18 Haziran 2021 Cuma

Hatırlamak için unutma dersleri

"Dünün ağır tortusu temizlenmedikçe, ferah bir bugün ihtimali de yok çünkü."
- Nermin Yıldırım (Gazete Duvar, 23.04.2017)

"Hiç kimse alamaz bizden artık bizde olmayanı; ancak bellek derinliklerinde saklar onu eksiksiz bir biçimde ve zaman zaman onu başkalarına uygular."
- Şükrü Erbaş, Kuş Uçar Kanat Ağlar

Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” diye bir söz vardır. İnsan hafızası unutmak ile kusurludur. Unutmak bir kusur mudur gerçekten yoksa yaratıcının bize sağladığı bir lütuf mu? Yaşanan her şey gerçekten bembeyaz bir sayfaya evrilebilir mi yoksa izler kalıcı mıdır? Toplumsal hafıza, genetik hafıza, beden hafızası ve bilinç dışı nedir, hayatımızda ne gibi anlamları, etkileri vardır? Tüm bu sorular bir yana unutmak gerçekten yola devam edebilmek için gerekli midir yoksa insan unutmak yerine alışarak, unutmak istediğiyle barışarak ve hatta daha da ötesinde unutmak istediği vasıtasıyla bir şeylere şükrederek yaşamaya devam edebilir mi?

Türkçe’ye “Sil Baştan” olarak çevrilen 2004 yapımı Eternal Sunshine of the Spotless Mind filmini duymuşsunuzdur diye tahmin ediyorum. Vizyona girdiği dönemde çok izlenenler arasında yer almış, adından sıkça söz ettirmiş, üzerinden yıllar geçmiş olsa da hala iyi filmler arasında gösterilen başarılı bir yapımdı. Bu kadar sevilen, en azından merak edilen bir film olmasının oyunculuklar, oyuncular, yönetmen gibi etkenleri bir yana koyarsak, en büyük sebebini konusu olarak gösterebiliriz. Son derece basit ancak büyük bir ihtiyaçtan söz ediyordu film: unutmak. Daha doğrusu unutabilmek.

Nermin Yıldırım’ın dördüncü kitabı olan Unutma Dersleri için yazar, çıkış noktasının film olmadığını ama yazın sürecinin bir yerinde elbette filmi anımsadığını belirtiyor. Konusunu kısaca özetlersek, anlatıcı kahramanımız Feribe, yasak aşk yaşadığı sevgilisi tarafından terk ediliyor ve ağır bir aşk acısı ile pençeleşiyor. Sabık sevgilisiyle yaşadığı tatlı anılardan kalan acı duygusundan bir an önce kurtulabilmek adına soluğu çok istemeyerek hatta saçma bularak da olsa Mazi İmha Merkezi’nde alıyor. Mazi İmha Merkezi’nin “Sil Baştan” filminden ayrıldığı kısım burada ortaya çıkıyor. Bu kurum Feribe’nin de film nedeniyle arzu ettiği üzere anıları silmek yerine, onlarla beraber yaşamaları adına müşterilerine dersler veriyor. Tabi ki her dersin sonunda olduğu gibi buradaki derslerde de danışanları birtakım ödevler bekliyor. Her ne kadar yaptığı şeyi anlamsız bulduğunu her an ifade etse de ödevleri canla başla tamamlayan Feribe’nin hayatı, tam da bu ödevler nedeniyle iyice arapsaçına dönüyor. Kahramanımız, nihayetinde paramparça olmuş hayatından anlamlı ve hayallerine uygun bir bütün meydana getirmeyi başarabilecek mi? Başarılı olacaksa bunu hangi yollardan geçerek yapacak? İşte bu soruların cevabını takip ettiriyor Unutma Dersleri.

Öncelikle kitapta adı geçen ve olayların birçoğunun vuku bulduğu Mazi İmha Merkezi’ndeki dersleri de düşünerek belirtmek isterim ki, metnin bir kişisel gelişim kitabı olmakla uzaktan yakından bir ilgisi yok. “Bildiğimiz unutma halinin bellek izinde bir tahribata işaret ettiğini sanma yanılgısını aştığımızdan beri tam tersi bir görüşe, yani ruhsal yaşamda oluşan bir şeyin kaybolmayacağına, bir şekilde muhafaza edileceğine ve uygun koşullar altında (örneğin yeterince geriye gidildiğinde) tekrar gün yüzüne çıkabileceğine inanıyoruz.” diyor Sigmund Freud, Mutluluk Dediğimiz Şey kitabında. Unutma Dersleri de bir bakıma anlatıcı kahramanın unuttuğunu sandıklarının, peşinden gitmeye korktuklarının acı bir tecrübeyle, hatta hayatta en nefret ettiği kişinin davranışlarını kendi tercihlerinde yineleyerek ve önce nefret ettiğini, sonra da kendini nihayetinde affederek gün yüzüne çıkarmasının serüveni.

Nermin Yıldırım, tüm kitaplarında bellek konusunun üzerine çokça eğilen, kurgusunu ağırlıklı olarak bu tema üzerine kurmayı tercih eden bir yazar. Zaten insan psikolojisi üzerine yazarken, psikologlardan danışmanlık aldığını, bu konu üzerine ciddi araştırmalar yaptığını kendisi de ifade ediyor. Mazi İmha Merkezi’nde gerçekleşen dört ders için de yine psikolog Tolga Erdoğan’dan destek aldığını belirtiyor. Dersler burada dört başlık, hatta buçuk olan dersi de sayarsak beş başlık halinde anlatılsa da anlatının tamamında travmanın aşamaları olan inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme adımlarına da farklı başlıklar altında yer veriliyor. Mazi İmha Merkezi’nde alınan tüm bu dersler ilk olarak kaçak sevgili Nedim nedeniyle başlamış görünse de Feribe aslında acısının çok daha eskiden kalma, çok daha derinde bir yerde ince ince kanayan bir yaradan vücut bulduğunun farkına varıyor. Bu kaynak neden, bu “ilk yara” Nermin Yıldırım’ın tüm kitaplarında merkezde olan bir konu; aile, bilhassa anne ekseninde şekilleniyor. İlk ders olan, “Unutulacak Olanı Hatırla” isimli bölümün devamında anlatıcı kahraman “Bilmezden gelmenin kadim bir ayakta kalma yöntemi olduğunu söylemiştim, değil mi?” diye bir soru yöneltiyor muhataba. Burada, diğer kitaplarında da olduğu gibi toplumsal hafızaya da üstü kapalı bir gönderme yapan anlatıcının inkâr aşamasında neler yaşadığına tanıklık ediyoruz. Feribe de bu bölümde asıl yarasını inkâr edebilmek adına, görünen bir derde dört elle sarılmış bir kaçak aslında. Oysa içinde bir yerde kırılmış çocukluğu kendini durmadan hatırlatıyor “İnsan nasıl ellerinde büyüdüğü kişiye benzerse, ruhumu aniden yaşlandıran o yaraya benzemiştim galiba ben de.” diyerek.

İkinci ders olan, “Yasını Tutacaksın” bölümünde, Mazi İmha Merkezi’nde geçen derslerin neden zifiri karanlık bir odada geçtiğini anlamlandırmaya çalışan, zira karanlıktan son derece rahatsızlık duyan bir Feribe görüyoruz. Anlatıcı burada, danışmanın ağzından karanlığın ilkel belleğimizle nasıl konuştuğunu, en iyi bildiğimiz şeyin karanlık olduğunu hatırlatıyor. Burada da özellikle son zamanlarda sıkça konuşulduğuna şahit olduğumuz psikolojik bir bakış açısını tekrar ediyor. Anne karnından itibaren, hafızamız kayda başlıyor, biz hatırlamasak da bedenimiz bir şekilde hatırlıyor. Haliyle çocuğun daha fetus halindeyken bile annesi ile ilişkisinin ne denli kıymetli olduğuna gönderme yapılıyor. Çocukluğuna dair mutlu anıları olsa dahi, bunların da bir yalan üzerine inşa edildiğini geç de olsa fark eden kahramanımızın bu bölümde kurduğu iki cümle, bir anne arayışının bariz göstergeleri diye düşünüyorum.

“… anlaşılan o ki anası olmayanların yarası tarafından büyütüldüğünü bilmiyordu.”

“Keşke sevdiklerimiz bizi bütün hatalarımıza, her şeye rağmen, daima sevebilseydi…”

Psikoloji biliminin insanlardaki karşılığı bir dönem “çocukluğunuza inelim” esprisi olmuştu. Halbuki bu kavramın ne kadar önemli olduğu su götürmez bir gerçek. Çocukluğumuzda nasıl deneyimlere sahip olduğumuz, bakım verenlerimizle nasıl bir ilişki içinde bulunduğumuz, yaşamdaki ilk tecrübelerimizin neler olduğu yetişkin hayatımızdaki anlarımız üzerinde oldukça büyük bir etkiye sahip. Şair ne güzel dile getiriyor bu durumu: Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor. Haliyle kitapta da kahramanın hayatına kaldığı yerden -Feribe özelinde yeni baştan- devam edebilmesi adına önce o ilk tecrübelerin kapısını aralamak gerekiyor. Ardından “Gel Barışalım Artık” ve “Kolaysa Affet” isimli bölümler yer alıyor. Son ders ise “Geleceğe Bak”.

İlk iki aşama, yani hatırlamak ve yas tutmak belki de işin en kolay kısımları, çünkü kişinin kendisiyle ilgili süreçler bunlar. Oysa devam eden aşamalarda bir muhatap gerek. İkili bir ilişki gerek. Yüzleşebileceğiniz kişi hayatta ise yine de şanslısınız. Peki ya ulaşabileceğiniz bir yerde değilse, yaşadığınız kötü anılar sayfasını nasıl kapatabilirsiniz? Metinde bu konuda da Feribe’nin deneyimlerini aktaran anlatıcı kahraman bu bölümlerden de önce, her şeyin en başında sabık sevgili Nedim ve Feribe’nin hikayesinin Rembrandt’ın son otoportresinin önünde kıvılcımlandığını anlatıyor. Rembrandt, kendi portresini defalarca kere yeniden kurgulayan bir ressam. Tıpkı Feribe gibi. O da otoportresini kelimeler aracılığı ile muhatabı paylaşıyor. Hayatının özetini, yaşadığı farkındalığı ve kitabın tüm akışını da şu cümlelerle ifade ediyor.

İnsan bir ömür içinde öyle çok defa başka birine dönüşüyor ki, dönüp geriye baktığında hangisinin kendisi olduğunu bulup çıkarmakta zorlanıyor. Kimdim ben? Şenlikli alkışlar eşliğinde doğum günü pastasını kesen gamsız çocuk mu? Büyüyünce yazar olmak isteyen hayalperest ergen mi? Çok mutlu sandığı annesini salonun tavanında sallanırken gördükten sonra, artık hiçbir şey istemediğini fark eden bahtsız liseli mi? Her sabah kalkıp neden gittiğini bile bilmediği fakültenin yolunu adımlayan üniversiteli mi? Sefl bir bankonun ardında oturup bütün gün banknotları ve saniyeleri sayan bezgin bankacı mı? Aile kurmakla yarım kalmış bir şeyleri tamamlayabileceğini umarak, apar topar evlenen eksik kadın mı? Önce çocuk istediğine karar verip hamile kalan, sonra içinden bir anne çıkaramayacağını anlayıp kürtaj olan yarım kalmış anne mi? Beklenmedik bir aşkın kollarında, uzun zaman evvel emekliye ayrıldığı yaşama sevincini arayan aptal aşık mı? Neşesini ararken kendini kaybeden aşk kurbanı mı? Hangisi bendim? Aşk acımı unutmak için hangisini affetmeliydim?

Bu soruların cevabı ve Feribe’nin nihayetinde nasıl bir sona kavuştuğunun cevabı kitapta paylaşılıyor tabi ki ancak daha fazla ipucu verip kitabın tadını kaçırmamak adına kurguya dair yazacaklarımı burada sonlandırıyorum. Nermin Yıldırım, diğer kitaplarında olduğu gibi bireysel bellek, kişisel tarih, ebeveyn ilişkileri ve etkileri konularının üzerine eğilirken, diğer kitaplarından farklı olarak inanılmaz muzip bir dil kullanıyor Unutma Dersleri’nde. Her kitabında mizahi bir üslupla anlatısını çeşnilendiren Yıldırım, bu sefer karşımıza acılarını yaşarken, onlarla, kendisiyle ve aynı bağlam içinde yer aldığı dünya ile neredeyse tamamen alay eden, belki de bu durumu bir savunma mekanizması olarak benimseyen, acılara gülerek direnen bir kahraman çıkarıyor karşımıza. Olayların nefes nefese birbirini takip ettiği, birinci tekil anlatıcının konuşması nedeniyle son derece akıcı ve muhatabı içine çeken sürükleyici bir roman Unutma Dersleri.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

Geçmişle şimdi arasında çift taraflı bir köprü

"Geçmişin geçmiş olması için zamanın geçmesi yetmez.”
- Amin Maalouf

“Dünü unutmalı bugünü yaşamalısınız. Çünkü dün ile bugün arasında bir kavga çıkarsa yarını kaybedersiniz.”
- Balzac

Türk öykücülüğünde uzun zamandır bir Behçet Çelik gerçeği var. Hem karakterlerini oluşturma ve geliştirme açısından hem işlediği konular açısından ve tabiî ki velud bir yazar olması sebebiyle bence Türk öykücülüğünde hatırı sayılır bir yerde bulunuyor. Gerek üslûp gerek anlatı açısından kendine has bir yeri uzun zaman önce elde eden Çelik bundan uzun yıllar sonra da, belli bir öykü tarzının temsilcisi olarak hatırlanacaktır. Bu demek değildir ki Çelik’in her öykü kitabı muhteşemdir ve eksiksizdir. Hatta az sonra değinmeye çalışacağım, aynı zamanda yazarın son kitabı Patikaların İyi Yanı (Mayıs, 2021), yazarın belki de en iyi üç öykü kitabı arasında yer almaz. Fakat yazar, tarzından fazla sapmadan, ne yaptığını ne yazdığını bilerek bu kitabını da oluşturmuş. Zaten kendine has denince de bu durumu kast ediyorum. Nasıl ki bir Ömer Seyfettin bir Memduh Şevket bir Sait Faik tarzı diye bir şey varsa, bu yazarlarla -bu alanda- aynı kategoriye (niteliği şimdilik es geçerek) Behçet Çelik de girebilir.

Patikaların İyi Yanı benim en sevdiğim Behçet Çelik kitabı olmadı (gerçi ben yazarın romanlarını öykülerinin de önüne koyuyorum ancak şu anda konumuz yazarın öyküleri). Bunun tabiî türlü sebepleri var. Bunlardan biri, kitabı oluşturan öyküler arasında seviye farkının fazla olması. Elbette bir öykü kitabındaki her metin aynı nitelikte olmaz ama aralarında çok fark olması da okuru rahatsız eder. Hatta okur en sonunda okuduğu kitabın hayatında nereye dokunduğunu kestiremeyebilir. Çelik’in önceki öykü kitaplarında öyküler arasında çok fazla nitelik farkı görmemiştim ben kendi açımdan ancak bu kitap sanki biraz aceleye gelmiş hissi verdi bana. İçinde iyi öyküler fazla ancak kötü diyebileceğim öyküler de mevcut. Bir diğer eleştirdiğim konu, yazarın artık kendisinin alâmetifarikası olan, karakterleri psikolojik/içsel yönden başarılı kurgulamasının her karakter için aynı seviyede olmaması. Bu iki sebep Patikaların İyi Yanı’nı benim için yazarın diğer öykü kitaplarından biraz geri attı.

Yazarın diğer öykü kitaplarını ve romanlarını okuyanlar bilir, Behçet Çelik geçmişi çok kurcalayan bir yazardır. Geçmişin; bireyin şimdiki hâlini etkileyip etkilemediğini, etkilediyse nasıl etkilediğini inceler ve insanın şimdiki zamandaki davranışlarının sondajını yapmaya çalışır ve bunu da iyi bir şekilde gerçekleştirir. Kitaptaki on bir öykünün sanırım hepsinde karakterlerin geçmişi sorgulama ve geçmişe bakarak bu günü anlamlandırma ve bu günü kurma çabaları yer alır. Bazı karakterler için geçmiş, saplantı olmuşken bazıları için şimdiki zamana yumuşak geçiş sağlayan bir durumdur. Fakat bazen de bu durum tersine işler. Bu günden bakarak geçmiş tekrar kurgulanmaya çalışılır, yani bir geçmiş hep vardır Çelik’in öykülerinde. “…Akın’ın sözlerine takıldı aklı, sahiden geçmişi yeniden mi yazıyordu.” Kitabın iyi öykülerinden İnce u, geçmişin en iyi sorgulandığı veya kurgulandığı öykülerindendir. Aynı zamanda başkarakter ve arkadaşı da iyi işlenmiş, üzerinde çalışılmıştır.

Behçet Çelik’in karakterleri genelde modern dünyaya uyum sağlayamamış ama geçmişte de kalamamış kişilerden oluşur. Yazarın en iyi yaptığı şey bu kişilerin içsel dünyalarını okura sezdirebilmektir. Bilmek yoktur Çelik’in öykülerinde, sezmek vardır. Okur sezer, yazar sezer hatta öyküdeki karakter bile bilmez, sezer. Bu da bizi yazarın öykülerinde zaman zaman göreceğimiz muğlâk/soyut bir anlatıma götürür. Bu anlatım tarzı bu kitapta biraz daha yoğundur. Üstüne öykü dilinin ve anlatımının sık sık deneme tarzına kayması ve öykülerin diyalog açısından çok zengin olmaması, okuru bazen deneme okuduğu hissiyatına yönlendirebilir. Bulutun içinde öyküsü soyut bir anlatımın yoğun olduğu ve zaman zaman bilinç akışı tekniğinin kullanıldığı bu tarz öykülerden biridir. Bence Upuzun cümleler öyküsüyle birlikte kitabın zayıf öykülerindendir.

Boşluk kavramı, Behçet Çelik’in öykülerinde ve romanlarında çok sık karşılaştığımız bir kavramdır. Hatta Dünyanın Uğultusu romanı neredeyse bu kavram üzerine bina edilmiştir. Bu kitapta diğer kitaplarına nazaran çok olmasa da bazı öykülerde bu durum görülür. Çünkü boşluk kavramı, hayata bir noktada anlam veremediğimiz zamanlarda oluşur ve Behçet Çelik’in birçok karakteri bu durumu yaşar. Lahmacunun kıtırı ya da kesintisiz boşluk öyküsündeki başkarakter Ekrem bu durumu yaşayanlardandır. Kitabın geneline nazaran daha bir öykü formatında yazılan bu metinde aslında Ekrem karakteri hayata bir mana veremediğinden değil, insanlara uyum sağlayamadığından bu durumu yaşar. Bence bu kavramlar oldukça farklıdır. Ancak bu durum son noktada modern hayatla geçmiş arasında sıkışmış bir karaktere götürür bizi. Kitabın iyi işlenmiş karakterlerindendir Ekrem. Biraz Aylak Adam’ın C.’si gibidir. Hayatın içinde olmaya çalışır ancak yolunda gitmeyen şeyler de vardır. “Düşüncelerinin cismi var, ağırlığı, uzayda yer kaplıyorlar, kimse yadsıyamaz. Geceleri abanıyorlar Ekrem’in üzerine, cüssesini, hacmini göğüs boşluğunda hissediyor. Bir sıkışıp kalmışlık hissi, rüya olmadığını biliyor –rüyadan uyanamamayı andırsa da. Belki de rüyadan çıkıp uyanıklığa varmadan arada bir yerde takılıp kalıyor ya da rüyadan kırıntılar eline ayağına dolanan. İkna olmuyor, bedenine değil, zihnine bir şeyler dolandığının farkında, düşünce akışı kesilivermiş gibi, tam hiç bilmediği bir giz çözülecek ya da bir şey tam görünecekken. Bir akışın durduğu andaki o boşlukta kalma hissi – böyle tanımladı geçenlerde.

Kitap hakkında yazacak birkaç şeyim daha vardı ancak çok detay vermek olur bu. Kalanı okura kalsın. Başlarda da dediğim gibi, Çelik külliyatının en iyi kitabı değil Patikaların İyi Yanı, ancak Behçet Çelik öykücülüğünü nitelik olarak biraz geride olsa da yansıtan bir kitap. Biz alışmıştık Çelik’te daha “Dostoyevskivari” karakterler görmeye, daha çok ruh tahlillerine. Ancak dediğim gibi iyi öyküler de içeriyor kitap. Behçet Çelik’i iyi takip edenler sanırım dediklerimi anlayacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

13 Haziran 2021 Pazar

Kendini bilme yolunda bir karşılaştırmalı okuma

"Seni yol bilmez iken yola koymadı mı?"
- Duhâ, 7

İnsan ruhunun yükselişi ancak manevî bir yol tutturmasıyla söz konusu olur. Hiç kimse yoktur ki maddi alemdeki gelişmesiyle bir huzura varabilsin. Çünkü tatmin duygusu körelmez, tam aksine insanı köreltir. Fakat insanın bunun farkına varabilmesi için gafletten olabildiğince kaçınması, gönlünü aydınlatacak şeylerle ve kimselerle meşgul olması gerekir. Bu meşguliyet, bir yola çıkmayı beraberinde getirir. Gerçeğe, hakikate, birliğe, aşka ve daha nice tanıma ulaşma olarak biçimlenen bu güzergahın getirisi kendini bilmektir. Kendini bilen, kendini bulmuştur. Yolun 'kendinden kendine' seyrettiği arifler tarafından söylenmiştir. Demek ki insan, kendini bilmek için yola çıktığında kendini bulmuş oluyor. Tasavvuf tam da burada Hakk'ın bulunduğunu da ekliyor. Men arefe nefsehû fekad arefe rabbehû. Kim ki nefsini bildi, Rabbini bildi.

Zen, milâttan önce VI. yüzyılda Hindistan’da kurulan inanış sistemi Budizm'in Japoncadaki ismidir. Özellikle 20. yüzyıl itibariyle Avrupa insanının dikkatini çekmiş, nihayet 'hakikat arayışı' serüveninde Zen Budizmi adıyla büyük ilgi görmüştür. Zen yolunda nihayet Buda'ya ulaşmaktır. Buda, Budizm'in kurucusu olan Siddhartha Gotama'nın lakabıdır ve uyanmış, aydınlanmış anlamına gelir. Zen yoluna girenlerden beklenen de budur: aydınlanmak. Burada Buda'nın yaşayışı ve doktrini esas alınır. Doğum, aydınlanma ve Nirvana'ya ulaşma biçiminde tesis edilmiş Zen'de insanın hayatının kötülüklerle ve tatminsizlikle çevrili olduğu, arzu ve ihtirasların insanı esir ettiği, arzulardan kurtulmak için hakikat yoluna çıkmak gerektiği ve Nirvana'ya ulaşmadan huzura kavuşulmayacağı esas alınır. 

"Kurtuluş yolu aradığı için yalnızca kendi nefsiyle uğraşan insanın durumu ne güzeldir. Böyle bir insan mutludur, huzurludur. Böylece varoluşun tüm hakikatlerini elde eder" der İbn Arabî sultan. Bu cümlelerde bir çok şifre vardır. O şifreler aklın düğümlerini çözüp kalbin hakikatle rabıtalı olmasına imkan sağlar. İlk cümlede kurtuluş yolu aramak dikkati çeker. İnsan daimi bir yer, yurt arayıcısıdır. Huzura, sükuna kavuşması gereken yeri, yurdu da evvela kendi gönlüdür. Her şeyden önce kendi gönlüne yoğunlaşan, gönlü üzere çalışan kimsede belirgin bir sakinlik görülür. O, mutluluğun gelip geçici işlerde değil, "O her an yeni bir iştedir" sözü gereği oluşta bulunduğunu bilir. Geçmişin ve geleceğin kaygısından arınıp ibnü'l vakt olmak ister, vaktin çocuğu. Bundan dolayı kimseyle, kimin ne yapıp ettiğiyle uğraşmaz. İşaretleri izler ve kendinden kendine seyr eden bu yolda irfanı dost edinir. İrfan ki nice kapıları aralar. O kapıların her birinde hakikatin izleri vardır. Yolcu bu izleri takip ederek kendine ulaşır. Böylece kendini ve akabinde yaratıcısını bilir. Bilmeden bulunmaz, bulmadan olunmaz denilmiştir. İşte kendini bilmenin yolu bu üç büyük adımda kuruludur. Yeryüzünde bu yola çıkmış nice nefes, nice ruh, nice ekol vardır ve şurası çok önemlidir: "Tüm öğretiler, tüm bilgiler ve tüm yöntemler bir araç olma konumunda değerlendirilmelidir. Amaç 'kendimiz' gibi algıladığımız, oysa gerçekte nedenlerin oluşturduğu yanılsamalı benliğimiz olan 'ego'yu tanımak; ve bunun yerine özgür benliği, farkındalık temeline dayalı gerçek varoluşu oturtmaktır. Eğer öğretiler ve yöntemler bu araç olma konumundan çıkarılarak bir saplantı, bağımlılık ve sınır işlevi görecek olursa; bu durumda, tüm bilgi ve uygulamalar yalnız yararsız olmakla kalmaz, farkındalığın ya da kendini bilmenin önünde bir gölge, esaslı bir engel de oluşturmuş olur aynı zamanda."

İnsan ontolojik olarak doğru, güzel ve iyi olana meyillidir. Fakat bu meyline itiraz eden bir iç yapısı da vardır ki ona nefs denir. Bütün iyiliklerin Allah'tan, bütün kötülüklerin insan nefsinden geldiği inancı, yalnız İslam tasavvufunda değil, Zen Budizm'inde de karşılık bulur. Burada talebeye (talip, öğrenci, mürit, derviş) bir rehber (mürşit, şeyh, usta) tarafından nefsiyle nasıl mücadele etmesi gerektiği yolun çeşitli erkanları yardımıyla öğretilir. Yolun gayesi; ibadetlerle, dualarla, virdlerle ve diğer ödevlerin yanı sıra davranışlardaki dönüşümlerle saf bir kalbe ulaşmaktır. Hem tasavvufta hem de Zen'de, yola dair konuşmakla, yolcunun sürekli kelime yahut kitap tüketmekle bir yere varamayacağı belirtilir. Zira marifet yolculuğu kâl ile değil hâl ile yürünür. Sessiz kalmak, yürüyüşü berraklaştırır: "Kendi gerçek benliğimizi; 'düşünen' ve 'duyumsayan'ın dışındaki varlık, zihinsel gürültünün ve karmaşanın dibindeki sessizlik, ıstırabın altındaki hoşnutluk ve şefkat olarak görüp bilmek, gerçek özgürlüğümüz ve kurtuluşumuzdur. Çünkü düşünen ve duyumsayan olumsuz zihin aktivitelerinin, alışılmış kalıpsal tepkilerin ve sahte benlik ego'nun oynadığı rollerin izlenerek fark edilmesi; gerçek benliğimizde, arı zihnimizde mevcûdiyet ve farkındalık oluşturacak ve bu farkındalıklı mevcûdiyet aracılığıyla, düşünce ve duyguların olumsuzluklarının olumluluğa dönüştürülmesi mümkün olacaktır."

Yolun elbette engelleri vardır. Öğrenci bu engelleri aştıkça, eski dünyasından yeni dünyasına kavuşacak, yabanilikten korunup doğallığa ulaşacaktır. Zihin, aşılması gereken en önemli engeldir. Kirli ve karmaşık bir zihinle değil, temizlenen, iyi niyetlerle örülmüş bir zihinle yol yürümek ilk ve en önemli meseledir. Zamanın farkında olarak yaşamak da çok önemli bir yer tutar. Özellikle psikolojide kullanılan 'şimdi ve burada' kavramı kendini bilme yolunda da önem arz eder. Geçmişle kurulacak ilgi yalnız pişmanlık ve tövbe üzerinden olmalıdır. Geleceğe dair kurulacak ilgi ise iyi niyetler, güzel düşünceler ve en önemlisi de teslimiyeti zırh bilmektir. Farkındalık (feraset, gafletten uzak olma) yolcunun tabiri caizse silahıdır: "Kendini bilmenin yolu bir bakıma 'farkındalık' demektir. Farkındalık kavramıyla genel olarak anlatılmak istenen; özgür ve erdemli bir varlık olma potansiyeline sahip bir kişi olarak insanın, bu amacı gerçekleştirmek için, düşünce ve duygularını yani beynini ve kalbini gözlemleyebilmesi, onların ayırdına varabilmesidir."

İbn Arabî, varlığın bütün yönleriyle O'na müteveccih olduğunu, perde kalkınca insanın şiddetli bir hayretin içine düşeceğini ve özleminin kabaracağını, işte o zaman O'nun kendisini değişik suretlerde insana göstereceğini ifade eder. D. T. Suzuki için bu ifade, Zen ustalarının 'evine geri dönmek' dediği şeydir: "İşte şimdi sen kendini buldun, daha en baştan beri senden hiçbir şey gizlenmemiştir. Sendin gözlerini gerçeklere kapayan, sendin."

Var oluşumuzun gayesi Hakk'ı bilmektir, Hakk'ı bulmaktır, Hakk'la olmaktır. "Bilinmeyi istediğim" çağrısına kulak vermektir. Kıldan ince, kılıçtan keskin, menzili meçhul bir yola çıkmaktır. Bilgiyi (furkan) kuşanıp tanıklığın (şehadet) farkında olarak verilene rıza göstermek ve verilmeyene şükretmektir. Yol ve yolculuk tam da burada başlar.

Ahmet GürbüzKendini Bilmenin Yolu'nda çok büyük coğrafyalarda yankı bulmuş, insanın nefsiyle mücadele etmesi gerektiğini merkeze koymuş zen ve tasavvuf sistemlerini inceliyor, kıyaslama yapmadan karşılaştırıyor, kolay anlaşılır biçimde her iki yolun esaslarını temel düzeyde aktarıyor. Bu okuması son derece lezzetli olan kitap, bazı merakları muhabbete çevirebilir. Dolayısıyla yola çıkmak için güzel bir ilk adım.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî
'nin Dîvân-ı Kebîr'inden bitirelim: "Ve sen, kendi içine giden o uzun yolculuğa ne zaman başlayacaksın?"

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Bir romandan çok hissî bir tecrübe

Huzur... Edebiyat dünyasınca başyapıt olarak kabul görmüş bir roman. Yeni Türk Edebiyatına Giriş 1 dersinde Prof. Dr. Abdullah Uçman şöyle yazmıştı tahtaya: "1870’ler: Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, 1900’ler: Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, 1950’ler Huzur, 1970’ler: Tutunamayanlar..."

Huzur’u okumayı bundan neredeyse iki yıl evvelinde kafama koymuştum, 19.Asır Türk Edebiyatı Tarihi ile birlikte temin ettim, defalarca elime alıp ilk beş sayfasını okuyup erteledim. Birkaç ay evvel, 100- 150 sayfa okuyup, derin bir sıkışıklık hissiyle bıraktım elimden. Ve tekrar en baştan başlayıp, bundan iki- iki buçuk hafta önce, en sonunda, bitirmek nasip oldu. Huzur’u okumak için, fikrimce biraz şahsî streslerimizden halas olmak ve zihinsel olarak daha dingin bir ruh hali gerekiyor. Benim Huzur’u bu kadar ertelememin sebebi, onu elime almayı sürekli huzursuz zamanlarıma denk getirmem oldu. Güncel dünyanın huzursuzluğu da buna bir ek yaratıyor tabii. Bir okur olarak bendeniz, ruh halime paralel atmosferdeki okumalar yapmanın bana iyi geleceğini düşünürdüm. Huzur’u tecrübe edinceye kadar. “Tecrübe” diyorum, çünkü Huzur bir roman okumaktan çok hayata dair bir şeyler tecrübe etmek gibi geldi bana. Huzur’u herhangi bir roman olarak değerlendirirsek huzursuz bir ruh hali içindeyken okumamız gerekir. Çünkü Huzur, adının aksine huzursuzluğu anlatıyor. Ancak Huzur herhangi bir roman değil. Onu okumak, kaburgalarınızı kırarcasına sıkan bir insana sarılmak gibi. Bu yüzden daha rahat ve sakin bir süreçte, sabırla okunmalı Huzur kesinlikle.

Hareketten hoşlanan bir insana Huzur, sadece can sıkıntısı verir.

Muhterem hocam Prof. Dr. Seval Şahin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Romancılığı Üzerine Düşünceler kitabında, Huzur için şöyle diyor: “Tanpınar’ın Huzur’u yaşayanlardan çok ölülerin romandır.” Bu cümleyi, romandaki Nuran karakterinin, hazin sevgilisi Mümtaz’ı kafasında yedi asrın ölüsüyle meşgul olmasından dolayı eleştirmesi çok sağlam bir şekilde destekler. Yine aynı kitaptan edindiğim bilgiye ve romanı okurken edindiğim izlenime göre, romandaki karakterler arasında ikizleşme söz konusu. Turan Alptekin, Suat karakterinin Mümtaz’ın iç beni olabileceğini söylüyor. Bu fikri naçizane evirip çevirdiğimde, şöyle bir sonuca vardım, Mümtaz roman boyunca bıkıp usanmadan kendi içindeki bir şeylerle savaşıp, çatışıp durdu. Kendi dışında ise en bariz çatıştığı karakter Suat’tı. Şu halde Turan Alptekin’in söylemini romandan edinebileceğimiz bu izlenim doğrulayabilir.

Romanda gerçekten de, yaşayanlardan çok ölülerin -ölüler dolayısıyla geçmişin, tarihin- hüküm sürdüğü görülüyor bariz bir şekilde. Geçmişten ya da bir başka deyişle köklerinden kopamayan ve kopamayacak olan başkarakter Mümtaz’ın iç monologları ve dışarıdakilerle olan diyalogları adeta ya hep ölüler üzerine. Ya da ölülerin kendileriyle.

Sanki herkesin etrafında bu ölüler dolaşmakta, insanlar sokaklarda onlarla konuşmaktadır.

Bu sisli atmosferde okura zevk veren yegâne ve vazgeçilmez şey ise, insanın kendiyle ve dış dünyayla cebelleşmesinin sonunda, ortaya çıkan uzunca cümleler. Bu roman bir tümceler romanı. Romanda geçen olaylar ise, neredeyse bir paragrafla anlatılıp bitecek kadar az. Romanda olay, karakterlerin konuşmaları, bu konuşmaların muhtevasıyla dağılır gibi oluyor. Ancak bununla, romanda işlenen doğu-batı ve eski-yeni çatışması fikri güçleniyor. Baudelaire’den Şer Çiçekleri’ni okuyan aynı Mümtaz’ın üstün bir zevkle Dede Efendi dinlemesi, romanda işlenen doğu-batı çatışmasına, arafta kalmış devir insanına çok net bir şekilde ayna tutacaktır.

Romanın esas meselesi naçizane fikrimce okurun romanı hangi gözle okuduğuna göre değişebilir, ancak ilk göze çarpan şey Nuran ve Mümtaz’ın trajik aşkı oluyor. Bu aşkın zamanın garip dehlizlerine geçirilerek işlendiği görülüyor. Romanın ilk bölümü olan İhsan bölümünde Mümtaz’ın eczane ve ilaç bulmak için koşturduğu ve Muazzez ve İclal ile karşılaştığı anki bilinci okuru aylar öncesine, geçmişe götürüyor, ve romanın sonuna doğru buradan tekrar çıkarıyor. Biz bilinç akışı tekniği diye bir roman tekniği biliyoruz, ancak Huzur’daki adeta bir zaman akışı. Böylelikle baştan sona Huzur serüveninde okuru böyle yeni bir teknik de karşılamış oluyor. Bu tuhaf ve hazin zaman dehlizinin içinden çıktığımda aklıma kaçınılmaz bir şekilde şu mısralar düştü:

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.


Kitabın sonunda, bir ölü olan Suat ile yaşayan Mümtaz arasında şöyle muzip bir diyalog geçiyordu, bu sırada Mümtaz’ın canlı ve Suat’ın ölü olduğunun tekrar altını çizmek isterim:

Mümtaz bir daha güldü; fakat gülüşünün çok sinirli olduğunu farketti.
-Bu olmaz, dedi. Sen bir ölüsün. Yani insansın” -tekrar düşüncesini tashih etmek ihtiyacı duydu- “Ölülerle konuşmak o kadar güç oluyor ki…” Yani insandın, demek istiyorum. Halbuki bu iş asıl meleklerin işidir. - Hayır, artık yetişemiyorlar. Son zamanlarda dünya nüfusu çok arttı. Her tarafta nüfus artırma politikası var. Melekler yetişemiyor; şimdi ölülere gördürüyorlar bu işi.


Bir çırpıda okunmayacak, ama garip bir şekilde okuru içine düşüren, kaburgalarını sıkarcasına sarmalayan ve bazı sayfalarda nefes aldığını hissettiren, bir romandan çok hissî bir tecrübeydi Huzur benim için. Huzur’u ilk tecrübe edişim, 20 yaşında oldu. Ve onu tekrar okumamak galiba mümkün görünmüyor. Huzur on beş yıl sonra gözüme daha başka görünecektir diye düşünüyorum. Çünkü Huzur, işlediği toplumsal meselelerin yanı sıra, zamanı, zamanla işleyen de bir kitap. Okuduktan sonra bir süre ve sanki hâlâ etkisinden çıkamadığımı hissediyorum.

Huzur’u okuyacak, ya da tecrübe edecek herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

10 Haziran 2021 Perşembe

Camdan daha kırılgan bir güç

Size Müthiş Bir Yemek Hazırladım, Melida Tüzünoğlu’nun Ambulansla Dünya Turu ve Annem Bir Robot Doğurdu kitaplarının ardından Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan üçüncü ve son romanı. Melida Tüzünoğlu Türk edebiyatı sahasına yeni bir üslupla beraber yeni karakterler de getirmiş bir yazar son kitabıyla. Öyle ki metin için deneyimsel bir anlatı demek bile mümkün. Muhtemel ki sosyoloji üzerine aldığı lisans ve yüksek lisans eğitimlerinin bu unsurlarda etkisi büyük.

Şatafatlı, lüks bir mekân olan Auf Restoran’da yenen bir akşam yemeğinde geçiyor anlatı. Auf Restoran hemen giriş bölümünde “uzun bir binanın tamamen camdan oluşan giriş katına konumlanmış” şeklinde tarif ediliyor. Mekânın tamamen camdan seçilmiş olmasının bir tesadüften ibaret olduğunu düşünmüyorum çünkü masanın etrafına oturacak olan on iki kişi bu mekânın aksine kapıların ardında nasıl hayatları olduğunu bin bir türlü numara ile çevrelerinden ve yakın diye gördükleri diğer davetlilerden gizlemeye gayret eden karakterler.

Anlatıcı, bu karakterleri tarif ederken abartılı bir betimleme dili kullanmaya açıkça gayret ediyor. Örneğin, davete ev sahipliği yapan Fatoş’u tanıtan bölümün başlığı bile bu betimleme için özenle seçilmiş gibi: Dimdik Ama Esnek. Restoran girişinde dostlarını, kitaptaki tabirle bir gün mutlaka işine yarayabilecek network’ünü, karşılarken içinden kendine defalarca ne kadar harika olduğunu tekrar ediyor. İnsanların kendi hakkındaki yorumlarını da öngörebiliyor Fatoş, o diğerlerinin gözünde hayran olunacak birisi. Mütemadiyen gülümsüyor, restoranın tam ortasında, tavandaki görkemli parlak avizenin altında konumlanıyor ki daha çok görünsün, daha çok parlasın, daha çok takdir edilsin. Oysa eve döndüğünde yaşını başını almış bu kadın, aynı zamanda altına pijamalarını çeken, çıtçıtlı yapay saçlarını ve hiçbir kırışıklığını göstermesin istediği kat kat makyajını çıkaran gündelik hayattaki sıradan bir insan oluveriyor.

Resmigeçit” bölümünde ise hem davetli olan kişiler hem de okuyucuya o geceyi anlatacak olan anlatıcı tanıtılıyor; Melodi. Kim kimin nesi, o gece o masanın etrafında bulunma şerefine nasıl nail olmuşlar, bu detaylar da okuyucuya aktarılıyor. Burada kullanılan dil ile hem ironik hem de eleştirel bir anlatının içine doğru yol alınacağı daha net anlaşılıyor. Zira masanın etrafında yer alan söz konusu bu kahramanlar “plaza insanı, beyaz yaka” diye tarif edilecek türün çok daha ötesinde. Son derece yapay, adeta bir tiyatro oyunundaymışçasına rol yapmaya gayret eden, ancak bunu da bir şekilde eline yüzüne bulaştıran insanlar. Birbirlerini karşılama şekilleri de bir o kadar suni görünüyor metinde. Alkışlar, öpücükler, harikasınların havada uçuştuğu samimiyetsiz bir merhabalaşmanın ötesine gitmiyor dostlukları. Bölümde sahneye son olarak cebinde bir bıçakla Can karakteri giriyor ki bu bıçak anlatıcı karakter Melodi’ye sahte ve gerçek olanı ayırt etmesini ve okuyucuya anlatmasını sağlayan bir aracı görevi üstleniyor kurguda. Diğer bir taraftan da okuyucuyu her an “Ne olacak bu bıçakla?” merakı ile yüz yüze bırakıyor, anlatı boyunca gerilimi artırıyor.

Auf Restoran’ın tamamen camdan oluşan bir mekân olduğunu ve bu durumun karakterlerin kapılar ardındaki gizli kapaklı hayatlarının tersi bir durumu temsil ettiğini ifade etmiştim. Bu tezatlığın aksine içinde bulundukları cam mekânla bir de benzerlik taşıyor davetliler, onlar da en az bir cam kadar kırılgan hayatlara ve egolara sahipler. Gösterişli bir bütün halinde kalabilmek adına yaralı olan taraflarını, hatalarını, kusurlarını müthiş bir çaba ile gizlemeye gayret ediyorlar. Bu kaçışı mümkün kılan en büyük araçları da hiç dertleri, tasaları yokmuşçasına attıkları kahkahalar, içine girdiklerinde eşsiz olduklarını düşündüren tasarım elbiseler, en ufak bir çizgiyi bile belli etmeyecek, estetik operasyonlar, makyajlar ve elbette kartvizitler, güç, iktidar, para. Hatta öyle güçlüler ki yemek yedikleri mekânın aşçıları bile sıradan değil. Hale ve Bade ikilisi de onlardan biri. Zengin, kariyer yapmış, yurtdışında okumuş bu iki aşçı kariyer hayatlarından sıkılarak bir arayış içine girmiş, yemek ve tatlı yapmanın, hatta neredeyse bunları yeniden yaratmanın bir tutku halini aldığını belirten karakterler. Ancak bu güç, bu yalandan dünya, bu şişirilmiş balonlar bir yerde patlamak zorunda. Herkesin elbette kendi içlerinde problemleri var ancak patlama anını elbette cebinde bir bıçakla davete katılan dengesiz Can ve sevgilisi Pelin’in gerilimleri başlatıyor. Pelin, güçlü kadın patron, sevgilisinden gördüğü şiddeti tüm detaylarıyla anlatıyor. Bu kısımda o şiddet sahnelerinin okuyucunun gözünde canlanabilmesi için güçlü betimlemeler kullanılıyor. Masanın etrafındaki diğer kadınlar da gördükleri fiziksel ve psikolojik şiddet deneyimleriyle Pelin’e eşlik ediyor. Ancak okuyucunun bile hissettiği acıyı, mekândaki bu paylaşımı yapan sözde birbirine yakın insanlar, ne yazık ki hissedemiyor. İstedikleri tek şey bu gerilimin sonlanması ve eğlencenin devam etmesi ki nitekim öyle de oluyor. Ta ki anlatıcımız sahte Melodi’nin gerçeği olan Melodi sahneye girene dek.

İçeriğin yanı sıra yapısal olarak da farklı bir yazı stili denemiş Melida Tüzünoğlu. Anlatı boyunca sık sık tekrarlar, cansız varlıklar ile olayların şahidi olarak canlı birer varlıkmışçasına konuştuğu sahneler ağırlıkta. Anlatıya güç kazandırmak için kullanılmış bu araçların, bilakis anlatının gücünü azalttığını, okuyucuyu gereksiz yorduğunu düşünüyorum. Benim için romanın bir zayıf noktası da karakterlerin çokça abartılmış olması. Öyle ki gerçek hayatta sahiden de böyle tiplemeler var mıdır, emin olamıyorum. Diğer yandan, bu kullanım anlatıya tam oturmamış, metnin olgunlaşmasının önüne geçmiş olsa da yazarın bu abartıyı da bilerek kullandığının farkındayım. Size Müthiş Bir Yemek Hazırladım ile Melida Tüzünoğlu üst sınıf birtakım insanların kapılarını, iç dünyalarını, görünen ve görünmeyen yüzlerini okuyucu ile buluşturuyor, bunu yaparken de ironiyi eleştiri için çekinmeden bolca kullanıyor. Konusunun ilgi çekiciliği, dilin sadeliği ile beraber gereksiz tekrar ve detaylarla okuyucunun ilgisini dağıtsa da yeni karakterler, yeni bir üslup denemesi görmek isteyen okuyucuların mutlaka ilgisini çekecektir.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

8 Haziran 2021 Salı

Babadan oğula miras bir ömür

"1. Geçmiş, hiçbir zaman unutulmuş değildir. Geçmiş, geçmiş bile değildir.
2. Sen yaşamadığın için ben de tam olarak yaşamayacağım.
3. Söylenmemiş her şey sonrakilere aktarılır."

- Mark Wolynn, Seninle Başlamadı

Aziz Bey HadisesiBir gece Zeki’nin meyhanesinde acıklı bir hadise oldu.” diye başlıyor. Zeki’nin iç hesaplaşmalarından, bu acıklı hadiseye şahit olanların durdukları yerden giriş yapılıyor konuya. Sonunu bildiğimiz romanda anlatıcı bir flashback yapıyor ve olayın olduğu geceye nasıl gelindiği adım adım işleniyor.

Birbiriyle anlaşamayan bir baba-oğul ikilisi ile başlanıyor önce. “İki mağrur cambaz aynı ip üzerinde yürümeye kalktığından hep kavgalıydı babasıyla.” diyerek tarif ediyor anlatıcı bu ilişkiyi. Bu çalkantılı baba-oğul ilişkisi Aziz Bey’i, genç yaşta sevgilisi olan bir kadının, Maryam’ın peşinden Beyrut’a kaçmaya zorluyor ancak Beyrut’ta da umduğunu bulamayan, parası tükenen Aziz Bey, hayatta kalmak için son çare dedesinden kalma tambura sığınıyor. Vakit gelip de memlekete geri döndüğündeyse hiçbir şeyi bıraktığı gibi bulamıyor. Öte yandan Beyrut öncesinde kendisi nasılsa Beyrut’tan döndüğünde de değişmiyor. Gelip geçici hevesler, birkaç günlük kadınlar, durmadan değişen işler derken yapabileceği tek şeyin tambur çalmak olduğunu anlıyor ve bir ömür bu meşk üzere yaşamaya devam ediyor.

Yalnız çaldığı saz, onun ruhunu inceltmeye, karakterini nazik bir hale getirmeye yetmiyor. Aynı dik başlı, buyurgan Aziz Bey. Evleniyor da ancak bir çıkar ilişkisi üzerine. Yalnız kalma korkusu, sevilme ve ilgi ihtiyacı gibi duygularla kalkıştığı bu evlilikte hiçbir zaman verici rol üstlenmiyor. Karısının gözleri önünde hayal kırıklıklarıyla dolu bir ömrün sonuna geldiğini fark ettiğindeyse çok geç oluyor. Karısı Vuslat’la olan ilişkisine yıllar sonra baktığındaysa, babasının annesine olan davranışını görüyor kendi içinde: “Ömrünü yanlışlarının doğru olduğunu iddia etmekle, olmadığı bir adam olabilmek için kendi halinde bir kadını ezmekle tükenmiş bir adamın devamı, zavallı bir kopyasıydı.

Aziz Bey, başarılı bir tamburi, bu yeteneği de dedesinden kalma. Genç yaşta dede vefat edince, babası tarafından da kimseye hayır diyemeyen, silik bir karakter olarak tanımlanınca tambur evin eski bir köşesinde saklanıyor, Aziz Bey de evin içinde türlü oyunlar oynarken karşılaşıyor bu yaylı sazla. Bir anlamda kurgunun içinde de hayatını defalarca kere kurtarıyor tamburu.

Anlatıda tamburun çok kilit olduğunu düşündüğüm metaforik bir anlamı da var. Aziz Bey, çok eleştirdiği ve asla öyle biri olmak istemediği babası gibi olmuş bir karakter. Hâlbuki onun bir de kendisi gibi başarılı tamburi bir dedesi var hikâyede. “Aziz Bey ise, dedesiyle babasının karışımı bir adamdı. Hem ince ruhlu, duygulu hem dediğim dedik, başı dik.” Bu ince ruh, sadece meşk ederken dilinden dökülen şarkılarda can buluyor, sıra eşine geldiğinde evin içinde gördüğü babasının gelecekteki adımlarını takip ediyordu. Çalıştığı meyhanelerde, gazinolarda kurduğu ilişkilerde bu ince ruhtan eser olmuyordu. Oysa başından sonuna, belki tamburu reddederek dedesini de reddettiğini düşünen babası gibi değil de, eline tamburunu aldığı dedesi gibi bir insan olsaydı, kendi özüyle daha uyumlu bir hayat sürebilecek, “Aziz Bey Hadisesi” acıklı bir olay olmaktan çıkıverecekti. Oysa o, tamburu eline, çalarken söylediği şarkıları diline alıyor ama o sazın yarattığı titreşimlerin etkisi kalbinin, ruhunun, karakterinin kapısına kadar gelemiyor pek de. Zaten Aziz Bey, bu vehim hadisenin içine düşmeden hemen önce bir aydınlanma anı yaşıyor ve anlatıcı, Aziz Bey’in konuyla ilgili düşüncelerini şöyle ifade ediyor:

Hiç farkına varmadan babası olmuştu. Kalbini karısına açmayan, evinin dışındaki hayatı evinin içindekinden daha önemli bulan, evdeki yürek sızılarını anlamayan, anlasa da umursamayan, çehresi daima asık, sesi daima gür ve azarlamaya hazır babası.

Konsolun aynasında yüzünü gördü. Aynı açık alın, sert hatlar, keskin bakışlar. Elini saçlarına götürdü, kolunun hareketinden aynaya yansıyan yine babasıydı. Geriye doğru taranmış, gümüşsü saçlarına dokunan parmaklar da onundu. Bir zamanlar yüzüne kapıyı çarpıp terk ettiği adam içine girmiş, orada sessizce ve yıllarca yaşamıştı.


Kısacık, seksen sekiz sayfalık bir roman Aziz Bey Hadisesi. Belki de uzun bir öykü demek daha doğru olabilir. Ancak Tunç isteseydi, bu kitap şu anki halinden çok daha uzun olabilirdi. Okuyucuya böyle kısa bir metin aracılığıyla sunduğu her bir karakter aslında öyle çok şey barındırıyor ki içlerinde, olaylar öyle sürükleyici ve çeşitli ki bu malzemeyle Ayfer Tunç gibi usta bir kalem kalın bir kitap da meydana getirebilirdi. Tabi kitap bu haliyle de çok başarılı. Anlatılmak istenen her ne idiyse, kısacık bu kitapta hiçbir açığa yer bırakmaksızın işlenmiş. Ayrıca her bölümde tamburun eşlik ettiği şarkılar da yer alıyor ve okuyucuyu nefis bir dinletiye de davet ediyor.

Eskiden filme çekilmiş, nadiren de olsa mutlu sonla bitmeyen Yeşilçam filmlerinden birinin senaryosunu okumak gibi Aziz Bey Hadisesi’ni okumak. Haliyle bir yandan görsel bir şölenle, son derece gerçekçi betimlemelerle süslenen, diğer yandan Ayfer Tunç’un her zamanki olağanüstü dil ustalığıyla zenginleşen bir metin var okuyucunun karşısında. Ancak metnin daha iyi bir yanı var ki o da psikolojik kuramlardan en ufak bir şekilde söz etmeden, bir aile dizilimi hikayesini okuyucuya öykü yapısına yaslanarak anlatması. Dolayısıyla, bir film senaryosu tadı vermesinin ötesinde son derece gerçekçi ve gündelik hayatımızda karşılaşabileceğimiz olaylar ve karakterlerle kurgulanmış bir anlatı bu.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

5 Haziran 2021 Cumartesi

Fatih'in İstanbul'a ördüğü kültür ağı ve Bellini

"Gül hazîn, sümbül perîşan, bâğ-ı zârın şevki yok
Dertnâk olmuş hezârın nağmenkârın şevki yok.
"
- Recâizâde Mahmud Ekrem (Bayatî Şarkı)

Nurettin Topçu'nun Büyük Fetih kitabı, İstanbul'un fethini fizikî manada değil ruh boyutlarında değerlendiren bir büyük eserdir. Her devirde yeniden okunduğunda kıymeti daha iyi anlaşılan bu kitapta Topçu'nun konuyla ilgili seçilen makaleleri ve konferans konuşmaları bir aradadır. 1956'da yaptığı İki Fetih serlevhâlı konuşmasında Topçu, Fatih'in önce bize bir şehir hediye ettiğini, ardından o şehre kültür ve medeniyet elbisesi giydirdiğini, içine eklenen ruhla birlikte İstanbul'un Anadolu'nun beyni hâline geldiğini söyler. Bu muhteşem birikim çağdan çağa genişleyip kuvvetleneceğine, tam tersi bir istikamet çizerek kirlenmiş, paslanmış ve tozlanmıştır ona göre. Bunca kir neticesinde "Biz bu şehri zevksizlik, duygusuzluk âbidesi hâline getirdik. Bugün şehirciliğin katledildiği şehir İstanbul'dur." der ve şu çağrıyı yapar: "İtiraf edelim! Hiç olmazsa şu hakikati insanca söylemekten çekinmeyelim: Fatih'in zaferi aldatılmıştır! Fatih'in eseri ihmal edilmiş, istismar edilmiştir. Biz bugün İstanbul'da sadece yaşıyoruz, duymuyor ve düşünmüyoruz."

Nusret Polat'ın Fatih ve Bellini'sini okumaya başladığımda tarih 28 Mayıs 2021 idi. Ertesi gün, yani İstanbul'un fethinin yıldönümünde kitabı bitirdim. Kitabı okumam için bu tarihleri uygun gören kader, Topçu'nun Büyük Fetih'ini de yeniden okumama imkân sağladı. Böylece ortaya hazin bir sonuç çıktı. Biz hâlâ hamaset ipinin ucundan tutmuş gidiyoruz. Fatih'i seviyoruz ama Mehmed'i bilmiyoruz. Mehmed'in düşlerine, tutkularına ve onun sadece İstanbul'a değil bu toprakların düşünce haritasına neler çizdiğini önemsemiyoruz. İstanbul'un tahribatı, yaşanılmaz bir şehir hâline dönüşmesi işin görünen tarafı. Kaybedilen tarihin ne olduğuna hiç değilse biraz merak duymalıydı insanlar. İşte Nusret Polat'ın kitabı anlamda oldukça iştah açıcı. Fatih'ten evvel Mehmed'i görebilmeye imkân sunarken sanat tarihine meraklı okuyucuları da cezbedeceği açık. En son, Rachel Corbett'in Rainer Maria Rilke ve Auguste Rodin'in hikâyesini anlattığı Hayatını Değiştirmelisin adlı kitabı okurken bu kadar lezzet almıştım.

Nusret Polat, bu harika çalışmasında bir sanat âşığı Fatih ile onun en sevilen portresini yapan büyük sanatçı Gentile Bellini'yi bir araya getiriyor. Hatırlarsınız, bu iki isim yakın zamanda yine bir araya gelmişti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, National Gallery’nin “Daimi sergilenen sanat eserleri” arasında yer alan Fatih Sultan Mehmet’in orijinal bir portresini satın almıştı. Bellini'nin 1480'te resmettiği bu portre, Fatih’in başka bir kişi ile resmedilen tek portresi olma özelliğine sahip. Polat, kitabında bu diğer kişinin -büyük bir çoğunluk Cem Sultan olduğu konusunda hemfikir- kim olduğunu da sorguluyor, söylemeden geçmeyeyim: "Kendisini 'iki kıtanın sultanı ve iki denizin hakanı, bu dünyada ve ahirette Allah'ın gölgesi, iki ufukta Allah'ın gözdesi, yer ve su küresinin hükümdarı' diyerek 'kutsallaştıran' bir padişahın, oğlu Cem Sultan da dahil, hiç kimseyle bu resimde olduğu gibi kendisini eşit bir düzlemde konumlandırması düşünülemez. Öyleyse bu resmin Fatih'in şahsıyla doğrudan bir ilişkisinin olması pek mümkün değildir. Resmin sanatçısı, Fatih'in figürü ile karşısındaki meçhul kişi için hayali bir 'amicizia' (dostluk bağı) ortamı yaratmış gibi görünmektedir. Dolayısıyla resim İstanbul'da değil, İtalya'da yapılmış olmalıdır."

Kitabın ilk sayfalarında Fatih'in İstanbul’u fethetmesinin akabinde çevresine aldığı düşünce ve sanat insanları karşısında hayrete düşmemek mümkün değil. Birçok yabancı dile hakim olan Büyük Türk, hiç şüphe yok ki okumayı da çok seviyordu. Teoloji, felsefe, savaş tarihi kitaplarını özellikle çevirttiriyor, farklı düşünce ekollerini temsil eden kimseleri tartıştırıyor, esas fütuhatı kendi zihninde yapıyordu. Özellikle devlet yönetimine hakim olan Köprülüleri devre dışı bırakıp çoğu devşirme ve yabancı kökenli kimselerden kurduğu yönetim ağıyla, Roma İmparatoru olmasının da hakkını veriyordu. Ona bu unvanı yakıştıran batılılar ve Hıristiyanlığa davet eden Papa elbette haklıydı. Fatih klasik bir hükümdar değil, sıra dışı bir imparatordu. Daima geçmek istediği İskender'le birlikte dünya tarihinin en önemli insanlarından biri oldu. Elbette gurur duyacağız. Bu bizim hakkımız. Ama bu tip karakterlerin yeryüzüne belki bir defa geleceğini de bilip, kuru bir hamasetle meseleye yaklaşmayacağız.

Fatih; Hıristiyanlığa davet edilen, adına madalyonlar yaptırılan, figür ihtiva eden her tür sanata hayranlık duyan ve dolayısıyla tasvir yasağına uymayan, kütüphanesindeki kitaplara bakılacak olursa batı kültürüne ve antik Yunan'a ciddi ilgi duyan -elli eser bugüne intikal etmiş, kırk ikisi Yunanca-, çocukluk defterine bakılacak olursa resim sanatına merak duyan bir Osmanlı sultanı. İstanbul'u fethetmesiyle Müslüman Türklerin baş tacı. Peki, kitaptaki mühim soruyu buraya da taşırsak, Bellini'nin geldiği İstanbul, "Tam bir Türk-İslam" şehri miydi? Polat, bu cevaba ulaşmak için Turgut Cansever kapısına da uğrayıp İslam şehrinin temel vasıflarıyla o zamanki İstanbul'un arasında bir alaka arıyor haklı olarak. Cansever'in Türk-İslam şehri için Fatih devrini değil, II. Bayezid devrini milat aldığını da hatırlatıyor. Diğer yandan, içinde Müslümanların, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, Slavların ve Latinlerin olduğu bir yapıyı, kültürü, Fatih isteseydi tamamen Müslüman nüfusla da donatabilirdi. Bunun yerine imparatorluğun yasal tebaası görülen ve fetihten sonra kırlara yerleşen Rumları yeniden şehre yerleştirmeye girişmesi de mühim bir mesele. Ayasofya'nın yanına bir minare eklenmesi, Fatih Camii'ni şehrin en yüksek tepesine inşa ettirmesi, Eyüp semtini kurması; ciddi birer İslamileşme hareketi. Halil İnalcık tam bu noktada şehre "İslambol" adını verenin de Fatih olduğunu hatırlatır. Polat'ın önerisi ise şöyle: "Kendisini emperyal bir güç ve kişilik olarak gören Fatih'in öncelikli amacı, elbette Türk ve İslami unsurların da dahil olduğu bir imparatorluk şehri yaratmaktı. Bu da kaçınılmaz olarak farklı kültürel unsurların bir araya getirilmesini gerektiriyordu. Eyüp semtinden bakınca İstanbul elbette bir İslam şehridir, ama Topkapı Sarayı'nın çok-kültürlü dünyasından, şehrin Ortodoks, Yahudi, Katolik vb. sakinlerinin penceresinden bakınca şehri tanımlarken başka kavramlara başvurmak gerekir."

Beşir Ayvazoğlu, "Fatih, Bellini ve Rönesans" adlı makalesinde bir meseleye dikkat çeker. Osmanlı kaynakları Bellini'den ve Fatih'in sarayında görevli olan diğer İtalyan ressamlardan, heykeltıraşlardan, bronz dökümcülerinden hiç söz etmez. Bunun ötesi, bu sanatçılar tarafından yapılmış hiçbir eser de İstanbul'da muhafaza edilmez. Bu durum, Fatih'e ulema ile beraber önemli bir kesimin duyduğu öfkedeki dereceyi de ortaya koyuyor. Fatih, Venedik'in prestij sahibi sanatçılarından biri olan Bellini'yi davet ederek aslında bir ateş yakmak istemişti. Bu ateş, elbette bir kültür ateşiydi. Beslenmediği ve II. Bayezid dönemiyle beraber söndürülmesi neticesinde ortada bir şey kalmadı. Polat'ın yorumunu okuyalım: "Suçu sadece Bayezid'e fatura etmek yanlıştır. Onun babasının tavrını sürdürmediği doğrudur, fakat kültürel biçimlerin kişilerin çabalarıyla değil, kolektif tutumlarla oluştuğunu unutmamak gerekir. Burada asıl belirleyici olan ulemanın zihniyet dünyasıdır, ki o da 16. yüzyılın başından itibaren daha da baskın hale gelen Sünni İslam'ın egemen olduğu bir toplumsal yapı üzerinde yükselir."

Fatih ve Bellini; bir sultanın entelektüel şahsiyetini, onun evvela kendi etrafında oluşturduğu sanatçı çevresi vasıtasıyla imparatorluğa yaymak istediği ruhu, pek lezzetli biçimde anlatıyor. O ruhun adı kültürdür ve bu tip cesur, sorgulayan çalışmalara epey ihtiyacımız olduğu gayet açıktır. Zira İstanbul'un hâli ortadadır. O hâlin adı da ruhsuzluktur.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf