6 Eylül 2020 Pazar

Anılardan çıkıp gelen bir cinayet öyküsü

İnsanlar her konuda ikiye veya daha fazla gruba bölünebilir. Bunun edebiyattaki yansımasını en çok, konu Amerikan Edebiyatı olduğunda fark ettim. Bir kısım okuyucu Amerikan Edebiyatı’nı, Amerikan romanını çok severken bir kısım ise mesafeli davranmayı tercih ediyor. Kanaatim şudur ki Amerikan Edebiyatı veya Amerikalı yazarlar özellikle roman türünde oldukça başarılıdır. Burada Amerikalı dev yazarları saymamızın anlamı yok ancak kastettiğim daha göz önünde olmasa da oldukça kaliteli eserler veren yazarlardır. Özellikle ülkemizde bir Hemingway’i bir London’u bir Salinger’i herkes bilir ancak söz konusu William Maxwell olduğunda birçok kişi onu tanımaz. Tanımamakta da haksız değil okuyucu; çünkü Maxwell’in ülkemize çevrilen sadece bir kitabı var. O da bu yazının konusu olan Hadi, Yarın Görüşürüz adlı kitap.

Kitapları okumadan önce kısa bir araştırma yaparım mutlaka. ‘Spoiler’ yememeye çalışarak, okumak istediğim kitap hakkında yazılan yazılara da göz gezdirdiğim olur. Maxwell’in kitabı hakkında çok az yorum veya yazıya rastladım ve rastladıklarım da o kadar olumlu şeyler değildi. Ancak bu tür bir durumla ilk defa karşılaşmıyorum, Amin Maalouf’un Yolların Başlangıcı kitabı hakkında da çok olumsuz yorum okumuştum ancak kitabı okuduğumda çok sevmiştim. Tıpkı şimdi bahsedeceğim Hadi, Yarın Görüşürüz kitabını sevdiğim gibi. Tabii sadece ‘sevmek’ veya ‘sevmemek’ kelimeleri bir kitabı değerlendirmeye yetmez. Daha somut şeylerden bahsetmek gerekir: Mesela, bu sebeplerden biri zaman olarak geçtiği 1920’lerin Amerika’sını okura hissettirebilmesi. Yani okur 1920’lerde geçen bir olayı günümüzde gibi algılamıyor. Ki bu, son zamanlarda yayımlanan yerli veya yabancı romanların en önemli sorunlarından bana göre (her ne kadar Maxwell’in romanı kırk yıl önce yazılmış olsa da dilimizde yeni sayılır). Birçok romanda mekân hissini yaşayamıyoruz artık. Sanki tek mekânda aynı kişilerle çekilen bir film gibi hissediyorum yeni romanların birçoğunu okurken. Ayrıca kitapta bir de değişik bir durum var, bence bunu okuyanlar da fark edecektir: Şeytan tüyü var diyebiliriz yazarın anlatımında. Bunu genelde Latin Amerikalı veya ABD’li yazarlarda görüyoruz. Marquez’de veya Steinbeck’te özellikle. Yani şunu demeye çalışıyorum: Kitapta okuru çekecek olağanüstü şeyler yok ancak okuru daima kitaba yönlendirecek bir hava var. Zaten kısa bir roman olduğu için bir çırpıda okunabilir, okunmasa bile insanın aklında kalacak, ilk fırsatta kitabı alıp kaldığımız yerden devam etme iştahı verecek bir kitap Hadi, Yarın Görüşürüz.

Jaguar Kitap’tan 2017 yılında yayımlandı eser, ilk yayımlanma tarihi ise 1980 yılıdır. Bu kitapla ülkesindeki en prestijli ödüllerden olan National Book Award’ı kazanmış Maxwell. Yani ülkemizde çok alaka görmese de kendi ülkesinde dikkati çekmiş diyebiliriz. Lloyd Wilson isimli bir adamın öldürülmesini konu ediyor kitap. Bunun sebebi olarak ise ortağı Clarence Smith’in karısıyla aşk yaşadığı iddiası. Tabii ki olağan olarak zanlı da Clarence Smith oluyor herkese göre. Bu olay üzerinde kurulan roman dokuz bölümden oluşuyor: Silah Sesi, Yaş Dönemi, Yeni Ev, Okul Koridoru, Mülkiyet Duygusu, Lloyd Wilson’un Hikâyesi, (Az Çok) Masum Yaratıklar, Adalet Çarkı, Mezunlar. Kitabın başında, genelde Dostoyevski’nin veya Agatha Christie’nin bazı yayınevlerinden yayımlanan romanlarında gördüğümüz “Kim Kimdir” bölümü var. Romanın zaten az sayıda olan karakterlerini okuyucuya kısaca tanıtması açısından değerli bir detay olmuş. Buradan da anlıyoruz ki kitabın anlatıcısı, olayla neredeyse hiç alakası olmayan biri: Zanlı Clarence Smith’in oğlu Cletus Smith’in okuldan arkadaşı. Yani aile dışından birinin yıllar sonra aklında kaldığı anı kırıntılarından oluşuyor kitap. Bu yüzden de düzenli bir kurguya ve sağlam bir çerçeveye oturtulmamış, oldukça dağınık ve bazen de ilgisiz bölümler mevcut.

İlk bölüm olan “Silah Sesi” kitabın düzenli bölümlerinden biri. Her şeyin kısaca toparlandığı ve kitabın diğer kısımları gibi, Clarence’nin oğlunun arkadaşı tarafından anlatılıyor. İlgi uyandıracak bir şekilde, gizemli bir film gibi başlıyor kitap. Kasabanın suç tarihçesinin kısaca aktarıldığı bölümde, Lloyd’un öldürülmeden önce neler yaptığını görmek mümkün. Kitabın başlangıcı tıpkı başarılı bir polisiye kitap gibi yazılmış. En ilgi çekici kısım ise katilin, maktulün kulağını kesip alması ve bunun ne için yapıldığını o küçük ve sakin kasabada kimsenin bilmemesi: “Lloyd Wilson cinayetini diğer hepsinden ayıran şey o kadar sarsıcıydı ki, Courier-Herald bunu basmadan önce birkaç gün tereddüt etmişti: Katil, öldürdüğü adamın kulağını jiletle kesmiş ve alıp götürmüştü. O Freud öncesi dönemde kimse kendisine kulağın neyi simgelediğini sormamış, sadece ürpermişti.

Bu detay okuyucuyu yanıltmasın çünkü ileriki sayfalarda bu durumla ilgili bir şey bulunmuyor. Yani böyle gizemli görünen bir detay olmasa da olurdu diyebiliriz.

Anlatıcı olayla ve olaya muhatap ailelerle bir ilgisi bulunmayan biri demiştik. Tabii bu durum anlatıcı hakkında da bir merak duygusu oluşturuyor okurda. İkinci bölümde bu merakın büyük bölümü gideriliyor ve bölüm, anlatıcının hayatının çocukluktan itibaren anlatılmasıyla başlıyor. Anlatıcı, ölmüş annesi üzerinden hem çocukluğunun bir bölümünü, nasıl bir ortamda yaşadığını anlatıyor hem de yaşadığı toplum hakkında birçok özellik söylüyor. Burada, ‘annesi ölmüş ve olanlara bir anlam vermeye çalışan çocuk psikolojisini’ ve ‘hayatı değişen çocuğu’ görürüz. Freudyen birçok unsur barındırır bölüm, erkek çocuk-baba ilişkisi üzerinden.

Evet, kitapta başlıkta da yazdığım gibi bir cinayet söz konusu; ancak bu durum, anlatıcının o cinayeti hatırlayarak kendi hayatını anlatmasını tetiklemiş asıl olarak. Cinayet ilk olarak altmışıncı sayfalarda karşımıza çıkıyor ve çok da büyük bir yer tutmuyor. Anlatıcının anılarını tutuşturan bir kıvılcım görevi görüyor diyebiliriz Wilson cinayet için.

Daha önce de dediğim gibi, harika bir kitapla karşı karşıya değiliz ancak keyifli ve kendini okutan bir kitap Hadi, Yarın Görüşürüz. Birkaç eksiğini de belirtip yazıyı sonlandıralım. Öncelikle Lloyd Wilson ile Fern Smith arasındaki yasak aşk hem olay hem de psikolojik açıdan iyi işlenmemiş. Hâlbuki bu cinayet kitabın omurgası haline getirilip etrafına bir roman kurgulanabilirdi. Ancak yazar, anlatıcı üzerinden cinayeti kullanarak, kendi hayatını anlatmak istemiş gibi bir durum çıkmış ortaya. İkinci olarak, daha önce de bahsettiğim durumu söylemek istiyorum, kitapta oldukça dağınık bir anlatım mevcut. Kronolojik olarak bir sağlamlık bulunmuyor romanda. Bunun sebebi de romanın hikâyesinin anlatıcının anılarından oluşturulmuş olması diye düşünüyorum. Romanın sonu da biraz açık kalmış. Bu roman için kesin bir son lâzımdı bence.

Birçok olumsuz özellik saydım ancak tekrar belirtmek isterim ki özellikle Amerikan Edebiyatı’nı seven okurlar bu kitabı da sevecektir. Çiğdem Erkal İpek’in başarılı çevirisi de romanı okutan önemli bir unsur. Biraz 20’lerin taşradaki Amerika’sı biraz insan biraz da gizem isteyenler için ideal bir roman, Hadi, Yarın Görüşürüz.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

4 Eylül 2020 Cuma

Hû diyelim devletler kuran Türk'ün aşkına

Azametiyle ve zarafetiyle tarih sayfalarında göz dolduran bir yere sahip olan Selçuklular'ın Anadolu'yu nasıl yurt tuttuklarını, İslam'la müşerref oluşlarını, göç yollarında nasıl kırıldıklarını, sonsuza kadar kalacağımız bu toprakları nasıl yurt tuttuğumuzu anlatan bir hikâyeler kitabı Hû Diyen Karga. Okurken yazar Misli Baydoğan'ın Selçuklu hayranı bir yazar olduğunu anlıyorsunuz.

Selçuklu'nun siyaset anlayışı, sanat anlayışı öncekilerden ve sonrakilerden farklıydı. Türk'ün Müslüman olduktan sonra kurduğu ilk güçlü devletlerden biriydi ve daha Araplaşmaya başlamamıştı. Bu yüzden hem Orta Asya'dan yeni göç etmiş Türk'ün saf hali hem de İslam'a girmesiyle medeniyetine yeni bir soluk getiren milletin heyecanı vardı Selçuklu'da. Bu havayı kitap boyunca soluyorsunuz.

Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun Kilit-Anahtar-Kapı üçlemesi tadında yazılmış bir kitap Hû Diyen Karga. Bir dönem gençliğine atasını sevdiren bu tarz eserlerin hala yazılıyor olması umut verici, çocuklarına tarihimizi anlatmanın derdiyle dertlenenlere ilaç olmuş bir kitap.

Çocuklarımıza masallar anlatan bir ihtiyar gibi anlatmış kutlu karga yüce devletlilerin başına gelenleri. Karganın çektiği hular Selçuklu'nun en görkemli başkenti Konya'yı kendine dergah yapmış Hz. Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi de anımsatıyor. Karga hu çektikçe bir Mevlevihane'de mest olan bir Mevlevi'nin nefesini soluyorsunuz. Dualarına amin dedik, hu deyip içlendikçe biz de okurken içlendik.

Kardeşliğin ne kutlu bir şey olduğunu anlatmaya kalksak beceremeyiz ama geçmişimizde var olan bir Tuğrul, Çağrı Bey kardeşliğini bilmek yürekleri eritir. Düşmanına karşı bütün cengâverliğiyle karşı koyan bu iki kardeşin birbirlerine karşı nasıl da gönül kırmaktan çekinir halde duruyor olması bizim de öyle bir hal içine girmemize vesile olursa ne mutlu. Hem bu kardeşlik hukukuna riayet ettiklerinden Selçuklu karşısında dağlar taşlar, uçan kuşlar kıyama durmuştur da yollar açılmış, kapılar açılmış, insanı mest eden bir medeniyet inşa edilmiştir. Bunu ne güzel söyler anlatıcı: "Vazgeçerek kazanmanın, vererek baylamanın, azalırken çoğalmanın hikayesidir bu anlattığım." (s.62)

Bir göçmene merhamet beslemeyi öğretemeyiz ama bir zamanlar bozkırlardan bu mamur topraklara kırıla kırıla nasıl geldiğimizi okumak, bilmek birlikte yaşamanın tadına vardırabilir. Bir hedef koymak gerektiğini, aşkla çalışmayı, bir kutlu dava uğruna savaşmanın gerekliliğini anlayamayız ya da anlatamayız ama atalarımızın uzak diyarların kalelerine tuğ dikmek için gaza ve şahadet aşkıyla yandıklarını bilmek başımızı öne eğdirir de bir kızıl elma ülküsüyle yanıp tutuşmanın yolunu açabilir. Hele ki şu günlerde dünyanın çivisinin çıktığını, iyi şeylerden umudumuzun kesildiği, evlerimizde kapalı kaldığımız şu salgın günlerinde tarih boyunca da insanın başına ne kıtlıklar, ne salgınlar, çaresizlikler geldiğini okumak gücümüzü artırır.

Devlet olmanın yakıp yıkmak, gönül kırmak demek olmadığını dünya Türk devletiyle görmüştür. Yasaların her şeyden üstün olduğunu modern dünya dediğimiz Avrupa, dünyaya demokrasi dersi verdiğini zanneden Amerika göstermemiştir insanlığa, töresini her şeyden üstün tutan, esire kötü muamelenin, işkencenin asla tanık olunmadığı Türk kültürü göstermiştir. Malazgirt'te yenilip esir düşen Romen Diyojen'in Alparslan'ın elinde bir esir gibi değil, bir misafir gibi ağırlanması göstermiştir.

Türk'ün yerleşik hayata geçmesindeki sıkıntı anlatılırken de inadının sebebinin isyankârlık değil, sınır koyulmak istenmemesi olduğu anlatılmış. İnat olsaydı Ahilik Kurumu ortaya çıkmazdı. İslam'la yeni tanışmış yüce millet kendine öyle bir müessese kurmuş ki ah ediyor, şimdi de öyle ihtiyacımız var ki Ahi erenlerine diye düşünüyorsunuz. Anlatıcının bu kutlu düzen için söyledikleri yürek ısıtan ve yol gösteren cinsten: "Öyle ya, insan bir meslek öğrenecek, onu icra edecek, haramı helali elleriyle ayıracak, çoluk çocuğunun rızkını helalden kazanacak, sattığı malı eksiksiz, verdiği hizmeti yalansız edecek ki dünya sınavını geçebilsin. Yoksa eve kapanıp beş vakit namazını kılsa, eşini dostunu sadakaya muhtaç etse kıldığı namazın hayrı ne kadar ola?" (s.138).

Buraları okurken güzel dilimiz Türkçe'nin kutlu derviş şairi Yûnus Emre'nin şu dizeleri aklıma gelmişti.

"Bir gez gönül yıktın ise, kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil."

Kitabı okudukça başka kapılar, başka kitaplar, başka yazarlar ve şairlere kapı aralandı. Bu da yazarın kitabını ortaya çıkarırken hangi kapıları açıp baktığının bir işareti olsa gerek.

İmanın, teslimiyetin insanın yüklendiği yükü kaldırabilmesinde nasıl bir öneme sahip olduğunu şu satırlar ne güzel anlatmış:

"Bu dünyanın bir de öte tarafı olduğuna inanmayan, yerleri ve gökleri yaratanın eninde sonunda bizleri kendisine döndüreceğine iman etmeyenler bu büyük acının altından nasıl kalkabildiler, emin olunuz bilmemekteyim." (s.164)

Bir hu da biz çekip bitirelim. Tuğrul ve Çağrı beylerin kardaşlık aşkına, Alparslan'ın yönetim becerisi aşkına, Anadolu'yu mamur eden ahiliğin aşkına, bunları yazma, anlatma, dinleyip feyzine vardırma yetisi veren Allah aşkına hu diyelim hu.

