyla bilinen Kürşad Atalar tarafından kaleme alınmış. “Entelektüel Bir Portre” alt başlığını taşıyan kitap yüz kırk dört sayfadan oluşuyor. İçerik sırasıyla Bir Ömrün Hikâyesi, Düşüncesi ve Eserleri, Düşünsel/Siyasi Hayata Etkisi ve Katkısı şeklinde üç ana bölüme ayrılmış. Yayınevinin “Sunuş” yazısında serinin amacının “Türkiye’deki siyasal, toplumsal hayatın dinamiklerini vedüşünce hayatında oluşan birikimini yansıtmak” olduğu belirtiliyor. Bununla birlikte seride ele alınan kişi ve konuların daha önce bu kişi ve konu üzerinde çalışmış isimlerden seçildiğinin altı çiziliyor.

Kürşad Atalar yaptığı çalışmayı “Ercümend Özkan’ı düşünsel mirasını tanıtan özetin özeti” şeklinde tanımlıyor. Atalar’a göre Ercümend Özkan ile ilgili yapılmış epey bir çalışma bulunsa da onu analitik olarak değerlendiren pek yoktur. Eserin buradaki boşluğu doldurmaya aday olduğunu ve metinde kullandığı yöntemi buna göre seçtiğini belirten Atalar, kitapta uyguladığı yöntemi, “Dilbilgisi terimleriyle ifade edecek olursak, biyografi yazımı, eşsüremli (senkronik) değil artsüremli (diyakronik) olmalıdır. Bunun tek istisnası peygamberler olmalıdır. Çünkü vahiy, mahiyeti itibariyle, ‘tarihsel’ değildir.” şeklinde açıklıyor. Bununla birlikte biyografilerin taşıdığı öznellikler nedeniyle tartışmaya açık olduğunu da ekliyor. Özkan’a dair özetin özeti diyebileceğimiz bir tanımlama Atalar’ın neden onu çalıştığını açıkladığı kanaatindeyim. Atalar’a göre Özkan “militan İslamcılığın karşısında merhaleci İslamcılığın temsilcisidir.

Kitabın ilk bölümünde Ercümend Özkan’ın hayatı anlatılıyor. Birkaç kez yükseköğretime başlamasına rağmen devam ettirememiştir. Erken yaşlarda iş hayatına girmiş, memuriyet de dâhil farklı işlerde çalışmıştır. Geleneksel-sağ kökenlidir ama 1960 yılından itibaren tamamen İslami bir arayış içine girdiği görülür. Radikal bir söyleme sahip Hizbu’t Tahrir’e dâhil olur ve Türkiye örgütlenmesinin üst düzey yöneticiliğine kadar yükselir. Sonraki on yıl içinde düşünsel farklılıklar sebebiyle Hizbu’t Tahrir’den ayrılır ve kendi yolunu çizerek İslamcı tavrını devam ettirir. Şahsına münhasır bir kişilik olan Özkan girişimini İslamcı olarak nitelediği parti kurmaya kadar götürmüştür. Laik ve demokratik sistemi reddederek çıktığı yolda devlet tarafından illegal şeklinde nitelendirilmiştir elbette. Bu sebeple tutuklanmış, hapis yatmış, sürgün edilmiş ve birtakım kamusal haklardan mahrum bırakılmıştır. 1970’lerde illegal olarak kurduğu İslam Partisi’ni 1990’larda İslami Parti şeklinde legal hâle getirir fakat seçimlere girmek ya da sistem içinde söz sahibi olmak gibi bir derdi yoktur. Amacı tümüyle İslam tebliği ve bu yönde bir değişime işaret etmektir. Yaşamının sonlarına doğru sık sık nükseden ve çalışmasına mani olacak seviyede kendisini bitap bırakan kalp rahatsızlığına rağmen mücadelesini sürdürmüştür. 1938 yılında Mucur’da (Kırşehir) başlayan yaşamı 1995 yılında bir etkinlik için gittiği Adana’da geçirdiği kalp kriziyle son bulmuştur.

Yazar, Ercümend Özkan’ın düşüncesi ve eserlerini ele aldığı ikinci bölümde onun hayatını “eylemden düşünceye”, düşüncesinin seyrini de “dışarıdan içeriye” şeklinde özetliyor. Özkan, en baştan beri “değişmeyen yöntem ve amaç birlikteliği” anlayışıyla hareket ederek İslami ilkelerin tek belirleyici olması gerektiğini savunmaktadır. Onun çıkış noktası Kur’an merkezli hurafelerden arındırılmış din, amacı ise bu din ile şekillenmiş toplumdur. Bunun için de seçtiği yöntem İslamcılıktır. Malum, İslamcılık ile ilgili tartışmalar en başta tam olarak ne olduğuyla başlar. Yorumlayanın meşrebine göre farklı tanımlamalar yapıldığı görülür. Bu konuda en net söylem üretenlerden birisi olan Ercümend Özkan’a göre “kaynağını bir hayat nizamı olan İslam’dan alan ideolojidir İslamcılık.” O, İslam’ı bir ibadetler manzumesinden öte bir ideoloji ve hayat tarzı olarak değerlendirmektedir. Dolayısıyla din, iktidar olmak zorundadır. Aksi hâlde din olmaktan çıkar. Kendisi için yaptığı “Türkiye’deki ilk İslamcı” tabirini ise muhtemeldir ki İslamcılık düşüncesinin konjonktürel seyrine nispetle söylemiştir. Zira dönem itibariyle Türkiye’de geleneksel İslami anlayışın dışına çıkarak, eyleme dönük radikal söyleme sahip İslamcı bir grupla kontak kurduğu görülen ve ses getiren ilk kişidir. Onun etkisinin farkında olan siyasi yapılar önüne birçok fırsat sunmuşsa da sistemle uzlaşmayı reddetmiş, doğrularından taviz vermemiştir. Özkan 1960’larda İslamcı siyasal mücadeleye başlamıştır ancak 1980’lerden sonra İslamcı kitleyi etkilemiş biridir. Kürşad Atalar bu kitleyi tarif ederken genel vatandaş profilinin üzerinde bir entelektüel kimliğe sahip olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla, Özkan’ın görüşleri geleneksel Müslümanlık anlayışının dışında kalmaktadır. Onu bu denli önemli kılan da budur zaten. Çünkü Ercümend Özkan’ın kendini özgü İslami kimliği gelenek ve modernite eleştirileri üzerine kuruludur.

Ercümend Özkan’a göre gelenek eleştirildiğinde İslam değil, Müslümanların ürettiği kültür eleştirilmektedir. Bu kültür üzerinde düşünülmeden, özümsenmeden yapılan ezber ve aktarmaya dayalıdır ve içinde İslami olduğu kadar İslami olmayan düşünce ve uygulamaları barındırır. Onun gelenek eleştirisinin temelinde iki unsur yatar. Bunlar dinleştirilen mezhep ve tasavvuftur. Mezhepler amel için gereklidir fakat dinleştirilmesi büyük bir tehlikedir. Tasavvufu çok daha sert eleştirir. İslami olmayan uygulamaların yuvası olan tasavvufu Müslümanların içerisine yerleştirilmiş Truva Atı gibi görür. Ercümend Özkan’ın düşünce evreninde bir yaşam tarzı olan din modernite ve gelenekten soyutlanamadığı için onlar hakkında bilgi sahibi olarak harekete geçmek bir zorunluluktur. O, moderniteyi ne gelenekçiler gibi tümüyle reddetmiş ne de modernistler tamamen benimsemiştir. Gelenek konusunda da benzer bir yaklaşım içindedir. Özkan geleneği ne modernistler gibi tümüyle reddetmiş ne de gelenekçiler gibi topyekûn kabul etmiştir. Bu konularda bir İslamcı olarak seçici davranmayı uygun görmüştür. Özkan geleneksel İslami tavrı eleştirdiği kadar modern yaklaşımları da eleştirmiştir. Ona göre modernitenin ürettiği sistematik düşünceler içinde dinin anlam dünyasına en yakın olan Marksizm ve laik-demokratik yapılardır ve her iki düşünce de din dışı siyasi sistem ve hayat tarzını dayatır. Antik Yunan düşüncesini canlandırarak moderniteyi kuran Batı düşüncesi, hümanizm, Aydınlanma, liberal felsefe gibi üst başlıklar altındaki eleştirilerini de bu cihette yapmıştır.

Ercümend Özkan’ın düşünce siyasi hayata etkisinin olup olmadığının sorgulandığı üçüncü bölümü bir itiraf gibi okumak gerektiği kanaatindeyim. Siyasi hayata tartışmalarının kattığı reyting dışında bir etkide bulunamayan Özkan’ın Türkiye’deki İslami düşünceye de ilgilisi dışında pek tesir ettiğini söylemeyiz. Diğer yandan sözlerinin kasıtlı olarak başka alanlara çekildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle düşünsel içeriği ve yaşamdaki pratiği açısından geleneksel anlayış, tasavvuf ve tarikat gibi oluşumlara yönelik yaptığı eleştiriler ne dediğine bakılmaksızın hamasete kurban edilmiştir. Sözde, memnun olmadığı için herkesin hemfikir olduğu toplumsal dönüşümü sağlamaya yönelik Özkan’ın ileri sürdüğü fikirler kapsamı ve derinliği kasıtlı olarak karartılarak belirli bir alanda kısıtlanmış ve yok sayılmıştır. Atalar’ın da dediği gibi, “Özkan’ın eleştirileri yeni ve orijinal olmayabilir lakin çağa uyumlu şekilde yorumlanışı onları önemli” hâle getirmektedir. Teoride ve teorinin pratiğe dönüştürülmesinde devamlılık ve dolayısıyla başarı bu ve benzeri girişimleri dikkate almakla sağlanabilir. Tarihsel olarak sabittir ki, İslam coğrafyasındaki sorunlara yönelik orijinal yaklaşıma sahip tüm düşünceler gibi İslamcılık düşüncesinin de bir okul ya da ekole dönüşememesi ve dolayısıyla başarı sağlanamamasının ana sebebi, üretilen fikrin sistematize edilerek takipçilerine aktarılan bir yapı olamamasıdır. Süreç sonunda her açıdan küreselleşen dünyada İslamcı söylemlerin yerel kalarak kapsamlı hâle getirilememesinden dolayı genel bir İslamcı düşünce de oluşturulamamıştır. Onun yerine beliren yerel İslamcılıklar güç ve etkinin atomize olmasına neden olmuş ve İslamcılık söyleminin kapsayıcı ve devamlılığı olan düşünsel üretime dönüşmesini engellemiştir.

Ercümend Özkan’ı basın-yayın, medya açısından ayrıca değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim. Örneğin Özkan 1960’larda İslami hassasiyetleri olan bir haber ajansı kuracak derecede vizyon sahibidir. Faaliyetlerine devam eden ajansın yanında 1990 sonrası ilk İslami televizyon kanalını da o kurmuştur. Fakat en önemlisi, bugün geriye doğru baktığımızda onun en büyük eserinin ismiyle özdeşleşen İktibas Dergisi olduğunu görürüz. “Fikir Verir” sloganıyla çıkan İktibas, dönemine göre içeriği, tartışılan konuların derinliği ve sahip olduğu perspektif sayesinde, Kürşad Atalar’ın da işaret ettiği, entelektüalite açısından o elit kitleyle buluşabilmiştir. Özkan hem gelenekçi hem de modernistlerin her türlü engellemelerine rağmen vefat edinceye kadar dergiyi çıkarmaya devam etmiştir. Bugün için İktibas’ın içeriğinin tam olarak fark edilmediğini ve dolayısıyla Ercümend Özkan’ın eksik değerlendirildiğini düşünüyorum. Zira Özkan başta siyasi olmak üzere radikal olarak tanımlanan –ki dikkatli okunduğunda öyle olmadığı görülür- belirli görüşleri etrafında değerlendirilmeye mahkûm edilmiş durumda. Oysa metnin satır alalarında da fark edildiği üzere, Özkan’ın görüşlerinin sağlam felsefi arka planı, mantıksal doğrulamaları ve ilmi dayanakları vardır. Onun söylemi siyasetten toplumsal yapıya, ahlaktan bilime, ekonomik sistemlerden dini yorumlamaya ve kültüre kadar geniş bir perspektif sunar. Bu bağlamda İktibas üzerine kapsamlı çalışmalar yapılmasına ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Ancak bu sayede Ercümend Özkan’ın Türkiye’deki İslamcı düşüncenin önemli bir durağı ve dinamiği olma özelliği açığa çıkarılabilir ve böylece hem yanlışları ve doğrularıyla hakkı teslim edilmiş hem de fikirlerinden faydalanılmış olur. Yazıya başlık olarak seçtiğim kitabın alt başlığını bu bağlama işaret eden önemli bir vurgu olarak değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim.

Yazıyı bitirmeden önce kitapla ilgili iki temel eleştirimi belirtmek isterim. Bunlardan ilki, metin boyunca aynı konu etrafında küçük farklılıklarla yapılan tekrarların okuru yorduğu yönündeki izlenimim. Okurken akış daha sistematik şekilde ele alınabilirdi diye düşündürdü bana. İkincisi ise yazarın sık sık yöntem olarak seçtiğini söylediği artsüremli (diyakronik) yaklaşımın tam olarak nasıl bir farklılığa yol açtığını göremediğimi söylemeliyim. Bu yöntemin belki konuyla ilk karşılaşan ya da konuya vakıf olmayan muhatap için kolaylık sağlayacağı düşünülebilir fakat biyografik bir çalışmanın kronolojik (ya da flashback’siz mi demeliyiz) yöntemle ele alınması normal olanıdır ve eser bu şekilde ilerliyor.

Kitap, İslamcılık düşüncesi içinde Ercümend Özkan ve temsil ettiği düşünsel ekol nerede duruyor, üstün yanları ve zaafları nelerdir, Özkan’ın uğruna hayatını vakfettiği mücadelesinin karşılığı ne olmuştur gibi sorulara yanıt arıyor. Genel bir cevap vermek gerekirse, geçmişte olduğu gibi savunmacı yöntem ya da yumuşak bir üslup yerine sert bir dil ve aksiyona dönük bir yöntem kullanan Özkan’ın istediği sonuçları alamadığını söyleyebiliriz. Sürecin böyle gelişmesinde Özkan’ın üslup ve yönteminin bir etken olduğu savunulabilir fakat sistem bir yana Türkiye’deki Müslüman profilin, sosyolojik yapının ve geleneksel kültürün etkisinin daha büyük olduğunu kabul etmek gerekir. Küçük bir detay olarak belirtmek gerekirse, çalışmasını Türkiye özelinde yapan Atalar, Ercümend Özkan’ın İslami düşüncesini kısmen onun çağdaşı sayabileceğimiz Seyyid Kutub, Mevdudi ve Ali Şeriati gibi sembol isimlerle karşılaştırarak yorumladığı göze çarpıyor. Yeri geldikçe kısa kısa yapılan bu değerlendirmeler Özkan’ın görüşlerinin İslamcılık üzerindeki koordinatlarını görebilme imkânı sunuyor. Dolayısıyla kitap İslamcılık konusunun Türkiye bahsinde biraz arafta kalmış -ya da kasıtlı olarak öyle bırakılmış- önemli ve değerli bir ismin düşüncelerine dikkat çekiyor. Hamaset ve ezberlerden arındırılmış bir zihinle okunması temennisiyle.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

28 Aralık 2021 Salı

Bir sıvaydım kendime kendi ellerimde

İnsan, sükûnete dair bir şeyler öğrenmek istiyorsa bunu başka bir insandan değil ancak mezarlıklardan öğrenebilir. Oraya gittiğinizde, fizikteki “madde yerini buluna kadar hareket hâlindedir” kaidesini hatırlarsınız. Yerinizi bulacağınız, sakinliğe ulaşacağınız, duracağınız tek yer orasıdır. Dünya hayatındaki yer bulmalar, sakinlik çabaları ve durma noktaları artık geçersizdir. İşte, oradayım. Görevli, telaşla hazırlıyor çukuru. Belli ki bir misafir var. Yeryüzündeki hayatı boyunca konacağı dalı arayan insan kuşu, ölümüyle birlikte dalını buluyor. İnsanla ölümün buluşması, bu kaçıncı seyredişim? Şimdilik tribündeyim. Burada tüm tezahüratlar hafi biçimde işliyor. Gözyaşları, duygular, niyazlar hep içeriye. Nihayet insan da içeriye. Bir boşluk kapanıyor. Yaşarken insanın peşine düştüğü binlerce soru bir olup, yine binlerce cevap yerine tek bir cevapta buluşacak. Yüzlerce insan toprak atıyor, bir insan için. Onlarca çiçek, bir suyu bekliyor. Bütün yolların sona erdiği yerdeyim fakat eve dönmeliyim.

Ev neresidir? İnsanın ilk doğduğu yer midir ev? Dünyanın en güvenli yeri olarak gösterilen ana rahmi midir yoksa ev? Bir babanın omzu ev olabilir mi? Ev, aile olmadan ne kadar evdir? Mekânla ve zamanla ilgisi yok mudur acaba evin? Bu beden (ceset), bu varlık (ruh), eve dair değil midir? Tek başıma bir ev olabilir miyim? Peki taşınırken gittiğim yer neresidir? Bebeklik, çocukluk, gençlik, ihtiyarlık; hepsi bir evin odaları mıdır? “Kalbime döneceğim, ama hangi yolla?” diye soruyordu şair. Şairler hep soruyor, tıpkı yazarlar, ressamlar, müzisyenler, oyuncular, heykeltıraşlar, terapistler, öğretmenler, teknik direktörler gibi. Herkes evine dönmek istiyor ama bu evin neresi olduğunu kimse bilmiyor, bilmek istemiyor. “Eve dönmek için her zaman çoktan geç kalındığını, ne dönülen yerin bırakılan yer, ne dönen kişinin vaktiyle giden olduğunu hepimiz kendi hayatımızdan biliriz” demişti Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat’ta. Hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor, kalamaz. Tek bir şey var bizi diri tutan: aramak.

Danimarkalı psikolog ve felsefeci Svend Brinkmann, Kişisel Gelişim Çılgınlığında Kendiniz Kalabilmek adlı çalışmasında; her şeyin hızla ilerlediği bir çağda belli biçimde gösterilecek bir muhafazakârlığın esasında ilerici bir yaklaşım olabileceğini söyler. Herkesin aynı yöne ve neredeyse aynı hızda ilerlediği bir yol düşünelim. Bu yolda bir an durmak ve mümkünse geriye doğru bir adım atmak, esas gitmemiz gereken yerin ne olduğunu ve oraya nasıl gidileceği konusunda bize ciddi fikirler verebilir. Elimdeki kitap hem gidilecek yeri hem de bu yere hangi yönlerden ulaşılabileceğini anlatan, insan duygularını merkeze alan ve en önemlisi de eylemin kökenine adaleti yerleştiren bir çalışma: Herkes Evine Dönmek İster. “Ev, içine doğduğumuz ilk evrendir. Dünyadaki ilk döşeğimiz, uykumuz ve rüyamız… İyilik ve kötülükle tanıştığımız yerdir; ilk isyan edişimiz, ilk boyun eğişimiz buradadır. Acıyı ve sevinci ilk kez evde tadarız. Hayallerin, hayal kırıklarının, utançların, heyecanların ilki evde yaşanır. Sevgiyi bulduğumuz ilk sığınağımızdır ev.” cümleleriyle başlıyor kitabına Tuba Karacan. Nerede yara almışsak oraya mutlaka dönmemiz gerektiğine, henüz kitabının ilk sayfalarında işaret ederek bizi derin bir yüzleşmeye çağırıyor. Bu yüzleşmede bize bir takım çantası emanet ediyor. Çantadaki aletleri yeniden tanımamız gerekiyor belki de. Böylece onlara hayatımızın hangi anlarında en doğru biçimde başvurabileceğimizi de ifade etmiş oluyor. Ev, anne, baba, ilişkiler ve affetmek; işte kalbe dönüş yolları.

Sadık Yalsızuçanlar'ın Ters Lale'sinde bir öykü var. Ormanlık arazide bir köpek bulan genç, yürüyemediğini fark edince onu veterinere götürüyor. Birçok veteriner geziyor, sebep bulunamıyor. Genç, arabasını satıyor. Yeter ki Dodo iyileşsin. Bir veteriner durumun psikolojik olduğunu izah ediyor: Dodo'ya iki farklı insan bakmış ve ikisi de onu terk etmiş. Sahipsiz ve sevgisiz kalmanın stresi, geçici felç. Onunki artık yürümek değil, kendini ittirmek olmuş. Genç, sevgisiyle Dodo'daki geçici felci ortadan kaldırmış ama hikâyenin tek mazlumu Dodo değil. Bu genç arkadaş, köpeğe bakmak istediğini eşine ilettiğinde eşi kabul etmemiş. Boşanmışlar. "Dodo bana yâren oldu" diyor. İyileri iyilere, kötüleri kötülere sevk eden gökyüzünde sayısız melek olduğu tasavvufî bir bilgidir, inanırız. Çoğu zaman hayattaki tüm karşılaşmalarımızı hem anne babamızdan görüp öğrendiklerimiz hem de fıtrat denen, kendi içimizde büyüyüp serpilmiş tabiatımız belirliyor. Mesela evlilikler, her iki tarafın kendi evinden getirdiği iki farklı bavulun ortaya serilmesinden ibaret. Bu bavulları karşılaştırmak ne kadar yanlışsa, eksiği ve fazlayı irdelemek de o kadar hatalı. Ancak bu gerçekle yüzleşmek için insanın sağlıklı iletişim becerileri kazanması ve bunları muhakkak kullanması gerekiyor.

Tuba Karacan, “Neden hep anne?” sorusuyla, bilhassa psikoloji kitaplarında merkezi bir konumda bulunan annenin yanında neden babanın olmadığını sorguluyor. Bu sorgulama, hayati bir öneme sahip. Kendi ülkemiz için düşünürsek; bu kadar baba eksikliği yaşanması neden? Bu kadar çok baba olması neden? İnsanlara verdiğimiz sıfatlar bizdeki babanın kayıp bir baba olduğunu aşikâr ediyor: Müslüm Baba, Orhan Baba, Ferdi Baba, İmparator Fatih Terim, İmparator İbrahim Tatlıses ve elbette diziler: Çukur evimiz, İdris babamız. Spordan siyasete her alanda bir baba çıkıyor karşımıza, onu biz çıkarıyoruz. İnsan kendi hayatında bulamadığını başka bir yere muhakkak koymaya çalışıyor zira. Bu aslında, “bastırılmış olan geri döner” görüşünün bir örneği. Babalık dönüştü ama babalar bundan pek de haberdar değil. Anneyi kum torbası, babayı banka atm'si, kardeşi ağlama duvarı, eşi-dostu-sevgiliyi süper kahraman zanneden bir kuşak türedi ve bu kuşak için bakıp örnek alacağı şahsiyetlerin hiçbiri evde değil, evin dışında. Karacan’ın şu ifadeleri çok önemli: “Bugün pek çok çocuk ve genç, bilgeliği kendi babalarından ziyade bilgi vadeden uzmanlardan öğrenmeyi umuyor. Bir babanın gölgesinde büyüyüp olgunlaşacakken, kolayca elde edilip tüketilen bilgilerin, popüler rol modellerin etkisinde kendilerini var etmeye çalışıyorlar. Şüphesiz bu sadece onların tecrübesizliğinden değil, var olan babaların görünmezliğinden de kaynaklanıyor.

Anne ve çocuk arasında kurulan ve daha sonra her ikisinin yaşamında kendini belirgin biçimde gösteren bir kavram var: bağlanma. Yakınlık ihtiyacımızın temelinin atıldığı bağlanma evresi kimilerinde sağlıklı kimilerinde sağlıksız gelişiyor. Güvenli, kaygılı ve kaçıngan bağlanmak mümkün. Ötekiyle ancak bağlanma biçimimize göre eşleşiyoruz. Karacan, sağlıksız bağlanma biçimlerini onarabilmek için insanlarla ilişki kurarken donanımızın ne kadar yeterli olup olmadığına bakmamız gerektiğini söylüyor. Mutlaka kendimize bir şeyler kattık, mutlaka başkalarının takdir ettiğini yönlerimiz var ve mutlaka sevdik, sevildik. Bir kaosa kapılmadan hâlimize daha objektif bakarsak, “mağdur psikolojisinin ruhumuzu çürüten konforu”ndan da korunmuş oluruz. Ne kadar yorulursak yorulalım eğer eve dönmeyi istiyorsak affetmeyi de istememiz gerekiyor. “Hayat, bağ kurmak olduğu kadar kopup ayrılmak demek de olmuştur daima. İnsan başına gelenlerin hikâyesini anlatmanın bir yolunu bulamadığında susar, o noktadan sonra konuşan hikâyesidir. Tam da bu yüzden eve dönmek, hikâyenin yeni baştan yazılacağı yere dönmektir” diyor Tuba Karacan. Çocukluk travmalarıyla yüzleşmek, suçluluk duygusuyla baş edebilmek, geçmişin acı dolu deneyimlerini hatırlayıp onlarla karşı karşıya gelmek, incinmek ve incitmek elbette zorlu. Acıların insanları birbirine yakınlaştırdığı, samimi ve yakın ilişkilerin yaraları iyileştirdiği, kayıpların yasını tutmanın kalbi kuvvetlendirdiği de bir gerçek. Bütün hayal kırıklıklarına rağmen Beckett’in ifadesiyle “daha iyi kaybetme”nin zenginliği bizi bekliyor. O zenginlikler içinde affetmek, bir mücevher gibi parlıyor. Tuba Karacan şöyle söylüyor: “Her eve dönüş aynı zamanda bir iyileşme çabasıdır. Geçmişin yüklerinden kurtulmak için bir fırsat, iyi bir başlangıçtır. Affetmek ise bu yolda, yaraların iyileşebilmesi için atılacak önemli adımlardan biridir. Çünkü affetmek özgürleştirir.

Herkes Evine Dönmek İster; okuyucunu nasihat yağmuruna tutmuyor. Freud’un “Nereye gittiysem oraya benden önce gitmiş bir şair buldum” sözünü hatırlatırcasına hem edebiyatın hem de sinemanın zenginliğinden yararlanarak içimizi açıyor. Karacan, “Ne olduğunu anlamaya çalışmak deneyimin hep bir adım gerisinde durur. Deneyim olmadan anlamlandırma ve çıkarım olmaz, bu nedenle edebiyat her dönemde psikolojiden büyüktür” diyerek kitabın fon müziğine Of Not Being A Jew’i yerleştirmeme imkân sağlıyor. Mırıldanarak evime çekiliyorum: “Yabancı ellerde çitilenmekten korunmak için / bir sıvaydım kendime kendi ellerimde”…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Aralık 2021 Pazartesi

Büyük bir yazardan bir devin portresi: Tolstoy

Edebiyat dünyasında önemli yeri olan bir yazarın biyografisinden, portre yazısından veya hakkında yazılmış bir inceleme yazısından ne beklenir? Bu herkesin kendine göre cevap verebileceği bir sorudur ancak genelde ortak beklentiler vardır. Bunlardan biri ve bence en önemlisi, dönemini ve kendinden sonraki edebiyatı nasıl etkilediğidir. Bunun yanında aile hayatı, zamanının toplumsal olaylarına nasıl tavır aldığı, kimlerden etkilendiği gibi konular da gelebilir. Eh biraz da magazinsel bilgiler, dedikodular olmadan olmaz. Kimlerle ne konuda kavga etti? Nasıl kişilik gedikleri var? Karşı cinsle ilişkileri nasıldı? Bu tür anekdotlar bize ‘asıl’ olanı vermese de, bu tür yazar kitaplarına bir ivme kazandırır. Romain Rolland’ın Tolstoy’un Yaşamı kitabını okurken bu tür sorulara cevap bulduğum da oldu, cevapsız kalan yerler de oldu.

Tolstoy bir dev. Bunu roman okuyan herkes kabul eder sanırım. Ve yine kabul edilir ki Dostoyevski’yle zirveyi paylaşırlar. Elbette fikirler farklı farklı olsa da benim için bu böyledir. Ve her şeyde ikiye bölünebilen halkımızın birbirlerine küfür etmeye varacak oranda ayrıldığı Tolstoy-Dostoyevski kıyaslamasında benim tarafım, -ikisini de dev olarak görsem de- Tolstoy’dur. Neden bilmem, buna mantıklı bir açıklama da getiremem kolay kolay ama eserlerini kendime daha yakın hissettiğim için sanırım. Bu gibi sebeplerden Rolland gibi büyük bir yazarın Tolstoy hakkında yazdığı inceleme kitabı benim için okunacaklar listesinde üst sıralara geldi ve okundu. Yukarıda benim için bir biyografinin önemli noktalarının neler olduğuna değinmiştim. Bu kitapta da sorularıma bazen cevap aldığımı bazen alamadığımı belirtmiştim. Cevap aldığım ilk konu ve kitapta en çok işlenen konu, Tolstoy’un geçirdiği ruhsal evreler, dini düşünceleri ve onun halka bakış açısıdır. Bir biyografiye göre daha az kişisel hayat daha çok içsel ve düşünsel bölüm içerir Tolstoy’un Yaşamı. Aslında bu durum bu büyük yazarın hayatını ne üzerine kurduğunu da gösterir. İki yaşında annesini ve yine erken bir dönemde babasını kaybeder ve kendini neredeyse insan sevgisine adar. Aslında bu durum bu büyük yazarın hayatını ne üzerine kurduğunu da gösterir. Söylediğine göre, daha beş yaşında, “yaşamın bir eğlence değil, çok ağır bir iş” olduğunu sezmiştir. Ve on altı yaşında kiliseye gitmeyi ve dua etmeyi bırakır Tolstoy fakat inancı hiç ölmemiştir ve için için işler. Burada, yeri gelmişken sonlarda değinmeyi düşündüğüm bir polemiği dile getirmek istiyorum: Müslümanlar arasında Tolstoy’un İslam’a geçip o şekilde son nefesini verdiği söylenir. Ya da buna inanılmak istenir. Bu doğru değildir. Evet, teslis inancını reddettiği ve kiliseden aforoz edildiği doğrudur. Zaten bu durum onu Müslümanlar arasında kıymetli bir yere getirir. Hatta dünyanın çeşitli Müslüman yerlerinden Tolstoy’a tebrik mektupları ve İslam’a davet mektupları gelir (Muhammed Abduh da onunla konuşanlardandır). Fakat Tolstoy’un dine ve Tanrı’ya bakışı çok başkadır. O her dinden veya her öğretiden ortak noktaları alıp yoluna insan sevgisiyle devam etmeyi yeğleyen biridir. Yani Tevrat’ın da İncil’in de Kur’an’ı Kerim’in de, peygamberlerin de ve bunlardan başka Buda öğretilerinin de insanlık için yaptığı öğütleri alır ve kendi yolunu çizer. Yani ona şimdiki gözle bir Hıristiyan diyemeyeceğimiz gibi bir Müslüman da diyemeyiz: “Muhammed’e hayranlık duyar, bazı sözleri de büyüler onu. Ama Muhammed de İsa gibi bir insandır. Hıristiyanlığın da, İslamlığın da doğru birer din olabilmesi için, bir kitaba ve bir insana körü körüne inançtan vazgeçmeleri, yalnızca bütün insanların bilinci ve aklıyla bağdaşan şeyleri kabul etmeleri gerekir. –Düşüncesinin büründüğü ölçülü biçim altında bile Tolstoy kendisine seslenen kişinin inancını incitmemeye çalışır hep.” Bu şekildedir onun düşünceleri ve İslam’a ters düştüğü de apaçık ortadadır. Fakat ‘insan’a inanılmaz büyük bir sevgi ve saygıyla ölmüştür. Zaten bu insan ve halk sevgisi onun toprak, mülk, kapitalizm, sahip olma gibi konulardaki fikirlerini çeşitlendirmiştir.

Romain Rolland, Kont Tolstoy’un halka ve insana bakışını, kendi psikolojisini onun eserlerinden örnek vererek ve eserlerde hangi karakteri kendi ağzından konuşturduğunu açıklayarak gösterir. Ona göre Tolstoy her eserinde bir veya birden fazla karakter olarak yer almıştır (Örneğin, Anna Karenina’daki Levin: Levin’in bu bunalımlarını, Kitti’den gizlediği bu gelip geçici intihar isteklerini, Tolstoy da o sıralarda kendi karısından gizliyordu. Ama kahramanına verdiği dinginliğe erişememişti daha). Bu eserlerde de düşüncelerini yer yer aşırıya kaçacak şekilde işlemiştir. İlkesi özgürlüktür. Seçkin bir çevrenin “ayrıcalıklı, liberal toplumun” kendi bilimini, kendi yanlışlarını kendisine yabancı olan halka zorla benimsetmesini yadsır.

Tolstoy daima ruhsal ve düşünsel acılar çekmiştir hayatında. Bu durum da onun romanlarının salt estetik yönlü değil düşünsel yönü ağır basacak şekilde yazılmasını sağlamıştır. Rolland bu durumu hemen her eserini inceleyerek vermiştir kitapta. En çok da Tolstoy’un sanat ve sanatın işlevi konusundaki düşüncelerini topladığı "Ne Yapmalıyız?" adlı esere referans vererek oluşturmuştur metnini. Bunun dışında tabii ki en çok yararlandığı kaynak Tolstoy’un günlükleri ve itiraflarıdır. Orada her şey mevcuttur çünkü.

Kısaca toparlayacaksak: Tolstoy’un ruhsal ve düşünsel olarak nereden nereye geldiği, hangi kırılmaları yaşadığı ve bunları nasıl aştığı, onun bin kere yanlışını görse de sırtını dönemediği halka bakış açısını, dine, öğretilere ve insanlığa, güzele bakışını Rolland çok başarılı işlemiştir. Elbette bu metinde Tolstoy’un itirafları ve günlükleri çok önemli olmuştur. Ama eserde eksikler de vardır. Bunlardan biri aile hayatıdır. Karısıyla ilişkisini, ona olan sevgisini, onunla yaşadığı açmazları Roland bize gösterse de bu durum yetersiz kalmıştır. Burada da araya girmek istiyorum: Bazen sosyal medyada her şeyle olduğu gibi Tolstoy’la da ilgili saçma cümleler çıkıyor. Tolstoy, evet karısından ve ailesinden ayrılıp bir tren istasyonunda ölmüştür ancak bu bir kaçış değil bir ayrılıştır. Çünkü o, dünyalık hemen her şeyden vazgeçmiştir fakat karısı ve çocukları ona ayak uyduramamıştır. Bu yüzden en çok eleştirildiği noktayı da yıkarak (yaşayışı ve düşünceleri farklı eleştirisi) kendi yolunu çizmek için ayrılmıştır ancak kısa süre sonra son nefesini vermiştir.

Bir diğer eksik, dönemindeki yazarlarla ilişkilerine neredeyse hiç değinilmemiştir. Hâlbuki Çehov ve Gorki’yle hatırı sayılır derecede görüştüğü ve onları önemli ölçüde etkilediği bilinen bir şeydir. Turgenyev’e hayranlığı ve onunla ilişkisine kısaca değinilmiştir. Dostoyevski’yle aynı dönemde yaşamalarına rağmen hiç görüşmemişlerdir fakat bu Tolstoy’un onun hakkında bir kanaati olmadığını göstermez. Bu da yoktur kitapta.

Rolland bu kitabı 1911 yılında kaleme alsa da 1913 ve 1927 yıllarında yaptığı ekler de kitabın sonuna eklenmiştir. Ayrıca en sonda ölümünden iki ay evvel Tolstoy’un Gandhi’ye yazdığı mektup yer alır ki kitabın Tolstoy’un düşünceleri ve öğretisi yönünden kısa bir özetidir.

Tolstoy’u merak etmeyen yoktur sanırım. Hayatı boyunca bir arayış içindedir ve kanaatime göre buldum dediği anda da vefat etmiştir. Tolstoy’u tanıdığımı sanıyordum ama bu kadar ruhsal ve düşünsel evrelerden geçtiğini tam bilmiyordum. Eksikleri olsa da iyi bir inceleme yazmış Rolland.

Mehmet Akif Öztürk