27 Ağustos 2020 Perşembe

Dünyanın sonu hakkında can sıkan birtakım gerçekler

Covid-19’lu günleri geride bırakamadan ikinci dalgaya hazırlanıyoruz. Bu salgına dair tartışmalar ve komplo teorilerindeki çokseslilik dikkat çekiyor. Ben, gezegene ettiklerimizi bulmaya başladığımız ve ölü hayvan etiyle beslenmenin sonumuz olacağına dair tartışmalara daha yakınım. Dünyamız ölüyor. Katil biziz. Katili, kimin daha suçlu olduğunu, bu ölümü doğuran sebepleri tartışıp tüm bu olanları bir polisiyeye dönüştürme çabamız, çözüm için bir şeyler yapmaya gönüllü olma halimiz ile korelasyon içerisinde değil. Dünyanın sonunun hızla geliyor olmasının bilimkurgu teması olduğu günler de geriye kaldı. Ancak yine de bu konu hakkında bir şeyler yapmak, alışkanlıklarımızı değiştirmek konusunda bir hayli isteksiziz.

Jonathan Safran Foer’in son kitabı Bu Bizim Havamız, Şahika Tekel’in çevirisiyle Siren Yayınları tarafından yayımlandı. Foer, kıyametin çoktan başladığı bu gezegende nasıl yaşamamız gerektiği, nasıl yaşarsak cehennem senaryosunu ortadan kaldırabileceğimiz ile ilgili bilgilerini, deneyimlerini aktardığı ve istatistiklere verdiği bu kitabında iklim krizinin boyutlarını görünür kılmaya çalışıyor. Bunları yaparken bir insan, bir baba olarak üzerine düşenlerle ilgili de cesur açıklamalar yapıyor. Bu kitabı yazarak, hep birlikte koştuğumuz mutlak son ile ilgili kaytardığı şeyleri saklamıyor.

Hazırsanız, kitaptaki ilginç bilgilerden birkaçını paylaşmaya başlıyorum. Elektrik, yıllık sera gazı emisyonunun %25’ini oluşturuyor. Dünyadaki katliamlara, sömürüye, devletlerin haksızlıklarına sosyal medya hesaplarımızdan isyan etmediğimiz bir dünya düşünebiliyor musunuz! Elektriğe, olması gerekenden çok daha fazla ve koparılması mümkün olmayan bağlarla bağlıyız. Akıllı telefonlarımızdan, adımsayarlarımızdan ya da playstation’umuzdan vazgeçmemiz mümkün görünmüyor. Bu saydıklarım, zaruri ihtiyaçlar değil farkındaysanız, keyfi olarak bağlandıklarımızdan vazgeçmeyi bile düşünemiyoruz. Ve mümkün bulmadığımız bu değişiklik, gezegenimizin geleceği için büyük bir dönüşüm potansiyeli taşıyor.

Hayvansal ürün ve ölü hayvan eti ağırlıklı beslenme merakımız, gezegenimizin sonunu getiren en büyük sebeplerden bir diğeri. Hayvan endüstrisi, iklim krizinin başrol oyuncularından. Dünyadaki sera gazı üretiminin büyük bir yüzdelik kısmını bu endüstri oluşturuyor. Tarım alanlarının hatırı sayılır bir bölümü bizi beslemek için değil, hayvan yemi yetiştirmek için kullanılıyor. Biz, az zamanda büyük işler başaran ve kanserli bir hücre gibi çoğalan GDO’lu tohumlarla besleniyoruz.

Yakın gelecekte 143 milyon kişinin iklim göçmeni olacağı tahmin ediliyor. Bu denli sakin bir hâl içinde gündelik alışkanlıklarımızı tam gaz sürdürebilmemizin bir diğer sebebi, beden ve zihnimizdeki alarm sisteminin kavramsal tehditler karşısında ötmemesi. Bizi yemek için üzerimize koşan bir kaplan gördüğümüzde sistemimiz, “işte esaslı tehlike diye buna derim!” diyor ve mümkün olan en kısa süre içerisinde bir savaşma yöntemi üretiyor. İklim krizi, alarm sistemimiz için hâlâ “Biz başkasının başına geldiğinde vahlanıp, etik bir sorumluluk hissetmiş gibi davranarak gündelik hayatıma olduğu gibi devam edebilirim” kategorisinde. Kategori değiştirmesi ise hayli yakın görünüyor.

Amitav Ghosh’un iklim kriziyle ilgili yazısından bir alıntı yapıyor Foer: “İklim krizi aynı zamanda kültürün, dolayısıyla hayal gücünün krizidir.” Foer buna, “inancın krizi” diyor: Ardına yeni bir hikâye yazamadığımız, ölüm kadar bilinmez bir sonla taçlanan, mutlak sonun tatsız krizi. Bu krizler çıkmak için neden gönüllü değiliz? Çünkü bunun gerçekleşeceğine inanmıyoruz. Bu kaçış, bizi bir şeyler yapma motivasyonundan uzaklaştırıyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığımız ve yaşlandığımız hayatlarımız, gezegen ve türümüz hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığımız alışkanlıklarla örülü. Et yemeyi bırakamıyoruz, hatta bunu büyük bir fedakarlık olarak görüyoruz ve öfkeyle söyleniyoruz: Kimse için fedakarlık yapmak zorunda değilim. Dünyayı ben mi kurtaracağım? Evet, sevgili okur, bu hikâyede emin olduğumuz bir şey varsa o da senin, dünyayı kurtarabileceğin. Bu sefer seni besleyen, büyüten, kurtaran bir dünya yok. Dünya artık kendi yaralarını sararken bile güçsüz.

Peki, Foer tüm bunları neden anlatıyor? İçimize kasvet ve korku salmayı amaçlamış olabilir mi? Aslında evet, korkmamızı ve gezegeni, hayatımızı kurtarmamız ve kasvetli senaryoların çoğunu iptal etmemiz için bize bir çağrı yapıyor. Bu Bizim Havamız, bir yardım çağrısı. Foer bizi, besleyen, büyüten, koruyan bir yuva bırakabilmek için, tam da şu an bir şeylere yapmaya çağırıyor. Ve şunu hatırlatıyor: Bambu diş fırçası kullanmak ya da ağaçlandırma yapan kurumlara bağış yapmak iyi bir eylem ancak bir şeyleri değiştirmesi mümkün değil. En hızlı çözüm, hayvan endüstrisi ile olan ilişkimizi zayıflatmak, mümkünse tamamen koparmak. Bunu yapmak zor mu? Evet çünkü bizde et yemenin, süt içmenin bizi daha sağlıklı insanlar yapacağı hakkında birtakım yalanlar dinleyerek büyüdük. Çünkü sevgilimiz, ailemiz, arkadaşlarımız, yarınlar yokmuşçasına et yemeye devam ediyor. Üstelik çoğu, ölü hayvan yemediğimiz ve ineklerin sütünü çalmaktan vazgeçtiğimiz için bizi açıkça suçluyor. Hepsini boşverin. Gezegenin, alıştığınızın dışında bir şey yapmanıza her zamankinden çok ihtiyacı var.

Özge Uysal
ozgeuysal@yahoo.com
*Bu yazının bir bölümü Milliyet Kitap Eki Ağustos sayısında yayımlanmıştır.

22 Ağustos 2020 Cumartesi

Bir imam polisiyesi

"Allah Resulü Hira'da yalnızdı! Adem Aleyhisselam dünyada yalnızdı! Hacer Anamız Mina'da yalnızdı! Yunus, balığın karnında; Musa, Tür'un başında; İsa, çarmıhın üstünde. Hep yalnızdılar. Velhasıl kardeşlerim, bu dünyada yapayalnızım diye üzülmeyiniz. Yalnızlıktan korkmayınız. 
Çünkü biliniz ki, yalnızlar mübarektir!"

Hesabım Var, Onur Ünlü’nün Temmuz 2020’de Alfa Yayınları'ndan çıkan son kitabı. Aslında biz, İtirazım Var filminin ardından, ikinci bir film daha bekliyorduk ancak araya pandemi sürecinin girmesi, sinema sektörünün gidişatını aksattığı için senaryo düzenlenerek bir roman olarak çıkıyor karşımıza. Kız Çocuğu romanının üzerinden kısa bir süre geçmişken yazar, ikinci defa daha aynı biçimde bir anlatıyla selamlıyor okuru.

İtirazım Var, filmini izleyenler bilir: Selman Bulut’un etrafında döner olaylar. Kitapta da yine Selman Bulut’un maceralarını okumaya devam ediyoruz. Kim peki bu Selman Bulut? Bir imam. Ancak bizim tahayyül ettiğimiz imam prototipinin biraz dışında. Antropoloji okumuş mesela, İncirlik üssünde kendi isteğiyle imamlık yapmış, geleneksel sünni söylemle açıkça bir derdi olan, felsefi düşünmeye değer veren, çok iyi satranç bilen, çok da iyi boks yapabilen biri o. Tüm bu karakteristik özellikler de bir cinayet romanı içinde çok başarılı bir şekilde işlenmiş yazar tarafından.

Filmde, camide gerçekleşen bir cinayetin kendi üzerine yıkılması tehlikesiyle karşı karşıya kalan Selman Bulut, kolları sıvayıp dedektif rolü oynamaya başlıyor, bu oyunun sonunu başarıyla getiriyor, katili buluyor ki katil damadıydı, ancak onu adalete teslim etmiyordu. Bunun için de geçerli ontolojik sebepleri olduğunu görüyorduk.

Filmin sonucu, anlatının başının nedenleri olarak geliyor karşımıza. Olayların neticesinde Selman Bulut, imamlıktan istifa ediyor, kızı Zeynep’i akıl hastanesine yatırıyor, kendisi de Sivas’ta imamlık yaparken öğrendiği sanatı üzerine bir pavyonda, evlatlığı Efrahim’le beraber bağlama çalmaya başlıyor. Selman Bulut, yine belayı üzerine çağırıyor. Her şey çalıştığı pavyonda şarkı söyleyen Buse’nin intihar süsü verilen bir cinayet sonucu öldürülmesiyle başlıyor. İşin arkasını bırakmamayı hem insani bir görev sayan hem de doğrusu dedektifçilik oynamayı pek seven Selman Bulut, yine kolları sıvıyor. Bu sefer cinayet(ler) aşk, kıskançlık, tarikatlar, geçmişin izleri gibi konular etrafında seyrediyor. Olaylar gitgide daha da karmaşık bir hal alıyor her sayfada. Ancak eski imam yeni dedektif Selman Bulut, başını yine türlü belalara sokma pahasına cinayetleri çözüyor.

Yazarın Selman Bulut’a imamlık dışında giydirdiği karakter özelliklerini işte bu dedektiflik esnasında görüyoruz. Selman Bulut, başarılı bir satranç oyuncusu. Anlatı boyunca “A” ile mesajlaşma üzerinden satranç oynuyor. Şah-mat hamlesi de zaten romanın sonlarına doğru geliyor Selman Bulut tarafından. Satrançtaki bu ustalık, cinayet çözerken Selman Bulut’a analitik bir bakış açısı kazandırıyor. Sıradan bir insanın göremeyeceği birkaç hamle sonrasını görüyor cinayetlerde. Haliyle olay(lar) mahallinde buluyor kendini her seferinde. İyi boks yapabilmesi yönüyle de burnuna kadar battığı belalardan kol kuvvetiyle kurtulmayı başarıyor. Öyle büyük dolapların içine giriyor ki her kapının başında nöbet tutan izbandut gibi güvenlikleri kas gücüyle yere sermesi gerekiyor. Arada kendi de nakavt olmuyor değil ama o kadarı da olsun ki inanalım anlatıya. Geleneksel dini söylemle ise açıkça bir derdi olduğunu, imam olması nedeniyle sürekli olarak görüyoruz. Cinayetlerin bir tarikat etrafında dönmesi de Bulut’un manifestolarını kuvvetlendiriyor. Şer’i hükümler, aklın terazisi, vicdanın söyledikleri arasında bir salıncakta sallanıyor karakter. Haliyle sürekli olarak iç monologlarını, hesaplaşmalarını, düşünce dünyasını da açık bir şekilde görüyoruz. Bir imam için iddialı sayılabilecek, Türkiye’nin de gerçeği olan konular romanın genelinde işleniyor. Tarikatlar mevzusu, eşcinsellik, ahlak konuları hakkında anlatıcının fikirlerini de görmüş oluyoruz.

Hesabım Var, aynı İtirazım Var filminde olduğu gibi polisiye anlatılarına yeni bir soluk kazandırıyor. Diğerlerinden farkını görebileceğimiz en önemli nokta da dilinin, olayların mizahi bir karaktere sahip olması. Gerilerek değil eğlenerek okumaya imkan veriyor. Ara sıra duygusal sahneler de görüyoruz ama genel itibariyle gülümsemekten alıkoyamıyoruz kendimizi.

Bir diğer nokta ise, olayların tamamen akıl ekseninde değil de Selman Bulut’un sezgileri ile çözülmesi. Evet, Selman Bulut analitik yönü güçlü bir karakter ancak içgüdülerini de dinleyen biri. Bu nedenle olaylar ardındaki sır perdeleri biraz da tesadüfi bir şekilde aydınlanıyor. Bence bu akışı, inandırıcılığı biraz negatif etkileyen bir yönü anlatının. Bir de filmdeki karakterler rolleriyle öyle bütünleşmiş ki bende, kitapta Selman Bulut hep Serkan Keskin, Zeynep hep Hazal Kaya’ydı benim için.

Dinamik, eğlenceli, akıcı ve heyecanlı bir cinayet romanının din, felsefe, sosyoloji ile harmanlanmış güzel bir sonucu olmuş Hesabım Var. Benim umudum, pandemi süreci sonrasında beyazperdeye de aktarılmasından yana. Keyifli okumalar dilerim.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

Mağrur olma taciz eder seni bir sinek

"İnsan Hakk'ta Hakk insanda
Arıyorsan bak insanda
Çok marifet var insanda
Madem ki ben bir insanım."
- Âşık Dâimî

Eskiler, "bir köyde kırk hane varsa orada muhakkak bir ârif bulunur" demişler. Bu âriflerden bazısı da vardır ki baştan ayağa sırlı oldukları için selamet der kenarest öğüdünce bir kuytuya çekilirler. Bu dünyadan el ayak çekmelerinden çok uzun seneler sonra yazdıkları birkaç sayfa söz, şiir ortaya çıkıverir. Bir bakılır ki o ârif, olmazdan evvel olmuş ve ölmezden evvel ölmüş. İşte Denizlili Mehmed Emîn Efendi de öyle biri. Belki biri kuyudan çıkarır da yayınlar diye birkaç sayfacık yazmış vaktiyle. Hem de ne güzel yazmış.

Köyde ilim ve irfan öksüz kalıp da yerlerini mala mülke paraya bırakınca, İbn Arabî gibi "Sizin taptığınıza da!" demiş, sonra birçok hakikat âşığı gibi ona da "gâvur" denilmiş. Bir seyr ü suluk risalesi olarak da okunabilecek kitabın çıkış 'öykü'sünü şöyle anlatıyor Emîn Efendi: "Bir zaman canım pek sıkıldığında şu âlemleri bir seyir ve temaşa edeyim diyerek yola revan oldum. Öyle bir gidiş ile ki bir saniyede milyonlarca kilometre mesafe kat ediyor idim. Yolda görmediğim şey kalmadı."

Mustafa Tatcı tarafından hazırlanan Nereden Gelip Nereye Gidiyor İnsan, müellif tarafından 1919-1924 yılları arasında kaleme alınmış. Bilinen yegâne nüshası Ankara Millî Kütüphanesi'nde kayıtlı. Çizgili bir deftere, 37 sayfa yazılmış. Asıl adı Hakîkatten Bir Bahis veyâ Teşrîh-i Hak. Henüz ilk sayfalardan itibaren anlıyoruz ki Mehmed Emîn Efendi'nin 81 senelik ömrünün (1873-1953) bir devrinde, kalp kapısı epey açılmış ve ilahî hikmetler oradan süzülüvermiş. Bu melamet eri belli ki kabında tutabildiklerini paylaşmak için kaleme sığınmış. Kim bilir o kaba sığmayıp taşanlar nelerdi? İnsan bunları da merak ediyor elbette.

İnsanın muhteşem bir varlık olarak bir türlü gaflet uykusundan uyanamaması meselesiyle başlıyor Emîn Efendi yazmaya. Oysa diyor zaman öyle bir zaman ki her şey ortada. Görebilen için ibretler de ortada hikmetler de. Hür doğan insanlar için cumhuriyeti de hür düşüncenin tahakkuku olarak yorumluyor. Gerçek sanılan efsanelerle çok vakit kaybedildiğini; âlimlerin, müneccimlerin, kâşiflerin, müverrihlerin ve hey'et-şinâs kimselerin kainat ve alemler bahsinden ondan birini bile bilmediklerini söylüyor. Sonra, "hiçbir şey yokken ne vardı?" sorusuyla başlayıp hem âlemlerin yaratılmasıyla Âlemlerin Rabb'inin maksadını yorumluyor. Aşk ateşiyle beraber kürelerin raksını, güneşten kopan yolcuları, güneşin hayatın kaynağı oluşunu, kara âlemi, büyük boşluğu, ihtilaf ve zıtlığın sebebini, boşlukların dolmasını bilime irfanî nazardan bakarak anlatıyor. Hak'tan başka bir şey yoktur, diyor her seferinde. Hayatın evvela sudan nebâtâta ve oradan da hayvanâta geldiğini hatırlatıyor. Hayat insana gelinceye kadar olan hadiseleri kısaca yorumladıktan sonra aşkın insana isabet etmesiyle insanın bu âlemin aziz misafiri oluşuna değiniyor.

"Allah insanda tecellî etmiştir de lâkin insanlar kendilerini bilip takdir edemiyorlar. Yerleri ve gökleri yoktan var eden Allah belki de insana gelmiştir de ona 'Ene'l-Hakk' diyerek feryâd ediyordur. Biz onu duyuyoruz. Duysak bile sem' ve itibâra almayıp inkârda ısrar ile kırda bayırda Allah arıyoruz... İnsan acaibü'l-acaib, anlaşılmaz öyle bir muammadır ki kendisini kendi dahi fehm ve idrâk edip anlayamaz. Aynı göz gibi ki göz her şeyleri görür, kendini göremez. İşte bunun içindir ki insan kendi kıymetini takdir edemez. Her tehlikeye atılır, sıhhatini muhafaza etmez, meratib-i aliyyeden derk-i esfele tenezzül eder."

Mehmet Emîn Efendi, insanların olayları yorumlarken hakikati gözardı etmelerinden yakınıyor. Nasıl ki hiçbir şey yoktan var olmamıştır, o hâlde olan her şey hayırlıdır. Kainatta yakışıksız hiçbir şey yoktur. Tabiatın her işi yerli yerindedir. İnsanın aklı ermese de her şeyin içinde hayır da saklıdır şer de. İnsan mümkün olduğunda ibretini almalı ve teyakkuz hâlinde yaşamalıdır. Şükür ve tefekkür bu yaşamın baş tacı olmalıdır. Her şeyin geldiği yere döneceğini ikaz niyetiyle hatırlatan Emîn Efendi'nin şu sözü üzerinde durup düşünmeli: "Herkesin huyu ve tabiatı hayatta iken cenneti ve cehennemidir."

İnsanların muhakkak bir bildiği var ama milyonlarca bilmediği var. Âlemlerin ömrünce yaşansa bile bu bilgiye erişmek mümkün değil. Çünkü âlemler yaşadıkça var oluş ve yok oluş sürüyor. Her an bir şeyler oluyor. Ana haber bültenini on beş dakika izleyince bile bunu görebiliyoruz. Yeryüzünün her yerinde birileri doğuyor, öbürleri ölüyor. Birileri zengin oluyor, öbürleri yoksullaşıyor. Sadece insan penceresinden değil; bitki, hayvan ve tabiat penceresinden bakınca da sürekli bir hareket görüyoruz. Acaba tüm bunları kavrama çabası gütmek yerine başka bir şeye mi yoğunlaşmalı? O içeriden gelen sese mi kulak vermeli? "Ey insan! Sende söyleyen ve dinleyip duyan ve dileyen ve gören ve tefekkür edip düşünerek fehm ve idrâk edip bilen nedir ve kimdir ki? Bunlar etin ve kemiklerin ve kanın ve sinirlerin işi değildir." diyor Emîn Efendi, bu satırları okuyanın ağzından hemen bir "Aman Ya Rabbi" çıkıveriyor. Yanlış anlaşılmasın, müellifin yaptığı süt çocuğuna bulgur pilavı verip onu boğmak değil. Tam aksine hakikat denen okyanusta bir damla olmaya niyetliysen, dervişliğe talebin varsa, demir leblebi çiğnemeyi göze alacaksın der gibi konuşuyor bizimle. An geliyor, o da bizimle beraber efkara düşüyor: "Gam nedir bilmez idik. İnsan olduk da başımızı bin bir belaya koyduk. Bin türlü dertler, belalar, gamlar, korkular... daha güneşe karşı işemeğe günah diyorlar."

Emîn Efendi, yolculuğu esnasında seyrettiklerini anlatırken, yaşadığı 'tuhaflıklar'a da değiniyor. Gayet yorgun ve aç olduğu günlerden birinde, bir ağaca yaklaşıp meyve koparmak istemiş de onun "Allah!" diye bağırdığını duyunca vazgeçmiş. Başka bir yere gitmiş, bakmış ki Allah diyen kimse yok. Çünkü görmüş ki orada Hakk'tan gayrı bir şey yok. Sesin sedanın, hareketin sükunun, makamın mekanın, yakının uzağın, mazinin istikbalin, yolun izin olmadığı bir yere vardığında korkmuş. "İşte burada kendimi kaybettim" diyor, "nasılsa bir avdetle kendime geldim, amma berbad oldum."

Hazret, eserinin sonlarına doğru insana manevi anlamda arınmak; iyi ve güzel bir insan olabilmek için kendince bildiğini söylüyor: İnsana iyilik etmek Hakk'a iyilik etmektir. İnsanların cümlesi kardeştirler. Birleştiren yalnızca aşktır. Kimsenin bedduasını almamalı, daima rızasını gözetmeli. Çünkü insanın rızası Allah'ın rızasıdır. Hak arıyorsan hemen kendi yakanı tut. İnsan olmak güçtür, çok güçtür. Fakat insandan başka da Hakk ve hakikat yoktur:

"Büyük ve küçük bütün varlıkta her ne var ise cümlesi de tamamıyla insandadır. İnsan bu varlık ağacının evvela tohumudur, sonra da çekirdeği ve meyvesidir, mahsulüdür. O kadar büyük ve o kadar ucu bucağı ve haddi hesabı olmayan büyük bir varlık en küçük bir insanda cem olmuştur. Başka bir şey, insan gibi her varlığı cem edememiştir. İşte bunun içinde insandan başka Hak denebilecek bir şey bulunamıyor. Bütün bu varlıktan maksad-ı aslî insandı. Cümle kainat ve zerrât-ı avâlim insanı vücuda getirmek için birer alet idi. Şeker istihsali için bin bir türlü alet ve edevat ile bir şeker fabrikası yapıldığı gibi."

Tasavvuf kitapları okumanın en lezzetli yanlarından biri de bu: Hiçbir şöhreti olmamış, kendi hâlinde yaşamış ve geriye iki üç satır gibi görünse de insanı gönül hânesinden vuran sözler bırakmış bir ârifle tanışmak.

Kitabın başında kendisinin birkaç şiiri de yer alıyor. Onlardan birkaç dizeyle yazımı bitirirken, Emîn Efendi'nin ruh-ı revanının şâd ü handan olmasını niyaz ederim.

"Ayıpsız olur mu insan olanlar / ayıpsız olanlar hiç olmayanlar."
"Yılan gibi zehri olan nefsin eğer / çocuk olup ağlarsa da verme meme."
"Mal cana yongaysa eğer / mal çok olunca can biter."
"Ah şu boğaz ah bu boğaz / ne oruç tanır ne namaz."
"Mağrur olma taciz eder seni bir sinek / İncitme hiçbir canlıyı hayat müşterek."
"Her işim daima cânânın işidir / ne için ben tevbe istiğfar edeyim."
"Şu pek dar vücudun binasını yık / bütün varlık dağının tepesine çık."
"Olmamdan çok evvel olmuşum / ölmemden çok evvel ölmüşüm."
"Ârif sana ne eyledi yakma onu / insafa gel, insafa gel, insafa gel."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İnsan günahlarını taşımak zorunda mıdır?

“Tevbe günâhını unutmamandır.”
- Sehl et-Tüsterî

Tevbe günâhını unutmandır.
- Cüneyd-i Bağdâdî

Kitaplar; sabah perdeyi açtığınızda apansız, şaşırarak gördüğünüz, siz uyanmazdan evvel usulcacık pervaza konuvermiş ak kanatlı güvercin gibi olmalı. Kitap okuma listelerinin direttiği kitaplar ise kuşlardan korkan çocuklara annelerinin muhabbet kuşlarını emanet etmeye benzer. Ömer. F. Oyal’ın 2013 yılında Ayrıntı Yayınları (YKY'de ilk baskı tarihi: 08.2020) tarafından yayımlanan Ferahlık Ânına Övgü adlı kitabı pervazıma konan ak kanatlı nârin kuş gibi. Ürküp uçmasın diye yazıyorum zaten bu satırları. Yazmayıp sadece anlatırsam uçuverir diye korkuyorum.

Dergâh dergisinin Haziran 2018 sayısında Prof. İnci Enginün hocamız Oyal’ın Magda Döndüğünde adlı kitabı hakkında bir inceleme yazısı yazmıştı. Dergâh dergisi ve çevresi ile kendisini tanıştırmış olmayı hasenât defterimin fahr çizgisi addettiğim kıymetli talebem ve dostum Lokman Yılmaz dergiyi benden evvel almış, bahsettiğim yazıyı ve akabinde de yazıda konu edilen kitabı okumuş. Bana da tavsiye etti. Behemehâl temin ettim, okudum. Modern romanlara karşı hiç de sebepsiz olmayan peşin hükümlerim vardı. Bu hükümler Magda Döndüğünde'yi okuduktan sonra epeyce kırıldı. Daha henüz bu yazıya konu olan kitabı okumamış olduğum için parçaları hâlâ etraftaydı lâkin. Lokman, aynı yazarın tasavvufla ilgili de bir romanı olduğunu söyledi bana. İster istemez dudak büktüm. Her ne kadar Tanzîmât sonrası Türk Edebiyatı’nda; özellikle de roman türünde tasavvuf motifi, seccade üzerinde Kâbe-i muazzama resmi kadar, Hacc dönüşü hediye olarak getirilen Çin malı beyaz takkelerin üzerindeki yıldız işlemeleri kadar alışıldık ise de; son yirmi yıldır bu motifin zemzem fincanı üzerine “yeni rakı” markasını nakşetmek kadar sakil bir hâl aldığı da âşikâr. Bu “popüler” kırılmanın etkilerini artık çok rahat görebiliyoruz. İbn Arabî’nin eserlerini bilip bilmediklerini yokladığım öğrencilerim arasında soruya Aşkın Gözyaşları şeklinde cevap verenler olmuştu. O kitaba isim olduktan sonra aşkın gözyaşlarının sel olduğu ve baskı sayısı olarak tecessüm ettiği ise ortada. Terkip halinde “Gözyaşları” ile arz-ı endâm eden aşkın, terkipsiz olarak Elif Şafak’ın kitabına isim olmasının sonrasında ise mânâsı ile beraber adı aşk ile başlamayan eski kitaplara veya şarkıdaki gibi lâle devrine göç etmiş olduğu ise muhakkak. Ömer F. Oyal’ın tasavvufu merkeze alan eseri, tasavvuf temasını iddialı bir başlıkla gözümüze tutmayarak tasavvufun ruhuna denk bir soylulukla işe başlamış oluyor zaten: Ferahlık Ânına Övgü. Bir çok imaya açık bir başlık bu. Mektûbât geleneğinin sûfiler nezdinde hayli mühim olmasının bize meçhul bir çok sebebi vardır. Fakat sûfîler mektup yazmayı tercih etme sebeplerinden iki tanesini bize anlatıyor: Anlatmak istedikleri mânânın, lafız kalıbına girdiğinde siyâsî ve hukûkî infiâl uyandırma ihtimâli ve mahremiyet. Aslında sadece tasavvuf geleneğinde değil, bütün ezoterik öğretilerde bu mahremiyet seziliyor. Herman Hesse’nin Doğu Yolculuğu adlı eserinde Siddhartha’dan naklen şöyle bir cümle var:

Sözcükler gizli saklı anlamı zedeliyor, dile getirilen her şey o an için değişiyor.

Yazımıza konu olan kitapta bu sır var öncelikle. Kitabın neşredildiği yayınevi ve yazarın Magda Döndüğünde isimli kitabının teması, Ferahlık Ânına Övgü'yü elimize aldığımızda tasavvufi/ruhî bir beklenti içerisine girmemizi perdeliyor. Kitap mahcûb bir kitap olarak elimizde duruyor. Perdeli. Üzerinde kalın bir hicâb örtüsü. Zaten ilk okuduğum kitabında yazarı esrarlı kılan bir noktayı sezer gibi olmuştum: Anlattığı dünyanın ruhuna hakimiyet. II. Dünya savaşında Bolşevik ordusunda savaşırken Führer saflarına geçen bir Buhâra’lının şahsiyetinde Türkistan’ı anlattığı esnâda, bir Zeki Velîdî Togan, bir Cengiz Dağcı ruhuna bürünüyor yazar. Sanki yılların Türk Milliyetçisi. Ama üç sayfa sonra Polonya’lı bir komünist ile karşılaşıyoruz. Zeki Velîdî ve Cengiz Dağcı elbiseleri bir kenara bırakılıyor; Nazım Hikmet’in ruhu kuşanılıyor. Ferahlık Ânına Övgü'yü de iki kelime ile anlatmaya çalışsam herhalde en uygunu "Serâpâ Empati" olurdu. Herkesin kendi hakikatlerini tahkim etmek, perçinlemek ile meşgul olduğu; 'öteki'ne ait hakikat savlarını anlamak için çaba sarf etmediği bir demde, yazarın iki farklı dünyayı bir araya getirip resmetmesi, sahnenin bir o ucuna, bir bu ucuna geçerek oynanan tek kişilik bir tiyatro oyunculuğu mahareti ile sınırları gösterebilmesi bu kitabı farklı kılıyor. Battal Gâzî filmlerinde çizilen kara papaz portesi ile hacı bakkal, üfürükçü hoca, kuvvâcı düşmanı kara cübbeli karışık sakallı imamın edebiyatımızda ve beyaz perdede birleştiği nokta zaten bu : Olduğu gibi sunmak değil; mübalağa ederek anlamsız kılmak. Hidayet romanlarımız da böyle yazılmaz mıydı zaten ? Ama bu kitap bize ana karakter Tamer’in şahsında kutsala uzak bir hayatı öyle berrak bir biçimde resmediyor ki kutsala uzak hayatların serencâmını anlamlandırmaya başlamak bir yana; kutsal ile kutsal olmayan arasındaki geçişkenliği, siyah ile beyaz arasında bir gri tonu olarak görmemizi de sağlıyor. Cihangir’de oturan ana karakterin yolunun mesleği dolayısı ile Fatih, Hoca Sinan Mahallesi’ne düşmesi ve orada tanıştığı insanların dünyalarını kendi hayat hikayesi ile birleştirerek anlamlandırmaya çalışması griliği canlandırıyor. Kahramanın hayatı ve tekke arasındaki yakınlık, uzaklık, soğukluk ve sıcaklık mekâna ait hisler değil. Tamer bazen Cihangir sokaklarının dervişi bazen ise Tekke’nin berduşu. İnsanın iç hesaplaşmaları, arayışları, çelişkileri mekânın ötesine, zamanın berisine taşınıyor böylece. Zaten olduğu ve belki olması gereken gibi. Kitapta yazarın da vurguladığı üzere: “Miraçta kalıcılık yok.” ve “Bunca çaba cennete girmek için değil; tamamlanmak için.”. Zaman ve mekanı aşan hafakanların ve neşvelerin anlatıldığı kitaptaki Cihangir-Fatih düalizmi, Peyâmî Safa’nın Fatih-Harbiye ikilemini aşıyor. Tasavvuf ile aşıyor. Çünkü Cihangir’e ismini veren Burhâneddîn-i Cihangirî mahşer gününü Cihângir’de bekliyor.

Yazarın tasavvufa dâir yazdıkları o kadar içeriden gibi ki; tasavvufun, New Age türü bir mistisizm olarak algılandığı çevrelerle dalga geçiyor zaman zaman. Bir derviş ile yemek masasında karşılaşan roman karakterlerine hemen şu soruyu sorduruyor yazar: “Mevlânâ falan ilginç değil mi? Mistisizm. Dönüyorlar falan.”. Aynı şekilde bir zikir meclisi tasvîri de yazarın olanı olduğu gibi betimleme kabiliyetini açığa çıkarıyor: “Meydanın kapısına yakın oturanlar yüzlerinde dağılan köpüklere gözlerini yumuyorlarsa da denizin tam içinde ve kopan sarhoşluğun kıyısındalar.”. Bu metaforlar tasavvufa dâir okumalar yapan birine âit olmalı. Çünkü bu satırları okuyunca muhayyilemiz bizi, Şeyh-i Ekber’in “Sahilsiz bir Umman” vasfına götürüyor. Yazarın, zikir esnâsındaki haykırışları “Feryât, dervişin çığlığıdır”; dervişleri ise; “Zamandan bir anlığına kopuvermiş insanlar.” olarak tasviri de tam bu manaya denk. Bu ifadeleri okuduktan sonra kitabın didaktik bir örgü ve kaygı içinde yazıldığı düşünülmemeli. Kitapta Cihangir ve çevresinde akan ilişkilerin ve hayatların betimlemeleri de çok çarpıcı. Kitabı baştan aşağı dikkatlice okuyanlar iki farklı kümenin aslında tek bir kümede toplandığını ve yazarın olanı olduğu gibi sunarak okuyucuyu bir noktaya doğru yönlendirdiğini fark edeceklerdir: İnsan günahlarını taşımak zorunda mıdır? Aslında bu sorunun cevâbı yazı başlığı altında verdiğimiz paradoksal iki cümlede ve dolayısı ile tasavvuf hermönetiğinde gizli. “Tevbe günahı unutmaktır ve aynı zamanda unutmamaktır.”. Bu iki cümle arasında çelişki yok. Cüneyd-i Bağdâdî ve Sehl et-Tüsterî’ye âit bu cümleleri tartışan Ebû Nasr Serrâc et-Tûsî; Sehl’in tarifindeki tevbenin, müridlerin tevbesi; Cüneyd’in tarifindeki tevbenin ise yolda mesâfe katetmiş tahkik erbabının tevbesi olduğunu söyler. Bu açıklama eşliğinde kitaba dönersek romanın ana karakteri Tamer’in mürid/arayan/soran/dileyen olarak günahları unutmuyor olması; diğer karakter Kerem’in ise yolda mesâfe kat etmiş, hakikate yaklaşmış şahsiyeti ile günah nâmına ne varsa onu hayatından ve hâfızasından çıkarması son derece tutarlı ve anlamlı bir hâle geliyor. Kitap bu paradoksu sunuyor bize.

Kitaplar üzerine yazılan yazılar genel geçer tabirle birer “spoiler”, bizim teklif ettiğimiz tabirle ise birer “tat kaçıran” olmadan kitabı yorumlayabilmeli diye düşündüm hep. Kitapların özeti değil ki beklediğimiz. İşte tam da bu yüzden kitabın ismi, ana fikri, karakterleri, geçtiği yer ve ana fikri üzerine kurulu ilköğretim ödevine benzeyen yazılara benzemesin istedim bu yazı.

Kitap tasavvuftan bahsediyor dedik. O halde tasavvufun sırrına denk bir giz bırakalım ortaya. Kitapta anlatılan tarikat hangi tarikat? Okurken bunu çözdüğümü zannediyorum. Kitapta herhangi bir tarikat adı geçmiyor halbuki. Lâkin; kitabın hangi tarikati merkeze aldığı kitabın içinde görünen ama hemen kaybolan iki kitap ile kendini ele veriyor. Kitap içinde iki kitap ve bir bilmece. Bahsedilen, daha doğrusu bir şekilde işaret edilen bu iki kitap vesilesi ile ilgili tarikatı bulabiliyorsunuz ve kitap çok daha anlamlı bir hâl alıyor.

Kitap ve tasavvuf yolculuğu da zâten zor bilmecelerin ölmeden çözülmesine dâir bir cevelân değil midir?

İnsanların uykudadır, bilmeceyi çözünce uyanırlar; yani ölünce.

Ölmeden önce ölmek de belki hakikat denilen bilmeceyi zikretmekten ibâret.

Bir çözebilseydik eğer zâten; yazmaz, konuşmaz, susardık.

Sadece susardık...

Mehmet Bilâl Yamak
twitter.com/mehmedbilal__

20 Ağustos 2020 Perşembe

Yaban'da Türk aydını ve Anadolu insanı arasındaki ilişki

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban romanında İstanbul sınırları içinde hapsolmuş Türk entelektüeli ile her biri zihnen kendi köyünün sınırları dışına çıkmamış Anadolu insanı arasında bir yakınlık, bir ilişki, hatta ortak bir gelecek kurmak istemiştir. Roman boyunca sürekli değişen karakterler üzerinden bu çabasını sürdürmesine rağmen romanın sonunda Ahmet Celal karakteri yoluna kendi başına devam edeceğini; “Bize gene yalnız yol göründü. Bu defteri Emine’ye teslim edip, tek başıma, yarı aç ve çıplak böğrümden kanım sızarak bitmez tükenmez uzaklara doğru yürüyeceğim.” sözleriyle bildiriyor. Yazar, Ahmet Celal karakterine bu sözleri söyleterek Anadolu insanı ile İstanbul entelektüeli arasında ortak bir gelecek tasavvurunun mümkün görünmediğini de ifade etmiş oluyor.

Mustafa Kemal önderliğinde bütün cephelerde Kurtuluş Savaşı’nın verildiği bir dönemde, bir Çanakkale gazisi olarak Eskişehir yakınlarında bir köye yerleşen bir Osmanlı subayının halkla yakınlaşma çabalarını ve Anadolu köylüsünün milli mücadeleye karşı takındığı kayıtsızlığı gözler önüne seren roman, cehaletin pençesinde boğulan Anadolu insanının dini ve ahlaki değerlerini gündelik çıkarlarına ve dünyevi zaaflarına kurban edişlerini de resmediyor.

Ahmet Celal; Celal Paşa’nın oğlu, Fransızca eğitimi almış, yetkin ve seçkin bir Osmanlı subayı olarak dönemin entelektüel kesimini temsil ediyor. Sürekli okuyan Ahmet Celal, köy halkının davranışlarını yer yer Shakespeare karakterleriyle yer yer de Yunan mitolojisine ait karakterlerle kıyaslayarak nasıl bir entelektüel birikime sahip olduğunu gösteriyor. Ahmet Celal’in peygamberlere ve kutsal metinlere dair verdiği örnekler de dönemin entelektüellerini tanımak açısından önemlidir sanıyorum. Ahmet Celal, daha ziyade Batı kaynaklı dini metinleri okumuş ve söz dağarcığı da bu şekilde oluşmuş bir karakter. “Yanımda bir ses. İsmail’in sesi. Hay, bu Tevrati akşam şerefine, seni adaşın İsmail gibi bir taş üstüne yatırıp boğazlamak kabil olsaydı.” sözleri buna örnek verilebilir. Ahmet Celal İslami hassasiyetin yerine pozitif bilimlere iman eden ve dini metinleri birer destan ya da efsane gibi okuyan Batı hayranı İstanbul entelektüeline de örnek teşkil ediyor.

Ahmet Celal, ilk olarak Mehmet Ali ile bir yakınlık kuruyor. Mehmet Ali; Ahmet Celal’in emrindeki bir asker iken onun sözünden çıkmayan, çalışkan, zeki ve iyi niyetli bir gençtir. Köye birlikte döndüklerinde ise şartlar değişir ve Mehmet Ali, kumandanı ile köylüleri arasında kalır. Ancak binlerce yılda oluşan kadim Anadolu yaşayışı içinde Ahmet Celal’le olan bağı kopar. Ahmet Celal, Mehmet Ali’nin tekrar askere alınmaktan çekinmesi karşısında ilk darbeyi yer. Milli mücadele ve Mustafa Kemal’e karşı köylüyle aynı tavrı takınması karşısında ise Mehmet Ali’ye olan güveni yok olur. Yazarın aydın halk yakınlaşması için ilk denemesi böylece başarısız olur.

Ahmet Celal, Mehmet Ali’nin tekrar askere alınmasından sonra annesi Zeynep Kadın’la yakınlaşmayı dener ama Zeynep Kadın da ona bir ‘yaban’ gözüyle bakmaktadır. Zeynep Kadın, oğlu İsmail’in isyankâr tavırlarından sonra kendine; “Ah, Mehmet Ali’m burada olsaydı. Ben ona gösterirdim,” şeklinde hayıflanınca Ahmet Celal; “Ben burada değil miyim? Sana söyledim, beni her işte Mehmet Ali’nin yerine koy diye.” sözleriyle yakınlık kurmak ister ama Zeynep Kadın hiçbir karşılık vermez. Böylece aydın halk yakınlaşması bir kez daha başarısız olur.

Ahmet Celal ve İsmail arasında daha farklı bir yakınlık gerçekleşir. İlk başlarda evin hesaba katılmayan küçük çocuğu olan İsmail, Emine’yle evlendikten sonra Ahmet Celal için bir düşmana dönüşür. Bu ilişki de aydın halk arasındaki çatışmanın temelde bir zihniyet farkıyla beraber bir çıkar ilişkisine de dayandığını göstermesi itibariyle önemlidir. Romanın sonunda Ahmet Celal ve Emine’nin birlikte kaçmaya başlamaları da Türk entelektüelinin bu çıkar çatışmasında masum olmadığını gösterir.

Ahmet Celal, Emine’nin İsmail’le evlenmesinden sonra Zeynep Kadın’ın evinden ayrılarak Bekir Çavuş’un eski bir evini tamir ettirmek suretiyle oraya yerleşir. Esasen bu olaydan sonra köyü terk etmesi de beklenebilirdi ama yazar, Türk entelektüeli ile Anadolu köylüsü arasında bir bağ kurma çabasına devam edecektir. Bu sefer Emeti Kadın ve daha çok torunu Hasan ile yakınlık kurmaya çalışır Ahmet Celal. Her ne kadar Hasan’ın kendisini anlayacak yegâne ruha sahip olduğunu söylese de onunla da mevcut durumu tartışamaz. Ülkenin içinde bulunduğu duruma dair köy halkından kimseyle dertleşemez.

Ahmet Celal’in en sağlıklı ilişkileri Süleyman ve Memiş karakterleriyledir. Bu iki karakter de yarı meczup, yarı düşkün insanlar olmaları bakımından ironik bir çağrışım taşırlar. Memiş ansızın ortadan kaybolurken Süleyman Yunan ordusunun yaktığı yangında yok olur. Bu iki karakter eylemsizliği temsil etmeleri itibariyle Anadolu köylüsünün olası bir ortak gelecekte eylemsiz kalacağını, en iyi ihtimalle olumlu bir katkısının olmayacağını göstermeleri bakımından önemlidir.

Ahmet Celal, köyde ayrıca Salih Ağa ve Beki Çavuş’la da ilişki kurar ama bu ilişkilerin biri çıkara dayalı iken bir diğeri düşmanlık esasına dayalıdır. Bununla beraber en gerçekçi ilişki Salih Ağa’yla arasındaki düşmanlık ilişkisidir. Ahmet Celal’in bütün ilişkileri bir vesileyle son bulurken Salih Ağa’yla düşmanlığı sona ermiyor ancak roman boyunca Salih Ağa’ya toz kondurmayan köylü, Yunan mezaliminden işbirliği sayesinde kurtulan Ağa’ya karşı nefret duymaya başlıyor.

Ahmet Celal’in yakınlık kurmak istediği karakterlerden Mehmet Ali, ikinci kez askere alınmasından sonra bir daha köye dönmüyor; Memiş, ansızın köyden kayboluyor; Hasan, Yunan askerleri tarafından öldürülüyor; Zeynep Kadın ve kızları, Yunan askerlerinin tecavüzüne uğruyor; Süleyman, Yunan askerlerinin çıkardığı yangında yanarak can veriyor; Emine ise Ahmet Celal’le kaçarken vurularak yolda kalıyor. Bütün bunlar Türk entelektüeli ile Anadolu köylüsü arasında kurulacak ortak bir geleceğin mümkün görülmediğini işaret ediyor.

Ahmet Celal’in romanın son kısımlarında not defterine yazdıkları bir entelektüel olarak bu ilişkiyi nasıl yorumladığını göstermesi açısından önemlidir. “… Ondan ricam şudur ki, burada bana bir yabancı muamelesi ettikleri, beni kendilerinden saymayıp daima manevi bir ezaya mahkûm kıldıkları için köylülere bir öfke bağlamasın. Onları, ben küçük sığırtmacın ölüsü başında affettim. Ve bu umumi facia anında hepsine, hatta Salih Ağa’ya bile hakkımı helal ediyorum. Bunların hiçbiri ne yaptığını bilmiyor.". Bu satırlar, Anadolu köylüsünün içine düştüğü atalette Türk entelektüelinin de suçu olduğunu itiraf eder niteliktedir.

Yazar, bu ortak gelecek fikrinin her ne kadar mümkün görünmediğini söylemiş olsa da bunu bir rüya gibi yaşamaktan ve bu geleceğin rüyasına inanmaktan kendini alamıyor. Ahmet Celal ve Emine’nin kaçarken vuruldukları esnada Ahmet Celal bir anlık bir rüyaya dalar ve rüyasını şu şekilde tasvir eder; “Bir rüyada Türk köylüsüyle, Türk entelektüeli arasındaki acıklı davadan hiçbir eser kalmadığını gördüm. Emine’nin bir ağaç dalına benzeyen kolları benimle o husumet ve ilgisizlik dünyası arasında kalın ve sağlam bir bağdı. Köyde geçirdiğim iki-üç yıllık zaman içinde, bana bir cehennem azabı çektiren bütün tiksintilerim, öfkelerim, gayızlarım, isyanlarım, umutsuzluklarım sağ böğrümdeki yaradan sızan kanlarla beraber akıp gidiyor. Sanki içimin ufuneti patlayıp bu delikten boşalıyor gibi… Öyle bir rahatlık, öyle bir rahatlık hissediyorum ki…

İşte bu rüya, romanın sonunda, gelecek asırlarda Türk köylüsüyle Türk entelektüeli arasındaki derin uçurumun kapanacağına dair bir umudu salık vermesi itibariyle oldukça önemlidir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

18 Ağustos 2020 Salı

Bizi insan sıfatında toplayan emsalsiz şey: beynimiz

Bizi “insan” sıfatında toplayan ve diğer canlılardan üstün kılan emsalsiz yapan şey; beynimiz. Geçen yüzyılda aldığımız yola rağmen sonu henüz bulunamadı. Belki daha doğru ifade ile sonu yok ama bu sonsuzluk henüz itiraf edilemedi. John E. Dowling tarafından yazılan ve Ketebe Yayınları’nın bastığı Beyni Anlamak ile bilinen beyin coğrafyası, ilk dört bölüm ve geri kalanı olarak ikiye ayrılmış. İlk dört bölüm beyinle ilgili güncel anlayışı aktarmak için gerekli temel bilgileri sunuyor ki bir nevi meraklısına ön hazırlık. Kalanı ise beynin zihni nasıl ortaya çıkarttığıyla ilgileniyor denilebilir. Görme, algı, dil, bellek, duygu ve bilinç irdeleniyor. Nörobiyolojinin bir psikoloğa zorunlu olarak verilmesinin gerekliliği de tam olarak burada önem kazanıyor.

Sayısal sözel olarak ayırdığımız bilim ile vasıfsızlığın kapılarını araladığımız alanların yüzlerce ispatından biri daha bu alandadır. Nörobiyoloji psikolojide devrim yaratsa da, psikologların bölünebilme kurallarını kavramayı beceremeyenlerden eğitildiği toplumlarda bu devrim pek de sahaya yansımamıştır.

Bilinç, tarih boyunca ne kadar anlaşılmaz ise o kadar üzerine konuşulmuş bir kavram olmuş. Beyin biliminden etkilenmeyen hiçbir tıp alanı olmamış. İnsan vücudunun hatta evrenin bütünlüğünü kavrayamamış meslek erbaplarından beklenebilecek bir kalite pek tabi değildir bu bütün ile amel etmek. Bu nedenle, şayet varsa üç beş meraklısı, meraklarını giderip evrenlerini genişletebilecekleri, kesret bilgisine ulaşıp vahdeti görebilecekleri bir kitap olmuş Beyni Anlamak. Bu kavrama için taşınması gereken can simidi; Nörobiyoloji ile bilişsel bilimin, psikolojide harman edilmesidir. Edilmezse ne olur: Şimdiki gibi aynı cümlenin öznesini yüklemini değiştirip beylik mottolar yazan çok da üstün olmayan dökmeler veya “yolla kocayı keyfine bak” diyen ablalar psikolojinin pirleri arasında kalırlar, raiting rekorları kırarlar. Epifiz bezinin ne olduğunu, bünyenin biyolojik saatlerini bilmeyenlerden “Prozac” medeniyetleri kurulur. Yer miyiz? Yeriz. Yiyoruz. Bu yüzden 21.yy’da Nörobiyoloji’nin en önemli işlevi bu birleşme olmalıdır ve olacaktır.

Aksi halde; vakıf olunamayan bu bütünsellikte, anlattığımız ilimsiz alimlerin yani nörobiyoloji ve davranış arasında köprü kuran mekanizmaları bilmeyenlerin sunabileceği iki tedavi yöntemi vardır. Birincisi yeni nesil: Bir dağ başında hayatın anlamını ara, yoga yap, evrene mesaj yolla ama mümkünse vahşi hayvanlara da yolla ki az öteden geçsinler, der. Yine mekanizmaya hakim olduğundan değil “iyi düşün iyi olur” geyiğinden. Bununla beraber yogacıların çoğu panik bozuklukları olan bireyler olunca demek sayısal bilimi atlayarak olmuyormuş çıkarımına kolaycana varılabilir. İkincisi de klasik ekol: “Kaygı bozukluğu” var sende al bunu uyu, derler. Uyu uyu, uyumak iyi gelir. Gece gündüz uyu. Çok da düşünme. Aman ha düşünme. Düşünüp de n’pcan? Alışverişe git. Tatile git. Kuaföre git. Saat koleksiyonu yap. İç bu ilacı, uyanıkken tekstil ve modaya, uyurken ilaç sektörüne çalış. Üçüncü bir yol yok. Birleşmiş bir yol da yok. Oysa kimyanın da nefes alma biçimlerinin de diyaframındaki oksijen miktarının da çalışan bağırsak, güneşten aldığın enerji, inanç, telkin, koaför veya tefekkürün de; gülümseme, ağlama, doğru sinir resöptörüne yapılan müdahale, beslenme ve kan dolaşımının da senin huzurunda payı vardır.

Bilim bölündükçe hikmetin sadece bir olduğunda kavranan manası silinmiştir. İşte bu birliği kavratma derdindeki yazarın, yıllarca, Harvard’da birinci sınıf öğrencilerine verdiği seminerlerin temel kitabı olarak kullandığı Beyni Anlamak, nörobilime ilgi duyan fakat nörobilim alanında uzmanlaşmaya niyeti olmayanlar tarafından da kolaylıkla anlaşılacak keyfiyettedir. İlk dört bölümde, beynin genel yapısı, beyin hücrelerinin bilgiyi nasıl aldığı, hücrelerin birbiri ile iletişimi ve duyusal reseptörlerimiz ile deneyimlediğimiz dünyanın bilgisini nasıl edindiğimiz, terim ve retoriğe hakim olmayanları da kitaba hazırlıyor. Beşinci bölümden itibaren ise omurgasızların nöral ve davranışsal mekanizmalara ışık tutmasındaki maharetine; mürekkep balığında büyülenip, oradan insan beyninin bölümlerine; beynin en bilindik kısmı görsel algı mekanizmalarına; beynin genişleyebilir oluşu ve esnekliğinin mümkün oluşuna yer veriyor. On ikinci bölümden sonra ise daha çok zihin devreye giriyor. Duygusal davranışlarınla veya rasyonelliğinle neresi ilgileniyor ve bu yer zarar görürse neler olur? Özellikle bu konudaki örnekler ve yazarın her bölümü örnekler ile anlatmasının çekiciliği tahmin edilebiliyordur eminim.

Alan ile ilgili olan bu çekicilik otonom sinir sistemi içerisindeki diyalektikten gelir. Organlar beyinden karşıt tepkileri sempatik sinir sistemi ve parasempatik sinir sistemi olarak ikiye ayırıp emir alırlar. Sempatik sistem kan akışını hızlandırır, kalp hızlanır, göz bebeği büyür, sindirim durur. Bu ortalama herkesin bildiği. Bilinmeyen, sürecin tersine de işlediği. Mesela bağırsağınıza iyi bakmadığınızda aynı duraklar geriye doğru, eksi çalışır ve zamanla sempatik sinir sisteminizin savunmaları göçer. Yani bu sistemi düzenleyecek olan parasempatik sinir sistemi “dinlen ve sindir” emrini yerine getiremediğinde, buna izin verecek beslenmeyi sağlamazsa, hayatın anlamı, yüce dağ başlarındaki mide gazı ile bulunamaz. Mesela, kaza sonucu otonom sinir sistemi zarar görenler daha başarısız daha kaygısız daha umursamaz daha tembel insanlara dönüşebilirler. Huyunun değil beyninin değiştiğini kavrayamayan bir psikolog bu insanların hayatında yorucu bir hal alır.

Hülasa “Zekanın gerçek işareti bilgi değil hayal gücüdür” diyen Einstein düşünülünce ve bilincimizin keşfedilememesinin bizi koruduğu olasılığı ağır bassa da beynin yüzeysel işleyişinden haberdar olmadan anlam olanaksızdır. Hatta yaşam olanaksızdır.

Mavi Çınar
instagram.com/psikologmavicinar/

Tarihçiler ve tarih dersleri neden sıkıcıdır?

Müstesna tarihçilerimiz var elbette ama bunlar hemen her alanda olduğu gibi ilk akla gelenler değil. İlk akla gelenlerse, kolayca tahmin edilebileceği gibi ekran yüzü görmüş, insanların duymak istedikleriyle iktidarların olmasını istedikleri arasındaki açığı tarihten örneklerle kapatma işini iyi becerebilmiş, basiti karmaşık karmaşığı basitleştirerek ilgi çekmeyi başarabilmiş kimseler.

Konu ne olursa olsun ve de tarihi gerçeklik ne derse desin asla boşa düşmeyen, diğer bir deyişle yaş tahtaya basmayan ve bütün bunlar için tarihin engin derinliklerinde her durum için sayısız olay bulup her koşulda kendi konumlarını güçlendiren bir tarihe inanan, bugünün eksikliklerini tarihle kapatan, “geçmiş satıcısı”, mahir ticaret erbabı.

Bu kişiler, bugüne tarihten bakmak, bulanık olana ışık tutmak ya da geçmişin bugünkü yeniden şekillenişini aydınlatmak yerine tarihi bugüne uyduran, güncel tartışmaların dışına çıkmayarak bu tartışmalara derinlik kazandırmak için tarihi bütünüyle araçsallaştırırken bir yandan da tarihsel olayları ve isimleri kullanarak kendi görüşlerine otorite kazandırma hünerine sahip kimseler. Toplumun tarih eksikliğini kapatırken bu arada kendi eksiklerini de tarihle kapatan hünerli eller. Tarihten bugüne gelmek yerine bizi tarihe götürerek istedikleri gibi bir geçmişi birlikte üretmemiz için popüler hale getirerek hem bugünü hem de geçmişi kurtaran kahramanlar ya da!

Benim tarih hocalarım hep sıkıcı kimselerdi. Bu ülkede bunun bana özgü bir kötü şans olmadığını da gayet iyi biliyorum. Tarihin çok önemli ve tekerrürden ibaret olduğunu, ondan ders almak gerektiğini (hiç ders alınsaydı tekerrür eder miydi tarih!), tarih bilincimizin çok ama çok eksik olduğunu oysa bizim gibi büyük tarihten gelen milletlerin herkesten çok tarih bilmesi gerektiğini ve buradan hareketle, bugün olamayan, yapılamayan, ters giden, başa çıkılamayan ne varsa bunun ana nedeninin tarihimizi iyi bilmemek ve ona sahip çıkamamakla ilgili olduğunu hamasi bir içerikle söyleyen, yaşadığı hayata karşı heyecansız ve hatta öfkeli insanlardı çoğunluğu. Bir çoğu dalga konusu olur, öğrenci sohbetlerinin aranan mizah malzemelerini sağlarlardı.

Biraz da bu hocaların söylediğinin tersinin daha doğru olabileceğine dair içimde beliren sezginin etkisiyle, kişisel olarak bu yaygın, toplumun tarih bilincinin “eksikliği” klişesine hep temkinli yaklaşmayı seçtim. Bu toplum, tarihi bilinçli bir şekilde bilinç dışına atıyor olabilir mi diye düşünüp hep. Geçmişe gidip bugünkü meselelerin cevabını orada aramaktan ve bugünü tarihin doğrusal bir uzantısı saymaktansa onu bugünde yeniden şekillendirip canlı ve yaşanır kıldığını ama bunu açıklayamadığını, tahrif etmeksizin dönüştürdüğünü ama bunun anlatısını yapamadığını çünkü yeterli edebi ve felsefi derinliğe ulaşamadığını düşündüm ve de. En büyük eksikliğinse iktisat tarihi, savaş tarihi, gündelik hayatın tarihi ve hatta siyasi tarihten çok düşünce tarihi alt başlığında olduğunu hissettim. Bizde en az olan tarihçi türünün düşünce tarihçisi olduğunu gördüm zaman içerisinde (Gerçekten de bizde düşünce tarihçisi diye biri var mı?)

Birkaç gün önce, başka bir nedenle Stefan Zweig’ın Geleceğe Güven kitabını karıştırıyordum ki bu sorularımın pek çoğunu cevaplayan “Tarih, Bir Yazardır” yazısıyla karşılaştım. “Tarihle ilk karşılaşmamız okulda olmuştu” diye başlayıp, “Okul çağındaki çocuğa ilk ve en önemli dersi verme görevi hep tarihe düşer” diye devam eden bu yazı bizde tarih bilincinin neden olmadığını açıklıyordu. Okullarda okutulması gereken şey, basmakalıp bilgilerle ve klişelerle dolu sıkıcı oldu-bittiler değil insanlığın “en bilge yazarı” olan tarihin heyecan verici anlatımı ve her an yeniden şekillenen bugünün tarihle buluşması olmalıydı.

Zweig, okul yıllarındaki asık suratlı ve sıkıcı tarih öğretmenlerinin anlattığı tarihi hiç sevmediğini, hepimiz gibi sırf zorunlu olduğu için durumu idare ettiğini, “Tüm kaosu düzene sokup güzel bir şeymiş gibi önümüze koymuştu” dediği derslerin tarihine ısınamadığını anlatırken bir yerde şöyle der:

Fakat arada sırada öyle olaylar vardı ki, serüvenleri andırdıkları için kitabımızın sayfalarını hızlı hızlı çevirerek coşkuyla okumuş, hayal gücümüzü zorlamış, anlatılanları gözümüzün önüne getirmiş, hayran kaldığımız kişileri kahramanlaştırmış, hatta onların rolünü üstlenmiştik. Kendimizi kimi zaman Konradin, İskender, Sezar veya Alkibiadis gibi hissetmiştik.” (s.170).

Bu gayet normaldir ona göre. Genç insanları heyecanlandıran, gözlerinde büyük kahramanlar yapan o isimlerin tarihte elde ettikleri zaferlerle ünlenmiş kişilerdir. Başka bir ifadeyle, gençlik, zaferden, büyük kahramanlıklardan ve başarılardan hoşlanır. Gençlik tam da böyle bir şeydir oysa belki de tarih bunun tam tersidir! (Buradan bakınca tarihçiliğimiz hep genç!)

Zweig için tarih bir yazar gibidir; yaratıcı ve bunaltıcı, üretken ve verimsiz, sıra dışı ve çok olağan: “Bizler için önceleri bir öğretmen olan tarih, ileriki yıllarda acımasız bir kronikçi, hatta bazı anlarda bir yazar oluverir. Evet, her zaman değil, sadece bazı anlarda. Her yazarın yaşamının her anında, yirmi dört saatinin her dakikasında sürekli yazar olmadığı gibi.” (s.171)

Tıpkı bir yazarın yazabilmesi için sayısız verimsiz gün geçirmesi, uzun durağanlıklardan geçmesi ve güç kazanmasının gerekmesi gibi yani. “Goethe’nin ‘Tanrı’nın gizemli atölyesi’ dediği tarihten [de] her zaman büyük, heyecan verici, sarsıcı ve etkileyici olaylar yaratıp kahramanlar çıkarmasını talep etmek de çok anlamsızdır. Hayır, tarih de sürekli olağanüstü insanlar, insanüstü büyük kişiler çıkaramaz. Onun da yaratıcılığı sınırlıdır, ara vermesi gereken süreçler vardır. Tarihi, sürekli kurşunlar sıkılan, gerilimi yüksek, her sayfası heyecan dolu bir polisiye roman sananlar onu yanlış tanımışlardır.” (s.171).

Zweig’a göre, tarih zaman zaman tekrarlanıyormuş gibi görünse de gerçekte kendini hiç tekrarlamaz: “O kimi zaman benzerliklerle oynar. Çünkü, elinde o kadar çok malzeme vardır ki, gerektiğinde bu tükenmez kaynaktan istediğini seçer ve yeni durumlar yaratır. Evet, tarih hiçbir zaman ve hiçbir yerde kendini tekrarlamaz. O sadece iletir, değiştirir, aynı melodiyi başka tonda çalan bir müzisyen gibi çalışır. Tabii arada sırada yaşanan kimi benzerliklerle bizleri şaşırtır. Fakat sadece şaşırtır. Tarihin bu üstünkörü oyunlarına aldanan ve tarihteki benzeri örneklere güvenerek kararlar veren politikacılarla devlet adamlarına acımak gerekir.” (s.175).

Zweig için tarih tekrarlanamadığı veya tekrardan ibaret olmadığı gibi -ya da tam da bu nedenle- geleceğin tarihinde olup bitecekleri önceden görmek de mümkün değildir. İlerde ne olacağını kimse hesaplayamaz bu yüzden. O tıpkı bir tiyatro eseri veya romandaki beklenmedik sonlara benzer şekilde sürprizlerle doludur. Hatta, belki de esas işlevi insanı şaşırtmak ve bu dünyanın yaratıcısı ve belirleyicisinin o olmadığını anlatmaktır. “Bu nedenle bizler hiçbir zaman geleceği belirleyemeyeceğiz” dedikten sonra bir kez daha Goethe’ye başvurarak şöyle der Zweig:

‘Hasretini çekeceğimiz bir geçmiş yoktur’ der Goethe. ‘Geçmişin unsurlarından oluşmuş sürekli bir yeni vardır.’ Tarih tekrarlanamaz, o sadece başarılı bir sanatçı gibi benzerliklerle oynar, hiçbir zaman eskileri tekrarlamaz, hep yeni şeyler yaratır. Yaratıcılığı için ona gerekli olan ve hiç tükenmeyen tek madde dünyadır. Tanrı da ona bütün özgürlükleri vermiştir. Her şeyin kurallar ve sınırlar içinde olduğu dünyada özgür ve egemen olan odur. Tarih bu özgürlüğünden çok akıllıca bir biçimde yararlanır. Evet, erişemeyeceğimiz bu yazarın karşısında saygıyla eğilelim! O hep ustamız olacak.” (s.176).

Zweig için tarih, “Hem coşkulu hem de dokunaklı anlatımı çok başarılı kullanan bir yazar, bir sanatçıdır. O kibirli değildir, sadece büyük olayları ele almaz. Başarılı bir polisiye veya dedektif romanı yazmaktan da hiç çekinmez…Dünya tarihi [tıpkı kendi tarihimiz gibi] çok kapsamlı, bütün sayfaları dolu dolu, baştan sona okunabilecek devasa bir kitap değildir. Yüzlerce sayfası ya boştur ya da okunamayacak şekilde bozulmuştur. Oralar ancak kimi bağlantılar ve düşlemlerle doldurulabilir. Tabii tarihteki bütün bu gizemli bölümler, ‘boşluklar’, onları doldurmak isteyen hayal gücü yüksek bir yazar için çok çekicidir. Tarihi olayların eksik yerlerini, bazı bağlantıları da kullanarak kendi düşüncesine göre yorumlar…tarihte tek ve zorunlu bir gerçek yoktur. O, en ufak bir olayda bile önümüze birbirinden çok değişik gerçeği, görüşü ve iletiyi koyar.” (s.177-181).

Başa dönersek, bizim gibi ülkelerdeki ana tarih sorunu, bu alanın belki en yüksek yaratıcılığa ve hayal gücüne ihtiyaç duyması ama buna karşın en sıkıcıların bu alanı doldurmasıdır. Belki de bu yüzden hayal gücü ve yaratıcılığı hayli gelişmiş bir toplum olarak bizdeki durum, tarihin reddinden çok tarihçilerin reddi ve kendi hikayesini kendi yazma arzusu, bugünü tarihe değil tarihi bugüne uydurmama çabası ve bir gün yazacağı eseri için verimsiz gibi görünen bir güç toplama zamanlarıdır.

Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca