"İki kadın bir adam, aşk çekilir aradan."
- Yıldız Tilbe
Ülke insanını ve onun duygularını iyi tanıyan, iyi okuyabilen yazarların romanları, en kuvvetli psikolojik metinleri içeriyor. Bu anlamda psikoloji biliminin her şeyini, evet her şeyini edebiyata borçlu olması çok doğal. Bir yandan Dostoyevski, diğer yandan Ahmet Hamdi Tanpınar okuyup da bir insanın metinlerin içine gömülmüş fakat diğer yandan hem acımasız hem de yalın bir formda yazılmış insan ruhuna dair duyguları, hisleri keşfetmesi bambaşka bir zevk. Günümüz Türk edebiyatında da bu ekolü kendi hâlinde, sessiz sakin ama derinden sürdüren yazarlar var elbette. Özellikle Behçet Çelik, Kemal Varol, Nermin Yıldırım, Şule Gürbüz gibi isimlerin gerek dilleriyle gerek kurgularıyla mutlaka takip edilmesi, dikkatle okunması gerektiğini düşünüyorum.
2019'un sonlarına doğru Behçet Çelik'in İletişim Yayınları'na geçtiğini gözledik. Önce Belleğin Girdapları, peşinden Dünyanın Uğultusu ve nihayet Soluk Bir An ile üç romanı peş peşe okura sunuldu. Yakında, 2008 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülen kitabı Gün Ortasında Arzu da okurla yeniden buluşacak. Benim gibi boyut, font ve kapak takıntısı oldukça fazla olan okurlar için bu yayınevi değişikliği pek sevindirici. Diğer eserleri de transfer olduğunda kitaplıklarda ciddi bir raf tutacak Behçet Çelik. Görünürlük ve dolayısıyla okunurluk anlamında hayırlı olmasını temenni edip kitaba geçiyorum.
İnsanın belirsizliği ile aşkın belirsizliği arasında salınan bir roman Soluk Bir An. Gençken kendine denenmemiş, yürünmemiş yollar bulmaya çabalayan ama zaman geçtikçe aslında özgürlüğünü değil de güvenliğini aradığına inanan bir karakter var karşımızda: Taner. Zaman denen kavramla çok ciddi bir polemiği var. Ne geçmişle ilgilenmek istiyor ne de gelecekle. Bir tutkusunun olup olmadığını sorgularken bile işte bu zaman açmazından yararlanmaya çabalıyor. Ne ki ona kendini tam manasıyla hissettiriyor, işte zaman orada, an orada. Zaten anılar da orada değil mi? Vaktin değerini, kıymetini ölçemeyecek kadar kendimizi kaybettiğimiz duygular değil midir anılar? Bundan olsa gerek, sonradan sadece gözümüzde canlandırabiliyoruz anıları. O duyguları, hisleri yeniden hissedemiyoruz. Sadece hatırlayabiliyoruz. 'Varolmanın dayanılmaz hafifliği' yapışır Taner'in yakasına tüm bu sorgulamalar içinde. Evlidir ayrıca, Yasemin'le. Oğlu da vardır, Cem. Ancak Yasemin'in en yakın arkadaşı, eve sık sık girip çıkan Esra çokça aklını karıştırır. Sanki eşiyle beraber tükettiği duygular Esra'da yankı bulacaktır. Neticede Taner'in umududur bu. Ne Esra'nın haberi vardır bundan ne de Yasemin'in haberi. Cem ise babasının gençliğini yaşar bütünüyle; baba tarafından sevgi görmeyen, işin tuhafı sevgisizlik de görmeyen, evle olan irtibatını anneyle ve televizyonla kurmuş modern zamanların klasik çocuğu.
"İnsan ömrünü kendine bir benlik, kişilik oluşturmakla geçiriyor, sonra gün geliyor önündeki en büyük engelin bunlar olduğunu fark ediyor" diye yazmış Behçet Çelik. Yazarın, Taner'in, Yasemin'in, Esra'nın, gelecek zamanlarında Cem'in ve kitabı okuyan okurun tam da şu zamanlarda en çok yaşadığı his. Benliğin gölgesinde serinleyeceğini zannederken orada kavrulmak ve kavrulduğunun da farkına bir türlü varamamak. Çünkü "herkesin kendini övdüğü bir çağda yaşıyordu. Kimse utanmıyor bundan. Giderek daha yüksek sesle daha çok övüyorlar kendilerini, yapıp ettiklerini...". Evlilikte de dostlukta da aynı şeyleri yapmanın değil, aynı şeylerin yapmamaman ve bu yapamayıştaki anlayışın bir temel olduğunu hatırlatıyor Taner'in ilişkisi. Hep tersinin doğru olduğu, aynı şeyleri sevmenin değerli olduğu söylenir. Aynı şeyleri yapmakta sorun yok, peki yapamazken sorun var mı? İşte her türlü ilişkinin yüz puanlık uzmanlık sorusu. Behçet Çelik, buna benzer bir terslik daha işliyor romanda. "Bir insanı başka bir insanla aldatırız sanmak ne kadar yanlış. Bir insanı ancak onunla aldatırız. Ona başka biri muamelesi yaptığımızda." diyor. Hayatımızdaki en önemli insanları başka birilerinin yerine koyduğumuzda ilişkilerin derinliği kaybolur, taşlar yosun tutar, çamaşırlar kirli kalır, dilden söz çıkmaz. Hayat koca bir illüzyona dönüşür. Ne acı ki bu illüzyona başkası tarafından maruz bırakılmayız böyle durumlarda, basbayağı bir kurmuşuzdur bu tuzağı kendimize.
Taner basit bir Yasemin-Esra arası salınma yaşamıyor. Arkadaşlarıyla da ilişkisini gözden geçiriyor, çocuğuyla da. Böylece hayata topyekun kafa tuttuğu anlar yaşıyor. Sıkılıyor, terliyor, bunalıyor. Bazı acıların gençken atlatılacağına inanıyor, belleğin bunca acıyı nerede sakladığını sorguluyor, hatıraların da pas tutabileceğini düşünüyor. İnsanlar arasındaki ilişkilerde derdin, samimiyetin ve yük oluşun kapladığı yeri çözüyor: "Kimsenin kimseye ilaç olmayacağından adı gibi emin; bir insanın bir başkası için yapabileceği tek şeyin ona dert, yük olmamak olduğuna inanıyor."
Roman ilerledikçe ve Taner bize hafızanın hem acımasızlığını hem de kudretini hatırlattıkta, başka başka karakterlere bürünüyor sanki. Oğuz Atay'ın Hikmet Benol'u, Yusuf Atılgan'ın Bay C.'si, Franz Kafka'nın Gregor Samsa'sı ve benim çok ama çok sevdiğim Hermann Hesse'nin Bozkırkurdu, hatta belki de Siddhartha'sı... Ne istiyor bu adam, kimin karakterine bürünmeye çalışıyor, yaşamdan en büyük beklentisi ne, bu yaşadığı bezginlik mi depresyon mu yılgınlık mı, tüm zamanları kendi düşüncelerinde ağırlayıp kahraman mı olmak istiyor diye düşünürken okur, ansızın söyleyiveriyor memnuniyetsiz oluşunun ardındaki hassasiyeti ve öfkeyi: "Lüzumsuz yere ne kadar önemsiyoruz kendimizi, duygularımızı açıklamıyor, diplomatik demeçler veriyoruz her seferinde; sözlerimizle haklar kazanılıp gasp edilecek, ülkeler, sınırlar değişecekmiş gibi. Bizi yıllar sonra da haklı çıkaracağını umduğumuz laflar geveliyoruz ağzımızda. Zamana hâkim olacağımızı sanıyoruz böyle yapınca; ellerimizin arasındaki yegâne zaman kayıp gidiyor; görmüyoruz."
Romanın başındaki tansiyon nasılsa, sona doğru da öyle ilerliyor. Bunu bir okur olarak muazzam buluyorum. Büyük ümitler vermiyor, iddialı bir son hazırlamıyor, mutluluk ve mutsuzluk ötesinde, çok başka duyguların ve hislerin peşinden gidip okuru hiç de rahatsız etmeden bir ışık tutmaya çabalıyor. Tıpkı Taner gibi aslında. En çok da şunu söylüyor biterken: "Herkesin birbirine yalan söylemek zorunda olduğu bir düzeni vardı dünyanın. 'Yalan dünya' dedikleri bundan başka bir şey değildi."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
7 Ocak 2020 Salı
İnsan kendi 'ben'ini görmek için ötekine bakmalıdır
Ben, Öteki ve Ötesi, İbrahim Kalın’ın daha önce yayımlanan İslam ve Batı isimli kitabının çok genişletilmiş, daha kapsamlı hali. Yazarın soy ismi ile müsemma kalınca bir kitap.
Kalın, kitabı 'İslam ve Batı toplumlarının 'ben' ve 'öteki' tasavvurlarını dikkate almadan, yaşanan gerilimleri ve muhtemel uzlaşı ve çıkış noktalarını bulmamızın mümkün olmayacağı' ana fikriyle kaleme almış. "Ben başkalarından söz ettikçe aslında hep kendimden söz etmekteyim" diyen Montaigne bu sözü ile kitabı özetler mahiyette.
Modern dönemde üç temel yaklaşım var: biri ötekini tamamen yok sayan bir bakış açısı. Yani, her şeyin hakikati, olan ve olması gerekeni benim. Diğeri ötekini yok etmeye çalışan yaklaşım; sömürgecilik. Üçüncüsü, ne ben var ne öteki, hepimiz biriz. Kendini ontolojik olarak evrenin merkezinde gören her topluluk kendi dışındakileri ‘öteki’ olarak algılayacaktır. Oysaki 'Ben' ontolojik anlamda bir hakikattir ve her 'ben' ötekinin varlığını gerektirir, ötekini yok sayamaz.
Batı ve İslam kelimeleri yalnızca savaşı, çatışmayı değil; tarihten dine, felsefeden sanat ve bilime, siyasetten sanata kadar pek çok unsuru ifade ediyor. İslam denince bugün: başörtüsü, namaz, Kâbe, intihar ve terör saldırıları Batı denilince: gelişmiş teknoloji, askeri müdahaleler, işgaller, yerleşim politikaları, gelişmiş ve kalabalık şehirler, yaşam standardı yüksek fakat mutsuz insanlar gibi bir dizi imaj zihinlerde canlanıyor. Evet, bu olgular gerçeğe tekabül ediyor fakat insanı ve toplumu içinde barındıran, sürekli değişen ve dönüşen bu tarihi olguları bir kelime ile ifade etmeye kalkışmak ne kadar mümkündür? İslam dini manada Kur’an’ın öngördüğü inanç ve yaşam biçiminin ifade ederken, tarihi-kültürel manada inanç ilklerinin zaman ve mekân boyutunda farklı şekillerde ortaya çıkışını ifade ediyor. Yani, İslam dediğimizde hem bir inanç sisteminden hem de bir kültür ve medeniyet birikiminden söz etmiş oluyoruz. Batı kelimesine ise dini bir mana yüklüyoruz, batı Hıristiyanlığın ana yurdu olarak görülüyor, oysaki Hıristiyanlık Doğuda yani Kudüs ve civarında ortaya çıkmış bir dindir. Öyle anlaşılıyor ki, Avrupa’da yayılan Hıristiyanlık zamanla Batı dini haline geldi. İslam, Cahiliye Arapları, İran ve Mezopotamya’da Mazdekler, Hıristiyanlar gibi dönemin bütün kültür ve dinleriyle irtibata geçti. Çünkü İslam medeniyeti, dini-kültürel manada ötekine müsamahalıydı. İslam bugün ötekileştirdiğimiz bütün bu kültürleri kendi medeniyet havzasında eritti. Modernleşmenin yarattığı sekülerleşme ile Müslüman toplumlar batıya şüphe ile yaklaşmaya başladılar. Hıristiyan dünyası-batı-ise tarihin en başından itibaren İslam’ı yani Müslümanları ontolojik manada rakip olarak algıladılar, çünkü ortaçağ Avrupası İslam hakkındaki ilk bilgilerden yoksundurlar. İslam, Arap müşrikleri ve Doğu Hıristiyanları arasında yayılınca batılılar Müslümanları hem ontolojik hem de siyasi bir rakip olarak görmeye başladılar. Felsefe, tıp, düşünce alanlarında Müslüman düşünürlerden etkilenen batı için İslam artık kültürel bir öteki haline de geldi. Avrupalılara göre, terör ve cinsellikle özdeşleşen İslam dinine rağmen İslam kültür ve medeniyeti doğup, gelişmişti.
Tüm bu verilerden hareketle Batılıların gözünde biz doğulular neyi ifade ediyoruz? ‘Öteki’ni. Ortaçağ boyunca Avrupalıların İslam hakkındaki cehaletlerinden ötürü Müslüman toplumlar şiddet ve cinsellikle özdeşleştirildiler. Osmanlı dönemlerinde Avrupalılar için Türk demek savaş, ölüm ve fetih kavramlarını ifade ettiği için Türkler korkulan, bu sebepten ötekileştirilen bir milletti. Bunun nedeni Türklerin Avrupa’ya yaptıkları seferlerdir. İki medeniyet arasındaki siyasi ve askeri çatışmalara rağmen aynı süreçte devam eden bilim, sanat, felsefe, ticaret vb. alanlarda yoğun bir etkileşimin varlığına şahit oluyoruz. Birbirleriyle yakın ve yoğun temas halinde olan İslam ve Batı medeniyetlerinin her ikisi de evrensellik iddiası taşıyor. Farklılıklarından dolayı değil bilakis bu benzerliklerinden yani evrensellik misyonlarından dolayı İslam ve Batı medeniyetleri her çağda karşı karşıya gelmiştir.
“Aralarındaki önemli farklılıklara rağmen, İslam ve Batı medeniyetleri çatışmak zorunda değiller. Bir arada yaşamanın asgari şartı, herkesin kendi kalarak ortak iyide uzlaşmasıdır. Adil, katılımcı ve eşitlikçi bir dünya düzeninin anlamı, herkesin aynı şekilde düşünüp yaşaması değil, farklı görüşlerin bir arada var olma iradesi göstermesidir. Bir arada yaşama ahlakı ve kültürü, zor olmakla beraber imkânsız bir hedef değildir. İslam ve Batı medeniyetleri “iyilikte yarışan topluluklar” (Maide/48) oldukları zaman bölgesel ve küresel barışa katkıda bulunacaklardır.". Kalın’a göre, İslam ve batı medeniyetlerinin bir arada yaşaması mümkün mü? Evet, mümkün fakat görünen o ki birinin askeri, ekonomik ve medeniyet hükümranlığı şartıyla. Çünkü bu iki medeniyet arasında ağır ve uzun süreli kötümser bir karşıtlık mevcut. Kitabın ana tezlerinden bir diğeri de her “ben” tasavvurunun bir “öteki”ni zorunlu kıldığı ve ontolojik düzeyde yani toplumsal bağlamda bu “ben” ile “öteki” arasındaki ayrımdan kurtulmanın mümkün olmadığı. Yazar, İslam ve Batı arasındaki ilişkilerin çoğu zaman bir algı ve imajlar savaşı olduğunu da vurguluyor; çünkü insanlar kendilerine sunulan imajlara kolayca inanmaya yatkın varlıklar.
Batı da İslam dünyasının ‘modern ötekisi’ haline gelmiş durumda. Kuruluş ve devam eden aşamalarında, medeniyet adı altında insanlığa kan ve gözyaşı getiren Batı, kendi dışındaki ırk ve dinlere karşı şiddete dayalı bir ilişki biçimi geliştirdi. Tam da bu yüzden Doğu’da yaşanılan Batı’ya hayraniyet değil, aksine Batı karşısında aşağılık kompleksi.
İslam mükemmel bir din evet ama biz dinimizi zekice, hissederek yaşama gayretinde değiliz asırlardır. İbn Haldun sosyolojinin kurucusu ve ilk kez tarih felsefesi yapan şahsiyet, İbn Heysem optik ilminin kurucusu evet, fakat bu ve benzeri tarihi gelişmeler, bizi üstün insan/ millet yapmıyor. Belki de yalnızca geçmiş mirasımızla övündüğümüz için yeni değerler üretemiyor ve mirasımıza miras eklemek için bir kaygı gütmüyoruzdur? Müslümanların iki asırdır şimdinin hakkını vermediği için geçmişiyle övünüp durduğu ve hakikati kendi tekellerinde bulundurduklarını sanmak gibi bir gafleti yaşadığı yadsınamaz bir gerçektir. Hakikati aramak çabasına girişmek gibi bir zahmete de katlanmayan İslam dünyasının unuttuğu diğer gerçek, hangi kültürel ve dinsel kaynaktan gelirse gelsin hakikatin sürekli bir değerinin var olduğudur. Evet, bizim Şeyh Galip’imiz, İbn Arabî'miz, Yunus'umuz var ama Dostoyevski'yi, Heidegger'i, Eflâtun'u vs. görmezden gelmemek gerekmektedir. Aydınlanmacı Batı aklının bugün dünyayı sürüklediği kaos apaçık ortadadır fakat biz Müslüman olduğunu iddia edenler, bugün Allah’ın sonsuz yaratıcılık gücünü dahi batılıların gerçekleştirdiği buluşlar sayesinde çok daha iyi hayal ediyor değil miyiz? Doğa yasalarıyla ilgili keşiflerin tamamında inanç ve davranışlarını eleştirdiğimiz insanların imzası var. Biz Müslümanız! Ama bugün dünyanın en iyi, en başarılı, en üstün, en ahlaklı mensupları değiliz ne yazık ki. Batı’nın bugün hükmedici, güçlü bir konumu var, lakin bu durum elbette Kurânî bir ifadeyle 'İzzet’in karşılığı değildir. Evet, İslam aksiyoner bir dindir fakat Müslümanların başka medeniyetlerden etkilenmediği ve beslenmediğini iddia etmek "İslam, bir din ve medeniyet olarak başka kültürlere ilgi duymayacak kadar benmerkezci. Avrupalılar ise hasım ve rakipleri olan İslam hakkında bilgi toplama ihtiyacı hissedecek denli mütevazı" diyen Bernard Lewis’i haklı çıkarmak olacaktır. Oysaki İslam’da ilmin evrensellik ve sürekliliği vardır, bu sebepten Müslümanlar başka medeniyetlere ilgi duydukları, diğer kültürlerle ilgilenmemek gibi bir anormalliğe kapılmadıkları gerçeğini unutmamak lazımdır.
İslam dünyasının kendi değerlerine dayalı bir gelecek inşa etmesi, bu aşağılık psikolojisinden kurtulmasına bağlıdır. İslam dünyası yeniden kendi tarihinin öznesi olabilirse, geçmişiyle barışık, geleceğine güvenle bakabilen bir dünyası da olacaktır. Bunun için Müslüman dünyanın Batı algısını gözden geçirmesi ve bir ‘öteki’ olarak Batı’yı aşması gerekiyor. Birbirini öteki olarak algılayan "Batı" ve "İslam" medeniyetlerinin birbirleri hakkındaki tasavvurları aslında kendilerinin aynadaki yansımalarıdır. Bir öteki olarak kurgulanan İslam algısının alt yapısında Batı’nın korkuları, hayalleri yatmaktadır. Batı’yı İslam’ı ötekileştirdiği için ötekileştirenler, Batı ile aynı hataya düşmekte ve Batı’yı günah keçisi konumuna getirmektedir. Şaban Ali Düzgün’ün ifadesiyle: "Hristiyanlar da Müslümanlar da tekilci söylemlerden uzak durmalı ve dinsel ve kültürel, her türlü çoğulculuğa imkân veren bir alt yapı kurmalıdırlar. Medeniyetler birbirlerini salt öteki değil, kurucu ötekiler olarak tanıma ahlakını geliştirmelidirler. Özellikle Avrupa medeniyeti, başkalarıyla diyaloğa geçmeden önce geçmişteki kurucu çok kültürlülüğü; Farabi’nin, İbn Rüşt’ün, Gazali’nin rasyonel katkılarını yeniden gözden geçirmelidir."
Cemil Meriç, "Düşman ne doğudur ne batı; 'Allah doğunun ve batının Rabbidir.' Düşman gözü bağlı olandır. Savaşın amacı bu bağları çözmek; kinin, öfkenin, ön yargının. Benim düşman olduğum Batı, sömürgeci Batıdır, yamyam batı. Düşünen Batı’nın dostuyum." diyor. Kur’an, doğu-batı kavramlarının göreceliğini vurguluyor ve asıl meselenin iki medeniyeti de aşan hakikate yönelmek olduğunu ifade ediyor. Medeniyetler ortak iyide buluşmaya çalışırken dinler de özlerindeki temel ahlaki öğeleri öne çıkarmalı ve bu sürece destek vermelidir. Aksi halde din adına konuşanlar yaşadığımız çağdaki insani felaketler karşısında ne yapmakta olduklarını sorgulamalıdırlar. Yani, Lewis’in iddia ettiği gibi Batı ile barış içinde yaşayabilmek için Müslüman toplumların modernleşerek sekülerleşmesi gerekmiyor. Çünkü ne Hz. Muhammed teröristtir ne de Müslümanlar Nazilerden daha tehlikelidir, gerçek olan Hıristiyanların tarih boyu din adına başvurduğu şiddet ve terördür.
Ötekine bakarken, aslında aynada kendimize bakıyoruz. Kendi inancımızda ilerlerken yolda kaç testi kırıp, hangi insan haklarını ihlal ettiğimizi, vahdeti nasıl incittiğimizi hiç bilmiyoruz. Her medeniyetin temelinde suçlamak ve yargılamak yerine 'öteki'ne hürmetin, yani kul hakkına riayet etmenin, onu anlamaya çalışmanın olduğunu unutuyoruz. Bugün, 'öteki'ne karşı sorumluluk bilincine sahip olmak şöyle dursun, 'öteki'nin acziyetinden güç devşiriyoruz. Ötekine nefes alma hakkı dahi tanımayıp, varlığı, hakikati kendi üzerimizden okuyor ve üstüne hakikati kendimize mülk edinmeye çabalıyoruz. Bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi yaşamayanı tekfir sopamızla kovalıyoruz. Hakikate sahip olduğunu düşünen şarkın çocukları, hakikate talip olmayı unutuyor.
Aynı bilemedikçe gayrı bilemiyoruz. Oysa ayni bilmek, gayri bilmekle mümkün. Mutlaka aynaya bakmalı insan, Hz. Peygamber'in öğüdünü dinleyip. Göz nasıl kendini görmek için karşısında duran aynaya bakmak mecburiyetinde ise, insan da kendi 'ben'ini görmek için ötekine bakmalıdır.
Sevil Türkyilmaz
twitter.com/arzhal_
Kalın, kitabı 'İslam ve Batı toplumlarının 'ben' ve 'öteki' tasavvurlarını dikkate almadan, yaşanan gerilimleri ve muhtemel uzlaşı ve çıkış noktalarını bulmamızın mümkün olmayacağı' ana fikriyle kaleme almış. "Ben başkalarından söz ettikçe aslında hep kendimden söz etmekteyim" diyen Montaigne bu sözü ile kitabı özetler mahiyette.
Modern dönemde üç temel yaklaşım var: biri ötekini tamamen yok sayan bir bakış açısı. Yani, her şeyin hakikati, olan ve olması gerekeni benim. Diğeri ötekini yok etmeye çalışan yaklaşım; sömürgecilik. Üçüncüsü, ne ben var ne öteki, hepimiz biriz. Kendini ontolojik olarak evrenin merkezinde gören her topluluk kendi dışındakileri ‘öteki’ olarak algılayacaktır. Oysaki 'Ben' ontolojik anlamda bir hakikattir ve her 'ben' ötekinin varlığını gerektirir, ötekini yok sayamaz.
Batı ve İslam kelimeleri yalnızca savaşı, çatışmayı değil; tarihten dine, felsefeden sanat ve bilime, siyasetten sanata kadar pek çok unsuru ifade ediyor. İslam denince bugün: başörtüsü, namaz, Kâbe, intihar ve terör saldırıları Batı denilince: gelişmiş teknoloji, askeri müdahaleler, işgaller, yerleşim politikaları, gelişmiş ve kalabalık şehirler, yaşam standardı yüksek fakat mutsuz insanlar gibi bir dizi imaj zihinlerde canlanıyor. Evet, bu olgular gerçeğe tekabül ediyor fakat insanı ve toplumu içinde barındıran, sürekli değişen ve dönüşen bu tarihi olguları bir kelime ile ifade etmeye kalkışmak ne kadar mümkündür? İslam dini manada Kur’an’ın öngördüğü inanç ve yaşam biçiminin ifade ederken, tarihi-kültürel manada inanç ilklerinin zaman ve mekân boyutunda farklı şekillerde ortaya çıkışını ifade ediyor. Yani, İslam dediğimizde hem bir inanç sisteminden hem de bir kültür ve medeniyet birikiminden söz etmiş oluyoruz. Batı kelimesine ise dini bir mana yüklüyoruz, batı Hıristiyanlığın ana yurdu olarak görülüyor, oysaki Hıristiyanlık Doğuda yani Kudüs ve civarında ortaya çıkmış bir dindir. Öyle anlaşılıyor ki, Avrupa’da yayılan Hıristiyanlık zamanla Batı dini haline geldi. İslam, Cahiliye Arapları, İran ve Mezopotamya’da Mazdekler, Hıristiyanlar gibi dönemin bütün kültür ve dinleriyle irtibata geçti. Çünkü İslam medeniyeti, dini-kültürel manada ötekine müsamahalıydı. İslam bugün ötekileştirdiğimiz bütün bu kültürleri kendi medeniyet havzasında eritti. Modernleşmenin yarattığı sekülerleşme ile Müslüman toplumlar batıya şüphe ile yaklaşmaya başladılar. Hıristiyan dünyası-batı-ise tarihin en başından itibaren İslam’ı yani Müslümanları ontolojik manada rakip olarak algıladılar, çünkü ortaçağ Avrupası İslam hakkındaki ilk bilgilerden yoksundurlar. İslam, Arap müşrikleri ve Doğu Hıristiyanları arasında yayılınca batılılar Müslümanları hem ontolojik hem de siyasi bir rakip olarak görmeye başladılar. Felsefe, tıp, düşünce alanlarında Müslüman düşünürlerden etkilenen batı için İslam artık kültürel bir öteki haline de geldi. Avrupalılara göre, terör ve cinsellikle özdeşleşen İslam dinine rağmen İslam kültür ve medeniyeti doğup, gelişmişti.
Tüm bu verilerden hareketle Batılıların gözünde biz doğulular neyi ifade ediyoruz? ‘Öteki’ni. Ortaçağ boyunca Avrupalıların İslam hakkındaki cehaletlerinden ötürü Müslüman toplumlar şiddet ve cinsellikle özdeşleştirildiler. Osmanlı dönemlerinde Avrupalılar için Türk demek savaş, ölüm ve fetih kavramlarını ifade ettiği için Türkler korkulan, bu sebepten ötekileştirilen bir milletti. Bunun nedeni Türklerin Avrupa’ya yaptıkları seferlerdir. İki medeniyet arasındaki siyasi ve askeri çatışmalara rağmen aynı süreçte devam eden bilim, sanat, felsefe, ticaret vb. alanlarda yoğun bir etkileşimin varlığına şahit oluyoruz. Birbirleriyle yakın ve yoğun temas halinde olan İslam ve Batı medeniyetlerinin her ikisi de evrensellik iddiası taşıyor. Farklılıklarından dolayı değil bilakis bu benzerliklerinden yani evrensellik misyonlarından dolayı İslam ve Batı medeniyetleri her çağda karşı karşıya gelmiştir.
“Aralarındaki önemli farklılıklara rağmen, İslam ve Batı medeniyetleri çatışmak zorunda değiller. Bir arada yaşamanın asgari şartı, herkesin kendi kalarak ortak iyide uzlaşmasıdır. Adil, katılımcı ve eşitlikçi bir dünya düzeninin anlamı, herkesin aynı şekilde düşünüp yaşaması değil, farklı görüşlerin bir arada var olma iradesi göstermesidir. Bir arada yaşama ahlakı ve kültürü, zor olmakla beraber imkânsız bir hedef değildir. İslam ve Batı medeniyetleri “iyilikte yarışan topluluklar” (Maide/48) oldukları zaman bölgesel ve küresel barışa katkıda bulunacaklardır.". Kalın’a göre, İslam ve batı medeniyetlerinin bir arada yaşaması mümkün mü? Evet, mümkün fakat görünen o ki birinin askeri, ekonomik ve medeniyet hükümranlığı şartıyla. Çünkü bu iki medeniyet arasında ağır ve uzun süreli kötümser bir karşıtlık mevcut. Kitabın ana tezlerinden bir diğeri de her “ben” tasavvurunun bir “öteki”ni zorunlu kıldığı ve ontolojik düzeyde yani toplumsal bağlamda bu “ben” ile “öteki” arasındaki ayrımdan kurtulmanın mümkün olmadığı. Yazar, İslam ve Batı arasındaki ilişkilerin çoğu zaman bir algı ve imajlar savaşı olduğunu da vurguluyor; çünkü insanlar kendilerine sunulan imajlara kolayca inanmaya yatkın varlıklar.
Batı da İslam dünyasının ‘modern ötekisi’ haline gelmiş durumda. Kuruluş ve devam eden aşamalarında, medeniyet adı altında insanlığa kan ve gözyaşı getiren Batı, kendi dışındaki ırk ve dinlere karşı şiddete dayalı bir ilişki biçimi geliştirdi. Tam da bu yüzden Doğu’da yaşanılan Batı’ya hayraniyet değil, aksine Batı karşısında aşağılık kompleksi.
İslam mükemmel bir din evet ama biz dinimizi zekice, hissederek yaşama gayretinde değiliz asırlardır. İbn Haldun sosyolojinin kurucusu ve ilk kez tarih felsefesi yapan şahsiyet, İbn Heysem optik ilminin kurucusu evet, fakat bu ve benzeri tarihi gelişmeler, bizi üstün insan/ millet yapmıyor. Belki de yalnızca geçmiş mirasımızla övündüğümüz için yeni değerler üretemiyor ve mirasımıza miras eklemek için bir kaygı gütmüyoruzdur? Müslümanların iki asırdır şimdinin hakkını vermediği için geçmişiyle övünüp durduğu ve hakikati kendi tekellerinde bulundurduklarını sanmak gibi bir gafleti yaşadığı yadsınamaz bir gerçektir. Hakikati aramak çabasına girişmek gibi bir zahmete de katlanmayan İslam dünyasının unuttuğu diğer gerçek, hangi kültürel ve dinsel kaynaktan gelirse gelsin hakikatin sürekli bir değerinin var olduğudur. Evet, bizim Şeyh Galip’imiz, İbn Arabî'miz, Yunus'umuz var ama Dostoyevski'yi, Heidegger'i, Eflâtun'u vs. görmezden gelmemek gerekmektedir. Aydınlanmacı Batı aklının bugün dünyayı sürüklediği kaos apaçık ortadadır fakat biz Müslüman olduğunu iddia edenler, bugün Allah’ın sonsuz yaratıcılık gücünü dahi batılıların gerçekleştirdiği buluşlar sayesinde çok daha iyi hayal ediyor değil miyiz? Doğa yasalarıyla ilgili keşiflerin tamamında inanç ve davranışlarını eleştirdiğimiz insanların imzası var. Biz Müslümanız! Ama bugün dünyanın en iyi, en başarılı, en üstün, en ahlaklı mensupları değiliz ne yazık ki. Batı’nın bugün hükmedici, güçlü bir konumu var, lakin bu durum elbette Kurânî bir ifadeyle 'İzzet’in karşılığı değildir. Evet, İslam aksiyoner bir dindir fakat Müslümanların başka medeniyetlerden etkilenmediği ve beslenmediğini iddia etmek "İslam, bir din ve medeniyet olarak başka kültürlere ilgi duymayacak kadar benmerkezci. Avrupalılar ise hasım ve rakipleri olan İslam hakkında bilgi toplama ihtiyacı hissedecek denli mütevazı" diyen Bernard Lewis’i haklı çıkarmak olacaktır. Oysaki İslam’da ilmin evrensellik ve sürekliliği vardır, bu sebepten Müslümanlar başka medeniyetlere ilgi duydukları, diğer kültürlerle ilgilenmemek gibi bir anormalliğe kapılmadıkları gerçeğini unutmamak lazımdır.
İslam dünyasının kendi değerlerine dayalı bir gelecek inşa etmesi, bu aşağılık psikolojisinden kurtulmasına bağlıdır. İslam dünyası yeniden kendi tarihinin öznesi olabilirse, geçmişiyle barışık, geleceğine güvenle bakabilen bir dünyası da olacaktır. Bunun için Müslüman dünyanın Batı algısını gözden geçirmesi ve bir ‘öteki’ olarak Batı’yı aşması gerekiyor. Birbirini öteki olarak algılayan "Batı" ve "İslam" medeniyetlerinin birbirleri hakkındaki tasavvurları aslında kendilerinin aynadaki yansımalarıdır. Bir öteki olarak kurgulanan İslam algısının alt yapısında Batı’nın korkuları, hayalleri yatmaktadır. Batı’yı İslam’ı ötekileştirdiği için ötekileştirenler, Batı ile aynı hataya düşmekte ve Batı’yı günah keçisi konumuna getirmektedir. Şaban Ali Düzgün’ün ifadesiyle: "Hristiyanlar da Müslümanlar da tekilci söylemlerden uzak durmalı ve dinsel ve kültürel, her türlü çoğulculuğa imkân veren bir alt yapı kurmalıdırlar. Medeniyetler birbirlerini salt öteki değil, kurucu ötekiler olarak tanıma ahlakını geliştirmelidirler. Özellikle Avrupa medeniyeti, başkalarıyla diyaloğa geçmeden önce geçmişteki kurucu çok kültürlülüğü; Farabi’nin, İbn Rüşt’ün, Gazali’nin rasyonel katkılarını yeniden gözden geçirmelidir."
Cemil Meriç, "Düşman ne doğudur ne batı; 'Allah doğunun ve batının Rabbidir.' Düşman gözü bağlı olandır. Savaşın amacı bu bağları çözmek; kinin, öfkenin, ön yargının. Benim düşman olduğum Batı, sömürgeci Batıdır, yamyam batı. Düşünen Batı’nın dostuyum." diyor. Kur’an, doğu-batı kavramlarının göreceliğini vurguluyor ve asıl meselenin iki medeniyeti de aşan hakikate yönelmek olduğunu ifade ediyor. Medeniyetler ortak iyide buluşmaya çalışırken dinler de özlerindeki temel ahlaki öğeleri öne çıkarmalı ve bu sürece destek vermelidir. Aksi halde din adına konuşanlar yaşadığımız çağdaki insani felaketler karşısında ne yapmakta olduklarını sorgulamalıdırlar. Yani, Lewis’in iddia ettiği gibi Batı ile barış içinde yaşayabilmek için Müslüman toplumların modernleşerek sekülerleşmesi gerekmiyor. Çünkü ne Hz. Muhammed teröristtir ne de Müslümanlar Nazilerden daha tehlikelidir, gerçek olan Hıristiyanların tarih boyu din adına başvurduğu şiddet ve terördür.
Ötekine bakarken, aslında aynada kendimize bakıyoruz. Kendi inancımızda ilerlerken yolda kaç testi kırıp, hangi insan haklarını ihlal ettiğimizi, vahdeti nasıl incittiğimizi hiç bilmiyoruz. Her medeniyetin temelinde suçlamak ve yargılamak yerine 'öteki'ne hürmetin, yani kul hakkına riayet etmenin, onu anlamaya çalışmanın olduğunu unutuyoruz. Bugün, 'öteki'ne karşı sorumluluk bilincine sahip olmak şöyle dursun, 'öteki'nin acziyetinden güç devşiriyoruz. Ötekine nefes alma hakkı dahi tanımayıp, varlığı, hakikati kendi üzerimizden okuyor ve üstüne hakikati kendimize mülk edinmeye çabalıyoruz. Bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi yaşamayanı tekfir sopamızla kovalıyoruz. Hakikate sahip olduğunu düşünen şarkın çocukları, hakikate talip olmayı unutuyor.
Aynı bilemedikçe gayrı bilemiyoruz. Oysa ayni bilmek, gayri bilmekle mümkün. Mutlaka aynaya bakmalı insan, Hz. Peygamber'in öğüdünü dinleyip. Göz nasıl kendini görmek için karşısında duran aynaya bakmak mecburiyetinde ise, insan da kendi 'ben'ini görmek için ötekine bakmalıdır.
Sevil Türkyilmaz
twitter.com/arzhal_
Cepheden cepheye kanayan yara
Belediyelerin pek çok işlevi var. Bu işlevlerden biri ve kanaatimce en mühim de kültürel çalışmalara destek vermesi. Sanat, edebiyat, spor vb. alanlarda gerek bizzat yaptıkları çalışmalarla gerekse destek oldukçarı projelerle önemli bir boşluğu doldurdukları tartışılmaz. Bursa Nilüfer Belediyesi bu tür belediyecilik anlayışının önemli bir örneği. Süvari Albay Abdülhalim Akkılıç'ın anılarından derlenen Askerin Romanı adlı kitap, yakın tarihimize dair belleğimizde oluşturulan çok büyük boşlukları dolduruyor.
Kitap, Abdülhalim Akkılıç'ın notlarından hareketle oğlu tarafından ve bizzat anı sahibinin ağzından kaleme alınmış. 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı'ndan başlayıp 2. Dünya Savaşı' nda kısmi seferberlik yıllarına kadar olan süreci, cepheden cepheye sürüklenmiş kahraman bir askerin bakışıyla sunuyor kitap. Osmanlı ordusunda başlayıp Türk Silahlı Kuvvetleri'nde son bulan bir askerlik hikayesi.
Osmanlı ordusunun Kurtuluş Savaşı içindeki rolü hep es geçilmiş bir gerçekliktir. Bu Osmanlı subayının hatıraları bize açıkça gösteriyor ki Anadolu’nun pek çok yerinde kahramanca bir araya gelen milisleri Osmanlı subayları tarafından disiplinli birlikler haline getirilmiş ve ayrıca bu subayların hemen hepsi Kuvvacı olarak Ermenilere, Rumlara, Fransızlara karşı savaşmıştır. Bu subaylar için Mondros Anlaşması'ndan sonra ordunun büyük oranda dağıtılması karşısında, vatan toprağını savunmak için Kuva-yı Milliye'ye katılmaktan başka yol yoktur. Bu subaylar İstanbul ve Ankara hükümetleri arasında bir bocalama yaşamadan, din ve devlet aşkıyla düşmana direnmeye devam etmiştir.
Abdülhalim Akkılıç'ın notlarında Osmanlı ordusunda son dönemdeki komuta kademesindeki kopukluk ve ordudaki siyasi çekişmelere dair önemli ayrıntılar var. Balkan Savaşlarındaki başarısızlık büyük oranda yüksek rütbeli askerlerin ilgisizliğine ve bölgenin dinamiklerini bilmeyişlerine bağlanıyor. Pek çok saldırı ve savunma girişimi komuta kademesindeki bu tür basiretsizlikler yüzünden akamete uğruyor. Bununla birlikte özellikle genç subayların vatan aşkı ve kahramanlıkları gözler önüne seriliyor.
Benzer bir durum Sarıkamış Harekatı için de söz konusu. Anı sahibi Sarıkamış Harekatına bizzat katılmış ve emrindeki birliklerle düşmana ciddi kayıplar da verdirmiş. Ordumuzun bu harekatta başarısız olması da esas olarak birlikler arasındaki iletişim yetersizliği. Her ne kadar bölgenin iklim şartları ve ordumuzun lojistik durumu başarısızlığın sebebi gibi görülse de benzer zorluklar Rus askeri için de geçerli idi ve bölge halkının esas desteği Osmanlı ordusundan yanaydı. Anı sahibinin iddiasına göre harekat için Allahuekber Dağlarını aşmak gibi zorlu bir girişime gerek duymadan, çok daha kısa ve kolay bir yoldan Sarıkamış'a gitmek de mümkündü. Bütün bunlara rağmen Osmanlı ordusu bu cephede önemli bir mücade vermiş ve Rusların ilerleyişini durdurmuştur. Burada da yine üst rütbeli subayların sorumluluktan kaçmak için korkakça davranmaları ve ikircikli emirleri yüzünden ordumuzun ciddi kayıplar verdiğini görebiliyoruz.
Anı sahibi milli mücadele içinde Antep ve çevresinin müdafaasında bulunmuş ve emrindeki askerlerle bu bölgedeki milisleri desteklemiş. Bölgede aşiretlerin bir kısmı Fransızlarla işbirliği yaparken bir kısmının da Türkleri desteklediğini notlardan anlıyoruz.
Kitap, ayrıca Osmanlı ordusunun içinde bulunduğu sefaleti gözler önüne derme bakımından da önemli. Subayların dahi pek çok zaruri ihtiyacını karşılayamadığı göz önünde tutulursa erlerin durumunun vehameti daha iyi anlaşılıyor. Yağmur ve kar altında defalarca bütün eşyalarını ve atlarını kaybeden askerler çareyi firar etmekte buluyor.
Bu arada anı sahibi Türk askerinin bu durumunu eleştirmekten kaçıyor çünkü şartlar ölmemek için firar etmeyi zorunlu kılabiliyor. Çoğu zaman askerin iaşesini dahi karşılamayan bir ordu böylesi zorlu bir arazide vatan savunması yapmaya çalışıyor.
Dili ve kurgusu itibariyle de başarılı bir kitap. Osmanlı'dan Türkiye'ye uzanan bir köprü gibi okunmalı bu kitap. Kitapta ayrıca Türk ordusunun cumhuriyet dönemindeki durumu da görülebiliyor. Savaş döneminde başarıdan başarıya koşan askerler barış döneminin siyasi oyunları karşısında çaresiz kalıyor.
Ermenilerin katliamları, zorunlu göç ettirilen Türkler, isimsiz kahramanlar ve iki devleti bir eyleyen bir üslup.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
Kitap, Abdülhalim Akkılıç'ın notlarından hareketle oğlu tarafından ve bizzat anı sahibinin ağzından kaleme alınmış. 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı'ndan başlayıp 2. Dünya Savaşı' nda kısmi seferberlik yıllarına kadar olan süreci, cepheden cepheye sürüklenmiş kahraman bir askerin bakışıyla sunuyor kitap. Osmanlı ordusunda başlayıp Türk Silahlı Kuvvetleri'nde son bulan bir askerlik hikayesi.
Osmanlı ordusunun Kurtuluş Savaşı içindeki rolü hep es geçilmiş bir gerçekliktir. Bu Osmanlı subayının hatıraları bize açıkça gösteriyor ki Anadolu’nun pek çok yerinde kahramanca bir araya gelen milisleri Osmanlı subayları tarafından disiplinli birlikler haline getirilmiş ve ayrıca bu subayların hemen hepsi Kuvvacı olarak Ermenilere, Rumlara, Fransızlara karşı savaşmıştır. Bu subaylar için Mondros Anlaşması'ndan sonra ordunun büyük oranda dağıtılması karşısında, vatan toprağını savunmak için Kuva-yı Milliye'ye katılmaktan başka yol yoktur. Bu subaylar İstanbul ve Ankara hükümetleri arasında bir bocalama yaşamadan, din ve devlet aşkıyla düşmana direnmeye devam etmiştir.
Abdülhalim Akkılıç'ın notlarında Osmanlı ordusunda son dönemdeki komuta kademesindeki kopukluk ve ordudaki siyasi çekişmelere dair önemli ayrıntılar var. Balkan Savaşlarındaki başarısızlık büyük oranda yüksek rütbeli askerlerin ilgisizliğine ve bölgenin dinamiklerini bilmeyişlerine bağlanıyor. Pek çok saldırı ve savunma girişimi komuta kademesindeki bu tür basiretsizlikler yüzünden akamete uğruyor. Bununla birlikte özellikle genç subayların vatan aşkı ve kahramanlıkları gözler önüne seriliyor.
Benzer bir durum Sarıkamış Harekatı için de söz konusu. Anı sahibi Sarıkamış Harekatına bizzat katılmış ve emrindeki birliklerle düşmana ciddi kayıplar da verdirmiş. Ordumuzun bu harekatta başarısız olması da esas olarak birlikler arasındaki iletişim yetersizliği. Her ne kadar bölgenin iklim şartları ve ordumuzun lojistik durumu başarısızlığın sebebi gibi görülse de benzer zorluklar Rus askeri için de geçerli idi ve bölge halkının esas desteği Osmanlı ordusundan yanaydı. Anı sahibinin iddiasına göre harekat için Allahuekber Dağlarını aşmak gibi zorlu bir girişime gerek duymadan, çok daha kısa ve kolay bir yoldan Sarıkamış'a gitmek de mümkündü. Bütün bunlara rağmen Osmanlı ordusu bu cephede önemli bir mücade vermiş ve Rusların ilerleyişini durdurmuştur. Burada da yine üst rütbeli subayların sorumluluktan kaçmak için korkakça davranmaları ve ikircikli emirleri yüzünden ordumuzun ciddi kayıplar verdiğini görebiliyoruz.
Anı sahibi milli mücadele içinde Antep ve çevresinin müdafaasında bulunmuş ve emrindeki askerlerle bu bölgedeki milisleri desteklemiş. Bölgede aşiretlerin bir kısmı Fransızlarla işbirliği yaparken bir kısmının da Türkleri desteklediğini notlardan anlıyoruz.
Kitap, ayrıca Osmanlı ordusunun içinde bulunduğu sefaleti gözler önüne derme bakımından da önemli. Subayların dahi pek çok zaruri ihtiyacını karşılayamadığı göz önünde tutulursa erlerin durumunun vehameti daha iyi anlaşılıyor. Yağmur ve kar altında defalarca bütün eşyalarını ve atlarını kaybeden askerler çareyi firar etmekte buluyor.
Bu arada anı sahibi Türk askerinin bu durumunu eleştirmekten kaçıyor çünkü şartlar ölmemek için firar etmeyi zorunlu kılabiliyor. Çoğu zaman askerin iaşesini dahi karşılamayan bir ordu böylesi zorlu bir arazide vatan savunması yapmaya çalışıyor.
Dili ve kurgusu itibariyle de başarılı bir kitap. Osmanlı'dan Türkiye'ye uzanan bir köprü gibi okunmalı bu kitap. Kitapta ayrıca Türk ordusunun cumhuriyet dönemindeki durumu da görülebiliyor. Savaş döneminde başarıdan başarıya koşan askerler barış döneminin siyasi oyunları karşısında çaresiz kalıyor.
Ermenilerin katliamları, zorunlu göç ettirilen Türkler, isimsiz kahramanlar ve iki devleti bir eyleyen bir üslup.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
6 Ocak 2020 Pazartesi
Bir dönüşüm distopyası
“Kentlerle ilişkimiz rüyalarla olduğu gibidir.”
- Italo Calvino, Görünmez Kentler
Uyku Sersemi, Hakan Bıçakçı’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan 180 sayfalık kitaplarından biri. Benimse ilk Bıçakçı kitabım. Akıcı bir üsluba sahip, rüyalar ve gerçekler arasında geçişleri olan, bu geçişler nedeniyle okuyucunun da zaman zaman -aynı anlatıcı gibi- gerçekte mi yoksa hayalde mi olduğunu sorgulatan bir eser. Kahraman (ana karakter)’ın bir yayınevi görüşmesi ile açılıyor sahne. Yayınevi ile anlaşarak İstanbul’un yaşayan (!) eski kitapçılarını, sinemalarını, pastanelerini, meyhanelerini vb. mekanları anlatan, birçok farklı dile çevrilecek, rehber niteliğinde bir kitap hazırlanacak. Kitap on binlerce adet basılacak, böylece çocuk denecek yaştan beri listeleme alışkanlığı olan Kahraman’ın bu anlamsız alışkanlığı bir üretime dönecek. Ancak hayli heyecanlı olmamız gereken daha bu ilk sahnede son derece üşengeç davranışlar sergilediğini gördüğümüz Kahraman, bir şeylerin anlatı boyunca kötüye gideceğinin de işaretçisi. Anlatıda kötüye giden her şey de mekanla ilişki içinde. Tam da bu nedenle, kitapta da alıntılanan Calvino cümlesini epigraf şeklinde paylaşarak başladım yazıya. Zira, romanın özeti ne denseydi, sanırım bu cümleyi söylerdim.
Kitapta, dağılan bir şehir sahnesi var mütemadiyen. Karakterin, adımını attığı her yerde bir inşaat, çamur, vinçler ve şehrin yeni siluetinde gayet normalmiş gibi yerini alan tomalar… Öyle ki Kahraman’ın yaşadığı sokak dahi kentsel dönüşüm ile beraber hızlı bir biçim değiştirmeye başlamış halde. Evlerin tümü yıkılıyor. Mahallede sanki bir onun yaşadığı, bir de karşısında dans okulu bulunan apartman kalıyor. Dans okulu da anlatıdaki önemli motiflerden biri. Kahraman’a göre anlamsız bir şekilde dönüp duruyor içeridekiler sanki yıkım olmayacakmış, sanki bu şekilde dönerek zamanı durdurabileceklermiş gibi. Kahraman’ın evi de yıkılacak oysa… Her an çıkması gereken bir evi, yuva hissedebilir mi insan? Kahraman da aslında tam bir yersiz yurtsuz bu anlatıda. Kitapta dönüşen tek şey bu sokak değil. Şehir dönüşüyor ve dönüşürken bir hayal de silinip gidiyor beraberinde.
Kahraman, yayınevi ile üzerinde anlaştığı kitaba hazırlık yapıyor bir taraftan bu boğucu şehirde, görüşeceği mekanları organize ediyor, onlar için sorular hazırlıyor ancak ne yazık ki bu çalışmalarının neticesi pek de bir yere varmıyor. Eski olan, insanlara kalan ne varsa birer birer siliniyor haritadan. Daha ilk röportajını yaptığı kitapçının yakında kapanacağını öğreniyor mesela. Üstelik kitapçı dalga geçer gibi “twittera falan da yazdık” diyerek normal bir şeymiş gibi kestirip atıyor bu olayı. Eninde sonunda bir şekilde pes etmeden çalışmasına devam etse de, görüşeceği pastanenin, sinemanın da kapanacağını öğreniyor. Zaten tüm bu gelişmelerle beraber, yayınevi de kitap projesini farklı bir yöne çevirerek (Kahraman’ın yorumu ile aslında iptal edilecekken kendisine acındığı için belki de bu çevirme) 1000 adet basılacak bir İstanbul kitabına dönüştürüyor. Kahraman, kapanan mekanları yazacak, kitap hiçbir dile çevrilmeyecek, zira kapanan yerleri kim ne yapsın?
Tüm bu şehir dönüşürken, insanlar da değişiyor elbette. Başta da Kahraman. Önce sesi değişiyor. Röportaj kayıtlarını dinlerken bunu fark edince çok ürküyor. Derken yüzünün değişmeye başladığını görüyor sevgilisi Elif’in o uyurken çektiği bir fotoğrafta. Bu dönüşümle beraber gitgide yalnızlaşıyor. Önce sevgilisi ile ayrılıyor, sonra anne ve babası ile bağlarını koparıyor yavaş yavaş bilerek ve isteyerek. Öyle bir yalnızlık haline bürünüyor ki yine yıkılmak üzere olan ikinci evine taşındığında tek bir ayna olmuyor etrafta. Kendi yüzünü bile görmek istemiyor. Sesini duymak istemiyor, pek konuştuğunu da göremiyoruz.
Uyku Sersemi, bir alışkanlık haline geldiğini ve normalleştirdiğimizi düşündüğümüz şehrin değişen çehresinin bireye yansıyan tarafı. Mekan değişirken insanın aynı kalamayacağının kanıtı. İçinde yaşanmaz hale gelen şehirle beraber insan kalınamayacağının bir göstergesi. Şehir bir rüya gibi değişirken ve biz aynı bir rüya gibi eski halini hatırlamazken, kendi benliğimizin ve hatta görünen taraflarımızın bile nasıl değişmeye mahkum olduğunun anlatısı. İnsanın ruhunu sıkan bir çerçeveye sahip bir romanın böyle akıcı bir üslupla kaleme alınmış olması da Hakan Bıçakçı’nın başarısı diye düşünüyorum. Şehri, şehrin simgelerini seven, değişimle ilgili dertlenen ve bu bağlamda kendini sorgulayan herkesin bir parçasını içinde bulacağı bir eser.
Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler
- Italo Calvino, Görünmez Kentler
Uyku Sersemi, Hakan Bıçakçı’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan 180 sayfalık kitaplarından biri. Benimse ilk Bıçakçı kitabım. Akıcı bir üsluba sahip, rüyalar ve gerçekler arasında geçişleri olan, bu geçişler nedeniyle okuyucunun da zaman zaman -aynı anlatıcı gibi- gerçekte mi yoksa hayalde mi olduğunu sorgulatan bir eser. Kahraman (ana karakter)’ın bir yayınevi görüşmesi ile açılıyor sahne. Yayınevi ile anlaşarak İstanbul’un yaşayan (!) eski kitapçılarını, sinemalarını, pastanelerini, meyhanelerini vb. mekanları anlatan, birçok farklı dile çevrilecek, rehber niteliğinde bir kitap hazırlanacak. Kitap on binlerce adet basılacak, böylece çocuk denecek yaştan beri listeleme alışkanlığı olan Kahraman’ın bu anlamsız alışkanlığı bir üretime dönecek. Ancak hayli heyecanlı olmamız gereken daha bu ilk sahnede son derece üşengeç davranışlar sergilediğini gördüğümüz Kahraman, bir şeylerin anlatı boyunca kötüye gideceğinin de işaretçisi. Anlatıda kötüye giden her şey de mekanla ilişki içinde. Tam da bu nedenle, kitapta da alıntılanan Calvino cümlesini epigraf şeklinde paylaşarak başladım yazıya. Zira, romanın özeti ne denseydi, sanırım bu cümleyi söylerdim.
Kitapta, dağılan bir şehir sahnesi var mütemadiyen. Karakterin, adımını attığı her yerde bir inşaat, çamur, vinçler ve şehrin yeni siluetinde gayet normalmiş gibi yerini alan tomalar… Öyle ki Kahraman’ın yaşadığı sokak dahi kentsel dönüşüm ile beraber hızlı bir biçim değiştirmeye başlamış halde. Evlerin tümü yıkılıyor. Mahallede sanki bir onun yaşadığı, bir de karşısında dans okulu bulunan apartman kalıyor. Dans okulu da anlatıdaki önemli motiflerden biri. Kahraman’a göre anlamsız bir şekilde dönüp duruyor içeridekiler sanki yıkım olmayacakmış, sanki bu şekilde dönerek zamanı durdurabileceklermiş gibi. Kahraman’ın evi de yıkılacak oysa… Her an çıkması gereken bir evi, yuva hissedebilir mi insan? Kahraman da aslında tam bir yersiz yurtsuz bu anlatıda. Kitapta dönüşen tek şey bu sokak değil. Şehir dönüşüyor ve dönüşürken bir hayal de silinip gidiyor beraberinde.
Kahraman, yayınevi ile üzerinde anlaştığı kitaba hazırlık yapıyor bir taraftan bu boğucu şehirde, görüşeceği mekanları organize ediyor, onlar için sorular hazırlıyor ancak ne yazık ki bu çalışmalarının neticesi pek de bir yere varmıyor. Eski olan, insanlara kalan ne varsa birer birer siliniyor haritadan. Daha ilk röportajını yaptığı kitapçının yakında kapanacağını öğreniyor mesela. Üstelik kitapçı dalga geçer gibi “twittera falan da yazdık” diyerek normal bir şeymiş gibi kestirip atıyor bu olayı. Eninde sonunda bir şekilde pes etmeden çalışmasına devam etse de, görüşeceği pastanenin, sinemanın da kapanacağını öğreniyor. Zaten tüm bu gelişmelerle beraber, yayınevi de kitap projesini farklı bir yöne çevirerek (Kahraman’ın yorumu ile aslında iptal edilecekken kendisine acındığı için belki de bu çevirme) 1000 adet basılacak bir İstanbul kitabına dönüştürüyor. Kahraman, kapanan mekanları yazacak, kitap hiçbir dile çevrilmeyecek, zira kapanan yerleri kim ne yapsın?
Tüm bu şehir dönüşürken, insanlar da değişiyor elbette. Başta da Kahraman. Önce sesi değişiyor. Röportaj kayıtlarını dinlerken bunu fark edince çok ürküyor. Derken yüzünün değişmeye başladığını görüyor sevgilisi Elif’in o uyurken çektiği bir fotoğrafta. Bu dönüşümle beraber gitgide yalnızlaşıyor. Önce sevgilisi ile ayrılıyor, sonra anne ve babası ile bağlarını koparıyor yavaş yavaş bilerek ve isteyerek. Öyle bir yalnızlık haline bürünüyor ki yine yıkılmak üzere olan ikinci evine taşındığında tek bir ayna olmuyor etrafta. Kendi yüzünü bile görmek istemiyor. Sesini duymak istemiyor, pek konuştuğunu da göremiyoruz.
Uyku Sersemi, bir alışkanlık haline geldiğini ve normalleştirdiğimizi düşündüğümüz şehrin değişen çehresinin bireye yansıyan tarafı. Mekan değişirken insanın aynı kalamayacağının kanıtı. İçinde yaşanmaz hale gelen şehirle beraber insan kalınamayacağının bir göstergesi. Şehir bir rüya gibi değişirken ve biz aynı bir rüya gibi eski halini hatırlamazken, kendi benliğimizin ve hatta görünen taraflarımızın bile nasıl değişmeye mahkum olduğunun anlatısı. İnsanın ruhunu sıkan bir çerçeveye sahip bir romanın böyle akıcı bir üslupla kaleme alınmış olması da Hakan Bıçakçı’nın başarısı diye düşünüyorum. Şehri, şehrin simgelerini seven, değişimle ilgili dertlenen ve bu bağlamda kendini sorgulayan herkesin bir parçasını içinde bulacağı bir eser.
Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler
İslamcılık üzerine yeni kapılar açmak
“İslamcılık düşüncesi ve hareketi her halükârda Müslüman ve İslami kalmak şartıyla modernleşme süreçlerinin nasıl göğüslenebileceği veya içerilebileceği sorusuna cevaplar arayan, batılılar ve oryantalistler tarafından İslâma ve Müslümanlara yönelttikleri tenkitleri (saldırıları) karşılayan bunun için teknikler geliştiren, yeni bir Müslümanca hayat ve ahlâk fikri inşa eden, aynı zamanda kaynaklar üzerinden kendini yenilemeye çalışan ve modern dünyaya karşı çıkan, nihayet bunlar için mücadele eden bir düşünce ve akım olarak da tanımlanabilir.”
İsmail Kara’nın İslamcıların Siyasi Görüşleri 2: Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet kitabı bu cümlelerle karşılıyor okurunu. Uzun zamandır merak ve hasretle beklenilen, fakat sürekli ertelenen, başka meselelere kurban giden İslamcıların Siyasi Görüşleri 2 nihayet Dergah Yayınları'ndan okuyucusuna merhaba dedi. İsmail Kara okuyucularının takdir edeceği üzere; dil bakımından her zaman ki ağırlığı ve çetrefil oluşuyla, meseleleri ele alışı açısından ise İsmail Kara’nın kendine özgü dünyasından seslenen bir eserle karşı karşıyayız. İlk cildinde Hilafet ve Meşrutiyet kavramları üzerinden İslamcılık düşüncesi ve İslamcılar irdelenmekte iken, bu cilt üç ana başlığı ihtiva etmektedir: Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet. Üç ana başlığa gelmeden önce uzun bir girizgah ile yazar bazı kavramların ve İslamcılığın kendi nezdinde “sorunlu” alanlarını tartışmakta, eleştirileriyle beraber kavramların değişim ve dönüşümünü, göstermeyi amaçlamaktadır. Konuşmalarında her yazının ve kitabın bir kaderi olduğuna değinen İsmail Kara, kavramların da bir kaderi ve yolculuğunun olduğunu, bir serencam içerisinde dönem ve şartların baskısı ve değerlendirmesiyle beraber değişip dönüştüğünü göstermektedir.
İlk kitabında ağırlıklı olarak Mehmet Akif üzerinden, Safahat’tan alıntılarla giriş yapan ve sık sık Akif’e atıf yapan İsmail Kara, bu eserinde içeriğin de etkisiyle alıntı ve atıflarının yönünü Namık Kemal ve Ali Suavi’den yana Genç Osmanlılar ağırlıklı olarak yapmaktadır. Merhum Mehmet Akif’te eser içerisinde alıntılarla okuyucunun karşısına çıkmaktadır. İslamcılık dendiğinde akla gelen ilk ismin Akif olması, eserlerinde İslamcılık düşüncesini meşrulaştırma ve temellendirme adına gayreti, veciz dili onu bir adım daha öne çıkarmaktadır.
Kitap her ne kadar üç ana kavram üzerine temellendirilmişse de bu kavramlardan önce bir girizgah ile beraber İslamcılık düşüncesinin ana istikametleri ve problemleri tartışılmakta, kavramların yolculukları, değişen ve dönüşen dünyayı anlama ve anlamlandırma problemleri gibi bir çok mesele de Çağdaş ve İslami kimliğinin yan yana gelip gelemeyeceği, modern kavramların ve modern açılımların asırlık düşünceye vurduğu baltalar yer yer ağır sayılabilecek eleştirilere maruz kalmaktadır. “Düşünce veya siyaset düşüncesi denildiği zaman öncelikle nazarÎ (teorik) ve soyut (mücerret) olanın akla gelmesi beklenir. Bu aşamada yöneten(ler)le yönetilenler arasındaki çok yönlü ilişkileri kuran, açıklayan, anlamlandıran, besleyen, ardından aşağıya doğru, uygulamaya nasıl intikal edeceğine işaret eden bir kavramlar manzumesi söz konusudur.” (sf. 11)
Hemen kitabın başında, pratik olanın soyut olanla mücadelesi, yer yer anlaşamaması, uyumu ve arayışları üzerine bir giriş yer almaktadır. Tabir-i caizse Osmanlı Modernleşmesi ve İslamcılık yeni doğan bir çocuk gibi yeni bir anlamlar ve kavramlar dünyasına adım atmakta, her doğan çocuk gibi düşe kalka büyüme, dünyada kendine yer edinme, bir anlam arayışı içine girmektedir. Düşünce alanında yeni bir dünyaya kapıyı aralayan ve fakat ona ait olmayan, hatta yer yer taban tabana zıtlıkları bulunan bir dünyaya girişte elbette zorluklar çıkacaktır. “Pratikle irtibatlı tarihi akış ve tecrübeler manzumesi, sosyokültürel unsurlar da düşünceyi, siyaset düşüncesini etkileyegelmiştir.”. Bir yanda değişen ve dönüşen bir dünya; öte yanda ise sürekli olarak yenilgi ve toprak kaybına uğrayan imparotorluk, içinde yaşayan düşünürler, ulema ve bütün bu dünyanın ve kişilerin dur durak bilmez arayışı. İşte böyle bir zamanda İslamcılık düşüncesi; düşünce alanında bir uzlaştırma çaba ve gayretiyle kavramlar üzerinden yeni bir dünya inşasına kalkışmak, batı ve doğu geçmişle bugün üzerinden okuma yapmak, pratik alanda adeta paramparça edilen toprakların ahını tutarak elde kalanlara bir gayretle sarılmaktır.
İsmail Hoca’nın konferans ve kitaplarında bahsettiği üzere kitapların bir kaderi olduğu gibi kelimelerin ve kavramların da bir kaderi ve hikayesi var. Zaman içerisinde yaşayan insanlar beraber değişip dönüşmekte, kimi zaman muhalif kimi zaman yandaş olarak kullanılmakta, kimi zaman kendilerine itibar edilip hürmet gösterilmekte, kimi zaman ise silah olarak kullanılıp, saldırıya araç edimektedirler. İşte böyle bir dünya içerisinde kelimelerle beraber değişip dönüşen zamanla beraber yeni olan ve eski olanın kıymeti nedir diye de sorulur? “Çünkü her ne sebeple ortaya çıkarsa çıksın yenilik, yenilenme sadece kendini getirmek ve göstermekle kalmaz, bir “eski” oluşturur ve onun manasını, önemini, statüsünü kendine göre tayin ve tarif eder.”. Her devrin kaderi, her kelimenin devri olduğu da böylece ortaya çıkmaktadır. İslamcılık düşüncesi de bu arayış ve serencamın içerisinde, hem İslami kalmak, hem de modern olmak, Avrupayı ihmal etmeyerek, modernleşerek Müslüman kalmak arayış ve çabasının adıdır. Kimi İslamcılar bu iki uç arasında gidip gelmekte, acil olan ve devrin gerektirdiği şekilde Müslümanlara yönelik mütecavizane hareketlere son verme çabasına girmekte, kimileri ise uzun dönem üzerinden gözden kaçan noktaların olduğu ve telafisi imkansız zararlar için uyarıda bulunmaktadır. İşte böyle bir dünya içerisinde böyle bir zıtlıklar ama aynı zamanda ortak gaye adına arayış çabası İslamcılık düşüncesi içerisindedir.
“Çağdaş İslam düşüncesinin dini ve yerli yönünü öne çıkarmak isteyenler modernleşme süreçlerini büyük ölçüde İslam ilim ve kültür tarihinde güçlü karşılıkları olan ihya,ıslah ve tecdid kavramları ile yahut İslamın dinamiklerinin devreye girmesi üzerinden açıklarken modern-Avrupai yönünü belirgin hale getirmek isteyenlerin öncelikleri Batı etkisinden, batılı kavramlardan, onlarla irtibatlı yaşama üsluplarından yana olacaktır. İlki daha ziyade Batı tecrübesi ile farklılıkları ve kendi özgünlüklerini, ikincisi ise onunla benzerlikleri ve yakınlıkları öne çıkarmaktadır.” (sf. 16)
İslamcılık düşüncesinin ana kaynaklarını sıralamak gerekirse; “yeniden tanımlanmış olarak Kur’an ve sünnet ve bunlarla irtibatlı olarak dört halife (hulefa-yı raşidin) devrini içine alan asr-ı saadet, modern-laik Batı siyasi düşüncesi ve kurumlarıdır”. İlk ana kaynak; etrafında sabit durulan bir pergelin ayağı misali temel kaideleri temsil etmekte iken, ikinci ana kaynak ise; dönemin şart ve koşullarında Müslümanların düştüğü çıkmazın içinden kurtulması için arayış için çıkılan kaideleri tespit etmeye yaramaktadır. Tabii ki doğu ve batının tarihsel serüveni ve serencamı, ihtiva ettiği farklılıklar yaşanan deneyim ve tecrübeler incelendiğinde bazı kavramlar açısından iki ana kaynağı uzlaştırmak mümkün olamamaktadır. Bu durumda tevil yoluyla, zorlama yorumlarla iki farklı dünya bir kavram etrafında uzlaştırılma gayreti gütmektedir. Fakat bu İslamcılık akımı yönünden bazı yorumlar nedeniyle bir zaaf olarak görülmektedir.
“Çağdaş İslam düşüncesinin, İslamcılık hareketinin nerede ise bütnü alanlarında görebleceğimiz bir tür “Avrupa’yı Müslümanlaştırmak” ve meşrulaştırmak arzusu ve/ya Batıya onun mantığı ve araçlaıyla karşı koyak ihtiyacı siyasette de devreye girecek, Avrupai değerler ve kavramlar İslamın, İslam-Osmanlı tarihinin rahatlıkla içine alabileceği evsafta tanımlanacak, bunlar yeteri kadar işlemezse zaruret ilkesine sığınılarak çıkış yolu ve meşruiyet aranacak yahut bu fikirler Müslümanlar dahil olmak üzere herkes için eşit değerde, “evrensel” bir “yitik hikmet” hatta İslam dünyasından Batıya intikal etmiş ama bizim unuttuğumuz değerler haline getirilecektir.” (sf. 25)
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde adım adım gelen ve engellenemeyen çöküş üzerine, mütefekkirler çözüm arayışlarına girmişler, her kafadan farklı bir ses çıkmaya başlamıştır. Yeni bir dünya içine girmenin bedeli olacağını öngören mütefekkirler, bedelin en az ödenebileceği bir çözüm arayışı içinde fikir imali için uğraşmakta iken, pratikte ise Osmanlı İmparatorluğu adım adım bir küçülme ve yok olmaya doğru seyretmektedir. Bu çöküşte ilk suçlu askeriye ilan edilir ve bir imparatorluğun modernleşme hikayesi başlar. Nasıl ki problemler bir gün içinde çıkıp büyümedilerse, çözümün de bir gün içinde çıkması ve kurtuluş beklemenin abes olacağı açıktır ama ne yazık ki çözüm üretmede de geç kalınmış, fikir imalinde atı alanın Üsküdar’ı geçtiği bir dünya içine girilmiştir. Bu dünya içerisinde üç ana akım sayılabilir: Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Batıcılık her üç akım içerisinde de kendisine yer bulmuştur; İslamcılık içinde kavramları dönüştürmek yahut kavramların temelinin İslam kaynaklı olduğunu iddia etmek, Türkçülük içerisinde ise nihai ulaşılacak hedef olarak ortaya çıkmıştır. En nihayetinde üç kavramın da birbirinden farklı ayrım ve nüansları vardır.
“İttihad/vahdet ve onun altında türetilen kavramlar ve terkipler verdikleri ilk intibanın ötesinde İslam dünyasında yeni bir fert, millet ve vatandaş tanımı yapma arayışının, bunlarla irtibatlı olarak içerde ve mücavir bölgelerde yeni bir siyası (ve kültürel) birlik inşa etme fikrinin, yeni bir kamu hukuku yorumunun kuvvetli bir unsuru olarak vücut bulmuş ve geliştirmiştir.” (sf. 31)
Yeni bir dünyanın kapısını aralamak, o dünyadan kavram transferi yapmak elbette sorunlara, anlaşılmamazlıklara ve tepkilere sebep verecektir. Her toplumun içine doğduğu dünya, kullandığı terkib ve kavramların içinde yaşanılan sosyo ekonomik ve politik ortam içerisinde anlam kazandığı göz önüne alındığında, alınan her kavramın, değiştirilmek istenen alışkanlıklara tepkilerin mümkün mertebe azaltılması ve kavramında toplumun içerisinden neşet etmişçesine gösterilerek yeni bir dünyaya adım atmak gereklidir. Toplum ya kendisi olarak, kendi anlam dünyasını yeniden oluşturma, tesis etme yolunu tercih ederek, zaman ve zeminle bağlantılı olarak kavramlarını güncelleyebileceği gibi, bunun olmaması ve üzerinde yaşanılan, nefes alınan toprak parçasının tehlikeye düşmesi halinde kavramların alınarak topluma dikte edilmesi ve kılıf bulma yoluyla toplumla uzlaştırma arama çabasına gildilmelidir. İslamcılar da aldıkları kavramların hesabını vermek adına Kur’an-ı Kerim ve sünnetten kavramları çıkartma yoluna gitmiştir.
Bu kavramların meşrulaştırılması örneğinde kitapta meşrutiyet örneği ayrıntılı olarak incelenmektedir. Yeni Osmanlılarla beraber tartışılan, Avrupa görenlerin devletin düşüşünü yönetim anlayışından bilmeleri nedeniyle saltanat sistemi tartışmaya açılmış, meşrutiyet kavramı, ayet ve hadislerle desteklenmek suretiyle toplum tabanında meşrulaştırılmak suretiyle kanun-i esasi ile meşrutiyet arayışına girilmiştir. Meşrutiyetten demokrasiye bu kavramdan İslam Devletine geçen, kavramlar içerisinde bir arayışın İslamcılıkla bağlantısı üzerine okuma notları ile beraber zengin bir tartışma ile İslamcılığın fikri serüveni farklı düşünürler etrafından incelenmekte, zayıf yönleri muahezeye tabi tutulmaktadır.
İslam devleti kavramının getirdiği bir takım neticeler bir başlık altında değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Üç ana başlık etrafından İslam devleti kavramı incelenmektedir: Öncelikle din kavramı açısından bir devlet kuram yahut kavramı etrafından değerlendirmeler yer almaktadır: “… meşrutiyetle birlikte başlayan hilafet-saltanat sistem ile ilgili tartışmaların, onun ortadan kalkmasıyla birlikte bir başka merhaleye intikal ederek İslam’ın (Kur’an ve sünnetin) bir devlet sistemi, bir yönetim tarzı öngörmediği, sadece bazı temel ilkeler koyduğu, peygamber kıssaları üzerinden bazı işaretlerde bulunduğu ve bu ilkelere uyan her devlet ve idare sisteminin din zaviyesinden meşru olabileceği fikridir.”
İkinci başlık ile beraber İslam Devleti fikrinin temel kaynakları ve argümanlarının ne olduğu üzerinden sabit kabuller eleştiriye tabi tutulmakta, kitabi bilginin zikredilerek yaşanan tarih bilgisinin ve koşullarının görmezden gelinmesinin bir eksiklik olduğu ifade edilmektedir: “İslam tarih tecrübesinin ve kültürel toplumsal hafızanın büyük ölçüde devre dışı bırakılmasına paralel olarak İslam siyasi düşüncesinin kavramlarının yeni bir okuma ve hiyerarşi tertibi ile, büyük ölçüde Kur’an ve sünnetle sınırlı kalarak yeni ve uyum arayan yorumlarla inşa edilmesidir.” Son değerlendirmeler ise hem İslamcılık düşüncesiyle bağlantılı olarak hem de günümüz dünyasında yer alan tartışmalı bir meseleye ilişkindir: “İslam Radikalizmi, Siyasal İslam: Bir başka şekilde söylersek hilafet-saltanat sisteminden meşrutiyete, oradan cumhuriyet, İslam Devleti’ne doğru hareket eden yeni İslam siyasi düşüncesi çizgisi bu aşamadan sonra iki ana kola ayrılmaktadır: kollardan biri daha seküler ve laik, daha liberal ve uzlaşmacı bir istikamete, İslam cumhuriyeti ve demokrasisine, oradan liberal (ılımlı-kültürel) İslam’a doğru yol alırken diğer bir hattı da özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra daha “şeriatçı”, daha dar/sade ve sıkı, daha katı, siyasi ve toplumsal talepleri yüksek, mücadeleci, cihadı-şehadeti öne çıkaran ve bunların beklenebilir bir neticesi olarak (dar mütecanisliği/homojenliği sağlamak için) dışlayıcı bir üslup ile İslam Radikalizmine doğru evrilecektir.” (sf. 86)
Kitabın giriş kısmının son bölümü bir değerlendirme ve İslamcıların Siyasi Görüşleri 1 kitabının üzerinden geçen süreçten bugüne kadar elde edilen kazanımların, yahut eksikliklerin, kayıpların neler olduğu, gidişatın ne olacağı üzerine bir fikir teatisi sunmaktadır. Bugün gelinen noktada İslamiyetin temsiliyetinin, dünya üzerinde yer alan konumunun, dünyanın yerleşik söylemi ile bir olup olmadığı, yerleşik söylemin karşısında mı yer aldığı yoksa yerleşik söyleme ivme mi kazandırdığı sorusunda, artılarıyla eksileriyle yerleşik söylemin karşısında yer alan bir İslam’dan söz edilebileceği, bunun ise Müslümanlıktan vazgeçmeden yerleşik söylemin siyasi dili ve düşüncesi ile olduğu değerlendirilmektedir. Her ne kadar bu söylem bir çelişkiyi andırsa da, İslamcılığın doğuşundan bugüne arayışın bir ayağı bu düşünce üzerine temellendirilmiş, hakim söylem eleştirilmiş fakat hakim söylemin eyledikleri karşısında hakim söylemden çıkarımlar yapılmak suretiyle arayış içine girilmiştir. Bu görüş kapsamında İsmail Kara Hoca’nın tartışılması gerektiğini beyan ettiği 3 husus bulunmaktadır: "1- Klasik ve modern siyasi düşüncelerin kaynakların ve tarihi tecrübenin İslam dünyasının yakın dönem siyasi-idari tablosunun, tarihi atlamadan ve tarihte kalmadan bir bütünlük içinde yeniden gözden geçirilmesi ve bugünün ihtiyaçları ve talepleri istikametinde yeniden müzakere edilerek değerlendirilmesi, 2- Yeni tarih ve fikir yorumuna yükselerek, parçalı İslam tarihi anlayışını bırakarak kaynakları ve asr-ı saadeti atlamadan, tarihin siyasi birikimin, geleneklerin içinden ve tenkit süzgecinden geçmek, 3- Yeni bir dil-düşünce-hareket irtibatını hesaba katarak yeni bir siyasi dil ve üslup kurmak.”
Bu uzun girizgahı ilk kitabın yayınlanmasının üzerinden geçen sürede dikkate alınarak, bir değerlendirme, değişim ve dönüşümleri gözden geçirerek bir hesaplaşmaya ayıran İsmail Kara hoca, sonrasında üç kavramdan ilki olan “Hürriyet Mi Esaret Mi?” başlığıyla kitabın ana meseleleri üzerine değerlendirmesine başlıyor. Namık Kemal’in meşhur dizeleri ve Cenap Şahabettin ile başlayan bölümde Hürriyet kavramı incelenmekte, Hürriyet kavramının çağrışımları ve fikir dünyasında içeriğine karşılık yaşanan dünyada uygulaması üzerinden olan/olması gereken ayrımı yaparak umulan beklenile hürriyet ile olan, pratikte ortaya çıkan hürriyet mefhumunun pek beklentileri karşılamadığı anlaşılmaktadır.
“İslamcılık düşüncesi metinleri hürriyet-meşrutiyet taraftarı ve Sultan Abdülhamit-istibdat karşıtı olmak bakımından Jöntürklerin diline hayli yaklaştığı için hürriyet ve sansür konularında muhalif söylemi paylaşmaktadır.” (sf. 112) İslamcılık düşüncesi de, ilk kitapta belirtildiği üzere, İttihat ve Terakki ile olan dirsek teması ve Abdülhamit muhalifliği bağlamında hürriyet taraftarı olup, aslında bu hürriyet taraftarlığı Namık Kemal’den itibaren düşünürler tarafından desteklenen ve beklenen, arzulanan, tartışılan ve gelmesi beklenen hürriyet mefhumuna karşı müsbet bir bakış sergilemiştir.
Hürriyet mefhumunun içeriği, sınırları, getirdikleri ve götürdükleri metinler üzerinden okunmakta, beklentinin umulanın ne olduğu ve faka bulunanın ise pek de beklenilen olmadığı görülmektedir. Aynı zamanda hürriyetin mutlak ve sınırsız olmadığı sınırları ve kısıtlamalarının tayini noktası da kitapta tartışılmaktadır. Hürriyet faslı Akif’ten yapılan “Köse İmam” alıntısıyla noktalanmaktadır.
Hürriyetten sonra gelen kavram müsavat kavramıdır. Müsavat kavramının başlığı içeriği hakkında okuyucuya ipucu sunmakta olup, yine bir olan/olması gereken ayrımı arayışlarını kafalara soru işareti olarak bırakmaktadır. Müsavat ile birlikte; arayış içerisinde olan devletin, mecbur bırakıldığı müdahalelere dur demek amaçlı bir anlayışı temsilen giriştiği atılımlar değerlendirilmekte fakat bu atılımlar sonucunda müdahaleler kesilmediği yahut önlenemediği gibi millet-i hakime olan ehl-i İslam küstürülme noktasına gelmiştir. Değişim ve dönüşümlerin dışarıdan müdahalesi ile yapılan girişimler halk nezdinde inandırıcı olmadığı gibi, millet-i hakimeye olumsuz yansımıştır. Bölüm Ziya Paşa’dan uzun bir alıntıyla başlamaktadır ve alıntının temel mesajı; bir gayrimüslim için devreye giren arabuluculuk yapan, koruyan ve kollayan, haksız dahi olsa bu işlevini aksatmayan, farklı bürokratik ve dini kurumların varlığı söz konusu iken, Müslüman haklı olsa dahi bir zulme uğrasa sahibinin kim olduğu, hakkını savunanın olmadığı bir devlet anlayışı eleştirilmektedir. İslamcılar bu müsavat içinde yapılan müsavatsızlıkları, yahut sınırını aşan müsavat kavramını eleştirmektedir. Müsavat bahsinde devamla, müsavat kavramı dini kaynaklar üzerinden incelenmekte, müsavat üzerinden laik/seküler hukuka açılan yol değerlendirilmektedir. “Modernleşme teşebbüslerinin hemen her aşamasında, hemen her temel kavram tartışmasında karşımıza çıkan, aktüel yönelişlerle toplumsal/tarihsel kodlar ve şartlar arasındaki örtüşme yetersizliği/yokluğu, umumiyetle teorik açıklamalarla, bazan da “zaruret” ilkesi devreye sokularak örtülmeye çalışılmıştır. Bununla beraber uygulamanın akışı sırasında ortaya çıkan problemler, her zaman üst düzeyde tenkitlere ve metinlere dönüşmese de bu alanı sürekli canlı tutacaktır.
"Müslümanlarla gayrimüslimlerin eşitliği manasına müsavat kavramı, Osmanlı Devleti’ne dahili ve harici siyasi şartların icbar ettiği ve içte birliği sağlayıcı, dışta müdahaleyi azaltıcı, nihayet ıslahatı, zamanın şartlarına uyumu temin edici bir siyasi karar hatta bazan gerginliği azaltıcı bir siyasi hile olarak ortaya çıkmakla beraber bu karar ve hileden beklenen siyasi ve sosyal neticeler yeterli düzeyde istihsal edilememiştir.” (sf. 204)
Yapılan alıntıdan da anlaşılacağı üzere müsavat kavramı umulan ve beklenilen etkisini vermekten uzak kalmış, yetmemiş bu kavram üzerinden devletin içişlerine karışmaya varıncaya dek bir açık kapı bırakılmıştır. İslamcılar bu müsavat kavramının uygulamasına eleştiriler getirmiş, pratik üzerinden yöneltilen eleştirilerle beraber savundukları anlayış itibariyle müsavatın herkes için ve herkese karşı olanını savunmuşlardır.
Kitabın son kavramı uhuvvettir. Bu bölüm alışık olmadığımız bir İsmail Kara bölümü çağrışımı yapmaktadır. Hoca ele aldığı kavramları incelerken etraflıca inceleyip araştırmakta, alıntılarla metini zenginleştirmektedir. Hâl böyle olunca metinlerin dili ve uzunluğu, kapsamı ve çerçevesi genişlemekte, artmaktadır. Fakat uhuvvet kavramı hocanın bu genel tutumundan nasibini alamamış olacak ki kısa bir bölüm olarak son kavram ve kitabın kapanış kısmında kendisine yer bulmuştur. Uhuvvet kavramıyla manen parçalanan zihinler ve maddeten parçalanan vatan üzerinden yeni bir birleştirme çaba ve gayretine yönelik çabalar anlaşılmalıdır. Bu kapsamda parçalanan ve bölük pörçük edilen dünyanın yeniden düzenine ve ihtişamına kavuşma gayretine yönelik bir kavram okuması olarak uhuvvet karşımızda yer almaktadır. “İslam fıkıh-hukuk ve siyaset literatüründe ve kültüründe tam karşılığı olmayan yeni siyasi müsavat kavramını, siyaseten/dinen inşa etmek ve meşrulaştırmak için yardıma çağrılan ve siyasallaştırılan iki önemli dini kavramdan biri uhuvvet (kardeşlik), diğeri ittihad (birlik) olmuştu. Bu iki kavramdan uhuvvet, eşit hale gelmiş Müslim ve gayrimüslimlerden oluşan toplumu sıkılaştırmaya, ittihad ise dinleri farklı fakat eşit(lenmiş) fertlerden müteşekkil bir topluluktan siyasi birlik ve güç devşirmeye dönük olarak da çalıştırılmak isteniyordu.” (sf. 214)
İslamcıların Siyasi Görüşleri 2, İslamcılık üzerine önemli bir açığı kapatıyor ve İslamcılık üzerine yeni kapılar açıyor. Daha tartışılacak onca mesele ve kavram, düşünce ve kabuller duruyor. Kişiler ve metinler üzerinden yakın tarihe ilişkin yapılacak yeni okumalarda üzerinde yaşadığımız toprakları daha iyi anlama ve anlamlandırmaya yarayacak, bu sayede düşünce hayatımızda alınacak yollarla beraber nitelikli tartışma ve düşünme sayesinde temellendirebileceğimiz kavramlarla emin adım atmak mümkün hale gelecektir. Bu kapsamda İsmail Kara Hocanın İslamcıların Siyasi Görüşleri 2 eseri alanda önemli bir açığı kapatarak ve yeni düşünce yolları açarak okurunu selamlıyor.
Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1
İsmail Kara’nın İslamcıların Siyasi Görüşleri 2: Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet kitabı bu cümlelerle karşılıyor okurunu. Uzun zamandır merak ve hasretle beklenilen, fakat sürekli ertelenen, başka meselelere kurban giden İslamcıların Siyasi Görüşleri 2 nihayet Dergah Yayınları'ndan okuyucusuna merhaba dedi. İsmail Kara okuyucularının takdir edeceği üzere; dil bakımından her zaman ki ağırlığı ve çetrefil oluşuyla, meseleleri ele alışı açısından ise İsmail Kara’nın kendine özgü dünyasından seslenen bir eserle karşı karşıyayız. İlk cildinde Hilafet ve Meşrutiyet kavramları üzerinden İslamcılık düşüncesi ve İslamcılar irdelenmekte iken, bu cilt üç ana başlığı ihtiva etmektedir: Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet. Üç ana başlığa gelmeden önce uzun bir girizgah ile yazar bazı kavramların ve İslamcılığın kendi nezdinde “sorunlu” alanlarını tartışmakta, eleştirileriyle beraber kavramların değişim ve dönüşümünü, göstermeyi amaçlamaktadır. Konuşmalarında her yazının ve kitabın bir kaderi olduğuna değinen İsmail Kara, kavramların da bir kaderi ve yolculuğunun olduğunu, bir serencam içerisinde dönem ve şartların baskısı ve değerlendirmesiyle beraber değişip dönüştüğünü göstermektedir.
İlk kitabında ağırlıklı olarak Mehmet Akif üzerinden, Safahat’tan alıntılarla giriş yapan ve sık sık Akif’e atıf yapan İsmail Kara, bu eserinde içeriğin de etkisiyle alıntı ve atıflarının yönünü Namık Kemal ve Ali Suavi’den yana Genç Osmanlılar ağırlıklı olarak yapmaktadır. Merhum Mehmet Akif’te eser içerisinde alıntılarla okuyucunun karşısına çıkmaktadır. İslamcılık dendiğinde akla gelen ilk ismin Akif olması, eserlerinde İslamcılık düşüncesini meşrulaştırma ve temellendirme adına gayreti, veciz dili onu bir adım daha öne çıkarmaktadır.
Kitap her ne kadar üç ana kavram üzerine temellendirilmişse de bu kavramlardan önce bir girizgah ile beraber İslamcılık düşüncesinin ana istikametleri ve problemleri tartışılmakta, kavramların yolculukları, değişen ve dönüşen dünyayı anlama ve anlamlandırma problemleri gibi bir çok mesele de Çağdaş ve İslami kimliğinin yan yana gelip gelemeyeceği, modern kavramların ve modern açılımların asırlık düşünceye vurduğu baltalar yer yer ağır sayılabilecek eleştirilere maruz kalmaktadır. “Düşünce veya siyaset düşüncesi denildiği zaman öncelikle nazarÎ (teorik) ve soyut (mücerret) olanın akla gelmesi beklenir. Bu aşamada yöneten(ler)le yönetilenler arasındaki çok yönlü ilişkileri kuran, açıklayan, anlamlandıran, besleyen, ardından aşağıya doğru, uygulamaya nasıl intikal edeceğine işaret eden bir kavramlar manzumesi söz konusudur.” (sf. 11)
Hemen kitabın başında, pratik olanın soyut olanla mücadelesi, yer yer anlaşamaması, uyumu ve arayışları üzerine bir giriş yer almaktadır. Tabir-i caizse Osmanlı Modernleşmesi ve İslamcılık yeni doğan bir çocuk gibi yeni bir anlamlar ve kavramlar dünyasına adım atmakta, her doğan çocuk gibi düşe kalka büyüme, dünyada kendine yer edinme, bir anlam arayışı içine girmektedir. Düşünce alanında yeni bir dünyaya kapıyı aralayan ve fakat ona ait olmayan, hatta yer yer taban tabana zıtlıkları bulunan bir dünyaya girişte elbette zorluklar çıkacaktır. “Pratikle irtibatlı tarihi akış ve tecrübeler manzumesi, sosyokültürel unsurlar da düşünceyi, siyaset düşüncesini etkileyegelmiştir.”. Bir yanda değişen ve dönüşen bir dünya; öte yanda ise sürekli olarak yenilgi ve toprak kaybına uğrayan imparotorluk, içinde yaşayan düşünürler, ulema ve bütün bu dünyanın ve kişilerin dur durak bilmez arayışı. İşte böyle bir zamanda İslamcılık düşüncesi; düşünce alanında bir uzlaştırma çaba ve gayretiyle kavramlar üzerinden yeni bir dünya inşasına kalkışmak, batı ve doğu geçmişle bugün üzerinden okuma yapmak, pratik alanda adeta paramparça edilen toprakların ahını tutarak elde kalanlara bir gayretle sarılmaktır.
İsmail Hoca’nın konferans ve kitaplarında bahsettiği üzere kitapların bir kaderi olduğu gibi kelimelerin ve kavramların da bir kaderi ve hikayesi var. Zaman içerisinde yaşayan insanlar beraber değişip dönüşmekte, kimi zaman muhalif kimi zaman yandaş olarak kullanılmakta, kimi zaman kendilerine itibar edilip hürmet gösterilmekte, kimi zaman ise silah olarak kullanılıp, saldırıya araç edimektedirler. İşte böyle bir dünya içerisinde kelimelerle beraber değişip dönüşen zamanla beraber yeni olan ve eski olanın kıymeti nedir diye de sorulur? “Çünkü her ne sebeple ortaya çıkarsa çıksın yenilik, yenilenme sadece kendini getirmek ve göstermekle kalmaz, bir “eski” oluşturur ve onun manasını, önemini, statüsünü kendine göre tayin ve tarif eder.”. Her devrin kaderi, her kelimenin devri olduğu da böylece ortaya çıkmaktadır. İslamcılık düşüncesi de bu arayış ve serencamın içerisinde, hem İslami kalmak, hem de modern olmak, Avrupayı ihmal etmeyerek, modernleşerek Müslüman kalmak arayış ve çabasının adıdır. Kimi İslamcılar bu iki uç arasında gidip gelmekte, acil olan ve devrin gerektirdiği şekilde Müslümanlara yönelik mütecavizane hareketlere son verme çabasına girmekte, kimileri ise uzun dönem üzerinden gözden kaçan noktaların olduğu ve telafisi imkansız zararlar için uyarıda bulunmaktadır. İşte böyle bir dünya içerisinde böyle bir zıtlıklar ama aynı zamanda ortak gaye adına arayış çabası İslamcılık düşüncesi içerisindedir.
“Çağdaş İslam düşüncesinin dini ve yerli yönünü öne çıkarmak isteyenler modernleşme süreçlerini büyük ölçüde İslam ilim ve kültür tarihinde güçlü karşılıkları olan ihya,ıslah ve tecdid kavramları ile yahut İslamın dinamiklerinin devreye girmesi üzerinden açıklarken modern-Avrupai yönünü belirgin hale getirmek isteyenlerin öncelikleri Batı etkisinden, batılı kavramlardan, onlarla irtibatlı yaşama üsluplarından yana olacaktır. İlki daha ziyade Batı tecrübesi ile farklılıkları ve kendi özgünlüklerini, ikincisi ise onunla benzerlikleri ve yakınlıkları öne çıkarmaktadır.” (sf. 16)
İslamcılık düşüncesinin ana kaynaklarını sıralamak gerekirse; “yeniden tanımlanmış olarak Kur’an ve sünnet ve bunlarla irtibatlı olarak dört halife (hulefa-yı raşidin) devrini içine alan asr-ı saadet, modern-laik Batı siyasi düşüncesi ve kurumlarıdır”. İlk ana kaynak; etrafında sabit durulan bir pergelin ayağı misali temel kaideleri temsil etmekte iken, ikinci ana kaynak ise; dönemin şart ve koşullarında Müslümanların düştüğü çıkmazın içinden kurtulması için arayış için çıkılan kaideleri tespit etmeye yaramaktadır. Tabii ki doğu ve batının tarihsel serüveni ve serencamı, ihtiva ettiği farklılıklar yaşanan deneyim ve tecrübeler incelendiğinde bazı kavramlar açısından iki ana kaynağı uzlaştırmak mümkün olamamaktadır. Bu durumda tevil yoluyla, zorlama yorumlarla iki farklı dünya bir kavram etrafında uzlaştırılma gayreti gütmektedir. Fakat bu İslamcılık akımı yönünden bazı yorumlar nedeniyle bir zaaf olarak görülmektedir.
“Çağdaş İslam düşüncesinin, İslamcılık hareketinin nerede ise bütnü alanlarında görebleceğimiz bir tür “Avrupa’yı Müslümanlaştırmak” ve meşrulaştırmak arzusu ve/ya Batıya onun mantığı ve araçlaıyla karşı koyak ihtiyacı siyasette de devreye girecek, Avrupai değerler ve kavramlar İslamın, İslam-Osmanlı tarihinin rahatlıkla içine alabileceği evsafta tanımlanacak, bunlar yeteri kadar işlemezse zaruret ilkesine sığınılarak çıkış yolu ve meşruiyet aranacak yahut bu fikirler Müslümanlar dahil olmak üzere herkes için eşit değerde, “evrensel” bir “yitik hikmet” hatta İslam dünyasından Batıya intikal etmiş ama bizim unuttuğumuz değerler haline getirilecektir.” (sf. 25)
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde adım adım gelen ve engellenemeyen çöküş üzerine, mütefekkirler çözüm arayışlarına girmişler, her kafadan farklı bir ses çıkmaya başlamıştır. Yeni bir dünya içine girmenin bedeli olacağını öngören mütefekkirler, bedelin en az ödenebileceği bir çözüm arayışı içinde fikir imali için uğraşmakta iken, pratikte ise Osmanlı İmparatorluğu adım adım bir küçülme ve yok olmaya doğru seyretmektedir. Bu çöküşte ilk suçlu askeriye ilan edilir ve bir imparatorluğun modernleşme hikayesi başlar. Nasıl ki problemler bir gün içinde çıkıp büyümedilerse, çözümün de bir gün içinde çıkması ve kurtuluş beklemenin abes olacağı açıktır ama ne yazık ki çözüm üretmede de geç kalınmış, fikir imalinde atı alanın Üsküdar’ı geçtiği bir dünya içine girilmiştir. Bu dünya içerisinde üç ana akım sayılabilir: Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Batıcılık her üç akım içerisinde de kendisine yer bulmuştur; İslamcılık içinde kavramları dönüştürmek yahut kavramların temelinin İslam kaynaklı olduğunu iddia etmek, Türkçülük içerisinde ise nihai ulaşılacak hedef olarak ortaya çıkmıştır. En nihayetinde üç kavramın da birbirinden farklı ayrım ve nüansları vardır.
“İttihad/vahdet ve onun altında türetilen kavramlar ve terkipler verdikleri ilk intibanın ötesinde İslam dünyasında yeni bir fert, millet ve vatandaş tanımı yapma arayışının, bunlarla irtibatlı olarak içerde ve mücavir bölgelerde yeni bir siyası (ve kültürel) birlik inşa etme fikrinin, yeni bir kamu hukuku yorumunun kuvvetli bir unsuru olarak vücut bulmuş ve geliştirmiştir.” (sf. 31)
Yeni bir dünyanın kapısını aralamak, o dünyadan kavram transferi yapmak elbette sorunlara, anlaşılmamazlıklara ve tepkilere sebep verecektir. Her toplumun içine doğduğu dünya, kullandığı terkib ve kavramların içinde yaşanılan sosyo ekonomik ve politik ortam içerisinde anlam kazandığı göz önüne alındığında, alınan her kavramın, değiştirilmek istenen alışkanlıklara tepkilerin mümkün mertebe azaltılması ve kavramında toplumun içerisinden neşet etmişçesine gösterilerek yeni bir dünyaya adım atmak gereklidir. Toplum ya kendisi olarak, kendi anlam dünyasını yeniden oluşturma, tesis etme yolunu tercih ederek, zaman ve zeminle bağlantılı olarak kavramlarını güncelleyebileceği gibi, bunun olmaması ve üzerinde yaşanılan, nefes alınan toprak parçasının tehlikeye düşmesi halinde kavramların alınarak topluma dikte edilmesi ve kılıf bulma yoluyla toplumla uzlaştırma arama çabasına gildilmelidir. İslamcılar da aldıkları kavramların hesabını vermek adına Kur’an-ı Kerim ve sünnetten kavramları çıkartma yoluna gitmiştir.
Bu kavramların meşrulaştırılması örneğinde kitapta meşrutiyet örneği ayrıntılı olarak incelenmektedir. Yeni Osmanlılarla beraber tartışılan, Avrupa görenlerin devletin düşüşünü yönetim anlayışından bilmeleri nedeniyle saltanat sistemi tartışmaya açılmış, meşrutiyet kavramı, ayet ve hadislerle desteklenmek suretiyle toplum tabanında meşrulaştırılmak suretiyle kanun-i esasi ile meşrutiyet arayışına girilmiştir. Meşrutiyetten demokrasiye bu kavramdan İslam Devletine geçen, kavramlar içerisinde bir arayışın İslamcılıkla bağlantısı üzerine okuma notları ile beraber zengin bir tartışma ile İslamcılığın fikri serüveni farklı düşünürler etrafından incelenmekte, zayıf yönleri muahezeye tabi tutulmaktadır.
İslam devleti kavramının getirdiği bir takım neticeler bir başlık altında değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Üç ana başlık etrafından İslam devleti kavramı incelenmektedir: Öncelikle din kavramı açısından bir devlet kuram yahut kavramı etrafından değerlendirmeler yer almaktadır: “… meşrutiyetle birlikte başlayan hilafet-saltanat sistem ile ilgili tartışmaların, onun ortadan kalkmasıyla birlikte bir başka merhaleye intikal ederek İslam’ın (Kur’an ve sünnetin) bir devlet sistemi, bir yönetim tarzı öngörmediği, sadece bazı temel ilkeler koyduğu, peygamber kıssaları üzerinden bazı işaretlerde bulunduğu ve bu ilkelere uyan her devlet ve idare sisteminin din zaviyesinden meşru olabileceği fikridir.”
İkinci başlık ile beraber İslam Devleti fikrinin temel kaynakları ve argümanlarının ne olduğu üzerinden sabit kabuller eleştiriye tabi tutulmakta, kitabi bilginin zikredilerek yaşanan tarih bilgisinin ve koşullarının görmezden gelinmesinin bir eksiklik olduğu ifade edilmektedir: “İslam tarih tecrübesinin ve kültürel toplumsal hafızanın büyük ölçüde devre dışı bırakılmasına paralel olarak İslam siyasi düşüncesinin kavramlarının yeni bir okuma ve hiyerarşi tertibi ile, büyük ölçüde Kur’an ve sünnetle sınırlı kalarak yeni ve uyum arayan yorumlarla inşa edilmesidir.” Son değerlendirmeler ise hem İslamcılık düşüncesiyle bağlantılı olarak hem de günümüz dünyasında yer alan tartışmalı bir meseleye ilişkindir: “İslam Radikalizmi, Siyasal İslam: Bir başka şekilde söylersek hilafet-saltanat sisteminden meşrutiyete, oradan cumhuriyet, İslam Devleti’ne doğru hareket eden yeni İslam siyasi düşüncesi çizgisi bu aşamadan sonra iki ana kola ayrılmaktadır: kollardan biri daha seküler ve laik, daha liberal ve uzlaşmacı bir istikamete, İslam cumhuriyeti ve demokrasisine, oradan liberal (ılımlı-kültürel) İslam’a doğru yol alırken diğer bir hattı da özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra daha “şeriatçı”, daha dar/sade ve sıkı, daha katı, siyasi ve toplumsal talepleri yüksek, mücadeleci, cihadı-şehadeti öne çıkaran ve bunların beklenebilir bir neticesi olarak (dar mütecanisliği/homojenliği sağlamak için) dışlayıcı bir üslup ile İslam Radikalizmine doğru evrilecektir.” (sf. 86)
Kitabın giriş kısmının son bölümü bir değerlendirme ve İslamcıların Siyasi Görüşleri 1 kitabının üzerinden geçen süreçten bugüne kadar elde edilen kazanımların, yahut eksikliklerin, kayıpların neler olduğu, gidişatın ne olacağı üzerine bir fikir teatisi sunmaktadır. Bugün gelinen noktada İslamiyetin temsiliyetinin, dünya üzerinde yer alan konumunun, dünyanın yerleşik söylemi ile bir olup olmadığı, yerleşik söylemin karşısında mı yer aldığı yoksa yerleşik söyleme ivme mi kazandırdığı sorusunda, artılarıyla eksileriyle yerleşik söylemin karşısında yer alan bir İslam’dan söz edilebileceği, bunun ise Müslümanlıktan vazgeçmeden yerleşik söylemin siyasi dili ve düşüncesi ile olduğu değerlendirilmektedir. Her ne kadar bu söylem bir çelişkiyi andırsa da, İslamcılığın doğuşundan bugüne arayışın bir ayağı bu düşünce üzerine temellendirilmiş, hakim söylem eleştirilmiş fakat hakim söylemin eyledikleri karşısında hakim söylemden çıkarımlar yapılmak suretiyle arayış içine girilmiştir. Bu görüş kapsamında İsmail Kara Hoca’nın tartışılması gerektiğini beyan ettiği 3 husus bulunmaktadır: "1- Klasik ve modern siyasi düşüncelerin kaynakların ve tarihi tecrübenin İslam dünyasının yakın dönem siyasi-idari tablosunun, tarihi atlamadan ve tarihte kalmadan bir bütünlük içinde yeniden gözden geçirilmesi ve bugünün ihtiyaçları ve talepleri istikametinde yeniden müzakere edilerek değerlendirilmesi, 2- Yeni tarih ve fikir yorumuna yükselerek, parçalı İslam tarihi anlayışını bırakarak kaynakları ve asr-ı saadeti atlamadan, tarihin siyasi birikimin, geleneklerin içinden ve tenkit süzgecinden geçmek, 3- Yeni bir dil-düşünce-hareket irtibatını hesaba katarak yeni bir siyasi dil ve üslup kurmak.”
Bu uzun girizgahı ilk kitabın yayınlanmasının üzerinden geçen sürede dikkate alınarak, bir değerlendirme, değişim ve dönüşümleri gözden geçirerek bir hesaplaşmaya ayıran İsmail Kara hoca, sonrasında üç kavramdan ilki olan “Hürriyet Mi Esaret Mi?” başlığıyla kitabın ana meseleleri üzerine değerlendirmesine başlıyor. Namık Kemal’in meşhur dizeleri ve Cenap Şahabettin ile başlayan bölümde Hürriyet kavramı incelenmekte, Hürriyet kavramının çağrışımları ve fikir dünyasında içeriğine karşılık yaşanan dünyada uygulaması üzerinden olan/olması gereken ayrımı yaparak umulan beklenile hürriyet ile olan, pratikte ortaya çıkan hürriyet mefhumunun pek beklentileri karşılamadığı anlaşılmaktadır.
“İslamcılık düşüncesi metinleri hürriyet-meşrutiyet taraftarı ve Sultan Abdülhamit-istibdat karşıtı olmak bakımından Jöntürklerin diline hayli yaklaştığı için hürriyet ve sansür konularında muhalif söylemi paylaşmaktadır.” (sf. 112) İslamcılık düşüncesi de, ilk kitapta belirtildiği üzere, İttihat ve Terakki ile olan dirsek teması ve Abdülhamit muhalifliği bağlamında hürriyet taraftarı olup, aslında bu hürriyet taraftarlığı Namık Kemal’den itibaren düşünürler tarafından desteklenen ve beklenen, arzulanan, tartışılan ve gelmesi beklenen hürriyet mefhumuna karşı müsbet bir bakış sergilemiştir.
Hürriyet mefhumunun içeriği, sınırları, getirdikleri ve götürdükleri metinler üzerinden okunmakta, beklentinin umulanın ne olduğu ve faka bulunanın ise pek de beklenilen olmadığı görülmektedir. Aynı zamanda hürriyetin mutlak ve sınırsız olmadığı sınırları ve kısıtlamalarının tayini noktası da kitapta tartışılmaktadır. Hürriyet faslı Akif’ten yapılan “Köse İmam” alıntısıyla noktalanmaktadır.
Hürriyetten sonra gelen kavram müsavat kavramıdır. Müsavat kavramının başlığı içeriği hakkında okuyucuya ipucu sunmakta olup, yine bir olan/olması gereken ayrımı arayışlarını kafalara soru işareti olarak bırakmaktadır. Müsavat ile birlikte; arayış içerisinde olan devletin, mecbur bırakıldığı müdahalelere dur demek amaçlı bir anlayışı temsilen giriştiği atılımlar değerlendirilmekte fakat bu atılımlar sonucunda müdahaleler kesilmediği yahut önlenemediği gibi millet-i hakime olan ehl-i İslam küstürülme noktasına gelmiştir. Değişim ve dönüşümlerin dışarıdan müdahalesi ile yapılan girişimler halk nezdinde inandırıcı olmadığı gibi, millet-i hakimeye olumsuz yansımıştır. Bölüm Ziya Paşa’dan uzun bir alıntıyla başlamaktadır ve alıntının temel mesajı; bir gayrimüslim için devreye giren arabuluculuk yapan, koruyan ve kollayan, haksız dahi olsa bu işlevini aksatmayan, farklı bürokratik ve dini kurumların varlığı söz konusu iken, Müslüman haklı olsa dahi bir zulme uğrasa sahibinin kim olduğu, hakkını savunanın olmadığı bir devlet anlayışı eleştirilmektedir. İslamcılar bu müsavat içinde yapılan müsavatsızlıkları, yahut sınırını aşan müsavat kavramını eleştirmektedir. Müsavat bahsinde devamla, müsavat kavramı dini kaynaklar üzerinden incelenmekte, müsavat üzerinden laik/seküler hukuka açılan yol değerlendirilmektedir. “Modernleşme teşebbüslerinin hemen her aşamasında, hemen her temel kavram tartışmasında karşımıza çıkan, aktüel yönelişlerle toplumsal/tarihsel kodlar ve şartlar arasındaki örtüşme yetersizliği/yokluğu, umumiyetle teorik açıklamalarla, bazan da “zaruret” ilkesi devreye sokularak örtülmeye çalışılmıştır. Bununla beraber uygulamanın akışı sırasında ortaya çıkan problemler, her zaman üst düzeyde tenkitlere ve metinlere dönüşmese de bu alanı sürekli canlı tutacaktır.
"Müslümanlarla gayrimüslimlerin eşitliği manasına müsavat kavramı, Osmanlı Devleti’ne dahili ve harici siyasi şartların icbar ettiği ve içte birliği sağlayıcı, dışta müdahaleyi azaltıcı, nihayet ıslahatı, zamanın şartlarına uyumu temin edici bir siyasi karar hatta bazan gerginliği azaltıcı bir siyasi hile olarak ortaya çıkmakla beraber bu karar ve hileden beklenen siyasi ve sosyal neticeler yeterli düzeyde istihsal edilememiştir.” (sf. 204)
Yapılan alıntıdan da anlaşılacağı üzere müsavat kavramı umulan ve beklenilen etkisini vermekten uzak kalmış, yetmemiş bu kavram üzerinden devletin içişlerine karışmaya varıncaya dek bir açık kapı bırakılmıştır. İslamcılar bu müsavat kavramının uygulamasına eleştiriler getirmiş, pratik üzerinden yöneltilen eleştirilerle beraber savundukları anlayış itibariyle müsavatın herkes için ve herkese karşı olanını savunmuşlardır.
Kitabın son kavramı uhuvvettir. Bu bölüm alışık olmadığımız bir İsmail Kara bölümü çağrışımı yapmaktadır. Hoca ele aldığı kavramları incelerken etraflıca inceleyip araştırmakta, alıntılarla metini zenginleştirmektedir. Hâl böyle olunca metinlerin dili ve uzunluğu, kapsamı ve çerçevesi genişlemekte, artmaktadır. Fakat uhuvvet kavramı hocanın bu genel tutumundan nasibini alamamış olacak ki kısa bir bölüm olarak son kavram ve kitabın kapanış kısmında kendisine yer bulmuştur. Uhuvvet kavramıyla manen parçalanan zihinler ve maddeten parçalanan vatan üzerinden yeni bir birleştirme çaba ve gayretine yönelik çabalar anlaşılmalıdır. Bu kapsamda parçalanan ve bölük pörçük edilen dünyanın yeniden düzenine ve ihtişamına kavuşma gayretine yönelik bir kavram okuması olarak uhuvvet karşımızda yer almaktadır. “İslam fıkıh-hukuk ve siyaset literatüründe ve kültüründe tam karşılığı olmayan yeni siyasi müsavat kavramını, siyaseten/dinen inşa etmek ve meşrulaştırmak için yardıma çağrılan ve siyasallaştırılan iki önemli dini kavramdan biri uhuvvet (kardeşlik), diğeri ittihad (birlik) olmuştu. Bu iki kavramdan uhuvvet, eşit hale gelmiş Müslim ve gayrimüslimlerden oluşan toplumu sıkılaştırmaya, ittihad ise dinleri farklı fakat eşit(lenmiş) fertlerden müteşekkil bir topluluktan siyasi birlik ve güç devşirmeye dönük olarak da çalıştırılmak isteniyordu.” (sf. 214)
İslamcıların Siyasi Görüşleri 2, İslamcılık üzerine önemli bir açığı kapatıyor ve İslamcılık üzerine yeni kapılar açıyor. Daha tartışılacak onca mesele ve kavram, düşünce ve kabuller duruyor. Kişiler ve metinler üzerinden yakın tarihe ilişkin yapılacak yeni okumalarda üzerinde yaşadığımız toprakları daha iyi anlama ve anlamlandırmaya yarayacak, bu sayede düşünce hayatımızda alınacak yollarla beraber nitelikli tartışma ve düşünme sayesinde temellendirebileceğimiz kavramlarla emin adım atmak mümkün hale gelecektir. Bu kapsamda İsmail Kara Hocanın İslamcıların Siyasi Görüşleri 2 eseri alanda önemli bir açığı kapatarak ve yeni düşünce yolları açarak okurunu selamlıyor.
Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1
40 hadiste kadının ve ailenin mümtaz yeri
Zekeriya Güler’in 4. Baskısı Rıhle Kitap’tan Ekim 2019’da çıkan 40 Hadiste Kadın ve Aile isimli eseri, Allah ve Resûlü tarafından, Câhiliye döneminde ezilmiş, horlanmış, zulüm ve sefalete terkedilmiş, hak ve hürriyetleri ellerinden alınmış kadınlara nasıl bir izzet, şeref ve haysiyet kazandırıldığını bir kez daha gözler önüne seren mütevazı bir hadis şerhi denemesidir.
Kırk Hadis (Erbâin), önsözde de ifade edildiği üzere selef ulemâsı tarafından başlatılan ve ilk asırlardan günümüze devam edegelen bir gelenek. Bu manada ilk çalışmayı tebe-i tâbiînden Abdullah b. Mübarek yapmış. İlk yedi asırda altmış dört Kırk Hadis çalışması yapılmış ve onların yarısı zamanımıza kadar gelebilmiş.
Hadis metinlerinin tercümelerinin hemen ardından, ilk sahâbî râvilerin tercüme-i halleri verilmiş. Kitap, Hz. Âişe’nin rivayet ettiği; “Allah Elçisi’nin ahlâkı Kur’an’dı” (Müslim) hadisi ile başlıyor. Açıklama bölümünde, ilgili hadisin daha iyi anlaşılmasına zemin oluşturacak ipuçları verilmiş; hadisin farklı varyantlarına işaret edilmiş. Hadisten Öğrendiklerimiz başlığı altında ise, hadisten çıkarılan dersler ve hükümler maddeler halinde sıralanmış, hadisin vermek istediği mesajın okuyucuya tam olarak sunulması için başta Nevevî, İbn Hacer el-Askalânî, Aynî ve Aliyyü’l-Kârî gibi kadim şârihler olmak üzere, muasır ilim ve fikir erbâbından da istifade edilmiş. Bu da hadislerin bütünlük içinde ele alınmasını sağlamış.
İlk hadisin şerhi bağlamında söylenen şu sözler kanaatimce önemli: “Tarih boyunca kadınıyla erkeğiyle İslâm ümmeti, hem lafız hem de mâna itibariyle Kur’an mirasına ve emanetine sahip çıkmıştır. On yedinci asırda İstanbul’da Kur’ân-ı Kerim’i ezbere bilen dokuz bin hâfızdan üçte birini kız çocuklarının veya kadınların teşkil etmesi, bu konuda ecdadımızın azim ve kararlılığını gösteren bir tablodur. Resmi kayıtlara geçmeyenlerin hesaba katılması halinde bu sayıda artış görüleceği kesindir.”
“Kadın, kocası yanında iken ondan izin almadan (nafile) oruç tutamaz” ve “Erkek eşini yatağa çağırdığında gelmez de öfkeli bir şekilde yatacak olursa, o eş sabaha kadar meleklerin lânetine maruz kalır” şeklindeki hadislerin aile saadetini sağlamaya yönelik olduğu belirtildikten sonra şöyle denilmiş: “Bu neticenin tek taraflı düşünülmemesi gerekir. Eşinin hukukunu gözetmeyen gözetmeyen erkeğin de aynı şekilde yükümlü ve sorumlu olduğu bilinmelidir.” Bu hadisler genellikle kadınlara karşı erkeklerin elinde bir koz olarak görülür. Hâlbuki ilgili hadislerin muhatabı en az kadınlar kadar erkeklerdir de!
Kitapta yer alan hadislerden biri de: “Eğer ben birinin diğer birine (farz-ı muhal) secde etmesini emredecek olsaydım, kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim.” (Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn Mâce) şeklindeki meşhur hadis. Hindistanlı hadis âlimi Sehârenpûrî’nin; “İnsan bedeni ruhun mahalli olduğu gibi, kabir de bedenin mahallidir. Bedenin mahalli olan kabre nasıl secde edilmiyorsa, ruhun mahalli olan bedene de secde edilmez” dediğini naklettikten sonra müellif şöyle diyor: “Hadis metninde geçen kadının kocasına secde etmesi hakiki manada anlaşılmaz, anlaşılmamalıdır. Bu ifade tarzının, kocanın meşrû talebinin gereğini, ona duyulan sevgi ve saygının değerini vurgulamak için edebî sanat olarak kullanılan son derece mübâlağalı bir üslup olduğu açıktır.”
Evin maişet temininden, mâliye ve dış işlerinden erkek sorumludur. Peki ailede kadının vazifesi nedir? Müellif şöyle diyor: “Ebû Sevr gibi bazı âlimler, kadının erkeğin ihtiyaç duyduğu tüm hizmetleri yerine getirmesi gerektiğini çıkarmıştır. Ancak İslâm âlimlerinin çoğunluğunu teşkil eden cumhura göre, kadının yaptığı iş ve hizmetler farz/vacip değil, yapılması halinde sevap kazanılan nafile ibadet hükmündedir. Bu esasa göre, yemek yapmak, çocuğa bakmak, çamaşır yıkamak gibi ev işlerini yerine getirmek, farz/vâcip olmamakla birlikte bunlar Müslüman kadının ahlâkına, asâlet ve nezaketine yakışan ve ondan beklenen hizmetlerdir. Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar devam etmiş olan bu hizmet anlayışı, şüphesiz aile için aynı zamanda huzur ve mutluluk vesilesi olarak görülmelidir. yrıca unutulmamalıdır ki: Örfen maruf olan şey, şart kılınmış gibidir.”
Kadın-erkek ilişkileri bağlamındaki şu tespit de oldukça yerinde görünüyor: “Bir yerde erkek, elektrik devresindeki pozitif (+) kutuba, kadın da negatif (-) kutuba benzer. 'Ters kutuplar birbirini çeker' kaidesine göre, giyim kuşama dikkat edilmemesi ve sosyal ilişkilerde şer’î sınırlara ihtimam gösterilmemesi halinde, iki cinsin birbirlerini çekmemesi düşünülemez.”
Erkeklerin namahrem kadınlara bakmaları yasak olduğu gibi, kadınların da namahrem erkeklere bakmaları yasaktır. Kadınların, görme engelli dahi olsa yabancı erkeklerden sakınmaları gerektiğinin delili meşhur Abdullah İbn Ümmü Mektum hadisidir. Hâl böyle iken şu soru hep zihnimi meşgul etmiştir: Mesela sosyal medyada hanımların kendilerini ifşa etmeleri tenkit edilir de neden erkeklerin kendilerini ifşa etmeleri hususunda tek kelime edilmez? Bu sorunun cevabını kitapta kısmen bulabildiğimi söyleyebilirim: “Kadınlar için bakma yasağının, hüküm itibariyle erkeklere nisbetle ehven (daha hafif) olduğu görüşü hâkimdir. Bu durum, erkek ile kadının sahip olduğu farklı tabiattan kaynaklanmalıdır. İki cinsin fıtrî ve ruhî özellikleri farklılık arz eder. Pakistanlı âlim ve düşünür Mevdûdî’nin (v. 1979) ifade ettiği gibi, genellikle erkek hareketli ve atılgandır. Bakıp etkilendiği ve arzuladığı şeyi elde etmek için ardından koşar. Böyle bir durum karşısında kadın ise genellikle sakin ve ürkek olup geri durmaya çalışır. Asaletini koruyan kadının, bakmak suretiyle sevip hoşlandığı şeyi ele geçirmek için cü’ret ve teşebbüs etmesi neredeyse imkânsız gibidir.”
Râviler hakkında kısaca bilgi verildiğini belirtmiştim. 18. hadisin râvisi olan mü’minlerin annelerinden Safiyye bint Huyey ile alakalı şu mâlumattan alacağımız çok büyük dersler var: “Safiyye’nin Yahudi bir aileden gelmesi Hz. Peygamber’in hanımları arasında konu olmuş, Hz. Âişe ile Hz. Hafsa’nın bunu ima ederek kendilerinin Resûlullah (s.a.v) ile aynı soydan geldiklerini söylemelerine üzülmüş, Hz. Peygamber de, “Benden nasıl daha hayırlı olabilirsiniz ki eşim Muhammed, babam Harûn, amcam Mûsâ’dır deseydin ya!” sözleriyle onu teselli etmiştir. Hac yolculuğunda Safiyye’nin devesi hastalanınca Rasûl-i Ekrem, hanımı Zeynep bint Cahş’a yanında bulunan fazla develerden birini ona vermesini söylemiş, onun, “Yahudiye mi vereceğim?” demesi üzerine Hz. Peygamber üç aya yakın bir süre Zeyneb’in yanına gitmemiştir.”
Eserde yer alan hadislerden bazıları günümüzde sıklıkla tartışılan meselelerle alakalı. Mesela karşı cinsle tokalaşma bu tartışmalı konulardan sadece biri. Müellif, bu konu hakkında müstakil bir risale yazan muasır fıkıh âlimi Muhammed el-Hâmid’in şu değerlendirmede bulunduğunu nakleder: “Tabiatı icabı –tıpkı alım satımda olduğu gibi- biatın el sıkışma yoluyla olması gerektiği halde, Resûlullah (s.a.v) kadınlardan biat alırken bunu yapmamıştır. Böyle olunca, fukahanın belirttiği üzere, biat dışında normal zamanlarda yabancı (namahrem) bir kadınla tokalaşmanın haram olduğu rahatlıkla anlaşılır.”
Kitaptaki diğer hadislerden bazılarının başlıkları ise şu şekilde:
- Amel ve Günahı Küçümsemek,
- Kedi Sebebiyle Cehennemlik Olan Kadın,
- Kur’an’ın Mehir Olması,
- Kadının Boşama Hak ve Yetkisi,
- Kadının Boşanmak İstenmesi,
- Kadının Aklı ve Dini…
Hadis deyince birilerinin kırmızı görmüş boğaya döndüğü günümüzde hadislere sahip çıkmak birincil sorumluluğumuz olmalı. Bunu derken de sahih, zayıf, uydurma her ne kadar hadis varsa hepsini kabullenelim demiyorum. Bu, hadisleri korumak değil bizatihi hadislere en büyük zararı vermek olur. Hadisleri değerlendirirken ulemâmızın ortaya koyduğu usûl kaidelerine riayet edelim. Aksi takdirde Allah Resûlü (s.a.v)’in yüzüne bakacak halimiz kalmaz.
Allah Resûlü (s.a.v)’den öğrendiğimiz şu dua ile yazımızı bitirelim:
“Allahım, ben senden hayrın her çeşidini; acil olanı ve geç olanı, bildiğim ve bilmediğim her türlü iyiliği senden istiyorum. Her türlü şerden; âcil olanından ve geç olanından, bildiğim ve bilmediğim büyün kötülüklerden de sana sığınıyorum. Allahım, ben senden, kulun ve Peygamberinin senden istediği hayrı istiyorum. Senin kulun ve Peygamberinin sığındığı şeylerden de sana sığınıyorum. Allahım, ben senden cenneti ve cennete yaklaştıran söz veya amel diliyorum. Cehennem ateşinden ve cehenneme yaklaştıran söz veya amelden de sana sığınıyorum. Benim için hükmettiğin her kaza (ve kaderi) de hayırlı kılmanı senden istiyorum.”
Âmin…
Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz
Kırk Hadis (Erbâin), önsözde de ifade edildiği üzere selef ulemâsı tarafından başlatılan ve ilk asırlardan günümüze devam edegelen bir gelenek. Bu manada ilk çalışmayı tebe-i tâbiînden Abdullah b. Mübarek yapmış. İlk yedi asırda altmış dört Kırk Hadis çalışması yapılmış ve onların yarısı zamanımıza kadar gelebilmiş.
Hadis metinlerinin tercümelerinin hemen ardından, ilk sahâbî râvilerin tercüme-i halleri verilmiş. Kitap, Hz. Âişe’nin rivayet ettiği; “Allah Elçisi’nin ahlâkı Kur’an’dı” (Müslim) hadisi ile başlıyor. Açıklama bölümünde, ilgili hadisin daha iyi anlaşılmasına zemin oluşturacak ipuçları verilmiş; hadisin farklı varyantlarına işaret edilmiş. Hadisten Öğrendiklerimiz başlığı altında ise, hadisten çıkarılan dersler ve hükümler maddeler halinde sıralanmış, hadisin vermek istediği mesajın okuyucuya tam olarak sunulması için başta Nevevî, İbn Hacer el-Askalânî, Aynî ve Aliyyü’l-Kârî gibi kadim şârihler olmak üzere, muasır ilim ve fikir erbâbından da istifade edilmiş. Bu da hadislerin bütünlük içinde ele alınmasını sağlamış.
İlk hadisin şerhi bağlamında söylenen şu sözler kanaatimce önemli: “Tarih boyunca kadınıyla erkeğiyle İslâm ümmeti, hem lafız hem de mâna itibariyle Kur’an mirasına ve emanetine sahip çıkmıştır. On yedinci asırda İstanbul’da Kur’ân-ı Kerim’i ezbere bilen dokuz bin hâfızdan üçte birini kız çocuklarının veya kadınların teşkil etmesi, bu konuda ecdadımızın azim ve kararlılığını gösteren bir tablodur. Resmi kayıtlara geçmeyenlerin hesaba katılması halinde bu sayıda artış görüleceği kesindir.”
“Kadın, kocası yanında iken ondan izin almadan (nafile) oruç tutamaz” ve “Erkek eşini yatağa çağırdığında gelmez de öfkeli bir şekilde yatacak olursa, o eş sabaha kadar meleklerin lânetine maruz kalır” şeklindeki hadislerin aile saadetini sağlamaya yönelik olduğu belirtildikten sonra şöyle denilmiş: “Bu neticenin tek taraflı düşünülmemesi gerekir. Eşinin hukukunu gözetmeyen gözetmeyen erkeğin de aynı şekilde yükümlü ve sorumlu olduğu bilinmelidir.” Bu hadisler genellikle kadınlara karşı erkeklerin elinde bir koz olarak görülür. Hâlbuki ilgili hadislerin muhatabı en az kadınlar kadar erkeklerdir de!
Kitapta yer alan hadislerden biri de: “Eğer ben birinin diğer birine (farz-ı muhal) secde etmesini emredecek olsaydım, kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim.” (Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn Mâce) şeklindeki meşhur hadis. Hindistanlı hadis âlimi Sehârenpûrî’nin; “İnsan bedeni ruhun mahalli olduğu gibi, kabir de bedenin mahallidir. Bedenin mahalli olan kabre nasıl secde edilmiyorsa, ruhun mahalli olan bedene de secde edilmez” dediğini naklettikten sonra müellif şöyle diyor: “Hadis metninde geçen kadının kocasına secde etmesi hakiki manada anlaşılmaz, anlaşılmamalıdır. Bu ifade tarzının, kocanın meşrû talebinin gereğini, ona duyulan sevgi ve saygının değerini vurgulamak için edebî sanat olarak kullanılan son derece mübâlağalı bir üslup olduğu açıktır.”
Evin maişet temininden, mâliye ve dış işlerinden erkek sorumludur. Peki ailede kadının vazifesi nedir? Müellif şöyle diyor: “Ebû Sevr gibi bazı âlimler, kadının erkeğin ihtiyaç duyduğu tüm hizmetleri yerine getirmesi gerektiğini çıkarmıştır. Ancak İslâm âlimlerinin çoğunluğunu teşkil eden cumhura göre, kadının yaptığı iş ve hizmetler farz/vacip değil, yapılması halinde sevap kazanılan nafile ibadet hükmündedir. Bu esasa göre, yemek yapmak, çocuğa bakmak, çamaşır yıkamak gibi ev işlerini yerine getirmek, farz/vâcip olmamakla birlikte bunlar Müslüman kadının ahlâkına, asâlet ve nezaketine yakışan ve ondan beklenen hizmetlerdir. Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar devam etmiş olan bu hizmet anlayışı, şüphesiz aile için aynı zamanda huzur ve mutluluk vesilesi olarak görülmelidir. yrıca unutulmamalıdır ki: Örfen maruf olan şey, şart kılınmış gibidir.”
Kadın-erkek ilişkileri bağlamındaki şu tespit de oldukça yerinde görünüyor: “Bir yerde erkek, elektrik devresindeki pozitif (+) kutuba, kadın da negatif (-) kutuba benzer. 'Ters kutuplar birbirini çeker' kaidesine göre, giyim kuşama dikkat edilmemesi ve sosyal ilişkilerde şer’î sınırlara ihtimam gösterilmemesi halinde, iki cinsin birbirlerini çekmemesi düşünülemez.”
Erkeklerin namahrem kadınlara bakmaları yasak olduğu gibi, kadınların da namahrem erkeklere bakmaları yasaktır. Kadınların, görme engelli dahi olsa yabancı erkeklerden sakınmaları gerektiğinin delili meşhur Abdullah İbn Ümmü Mektum hadisidir. Hâl böyle iken şu soru hep zihnimi meşgul etmiştir: Mesela sosyal medyada hanımların kendilerini ifşa etmeleri tenkit edilir de neden erkeklerin kendilerini ifşa etmeleri hususunda tek kelime edilmez? Bu sorunun cevabını kitapta kısmen bulabildiğimi söyleyebilirim: “Kadınlar için bakma yasağının, hüküm itibariyle erkeklere nisbetle ehven (daha hafif) olduğu görüşü hâkimdir. Bu durum, erkek ile kadının sahip olduğu farklı tabiattan kaynaklanmalıdır. İki cinsin fıtrî ve ruhî özellikleri farklılık arz eder. Pakistanlı âlim ve düşünür Mevdûdî’nin (v. 1979) ifade ettiği gibi, genellikle erkek hareketli ve atılgandır. Bakıp etkilendiği ve arzuladığı şeyi elde etmek için ardından koşar. Böyle bir durum karşısında kadın ise genellikle sakin ve ürkek olup geri durmaya çalışır. Asaletini koruyan kadının, bakmak suretiyle sevip hoşlandığı şeyi ele geçirmek için cü’ret ve teşebbüs etmesi neredeyse imkânsız gibidir.”
Râviler hakkında kısaca bilgi verildiğini belirtmiştim. 18. hadisin râvisi olan mü’minlerin annelerinden Safiyye bint Huyey ile alakalı şu mâlumattan alacağımız çok büyük dersler var: “Safiyye’nin Yahudi bir aileden gelmesi Hz. Peygamber’in hanımları arasında konu olmuş, Hz. Âişe ile Hz. Hafsa’nın bunu ima ederek kendilerinin Resûlullah (s.a.v) ile aynı soydan geldiklerini söylemelerine üzülmüş, Hz. Peygamber de, “Benden nasıl daha hayırlı olabilirsiniz ki eşim Muhammed, babam Harûn, amcam Mûsâ’dır deseydin ya!” sözleriyle onu teselli etmiştir. Hac yolculuğunda Safiyye’nin devesi hastalanınca Rasûl-i Ekrem, hanımı Zeynep bint Cahş’a yanında bulunan fazla develerden birini ona vermesini söylemiş, onun, “Yahudiye mi vereceğim?” demesi üzerine Hz. Peygamber üç aya yakın bir süre Zeyneb’in yanına gitmemiştir.”
Eserde yer alan hadislerden bazıları günümüzde sıklıkla tartışılan meselelerle alakalı. Mesela karşı cinsle tokalaşma bu tartışmalı konulardan sadece biri. Müellif, bu konu hakkında müstakil bir risale yazan muasır fıkıh âlimi Muhammed el-Hâmid’in şu değerlendirmede bulunduğunu nakleder: “Tabiatı icabı –tıpkı alım satımda olduğu gibi- biatın el sıkışma yoluyla olması gerektiği halde, Resûlullah (s.a.v) kadınlardan biat alırken bunu yapmamıştır. Böyle olunca, fukahanın belirttiği üzere, biat dışında normal zamanlarda yabancı (namahrem) bir kadınla tokalaşmanın haram olduğu rahatlıkla anlaşılır.”
Kitaptaki diğer hadislerden bazılarının başlıkları ise şu şekilde:
- Amel ve Günahı Küçümsemek,
- Kedi Sebebiyle Cehennemlik Olan Kadın,
- Kur’an’ın Mehir Olması,
- Kadının Boşama Hak ve Yetkisi,
- Kadının Boşanmak İstenmesi,
- Kadının Aklı ve Dini…
Hadis deyince birilerinin kırmızı görmüş boğaya döndüğü günümüzde hadislere sahip çıkmak birincil sorumluluğumuz olmalı. Bunu derken de sahih, zayıf, uydurma her ne kadar hadis varsa hepsini kabullenelim demiyorum. Bu, hadisleri korumak değil bizatihi hadislere en büyük zararı vermek olur. Hadisleri değerlendirirken ulemâmızın ortaya koyduğu usûl kaidelerine riayet edelim. Aksi takdirde Allah Resûlü (s.a.v)’in yüzüne bakacak halimiz kalmaz.
Allah Resûlü (s.a.v)’den öğrendiğimiz şu dua ile yazımızı bitirelim:
“Allahım, ben senden hayrın her çeşidini; acil olanı ve geç olanı, bildiğim ve bilmediğim her türlü iyiliği senden istiyorum. Her türlü şerden; âcil olanından ve geç olanından, bildiğim ve bilmediğim büyün kötülüklerden de sana sığınıyorum. Allahım, ben senden, kulun ve Peygamberinin senden istediği hayrı istiyorum. Senin kulun ve Peygamberinin sığındığı şeylerden de sana sığınıyorum. Allahım, ben senden cenneti ve cennete yaklaştıran söz veya amel diliyorum. Cehennem ateşinden ve cehenneme yaklaştıran söz veya amelden de sana sığınıyorum. Benim için hükmettiğin her kaza (ve kaderi) de hayırlı kılmanı senden istiyorum.”
Âmin…
Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz
3 Ocak 2020 Cuma
Aradığını kendinde bulmak ya da kayıpla kaybolmak
“Zaman da duruyor ve onları gözlüyor. Zaman asılı kalıyor, düşüşten önce her şey asılı kalıyor.”
- J. M. Coetzee, Petersburg’lu Usta
Coetzee’nin Petersburg’lu Usta kitabında okuru Dostoyevski karşılıyor. Kurmaca bir Dostoyevski, ama gerçeğine çok benziyor. Rus edebiyatı uzmanı olan Coetzee konuya ne kadar hâkim olduğunu tüm ustalığıyla gösteriyor. Yazarın Büyük Usta Dostoyevski’yi ne kadar iyi okuduğunu, Rusya tarihi ve edebiyatı hakkındaki birikiminin ne denli olduğunu tahmin edebiliyoruz. Fakat beni, yani yazımı ilgilendiren, kitabın estetik kısmı değil. Yazımda ele alacaklarım kitabın konusuyla ilgili: Kaybetmek, kaybolmak.
Dostoyevski bir gün, gönüllü olarak sürgüne gittiği Almanya’dan Petersburg’a çağırılır. Ellili yaşlarındaki Dostoyevski apar topar ve tüm alacaklılarına rağmen Petersburg’a gelir. Çünkü üvey oğlu Pavel İsaev ölmüştür. Pavel’in ölümü şüphelidir; polis kayıtlarına intihar olarak geçse de cinayet ihtimali de var. İşte böylece Dostoyevski kendisini bir kaybı ararken bulur. Daha doğrusu bir kaybı ararken kendisini kaybediyor ya da bir başkası olarak buluyor.
Birisinin arkasında bıraktığı nesneler her zaman kıymetlidir. Bu nesnelerin sahiplerinin ruhlarından bir parça taşıdığına içten içe inanılır. Bu eşyalar (her şey olabilir) geride kalan insanlar için birer zaman makinesidir. Onların içindeki cevher bizi geçmişe veya bir gelecek hayaline götürür. Pavel’in bir odasında kiracı olarak kaldığı daireye gelen Dostoyevski, ev sahibesi Anna’dan Pavel’in eşyalarını istemesi de bundan olsa gerek. Pavel’in yastığını kokluyor, bavulundan gömleğini çıkarıp sarılıyor.
“Derin derin soluyor onu, tekrar tekrar soluyor ve oğlumun hayaleti içime giriyor, diye düşünüyor.”
Tıpkı Yusuf kıssasındaki gibi bir gömlek imgesi kullanılıyor. Bu gömleği Pavel giymişti, daha sonra üvey babası Dostoyevski ve müridi olduğu Neçayev giyecekti. Pavel kaybolmasına rağmen gömleğiyle başkalarında var oluyor. Hem onun ruhuna erişmeye çalışılıyor hem de o başkalarının ruhuna temas ediyor.
İnsanlığın ruhlarla iletişime geçme yöntemlerinden en kadimi olan ruh çağırma da Dostoyevski’nin kaybını telafi etme yollarından birisi oluyor. Oğlunun odasında, “Pavel” adını sayıklayarak ona ulaşmaya çalışıyor. Büyülü sözler söyleyen bir şair gibi, Pavel’i diriltecek sözler arıyor.
Tüm bunları yaparken üvey oğlunun ölümünü reddediyor. Onun yaşadığına ikna olmak ve herkesi ikna etmek istiyor. Mezarını görmesine ve toprağa kapaklanmasına rağmen inanmıyor. Bu da insanların ölüm karşısında verdikleri en bilindik tepkilerdendir. Sürekli kaybı hakkında konuşmak ve Dostoyevski’nin arzuladığı gibi herkesin kayıp hakkında konuşmasını arzulamak. Çünkü söz, varlığı kavi kılıyor. İnanılır hâle getiriyor.
Aslında Büyük Usta, mezarlıktan dönerken gördüğü yarasına saldıran sokak köpeği gibi kendi yarasına saldırmış oluyor. Ev sahibesi Anna ve kızı Matriyona bir süre buna dikkat etseler de, bu gerçeği önünde sonunda dillendiriyorlar. Hele ki Pavel’den söz edilmemesi, unutulacak gibi olması üvey babayı çileden çıkarıyor. İnsan yarasını herkese göstermek istemez mi? Yaranın hikâyesini her gördüğüne anlatmak ve dilden dile yayıldığını duymak istemez mi? Elbette ister.
Zamansal süreçte “keşke” geriye dönük olarak bir işe yaramaz. Dostoyevski de bunu biliyor olmalı ama netice de o da insan, hatta yaşlı bir insan. Pavel’e daha iyi bir eğitim almadığı, kendisini daha iyi yerlere taşımadığı için kızgınlık duymakta. Geçmiş zaman üzerine farklı teoriler kurarak bugünü değiştirmek isteği insanlığın ortak özelliği olmalı. Bu yüzdendir zaman yolculuğunu konu alan birçok film çekilmesi.
Dostoyevski Pavel’in mektuplarının, notlarının, hikâyelerinin yazılı olduğu kâğıtları komiser Maksimov’dan almak istiyor. O kâğıtlar üvey babanın yeni zaman makinesi. Üvey oğluna ulaşması, başına ne geldiğini öğrenmesi için kullanacağı bir zaman makinesi. Henüz notlara ulaşamadan bir gerçeği öğreniyor bile: oğlu, dönemin azılı anarşisti Neçayev’in yakın dostu olduğunu öğreniyor. Zaman makinesi şimdiden çalışmaya başladı. Notları alamasa da ipucu bulan Dostoyevski Neçayev’in ve müritlerinin peşine düşüyor. Tıpkı oğlu gibi. Aslında geçmişle ilgili “Nasıl oldu?” sorusu yerine “Ne zaman oldu?” sorusu sorulursa daha anlamlı olur. Ancak Pavel’in ne zaman kuleden aşağı düştüğü biliniyor. Burada devreye ilk soru giriyor: Nasıl oldu? Pavel intihar mı etti, cinayete mi kurban gitti? Cinayetse onu polis mi, yoksa Neçayev mi öldürdü? Dostoyevski artık bunun peşine düşüyor. Geçmişe takıntılı yaşamaktan daha kötüsü başkasının geçmişine saplanıp kalmak olmalı.
Üvey oğluna ulaşmak, ona yapamadığı babalığı telafi etmek için dilencilere, sokak hayvanlarına yardım etmeye başlıyor Dostoyevski. Eğer onlara yardım ederse hatalarını telafi edeceğini düşünüyor ve aslında böyle bir şey olmayacağının farkında. Sürekli çatışmalar yaşıyor. Ev sahibesi Anna ile birlikte olmaya başlıyor. Anna ile birlikteyken de oğluna ulaşmaya çalışıyor. Anna’nın kızına babalık yapmaya çalışıyor, evin babası gibi davranmaya başlıyor. Çünkü bu ev Pavel’in yaşadığı ev. Bu evde baba olursa, Pavel’e anne gibi davranan kadının kalbini çalarsa Pavel’e karşı da babalık yapmış gibi hissedecek kendisini.
Dostoyevski Neçayev’e ulaşmayı başarıyor. Neçayev’le aralarında çok büyük tartışmalar olmasına rağmen ona karşı sabırlı davranıyor. Hatta Neçayev Matriyona’ya polisten saklaması için bir bohça verdiğinde Dostoyevski o bohçayı alıp kendisi saklamaya çalışacaktı. Hâlbuki öylece ortada bırakıp Neçayev’i ele verebilirdi. Fakat öyle yapmadı:
“Aradığı ne? Ansızın ve inatla kendinin oluveren o bohçanın girip unutulacağı bir delik, bir yarık mı? Hiçbir nedeni ya da mantığı olmadan, ölü bir bebek doğuran bir kıza benziyor şimdi ya da kanlı baltasıyla bir katile. İçinde Neçayev’e karşı yeniden öfke kabarıyor. Ne diye kendimi senin için tehlikeye atıyorum, diye bağırmak istiyor, sen benim için hiçbir şey ifade etmiyorsun ki!”
Belli ki Neçayev’i de zaman zaman oğlu Pavel’in yerine koyuyordu. Matriyona’yı koyduğu gibi. En önemlisi kendisini üvey oğlunun yerine koyması olacaktı. Pavel’in düştüğü Kurşun Kule’ye çıkmadan önce geçmişe gitmişti bile. O kule onun için bir geçitti. Pavel gibi kulenin kapısına geldi, onun gibi yukarı çıktı ve fırtınada aşağı düşmemek için direndi. Dostoyevski’nin aşağı atlamaması ya da itilmemesi hiçbir şeyi değiştirmedi. Her zaman yolcusu gibi geçmişe müdahale edemedi. Basamakları sayarken aslında Pavel’in ölüme gidişini saydı:
“Aynı anda hem yukarı hem de aşağı doğru bir sayma bu; aklını karıştıran bu mu?”
Komiserden Pavel’in notlarını alan (Neçayev’le hazırladıkları öldürülecekler listesi hariç) Dostoyevski odasına kapanıp bir zaman yolculuğu daha yapacak. Geçmiş zamanı bir de başkasının gözünden görecek. Zamanın akışı içerisinde ayrıntılara dikkat etmeyiz. Ancak tekrar düşününce ya da daha dikkatli birisi bize anlattığında fark ederiz. Ya da bir zaman makinemiz varsa. İşte Büyük Usta şimdi Pavel’in gözünden tanık olacak. Pavel’e yaptığı haksızlıklar, verdiği sözler ve onu terk edişini tekrar hatırlayacak. Ama yine değiştiremeyecek. Değiştiremedikçe Pavel olacak. Çünkü geçmişe müdahale etmeye çalıştıkça benliği kaybolacak. Pavel’in günlüğüne devam ediyor. Onun hikâyelerini tamamlamaya çalışıyor.
Kimsede bulamadığı Pavel’i sonunda kendisinde buluyor. Anna’da, Matriyona’da ya da Neçayev’de veya sokak köpeklerinde, dilencilerde bulamadığını kendisinde buluyor. Aslında kendisini yok sayarak buluyor, vazgeçmek pahasına. Kendi zamanından, şahidi bile olmadığın bir zamana gitmek, insanı şu anki kendisine yabancılaştırır. Dostoyevski de artık yabancısı olduğu üvey oğluna yakınlaşırken kendisinden uzaklaşıyor. Bir delilik buluyor onu. Kaybıyla kayboluyor. Zamanın içinde süzülüyor artık. Her kaybı olan sahip olamaz ama Dostoyevski kaybının sahibi oluyor. Ona sahip çıkıyor.
Burak Çelik
twitter.com/burakcelikyada
* Bu yazı daha evvel Hece dergisinde yayımlanmıştır.
- J. M. Coetzee, Petersburg’lu Usta
Coetzee’nin Petersburg’lu Usta kitabında okuru Dostoyevski karşılıyor. Kurmaca bir Dostoyevski, ama gerçeğine çok benziyor. Rus edebiyatı uzmanı olan Coetzee konuya ne kadar hâkim olduğunu tüm ustalığıyla gösteriyor. Yazarın Büyük Usta Dostoyevski’yi ne kadar iyi okuduğunu, Rusya tarihi ve edebiyatı hakkındaki birikiminin ne denli olduğunu tahmin edebiliyoruz. Fakat beni, yani yazımı ilgilendiren, kitabın estetik kısmı değil. Yazımda ele alacaklarım kitabın konusuyla ilgili: Kaybetmek, kaybolmak.
Dostoyevski bir gün, gönüllü olarak sürgüne gittiği Almanya’dan Petersburg’a çağırılır. Ellili yaşlarındaki Dostoyevski apar topar ve tüm alacaklılarına rağmen Petersburg’a gelir. Çünkü üvey oğlu Pavel İsaev ölmüştür. Pavel’in ölümü şüphelidir; polis kayıtlarına intihar olarak geçse de cinayet ihtimali de var. İşte böylece Dostoyevski kendisini bir kaybı ararken bulur. Daha doğrusu bir kaybı ararken kendisini kaybediyor ya da bir başkası olarak buluyor.
Birisinin arkasında bıraktığı nesneler her zaman kıymetlidir. Bu nesnelerin sahiplerinin ruhlarından bir parça taşıdığına içten içe inanılır. Bu eşyalar (her şey olabilir) geride kalan insanlar için birer zaman makinesidir. Onların içindeki cevher bizi geçmişe veya bir gelecek hayaline götürür. Pavel’in bir odasında kiracı olarak kaldığı daireye gelen Dostoyevski, ev sahibesi Anna’dan Pavel’in eşyalarını istemesi de bundan olsa gerek. Pavel’in yastığını kokluyor, bavulundan gömleğini çıkarıp sarılıyor.
“Derin derin soluyor onu, tekrar tekrar soluyor ve oğlumun hayaleti içime giriyor, diye düşünüyor.”
Tıpkı Yusuf kıssasındaki gibi bir gömlek imgesi kullanılıyor. Bu gömleği Pavel giymişti, daha sonra üvey babası Dostoyevski ve müridi olduğu Neçayev giyecekti. Pavel kaybolmasına rağmen gömleğiyle başkalarında var oluyor. Hem onun ruhuna erişmeye çalışılıyor hem de o başkalarının ruhuna temas ediyor.
İnsanlığın ruhlarla iletişime geçme yöntemlerinden en kadimi olan ruh çağırma da Dostoyevski’nin kaybını telafi etme yollarından birisi oluyor. Oğlunun odasında, “Pavel” adını sayıklayarak ona ulaşmaya çalışıyor. Büyülü sözler söyleyen bir şair gibi, Pavel’i diriltecek sözler arıyor.
Tüm bunları yaparken üvey oğlunun ölümünü reddediyor. Onun yaşadığına ikna olmak ve herkesi ikna etmek istiyor. Mezarını görmesine ve toprağa kapaklanmasına rağmen inanmıyor. Bu da insanların ölüm karşısında verdikleri en bilindik tepkilerdendir. Sürekli kaybı hakkında konuşmak ve Dostoyevski’nin arzuladığı gibi herkesin kayıp hakkında konuşmasını arzulamak. Çünkü söz, varlığı kavi kılıyor. İnanılır hâle getiriyor.
Aslında Büyük Usta, mezarlıktan dönerken gördüğü yarasına saldıran sokak köpeği gibi kendi yarasına saldırmış oluyor. Ev sahibesi Anna ve kızı Matriyona bir süre buna dikkat etseler de, bu gerçeği önünde sonunda dillendiriyorlar. Hele ki Pavel’den söz edilmemesi, unutulacak gibi olması üvey babayı çileden çıkarıyor. İnsan yarasını herkese göstermek istemez mi? Yaranın hikâyesini her gördüğüne anlatmak ve dilden dile yayıldığını duymak istemez mi? Elbette ister.
Zamansal süreçte “keşke” geriye dönük olarak bir işe yaramaz. Dostoyevski de bunu biliyor olmalı ama netice de o da insan, hatta yaşlı bir insan. Pavel’e daha iyi bir eğitim almadığı, kendisini daha iyi yerlere taşımadığı için kızgınlık duymakta. Geçmiş zaman üzerine farklı teoriler kurarak bugünü değiştirmek isteği insanlığın ortak özelliği olmalı. Bu yüzdendir zaman yolculuğunu konu alan birçok film çekilmesi.
Dostoyevski Pavel’in mektuplarının, notlarının, hikâyelerinin yazılı olduğu kâğıtları komiser Maksimov’dan almak istiyor. O kâğıtlar üvey babanın yeni zaman makinesi. Üvey oğluna ulaşması, başına ne geldiğini öğrenmesi için kullanacağı bir zaman makinesi. Henüz notlara ulaşamadan bir gerçeği öğreniyor bile: oğlu, dönemin azılı anarşisti Neçayev’in yakın dostu olduğunu öğreniyor. Zaman makinesi şimdiden çalışmaya başladı. Notları alamasa da ipucu bulan Dostoyevski Neçayev’in ve müritlerinin peşine düşüyor. Tıpkı oğlu gibi. Aslında geçmişle ilgili “Nasıl oldu?” sorusu yerine “Ne zaman oldu?” sorusu sorulursa daha anlamlı olur. Ancak Pavel’in ne zaman kuleden aşağı düştüğü biliniyor. Burada devreye ilk soru giriyor: Nasıl oldu? Pavel intihar mı etti, cinayete mi kurban gitti? Cinayetse onu polis mi, yoksa Neçayev mi öldürdü? Dostoyevski artık bunun peşine düşüyor. Geçmişe takıntılı yaşamaktan daha kötüsü başkasının geçmişine saplanıp kalmak olmalı.
Üvey oğluna ulaşmak, ona yapamadığı babalığı telafi etmek için dilencilere, sokak hayvanlarına yardım etmeye başlıyor Dostoyevski. Eğer onlara yardım ederse hatalarını telafi edeceğini düşünüyor ve aslında böyle bir şey olmayacağının farkında. Sürekli çatışmalar yaşıyor. Ev sahibesi Anna ile birlikte olmaya başlıyor. Anna ile birlikteyken de oğluna ulaşmaya çalışıyor. Anna’nın kızına babalık yapmaya çalışıyor, evin babası gibi davranmaya başlıyor. Çünkü bu ev Pavel’in yaşadığı ev. Bu evde baba olursa, Pavel’e anne gibi davranan kadının kalbini çalarsa Pavel’e karşı da babalık yapmış gibi hissedecek kendisini.
Dostoyevski Neçayev’e ulaşmayı başarıyor. Neçayev’le aralarında çok büyük tartışmalar olmasına rağmen ona karşı sabırlı davranıyor. Hatta Neçayev Matriyona’ya polisten saklaması için bir bohça verdiğinde Dostoyevski o bohçayı alıp kendisi saklamaya çalışacaktı. Hâlbuki öylece ortada bırakıp Neçayev’i ele verebilirdi. Fakat öyle yapmadı:
“Aradığı ne? Ansızın ve inatla kendinin oluveren o bohçanın girip unutulacağı bir delik, bir yarık mı? Hiçbir nedeni ya da mantığı olmadan, ölü bir bebek doğuran bir kıza benziyor şimdi ya da kanlı baltasıyla bir katile. İçinde Neçayev’e karşı yeniden öfke kabarıyor. Ne diye kendimi senin için tehlikeye atıyorum, diye bağırmak istiyor, sen benim için hiçbir şey ifade etmiyorsun ki!”
Belli ki Neçayev’i de zaman zaman oğlu Pavel’in yerine koyuyordu. Matriyona’yı koyduğu gibi. En önemlisi kendisini üvey oğlunun yerine koyması olacaktı. Pavel’in düştüğü Kurşun Kule’ye çıkmadan önce geçmişe gitmişti bile. O kule onun için bir geçitti. Pavel gibi kulenin kapısına geldi, onun gibi yukarı çıktı ve fırtınada aşağı düşmemek için direndi. Dostoyevski’nin aşağı atlamaması ya da itilmemesi hiçbir şeyi değiştirmedi. Her zaman yolcusu gibi geçmişe müdahale edemedi. Basamakları sayarken aslında Pavel’in ölüme gidişini saydı:
“Aynı anda hem yukarı hem de aşağı doğru bir sayma bu; aklını karıştıran bu mu?”
Komiserden Pavel’in notlarını alan (Neçayev’le hazırladıkları öldürülecekler listesi hariç) Dostoyevski odasına kapanıp bir zaman yolculuğu daha yapacak. Geçmiş zamanı bir de başkasının gözünden görecek. Zamanın akışı içerisinde ayrıntılara dikkat etmeyiz. Ancak tekrar düşününce ya da daha dikkatli birisi bize anlattığında fark ederiz. Ya da bir zaman makinemiz varsa. İşte Büyük Usta şimdi Pavel’in gözünden tanık olacak. Pavel’e yaptığı haksızlıklar, verdiği sözler ve onu terk edişini tekrar hatırlayacak. Ama yine değiştiremeyecek. Değiştiremedikçe Pavel olacak. Çünkü geçmişe müdahale etmeye çalıştıkça benliği kaybolacak. Pavel’in günlüğüne devam ediyor. Onun hikâyelerini tamamlamaya çalışıyor.
Kimsede bulamadığı Pavel’i sonunda kendisinde buluyor. Anna’da, Matriyona’da ya da Neçayev’de veya sokak köpeklerinde, dilencilerde bulamadığını kendisinde buluyor. Aslında kendisini yok sayarak buluyor, vazgeçmek pahasına. Kendi zamanından, şahidi bile olmadığın bir zamana gitmek, insanı şu anki kendisine yabancılaştırır. Dostoyevski de artık yabancısı olduğu üvey oğluna yakınlaşırken kendisinden uzaklaşıyor. Bir delilik buluyor onu. Kaybıyla kayboluyor. Zamanın içinde süzülüyor artık. Her kaybı olan sahip olamaz ama Dostoyevski kaybının sahibi oluyor. Ona sahip çıkıyor.
Burak Çelik
twitter.com/burakcelikyada
* Bu yazı daha evvel Hece dergisinde yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)