Mevhibe Şenel
mevhibe.senel@gmail.com

31 Ağustos 2020 Pazartesi

Kemal Tahir’in çıraklık dönemi öykülerinden bazıları

Kemal Tahir’i Türkiye’nin en büyük romancısı olarak görürüm. Fakat bu Tahir’i eleştirmemi engelleyecek bir şey değil. Romanları açısından olmasa da öyküleri açısından eleştirecek birçok nokta bulunabilir. Evet, Göl İnsanları, Nâzım Hikmet’in de övgüsüne mazhar olmuş, dört tane güzel öykü içeren bir kitaptır ancak bunun dışında Tahir’i öykü alanında başarılı bulmuyorum. Şimdi hakkında birkaç şey söylemek istediğim Zehra’nın Defteri de, Kemal Tahir’in İthaki Yayınları’ndan neşredilen kitaplarının bence en zayıfı. Tabii ki bunda pek çok etken var. Zaten bu kitap Kemal Tahir’in sağlığında yayımlanmasını sağladığı kitaplardan biri değil ancak onun öykü çalışmalarını içerdiği için bir değerlendirmeye tabi tutmak gerekir diye düşünüyorum.

Kitap toplamda 17 öykü içeriyor, bunlardan 11 tanesi tamamlanmış 6 tanesi ise yarım kalmış öykülerdir. Öyküler hakkında detaya girmeden genel bir değerlendirme yapacak olursak, kitabı yayıma hazırlayan Sevengül Sönmez’in yazısı bize yol gösterecektir. Sönmez, Tahir’in bazı kitaplarına olduğu gibi bu kitaba da açıklayıcı bir yazı yazmış. Bu yazıda bazı öykülerin başlığı olmadığı için onları kendilerinin koyduğunu, bazı öykülerin dört başı mamur öykü iken bazılarının oldukça kısa ve yarım olduğunu belirtmiş. Öykülerin yazılış tarihleri belli olmadığı için de metinleri temalarına göre bir araya getirdiklerinden bahsetmiş. Yine Sönmez’e göre bu kitap Kemal Tahir külliyatı içinde özel bir yerde bulunuyor fakat bence bu kitap olmasa Kemal Tahir Kemal Tahirliğinden hiçbir şey kaybetmez. Elbette bu kitabın Tahir’in çıraklık dönemi öykülerinden oluştuğunu da eklemek lâzım.

Zehra’nın Defteri adlı öyküyle başlıyor kitap. Zehra’nın mektubu da diyebiliriz bu öyküye. Zehra adlı kadının üçüncü eşine yazdığı, hayatını baştan sona sorguladığı, kadın-erkek ilişkilerinin öne çıktığı lirik bir mektup da diyebiliriz bu öykü için. Kemal Tahir’in folklorik diline uzak, bildiğimiz Kemal Tahir diyaloglarının bulunmadığı bir aşk mektubu da demek mümkün. Öykünün başarılı tarafı, bir kadının duygularının iyi işlenmiş ve bir kadının hayata bakışının başarılı bir şekilde oluşturulmuş olması. Ömer Seyfettin’in öykülerinin tadını almadım desem yalan olur. Aynı şekilde ikinci öykü Adi Bir Macera da yine kadın-erkek ilişkilerinin ön planda olduğu ancak çok da başarılı olmayan bir öykü olarak görünüyor. İlk öyküdeki derinlik ve karakterleri oluşturmadaki meziyet bu öyküde görünmüyor. İlk bölümdeki kadın-erkek temasının işlendiği bir diğer öykü Han’dır. Baştan sona diyalogdan oluşan bu öyküde tema yine kadın-erkek ilişkileri üzerinedir ancak Kemal Tahir’in o meşhur diyalog kabiliyetine tanık oluruz. Folklorik bir yan da vardır diyaloglarda. Fakat bu öykü için bir tiyatro metni gibi yazılmış diyebiliriz. Ortam tasvirlerinden öykünün kuruluşuna ve bazı ara bilgilere kadar her şey bir tiyatro metni okuyor havası verir okura: “Fırtına büsbütün azgınlaşmış, kurt ulumaları biraz daha yaklaşmıştır”, “Dışarıya kulak verir…” gibi. Kemal Tahir’in sosyal veya siyasi hayattan ipuçları hissettirdiği öykülerden biridir. Özellikle İttihat ve Terakki hakkında olumsuz bir hava çizilir ancak öykünün küçük bir kısmından yer alır bu durum. Siyasi dokundurmaların olduğu bir diğer öykü de İstanbul Mektupları: Boğaz Meselesi adlı öyküdür. Komik, ironik bir öyküdür. Bu açıdan diğer öykülerden ayrılır. Dört Bin Lira öyküsü kitabın en kısa öyküsüdür. Bir sayfadan oluşur. Çok da önemli bir metin değildir.

Tamamlanmış öykülerden bazılarına da değinip bu kısmı bitirelim. Şahsi Teşebbüs aslında tam bir öykü gibi başlıyor. Zaman zaman toplumsal eleştiriler de mevcut bu öyküde. Fakat başının ve sonunun alakasız olduğunu görüyoruz. Bu öykü için trajikomik bir cinayet öyküsü diyebiliriz. Bozgun ise ülkemizle ilgili, 2. Dünya Savaşı’nın da içinde olduğu en “öykü gibi öyküdür” bu kitaptaki. Yorgun Savaşçı’yı oluşturacak temel atılır belki de bu öyküde. Dil açısından, anlatım açısından gayet iyidir. Kemal Tahir’in bu kitaptaki takma isimle yazdığı tek metindir.

Yarım kalmış öyküler kısmında altı öykü var ancak üç tanesi hakkında biraz bilgi verip yazıyı sonlandıralım. Kürt Masalları için öykü içinde masal diyebiliriz. Girift ve derinlikli bir yapıda oluşturulan bu öyküde mizahi doz oldukça yüksektir. Yarım kalmasaydı mükemmel bir halk hikâyesi olarak yerini alabilirdi. Kemal Tahir’in köy romanlarındaki özel dilinin bütün özelliklerini görürüz bu öyküde. Öykünün kişileri hem psikolojik hem de sosyolojik olarak sağlam temellere oturtulmuş. Yarım kalması gerçekten yazık olmuş bir metindir. Yine kadın-erkek ilişkileri başat tema olsa da toplumsal yanı da vardır. Yarım kalmış bir masaldır adeta. Gülen Azap Hanı da aynı şekilde yarım kalmasa keşke diyebileceğimiz öykülerdendir. Genel olarak baktığımızda yazarın yarım kalan öyküleri masal veya halk hikâyesi formatındadır. Keyiflidir, mizahidir, ironiktir, sonunu merak ettirir. Dil de buna göre kurgulanmıştır.

Fermanlı Hoca öyküsü ise yazarın Göl İnsanları kitabında, sonradan eklenen dört öykü içindedir. Kemal Tahir’in Göl İnsanları kitabındaki son dört öykü, kendisi hayattayken eklenmiştir. Yani yazar bunları kendisi eklemiştir. Bu kitapta 10 sayfa kadar olan Fermanlı Hoca, aynı isimle Göl İnsanları’nda daha uzun ve bitmiş bir şekilde mevcuttur. Birebir aynı cümleler veya karakterlerle oluşturulmamıştır ancak iki öyküyü de okuyan okur, aynı öyküyü okudum, düşüncesine sahip olur.

Genel bir değerlendirme için şunu diyebilirim: Bu öyküler başarılı öyküler değil. Hele Kemal Tahir kalibresi için oldukça yetersiz fakat yazarın çıraklık döneminde neler yazdığını, nasıl yazdığını anlayabilmek için okunabilir. Bir de büyük romanlarına giden yoldan kesitler sunar okura. Ancak bir şey daha ekleyecek olursak, eğer ki tamamlanmamış öyküler tamamlansaydı, güzel, başarılı altı tane öykü okuyabilirdi okur. Tamamlananlardansa yarım kalmışlarda kaldı aklım (Fermanlı Hoca hariç).

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Yolun doğrusunu buldun mu gönül?

"Karac'oğlan der ki söyle sözünü 
Hakk'a teslim eyle kendi özünü 
Nâs işine karalama yüzünü 
Yolun doğrusunu buldun mu gönül?"

İnsanın içi, boşluk kaldırmaz. Tıpkı âlem gibi. Ya iyi bir şeyle ya kötü bir şeyle muhakkak dolar, devrini sürdürür. Güzel ve hayırlı olan işlerin birini bitirip hemen diğerine başlamalı. Âleme hoşluk insandan yayılır. "Hoşça bak zâtına" diyor Şeyh Gâlib. "Zübde-i âlemsin" çünkü. Kendimize hoşça bakmak için ne yapacağız? Modern hastalıklar ve türlü krizlerden geçen bir çağda ne yapabiliriz? Mahmud Erol Kılıç hocanın kanaatine tamamen katılarak söyleyebilirim ki çıkış yolu dervişliktir. Yani başka türlü bir yaşam algısı. Başka türlü bir nazarla yeryüzüne bakmak. Başka türlü bir tavırla ömür denen yolu yürümek. 'Sahip olma'nın bataklıklarında değil, 'olma'nın çöllerinde kaybolmak.

Hayatın Satır Araları, ilk kez 2013'te yayınlanmıştı. 7 sene geçmiş. İkinci defa okuma ihtiyacı duydum ve geçen gün başladım. Meğer kitabın satır aralarında neler varmış neler. Böyle olunca hemen şahsi muhasebe yapmalı. 7 sene önce sen neredeydin? Ne oldun? Halin değişti mi? Güzel bir şeyler yapabildin mi? Hayra vesile oldun mu? Şevk verdin mi?

İnsanın araç olarak görüldüğü ve kullanıldığı bir zamandayız. Oysa insan(lık) bir hedeftir. İnsan olmaya geldik. "Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş" diyor Niyâzî-i Mısrî. Daha ne desin... Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan.

İnsan, evine misafir gelmeden önce ne yapar? Etrafı havalandırır, dağınıklığı düzenler, dip köşe temizler. En sonunda şöyle bir bakar, "şimdi tamam, buyursunlar" der. İster ki hâneyi güzel bir hâle getirdikten sonra misafir gelsin, mahcup olunmasın, yüz kızarmasın. Bu, ev için böyledir. Peki, bu işin gönül tarafını hiç düşündük mü?

Dünyaya geldikten hemen sonra adım adım, kademe kademe kirlenir insan. Dünyanın ve dünyalığın çamuru bulaşır. Bu kirliliğin maddî tarafları olduğu gibi manevî tarafları da var elbette. Gönül denen o ulu hâne, dünyadan payına düşeni aldıkça paslanır, tozlanır, neticede yaratıldığı ilk günden uzaklaşır. Sadece gün içinde değil, ömrümüz boyunca sürekli düşüp kalkmamız ama bu düşme ve kalkmanın farkında olmamamız; yani gafletin içinde boğulmamız bundan sebeptir. Gönül kirlenirse ve orayı temizlemek için hiçbir gayret gösterilmezse, Mevlâ'dan bize süzülecek olan nice hikmetten ve rızktan mahrum kalırız. Bu mahrumiyet her türlü endişeyi, kaygıyı, sefaleti peşinden getirir. Şurası hiç unutulmamalı: Maddi rızk olduğu gibi manevi rızk da vardır ki esas leziz ve sonsuz olan da budur. Leziz ve sonsuz olandan nasibi alabilmek için Hakk'ın tecelli edeceği gönül hânesini temizlemek gerekir. "Günde yetmiş kez hitâb-ı İrci'î den bî-haber" diyor Salih Baba. Hakk, günde yetmiş kez kulunun gönlüne "Dön bana" nazarıyla bakıyor. Kul bu sesi işitirse ne âlâ. Ancak paslanmış bir gönül ne görür ne de işitir. Yalnız fiziken atan bir kalp ile sağlıklı olduğunu düşünür. Kalp bir gün duracaktır ve "Sizi başlangıçta yarattığı gibi (yine O’na) döneceksiniz" [A'râf:7/29] emr-i İlahi'si gereği doğduğu yerde dirilecektir. Damar yolları tıkanıklığından korkan insan acaba gönül yollarının talan olmasına karşı ne yapabilir? Bir mürşid-i kamilin terbiyesiyle, nefsi tezkiye etmesi gerekir. "Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn / mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş" diyor yine Niyâzî-i Mısrî. Teslim ol, özgür ol, kul ol. Sonra ne mi olur? Parlatırlar, parlatırlar, parlatırlar. Özü'nü meydana çıkarırlar. Hâneler hoş olsun diye. Ondan sonrası "lütfun da hoş kahrın da hoş"...

Mahmud Erol Kılıç, modern zamanlarda kendini bulmayı önemseyenler için yazdığı her bir makalede, bu işin bir terbiye işi olduğunun altının çiziyor. Rehbersiz çıkılacak yolların tehlikelerle dolu olduğu konusunda uyarıyor. Bu noktada bir şeye daha temas etmem gerekiyor. Lütfi Filiz'in adını daha evvel duymuş olsam da ondan geriye kalan dört ciltlik Noktanın Sonsuzluğu'nun dilimizde yazılmış en teferruatlı ve lezzetli tasavvuf kitaplarından olduğunu Mahmud Erol hocadan duymuştum. Derhal edinmiştim. Hâlâ döner döner okurum. Hazret, şiirlerinden birinde şöyle söyler ki tasavvufun neden bir 'ihtiyaç' olduğuna dair cevap gibidir: "Gel kendini bil geçmeden ömrün bu fenâdan / bir mürşide bağlan haber al zevk-i bekâdan / rüzgâr gibi geçmekte günün gafleti, terk et / gir mekteb-i irfâna, oku ilmi Hüdâ'dan."

Üç bölüme ayrılan kitabın ilk bölümünde kaybolan dengeyle birlikte çağdaş insanın yaşadığı değerler erozyonu ele alınıyor. Burada insanın doğumdan ölüme dek bir öğrenci olarak kabul edilmesi gerektiği görülüyor. Asıl mevzu ise öğrencilikten talebeliğe yükselmek: Bir müfredata dayanarak 'verilen'den tatmin olmayıp 'öteler'den haberdâr olmayı istemek. Oraya buraya değil, kendine doğru yolculuk yapmayı göze almak. 'Beklentisiz bekleyiş'in lezzetini yaşamak. 'Bir ulu rüyayı görenler'den olmayı dilemek. Şurası çok mühim: "Tıp eğitimini Allah'ın Şâfi, mimarlığı Musavvir ismiyle karşılamanın inceliğini fark etmek lazım."

İkinci bölümde moda, televizyon ve aile gibi hiçbir zaman gündemden düşmemesi gereken hassas konular masaya yatırılıyor hoca tarafından. Doğum ve ölüm arasında insanın hayatını nasıl anlamlandırması gerektiğine dair ipuçları sunmuyor, zaten bizde var olanı nasıl açığa çıkarabileceğimiz konusunda bir fikir veriyor. "Doğar doğmaz yaşlanmaya başlarız; yaşlandığımız için değil, doğduğumuz için ölürüz. Modern algı, yaşlanmayı bir kayıp görüyor. Halbuki yaşlandıkça, bedenin tesiri azaldıkça ruh açığa çıkar. Bu bir paradoks; insanda, bedenin güçten düşmesi nispetinde manevi taraf belirgin oluyor." diyor hoca. Bazen bir yaşlı görürüz ve 'çocuk gibi' deriz. Ne güzeldir çocuk gibi olmak. Günahsız değil midir çocuklar mesela... Kerbela'nın, Nevruz'un, Kurban'ın insanın iç dünyasında nerelere temas etmesi gerektiğini söylüyor. Bunu yaparken daima irfan dilini kullanıyor hoca, hep olduğu gibi. Ayırmaya değil birleştirmeye geldiğimizi hatırlatıyor. Elbette tüm yazılanlardan herkes başka başka istifade edecektir. Zira: "Arapçada, 'Her sözün yeri, her meydanın eri vardır' diye bir deyim var. Allah'ın ayeti, ârifin, insan-ı kâmilin kalbinde yankılanır. Her sözün bir tek derecesi yoktur; her kalp kendi derecesinde sözü karşılar."

Son bölümde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin zaviyesi, Yûnus Emre'nin çizgisi ve Niyâzî-i Mısrî'nin söyledikleri eşliğinde Anadolu'nun ruhu ön plana çıkıyor. Bu toprağı mayalayanlar... Onlar aşkın ve ruhun insanlarıydılar. Bu sebeple hakikatin ateşiyle hem yandılar hem de yaktılar. Kulağını ve gönlünü onlardan yana verenler daima kazandılar. Bu kazanç insan olmaktır, insanlıktır. Onun için damar yollarımızı düşündüğümüz kadar gönül yollarımızı da düşünmemiz gerekiyor. Çok yağlı yemeyip çok yalan söylesek mesela, bedenin temiz kalacağını söyleyebilir miyiz? Ruh elbet galebe çalar vücuda. Virânî ne güzel bir emanet bırakmış dillerden gönüllere: "Gafil olma cümle cihan bir vücud / fark edersen aziz, mihman sendedir."

Kitabın başında da sonunda da hep aynı temenni var. Dünyadan ve gerçeklikten kopmamak. Dağda bayırda değil, insanlarla beraberken de Hakk'la beraber olmak. Cümle mahlukatı bir bilerek hizmet etmek ve muhabbet beslemek. Hukuktan bahsederken aşksız kalmamak. Şikayet ederken şükretmeyi unutmamak. Ve sonrasında, ne olursa olsun eyvallah demek, diyebilmek.

"Derviş derken, her şeyden vazgeçip köşeye çekilen, şu şekilde giyinen bir tip düşünülmesin. Bu ezberi terk etmek lazım. Derviş; pasif biri değil, aktif bir öznedir. Teslimiyeti esaret anlamına gelmiyor, aksine özgürlüğe bir vurgudur. Varoluşçu filozofların önemli bir kısmı; özgürlüğün tinsel olduğunu, dolayısıyla istediği şeyi yapmanın özgürlük olmadığını söylerler. Özgürlüğü; 'istenen şeyi yapmak'ta değil, 'yaptığımız şeyi istemek'te ararlar. Özgürlük ile serbest olmak arasında ayrım yaparlar. Derviş, bedene ve güdülere hayır diyebildiğinden ruh insanı olmuş, dolayısıyla güdülerinden özgürleşmiştir. Ve isteyerek, gönlüyle orada olarak eylemektedir. Mecburiyetten orada değildir, kalbi onu orada tutmaktadır. 'Eyvallah!' diyen biridir o. Her şeyi Rabbinden biliyor çünkü 'Kabülümdür!' anlamında 'Eyvallah!' diyor..."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Ağustos 2020 Pazar

Nurettin Topçu’nun sohbetleri: gösterişsiz ama derin

Gençlik yıllarımda beni tanıyanlar takıntılı bir hasta gibi aynı kitapları tutulmuşçasına dönüp dönüp okuduğumu bilir. Nurettin Topçu’nun, rengarenk kapaklı Dergâh baskısı kitaplarıdır bunlar. İlk okuduğum kitabıysa, Yarınki Türkiye. “Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır.” gibi cümlelerin içime işlediği yıllar…

Benim için garip bir karşılaşmadır. Başlarda ne dediğini ve ne demek istediğini tam olarak anlayamasam da içinde çok değerli “büyük” bir şeyler sakladığını bir biçimde hissettiğim için sürekli bir anlama çabasıyla kendimi zorladığım, sonrasında anladıkça kendimi alamadığım, ardından uzunca süre başka kitap okuyamadığım sevinçli bir buluşma gibidir daha çok.

Yıllar sonra onun en yakınında bulunmuş, rahle-i tedrisinden geçmiş, ama daha da önemlisi ona en içten duygularla bağlanmış (müstear adını Ali Nurettin yapacak kadar!), kelimenin tam anlamıyla feyz almış, sohbetlerine katılmış, ruhuna katmış, izinden gitmiş, felsefesini hayatına tatbik etmeye çalışmış bir isimle, Ali Birinci’yle karşılaşmak da hayatımın mutena bir köşesini oluşturur. Bana göre Nurettin Topçu’yu en iyi anlatan cümlelerden biri ona aittir: “Her cümlesi, hikmetler kitabından çıkmış gibi!” Ali hocaya, bitmeyen, bezdirici derecedeki Nurettin Topçu sorularıma gösterdiği tahammül için hep minnettar kalmışımdır. Zaman zaman kızdırdığımı ya da zorladığımı hissettiğimde geri adım atıp soracaklarımı ertelesem de vazgeçmeyen bir tavırla bir sonraki buluşmada bu kez başka bir biçimde yeniden sormuşumdur.

Ali hocayla bu kez yeni çıkan kitabı, “Bir İnsanla Karşılaşmak: Nurettin Topçu’nun Sohbetlerinden Kalanlar” vesilesiyle kütüphanesinde (sığınağı mı demeli!) buluştuk. Herkese açmadığı özenle ciltlenmiş nadide eserlerinin gölgesindeki ayrıcalıklı halimle muhatap oldu bu kez soru ve “sorgulamalarıma”. Kitapla ilgili düşündüklerimi, eleştirdiğim yerleri ve anlayamadığım noktaları paylaştım. Genellikle Nurettin Topçu üzerine yazılan kitaplardan pek tat alamadığımı ama bunun öyle olmadığını ilettim.

Kitap, ağırlıklı olarak çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıların derlemesi. Bazı kısımlar gözden geçirilmiş ve küçük bölümler ve dipnotlar eklenmiş farklı olarak. İlk bölüm, sözün ve kelimelerin zannettiğimiz gibi “uçup giden”, tesirsiz konuşmalar olmadığını, hayatta karşılaştığımız ve içimize aldığımız insanların ruhumuz üzerinde büyük etkilerde bulunduğunu etkili bir biçimde anlatıyor. “Kelimeler, ruha vurulmuş çekiç darbeleridir” cümlesiyle özetlenebilecek şekilde, Topçu’nun feyizli ve hikmetli sözlerinin, gösterişsiz ama derin sohbetlerinin ruhta yarattığı değişim ve dönüşümleri konu ediyor.

Bana göre, Topçu’nun belki de en önemli yanı, düşüncenin ve ahlakın bizatihi eylem olduğu, diğer bir ifadeyle eyleme geçirilmeyen, hareket haline gelemeyen düşüncenin ya da sözlerin gerçek bir söz ve düşünce hüviyetine sahip olmadığı, görüşüdür. Onun “büyük adam” tarifi de oldukça yalın ve sadedir bu yüzden: “büyük adam, söylediğini yapan adamdır.” Söylediğini yapmamak, söylediği gibi yapmamak, dönemlere ve koşullara göre kolayca düşüncelerinden vazgeçmek, menfaatlerin peşinden gitmek ahlaksızlıktır. Devletlülerin, güçlü iktidar sahiplerinin kapısında bekleyen alimlerin hali perişanlıktan da ötedir. Tam da bu nedenle, büyük olmak için, yine kendi ifadesiyle, “büyük kapılardan büyük adımlarla girmek”, alkışlara boğulmak, cemiyet tarafından büyüklük bağışlanmak gerekmez ve hatta bu genellikle tersine işler. Büyüklük arayanlar için yol bellidir: kendi ruhunu inşa etmek, içsel yolculuğunda tek başına, sessizce, sürekli bir murakabe halinde ve gösterişsiz bir şekilde yalnız gitmek. Büyüklük, bireyseldir, kişi ancak kendi kendisini büyük kılabilir.

Dine dair görüşleri de bu düşüncelerle uyumludur. Topçu’ya göre İslam dini cemaatçi değil ferdiyetçi bir dindir. Cemaat olma ve birlik, ferdin ruhsal derinleşmesinin kaçınılmaz bir sonucu ve talebidir ama bu bizi yanıltmamalıdır; ferde -ve dolayısıyla dine!- giden yol, genellikle büyük kalabalıklardan ve cemaatlerden geçmez. İslam, sözü edilen değil yaşanan bir dindir. “Hal ehli olmadıktan sonra kal ehli olmanın ne kıymeti bulunabilir” (s.22). O, örneğin Necip Fazıl’ın aksine dinini kindarlık ve ötekine benzememe üzerine kurmamıştır. (Ali hoca, Necip Fazıl’ın kendi nesline yaptığı en büyük kötülüğün, kindarlıkla dini birleştiren bir anlayışı hakim kılması olduğunu söyler). Nurettin Topçu bunun tam zıttını temsil eder. Onun için hiçbir zaman kin ile din aynı kalpte barınamaz.

İslam, sükunet içerisinde gösterişsiz ve beklentisiz bir menfaatsizlikle birlikte içsel bir coşku ve huzurla yaşanan, son derece hümanist ve bir o kadar aktif bir dindir. İslam, tam anlamıyla bir diğerkâmlık dinidir; “Müslüman adam ‘bırak, biraz da başkaları kazansın’ diyebilen adamdır.” (s.21). İslam dini, hareketi zorunlu kılar; “eylemli” bir dindir. Her türlü eşitsizliğe, adaletsizliğe, zulme karşı çıkmayı, insanı ezen, değersizleştiren, küçülten ne varsa bütün bunlara karşı mücadele etmeyi, ses çıkarmayı, söz söylemeyi, mesul olmayı, itirazı ve isyanı ahlak haline getirmeyi şart koşar. Bu, Topçu için bir seçenek ya da “olsa daha iyi olur” türünden bir tercih değil, olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Düşüncenin hareketi etkilemesi kadar hareket de düşünceyi etkiler ve şekillendirir; “Günün en küçük hareketleri seciyeyi yıkar ve yapar” (s.15, Oscar Wilde’ın Topçu’nun çok sevip kullandığı sözlerinden biri.)

Konuşmamızdan kalan bir başka önemli konu, Topçu’nun genel olarak siyaset aleyhtarlığı meselesidir. Nurettin Topçu, öğrencilerine siyasetten uzak durmalarını salık vermiştir hep. Ali hoca tam bu noktada “Bu ülkede daha elli yıl siyaset yapılmaz derdi. Bugünleri görse hiç yapılmaz derdi herhalde!” diye günceller bu meseleyi. Topçu etrafında oluşan halenin neden genişleyip taşmadığını, hep dar ve küçük kaldığını şöyle açıklar Ali Birinci: “Sohbetlerin siyasi hırsları ve kinleri tahrik ve tatmin etmemesi böyle bir alakayı görmemesinin temel sebebiydi.” (s.23). Topçu için siyaset, “dünyayı elde etme hırsı ve yarışı”dır. Kolay yoldan büyük adam olma telaşıdır. Yapılan küçük fedakarlıklara büyük karşılıklar isteme sanatıdır. Hırslarla menfaatlerin iç içe geçip milletin sırtından yapılan bir “ben-sen” kavgasıdır.

Bence -Ali hocanın da hemfikir olduğu bir husus olarak- bugün kimi çevrelerin özellikle Necip Fazıl ile başlayan ve Nuri Pakdil, Sezai Karakoç ve sair isimlerle devam eden bilindik “kurucu baba” listesine Nurettin Topçu’nun zaman zaman alınır gibi olsa veya alınmak istense de bir türlü tam dahil edilememesinin/olamamasının nedeni de aynıdır. Topçu’nun önemli bir farkı, siyaseten kullanışlı görüşlere sahip olmayışı ve bu sayede kendi kendisini araçsallaştırılmaktan koruyabilmesidir. Topçu “bir şeyci” değildir çünkü. Sanılanın aksine, Türkçü değildir, İslamcı hiç değildir, solcu da değildir, liberal değildir, muhafazakar değildir çünkü bir şeyci değildir. Bütün bunların hepsinde özel ve önemli yanlar görür ve alır, bu yönüyle eklektiktir denebilir. Dar ideolojik kalıpların adamı olmadığı için siyasetperestler için sevimli de değildir. Buradan hareketle, şunu da söylemek gerekir ki gerçek anlamda büyük düşünce insanlarını araçsallaştırmak kolay değildir. Diğer bir ifadeyle, eğer bu kolayca yapılabiliyorsa atfedilen büyüklüğü sorgulamak gerekir.

Kitapla ilgili en büyük eleştirim Ali hocanın Topçu’nun Anadoluculuk ve sosyalist iktisada ilişkin görüş ve düşüncelerini bir tür tevil kaygısıyla yazdığı satırlara ilişkin oldu. Hayır, Topçu düpedüz Anadolucudur. Tarih görüşü, bütünüyle toprağa bağlıdır; toprağın şekillendirici, biçimlendirici ve dönüştürücü olduğunu, Anadolu’nun dini ve düşüncesinin İran’da Turan’da, Arap yarım adasında ya da başka coğrafyalardakiyle asla aynı olamayacağına dair çok güçlü bir inanç taşımaktadır. Bu nedenle, ümmetçi değildir, Turancı hiç değildir. Olmadığı gibi bu görüşlere dair oldukça sert cümleleri vardır (dedim ya çok kullanışsız bir adamdır!). Ekonomi görüşleri ise kelimenin bütün içkin anlamıyla sosyalisttir. İslam’ın ekonomi anlayışının sosyalizmden başka bir görüşle bırakın uyuşabileceğini yan yana bile gelemeyeceğine inanmaktadır. Bana göre, Ahlak Nizamı kitabındaki yazıları bu anlamda Türkçe’deki en etkili metinler arasındadır. Hayır, bu düşüncelerin hiçbirinde tevil edilecek ya da “yanlış anlayanlar” için açıklama getirilecek en ufak bir husus dahi bulunmamaktadır.

Nurettin topçu olduğu gibi bir adamdır. Kendini beğendirme kaygısı duyduğunu sanmam. Yalnız kalmaktan korkacağını da. Münzevi tabiatlıdır. Kendi kendisini sarih şekilde ifade etme kudretine sahip bir kalemi olduğu tartışmasızdır. Bununla birlikte bugünden bakınca anlaşılması hayli zor yanları da vardır. Bana göre bunların başında nasıl olup da aynı anda Gandi’ye ve Hitler’e hayran olduğu sorusu gelir. Nasıl olur da Topçu gibi birinin odasının duvarında 1960’larda hala Hitler resmi asılı olabilir?

Ali hocaya, asıl açıklanması gereken noktanın bu ve bunun gibiler olduğunu belirtsem de o bunu çok fevkalade bulmuyor gibiydi. “Yahudilerin bugün Filistin’de ya da dünyanın pek çok yerinde ekonomik güce dayanarak yaptıkları zulümlere bakınca” bunun hiç de anlaşılmaz olmadığı gibi bir şey söyledi. Ben bunu da anlayamadığımı söyledim ama. Konu Yahudilerin “nasıl kötü” insanlar oldukları değil Hitler’in yaptıklarıydı çünkü (Bu konuyu bir sonraki buluşmamıza ertelemem gerektiğini hissedip burada bıraktım).

Ve belki de konuşmamızdan kalan en önemli ayrıntıya geldi sıra. Necip Fazılcı kitlenin pek severek anlattığı bir hikaye vardır. Buna göre, Topçu’nun ölmeye yakın günlerinde Necip Fazıl onu ziyaret eder. Bir süre konuştuktan sonra ayrılır. Yolda giderken bu ziyarete ön ayak olan Topçu’nun talebesine, “Hocanızı hiç iyi görmedim. Kendimi tabiate vereceğim. Ondan başka kucağına atılacağım hiçbir şey tanımıyorum! dedi.” diyerek kafa karışıklığını ve sözüm ona “imani zayıflığını” anlatmaya çalışır. Rivayet odur ki Necip Fazıl bu durum karşısında, “Hocanızın ruhi halini pek beğenmedim. Son anların onda beklediğim ruhiyatını bulamadım. Allah hidayet nasib etsin…” diyerek Topçu’ya manevi bir destek vermek istemiştir. Hatta, “korkma vur kapıyı gir içeri” dediği de aktarılır.

Bense bu hikayeye hiçbir zaman inanmadığımı, en azından böyle olamayacağını söylediğimde Ali hoca da teyit eder şekilde devamı var zaten demez mi? (Ah! o kısmı nasıl atlamışım da dedi). Bunun üzerine, kütüphanesinde bir o yana bir bu yana giderek bir kitap aramaya başladı. Devamı, Emin Işık’ın, “Nurettin Topçu: Çağdaş Bir Dervişin Dünyası” adlı kitabındaydı. Buldu ve gösterdi. Necip Fazıl, “Vur kapıyı gir içeri” gibi bir şey dediğinde Topçu da ona “O ancak sana yakışır deli oğlan!” diyerek karşılık vermişti. (Emin Işık’ın bu konuşmayı yorumlayışı da ayrı bir rahatsızlık konusudur benim için ama başka bir yazıya artık.)

Bitirirken şunu ifade etmeliyim ki bu küçük kitap bugüne kadar Necip Fazıl’la ilgili özellikle kendi mahallesine yakın bir adresten gelen en sert eleştirileri içeren cümleler barındırır. Ali Birinci, hasta yatağındaki Topçu’nun ruh halini iyi görmediğini, “Korkma, vur kapıyı gir içeri” diyen Necip Fazıl’la ilgili şöyle yazar: “Bu satırlarda bir insanın hiç tanımadığı başka bir insan hakkındaki birkaç dakikalık veya cümlelik beraberliğe istinaden yaptığı çok yanlış, yanıltıcı ve incitici yorumları bulunmaktadır ve insanları tartmanın ne kadar ciddi ve mesuliyet gerektiren bir şey olduğunun çarpıcı bir örneği bulunmaktadır. Çok daha vahim olanı ise Nurettin Topçu’nun imanı hakkında bir insanın haddi ve harcı olmayan ve ancak Yaradanın verebileceği bir hükmün veya imanın yazıya dökülmesidir.” (s.51). Bu bölümde de Ali hoca, Nurettin Topçu’nun tabiat sevgisinin bütün hayatı boyunca var olan bir özelliği olduğunu ve bunun dinle ve imanla uyumunu anlatmaya koyulur ki bence bu da son derece gereksiz bir çabadır. Tabiat sevgisinin açıklanacak ne yanı olabilir!

Nurettin Topçu, bu ülkede inandığı gibi yaşamaktan, düşündüğü gibi söylemekten, devletli kapısına el açmadan kendi benliğinden güç alarak fikirlerinden vazgeçmeyen pek çok kişi gibi sürgün yemiş, üniversiteden dışlanmış, hiçbir çevreye yaranamamış, Ali hocanın tabiriyle bir avuç, “muhibban cemaati” takipçisinin ruhlarındaki varlığını en canlı haliyle sürdüren müstesna bir simadır. Hiçbir dönemin adamı olmadığı gibi oldurulmaya da uygun değildir.

Topçu’yu çok iyi anlatan Şeyhülislam Yahya Efendi’nin şu mısralarıyla bitirelim:

Ne itibar bu evzaa merd olan Yahya
Ne zillete boyun eğer ne itibare bakar.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

27 Ağustos 2020 Perşembe

Dünyanın sonu hakkında can sıkan birtakım gerçekler

Covid-19’lu günleri geride bırakamadan ikinci dalgaya hazırlanıyoruz. Bu salgına dair tartışmalar ve komplo teorilerindeki çokseslilik dikkat çekiyor. Ben, gezegene ettiklerimizi bulmaya başladığımız ve ölü hayvan etiyle beslenmenin sonumuz olacağına dair tartışmalara daha yakınım. Dünyamız ölüyor. Katil biziz. Katili, kimin daha suçlu olduğunu, bu ölümü doğuran sebepleri tartışıp tüm bu olanları bir polisiyeye dönüştürme çabamız, çözüm için bir şeyler yapmaya gönüllü olma halimiz ile korelasyon içerisinde değil. Dünyanın sonunun hızla geliyor olmasının bilimkurgu teması olduğu günler de geriye kaldı. Ancak yine de bu konu hakkında bir şeyler yapmak, alışkanlıklarımızı değiştirmek konusunda bir hayli isteksiziz.

Jonathan Safran Foer’in son kitabı Bu Bizim Havamız, Şahika Tekel’in çevirisiyle Siren Yayınları tarafından yayımlandı. Foer, kıyametin çoktan başladığı bu gezegende nasıl yaşamamız gerektiği, nasıl yaşarsak cehennem senaryosunu ortadan kaldırabileceğimiz ile ilgili bilgilerini, deneyimlerini aktardığı ve istatistiklere verdiği bu kitabında iklim krizinin boyutlarını görünür kılmaya çalışıyor. Bunları yaparken bir insan, bir baba olarak üzerine düşenlerle ilgili de cesur açıklamalar yapıyor. Bu kitabı yazarak, hep birlikte koştuğumuz mutlak son ile ilgili kaytardığı şeyleri saklamıyor.

Hazırsanız, kitaptaki ilginç bilgilerden birkaçını paylaşmaya başlıyorum. Elektrik, yıllık sera gazı emisyonunun %25’ini oluşturuyor. Dünyadaki katliamlara, sömürüye, devletlerin haksızlıklarına sosyal medya hesaplarımızdan isyan etmediğimiz bir dünya düşünebiliyor musunuz! Elektriğe, olması gerekenden çok daha fazla ve koparılması mümkün olmayan bağlarla bağlıyız. Akıllı telefonlarımızdan, adımsayarlarımızdan ya da playstation’umuzdan vazgeçmemiz mümkün görünmüyor. Bu saydıklarım, zaruri ihtiyaçlar değil farkındaysanız, keyfi olarak bağlandıklarımızdan vazgeçmeyi bile düşünemiyoruz. Ve mümkün bulmadığımız bu değişiklik, gezegenimizin geleceği için büyük bir dönüşüm potansiyeli taşıyor.

Hayvansal ürün ve ölü hayvan eti ağırlıklı beslenme merakımız, gezegenimizin sonunu getiren en büyük sebeplerden bir diğeri. Hayvan endüstrisi, iklim krizinin başrol oyuncularından. Dünyadaki sera gazı üretiminin büyük bir yüzdelik kısmını bu endüstri oluşturuyor. Tarım alanlarının hatırı sayılır bir bölümü bizi beslemek için değil, hayvan yemi yetiştirmek için kullanılıyor. Biz, az zamanda büyük işler başaran ve kanserli bir hücre gibi çoğalan GDO’lu tohumlarla besleniyoruz.

Yakın gelecekte 143 milyon kişinin iklim göçmeni olacağı tahmin ediliyor. Bu denli sakin bir hâl içinde gündelik alışkanlıklarımızı tam gaz sürdürebilmemizin bir diğer sebebi, beden ve zihnimizdeki alarm sisteminin kavramsal tehditler karşısında ötmemesi. Bizi yemek için üzerimize koşan bir kaplan gördüğümüzde sistemimiz, “işte esaslı tehlike diye buna derim!” diyor ve mümkün olan en kısa süre içerisinde bir savaşma yöntemi üretiyor. İklim krizi, alarm sistemimiz için hâlâ “Biz başkasının başına geldiğinde vahlanıp, etik bir sorumluluk hissetmiş gibi davranarak gündelik hayatıma olduğu gibi devam edebilirim” kategorisinde. Kategori değiştirmesi ise hayli yakın görünüyor.

Amitav Ghosh’un iklim kriziyle ilgili yazısından bir alıntı yapıyor Foer: “İklim krizi aynı zamanda kültürün, dolayısıyla hayal gücünün krizidir.” Foer buna, “inancın krizi” diyor: Ardına yeni bir hikâye yazamadığımız, ölüm kadar bilinmez bir sonla taçlanan, mutlak sonun tatsız krizi. Bu krizler çıkmak için neden gönüllü değiliz? Çünkü bunun gerçekleşeceğine inanmıyoruz. Bu kaçış, bizi bir şeyler yapma motivasyonundan uzaklaştırıyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığımız ve yaşlandığımız hayatlarımız, gezegen ve türümüz hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığımız alışkanlıklarla örülü. Et yemeyi bırakamıyoruz, hatta bunu büyük bir fedakarlık olarak görüyoruz ve öfkeyle söyleniyoruz: Kimse için fedakarlık yapmak zorunda değilim. Dünyayı ben mi kurtaracağım? Evet, sevgili okur, bu hikâyede emin olduğumuz bir şey varsa o da senin, dünyayı kurtarabileceğin. Bu sefer seni besleyen, büyüten, kurtaran bir dünya yok. Dünya artık kendi yaralarını sararken bile güçsüz.

Peki, Foer tüm bunları neden anlatıyor? İçimize kasvet ve korku salmayı amaçlamış olabilir mi? Aslında evet, korkmamızı ve gezegeni, hayatımızı kurtarmamız ve kasvetli senaryoların çoğunu iptal etmemiz için bize bir çağrı yapıyor. Bu Bizim Havamız, bir yardım çağrısı. Foer bizi, besleyen, büyüten, koruyan bir yuva bırakabilmek için, tam da şu an bir şeylere yapmaya çağırıyor. Ve şunu hatırlatıyor: Bambu diş fırçası kullanmak ya da ağaçlandırma yapan kurumlara bağış yapmak iyi bir eylem ancak bir şeyleri değiştirmesi mümkün değil. En hızlı çözüm, hayvan endüstrisi ile olan ilişkimizi zayıflatmak, mümkünse tamamen koparmak. Bunu yapmak zor mu? Evet çünkü bizde et yemenin, süt içmenin bizi daha sağlıklı insanlar yapacağı hakkında birtakım yalanlar dinleyerek büyüdük. Çünkü sevgilimiz, ailemiz, arkadaşlarımız, yarınlar yokmuşçasına et yemeye devam ediyor. Üstelik çoğu, ölü hayvan yemediğimiz ve ineklerin sütünü çalmaktan vazgeçtiğimiz için bizi açıkça suçluyor. Hepsini boşverin. Gezegenin, alıştığınızın dışında bir şey yapmanıza her zamankinden çok ihtiyacı var.

Özge Uysal
ozgeuysal@yahoo.com
*Bu yazının bir bölümü Milliyet Kitap Eki Ağustos sayısında yayımlanmıştır.

22 Ağustos 2020 Cumartesi

Bir imam polisiyesi

"Allah Resulü Hira'da yalnızdı! Adem Aleyhisselam dünyada yalnızdı! Hacer Anamız Mina'da yalnızdı! Yunus, balığın karnında; Musa, Tür'un başında; İsa, çarmıhın üstünde. Hep yalnızdılar. Velhasıl kardeşlerim, bu dünyada yapayalnızım diye üzülmeyiniz. Yalnızlıktan korkmayınız. 
Çünkü biliniz ki, yalnızlar mübarektir!"

Hesabım Var, Onur Ünlü’nün Temmuz 2020’de Alfa Yayınları'ndan çıkan son kitabı. Aslında biz, İtirazım Var filminin ardından, ikinci bir film daha bekliyorduk ancak araya pandemi sürecinin girmesi, sinema sektörünün gidişatını aksattığı için senaryo düzenlenerek bir roman olarak çıkıyor karşımıza. Kız Çocuğu romanının üzerinden kısa bir süre geçmişken yazar, ikinci defa daha aynı biçimde bir anlatıyla selamlıyor okuru.

İtirazım Var, filmini izleyenler bilir: Selman Bulut’un etrafında döner olaylar. Kitapta da yine Selman Bulut’un maceralarını okumaya devam ediyoruz. Kim peki bu Selman Bulut? Bir imam. Ancak bizim tahayyül ettiğimiz imam prototipinin biraz dışında. Antropoloji okumuş mesela, İncirlik üssünde kendi isteğiyle imamlık yapmış, geleneksel sünni söylemle açıkça bir derdi olan, felsefi düşünmeye değer veren, çok iyi satranç bilen, çok da iyi boks yapabilen biri o. Tüm bu karakteristik özellikler de bir cinayet romanı içinde çok başarılı bir şekilde işlenmiş yazar tarafından.

Filmde, camide gerçekleşen bir cinayetin kendi üzerine yıkılması tehlikesiyle karşı karşıya kalan Selman Bulut, kolları sıvayıp dedektif rolü oynamaya başlıyor, bu oyunun sonunu başarıyla getiriyor, katili buluyor ki katil damadıydı, ancak onu adalete teslim etmiyordu. Bunun için de geçerli ontolojik sebepleri olduğunu görüyorduk.

Filmin sonucu, anlatının başının nedenleri olarak geliyor karşımıza. Olayların neticesinde Selman Bulut, imamlıktan istifa ediyor, kızı Zeynep’i akıl hastanesine yatırıyor, kendisi de Sivas’ta imamlık yaparken öğrendiği sanatı üzerine bir pavyonda, evlatlığı Efrahim’le beraber bağlama çalmaya başlıyor. Selman Bulut, yine belayı üzerine çağırıyor. Her şey çalıştığı pavyonda şarkı söyleyen Buse’nin intihar süsü verilen bir cinayet sonucu öldürülmesiyle başlıyor. İşin arkasını bırakmamayı hem insani bir görev sayan hem de doğrusu dedektifçilik oynamayı pek seven Selman Bulut, yine kolları sıvıyor. Bu sefer cinayet(ler) aşk, kıskançlık, tarikatlar, geçmişin izleri gibi konular etrafında seyrediyor. Olaylar gitgide daha da karmaşık bir hal alıyor her sayfada. Ancak eski imam yeni dedektif Selman Bulut, başını yine türlü belalara sokma pahasına cinayetleri çözüyor.

Yazarın Selman Bulut’a imamlık dışında giydirdiği karakter özelliklerini işte bu dedektiflik esnasında görüyoruz. Selman Bulut, başarılı bir satranç oyuncusu. Anlatı boyunca “A” ile mesajlaşma üzerinden satranç oynuyor. Şah-mat hamlesi de zaten romanın sonlarına doğru geliyor Selman Bulut tarafından. Satrançtaki bu ustalık, cinayet çözerken Selman Bulut’a analitik bir bakış açısı kazandırıyor. Sıradan bir insanın göremeyeceği birkaç hamle sonrasını görüyor cinayetlerde. Haliyle olay(lar) mahallinde buluyor kendini her seferinde. İyi boks yapabilmesi yönüyle de burnuna kadar battığı belalardan kol kuvvetiyle kurtulmayı başarıyor. Öyle büyük dolapların içine giriyor ki her kapının başında nöbet tutan izbandut gibi güvenlikleri kas gücüyle yere sermesi gerekiyor. Arada kendi de nakavt olmuyor değil ama o kadarı da olsun ki inanalım anlatıya. Geleneksel dini söylemle ise açıkça bir derdi olduğunu, imam olması nedeniyle sürekli olarak görüyoruz. Cinayetlerin bir tarikat etrafında dönmesi de Bulut’un manifestolarını kuvvetlendiriyor. Şer’i hükümler, aklın terazisi, vicdanın söyledikleri arasında bir salıncakta sallanıyor karakter. Haliyle sürekli olarak iç monologlarını, hesaplaşmalarını, düşünce dünyasını da açık bir şekilde görüyoruz. Bir imam için iddialı sayılabilecek, Türkiye’nin de gerçeği olan konular romanın genelinde işleniyor. Tarikatlar mevzusu, eşcinsellik, ahlak konuları hakkında anlatıcının fikirlerini de görmüş oluyoruz.

Hesabım Var, aynı İtirazım Var filminde olduğu gibi polisiye anlatılarına yeni bir soluk kazandırıyor. Diğerlerinden farkını görebileceğimiz en önemli nokta da dilinin, olayların mizahi bir karaktere sahip olması. Gerilerek değil eğlenerek okumaya imkan veriyor. Ara sıra duygusal sahneler de görüyoruz ama genel itibariyle gülümsemekten alıkoyamıyoruz kendimizi.

Bir diğer nokta ise, olayların tamamen akıl ekseninde değil de Selman Bulut’un sezgileri ile çözülmesi. Evet, Selman Bulut analitik yönü güçlü bir karakter ancak içgüdülerini de dinleyen biri. Bu nedenle olaylar ardındaki sır perdeleri biraz da tesadüfi bir şekilde aydınlanıyor. Bence bu akışı, inandırıcılığı biraz negatif etkileyen bir yönü anlatının. Bir de filmdeki karakterler rolleriyle öyle bütünleşmiş ki bende, kitapta Selman Bulut hep Serkan Keskin, Zeynep hep Hazal Kaya’ydı benim için.

Dinamik, eğlenceli, akıcı ve heyecanlı bir cinayet romanının din, felsefe, sosyoloji ile harmanlanmış güzel bir sonucu olmuş Hesabım Var. Benim umudum, pandemi süreci sonrasında beyazperdeye de aktarılmasından yana. Keyifli okumalar dilerim.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler