Blaise Pascal (1623-1662) yaklaşık dört asır önce muhteşem bir tespit yaparak insanın zamanla ilişkisini ortaya koymuş ve hayatını geçmişin melankolik özlemi ile geleceğin heyecanlı ümidinde yaşayan insanın şimdiyi es geçerek bu iki zaman arasında savrulduğunu söylemiştir. Daha net ifadeyle, insan şimdiki zamanı (ânı) yaşamayı ihmal etmektedir. Mutsuzluğunun özünde de bu vardır.
Pascal’ın tespiti Zygmunt Bauman’ın (1927-2017) Retrotopya adlı eserinde geçmişe indirgenmiş hâliyle karşımıza çıkıyor. Bauman ‘retro’ sözcüğü ile ‘özlenen geçmişi’, ‘ütopya’ sözcüğü ile de ‘hayal edilen ideal yeri’ (bir anlamda geleceği) bir araya getirerek ‘retrotopya’ kavramını oluşturuyor. Görünen o ki, geçmiş ve gelecek insanın zihninde paradoksal bir hüviyete bürünüyor ve en önemlisi şimdiki zamanı (ânı) gölgeliyor.
Ziyaüddin Serdar’ın Gelecek isimli eserini okurken gerek Blaise Pascal’ın tespitinin gerekse Zygmunt Bauman’ın indirgediği olgunun zihnimde billurlaştığını hissettim. İnsan, geçmişte yaşamamış olsa bile tasavvur ettiği görkemli hayale dönüştürmek istiyor geleceği. Mahya Yayıncılık tarafından neşredilen yüz kırk dört sayfalık kitabın çevirisi Ömer Furkan Şahin’e ait. Eserdeki dilin sade olmayışında hem konunun yoğunluğu hem de teknik terimlerin etkisi büyük. Kitap on bir bölüm ve geleceğe yönelik fikir veren yüz alıntının yapıldığı bir ekten oluşuyor. Hem ek kısmındaki alıntılara hem de kaynakçaya baktığımızda kitabın arka planının epeyce zengin olduğu görülüyor. Ziyaüddin Serdar, gelecek gibi net olmayan, spekülatif bir meseleyi yetkinlikle irdelemiş ve ortaya kapsamlı bir metin çıkarmış.
Disiplinlerarası bir çalışma örneği olan kitap entelektüel açıdan son derece tatmin edici. Gelecek olgusu felsefi bir düzlemde tartışılarak insanlık için anlamlı bir karşılık bulunmaya çalışılıyor. Ziyaüddin Serdar ilk olarak gelecek kelimesinin ne olduğunu, gerçekle ne kadar örtüştüğünü ve oluşumunda geçmişin rolünü sorguluyor. Analizinin sonunda geleceğin aslında olmayan üzerinden oluşturulan bir kurgu olduğu sonucuna varıyor. Gelecek olgusunun ‘olmaması’ teorik anlamda olmayıp pratik olarak henüz gerçekleşmeyen bir zaman düzlemine işaret etmesinden kaynaklanıyor. Diğer yandan gelecek oluştuğu andan itibaren artık gelecek olmaktan çıkarak şimdiye ve hemen arkasından geçmişe dönüşüyor. Bu durumda gelecek esasında şimdi (şu anda) yoktur ve fakat olmayan bir şeyin ihtimali üzerinden oluşturulan arzu, ümit ve korkunun ihtimaller içeren bir karışımıdır. Gelecek ile ilgili dikkat çeken bir diğer detaysa geçmişin etkisidir. Gelecek geçmişten alınan ilham ile inşa edilmektedir. İnsan geçmişin bilinebilirliğinden hareket ederek geleceğin bilinemezliğini kapatmaya çalışmaktadır. Tüm bunlardan çıkan sonuca göre gelecek kavramının en belirgin özelliği paradoksal oluşudur.
Kitap kendi içinde sorular soruyor ve cevaplar arayarak ilerlemeye çalışıyor. Bu sorulardan birkaçını şöyle özetleyebiliriz: Geçmiş bilinebilir olmasının yanında gelecek tümüyle bilinemez midir? Eğer tamamen bilinemiyorsa insandaki irade önemini kaybeder mi veya bilinebilme ihtimali varsa seçim ve eylemlerimizin gelecek üzerinde herhangi bir etkisi var mıdır? Geçmiş, şimdi ve geleceği içeren zaman olgusu kavranabilir mi? Zaman olgusunun algılanma biçimleri ve nedenleri nelerdir? Neden geleneksel toplumların döngüsel şekilde nitelediği zaman olgusunu modern toplumlar doğrusal olarak algılamaktadır. Zamanı farklı algılamaya neden olan coğrafya, kültür, din, mit gibi belirleyiciler gelecek algısı üzerinde ne kadar etkilidir?
Üzerinde çalışılan konu son derece soyut olduğundan etkileşim alanının hem çok boyutlu hem de oldukça yoğun olduğu görülüyor. Ziyaüddin Serdar bu kadar kapsamlı olan bu alanın bilimsel olarak araştırılabilir olup olmadığını sorgulayarak mevcut bilimsel anlayışların etkisi üzerinde duruyor. Örneğin, gelecek olgusuna bakışı belirleyen pozitivist anlayış mıdır yoksa rölativist bir bağlam içerisinde değerlendirilebilir mi? Tüm soruların net bir cevabı olmasa da kestirilebilirlik üzerinden tahmin kavramı öne çıkıyor. Gelinen aşamada gelecek çalışmaları konusundaki senaryolar, alternatifler, modellemeler önem kazanıyor. Burada önemli bir detayın altını çizmek gerekiyor sanırım. Ziyaüddin Serdar gelecekte bunlar veya şunlar olacak demiyor ya da nelerin olabileceği üzerinde kehanetlerde bulunmuyor. O, gelecek ile ilgili yapılan çalışmaların ‘nasılını’ ve ‘nedenini’ sorgulayarak mantığını ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu anlamda esere son derece teknik bir analiz diyebiliriz.
Gelecekle ilgili geçmişte birçok çalışma yapılmıştır ve bugün yapılmaya devam etmektedir. Fütürizm, bilim-kurgu, gelecek(ler) araştırmaları gibi çalışmaların yanında gelecek olgusu daha spesifik düzeyde ve/veya soyut düzlemde de ele alınmaktadır. Örneğin teknoloji ve tıp gibi alanlardaki geleceğe yönelik çalışmalarda insanlığa fayda sağlamanın amaçlandığı gözlemlenmektedir. İnsanlığın huzur ve refah içinde yaşamasına olanak sağlayacak siyasi ve toplumsal oluşumlar (bir anlamda ütopyalar) da aynı görüntünün parçası niteliğindedir. Serdar, bu ‘hoş’ görüntünün gerçekliğini sorgulayarak arka planına ışık tutmaya çalışıyor. Bu bağlamda gelecekle ilgili tahmin ya da kestirimlerin ayrıcalıklı gruplar tarafından oluşturulan bir plan olma ihtimali üzerinde duruyor. Ortaya sömürü anlayışına (kapitalist sisteme) hizmet etmeye yönelik bir manzara çıkıyor. Bir anlamda geleceğin işgal edilerek sömürgeleştirilmesinden başka bir şey değildir bu durum. Sonuç itibariyle distopik bir yapıdır.
Ziyaüddin Serdar değerlendirmelerini literatürde ve sinemada kendine yer bulmuş bilim-kurgu, ütopya ve distopya örnekleriyle destekliyor. Gelecek olgusunun belirli bir grubun tahakkümüne girmesi ve sömürgeleştirilmesi aşamasında sanat önemli bir parametredir. Batı merkezli gelecek(ler) olgusu sanat yoluyla adeta dayatılmaktadır. Oluşturulan senaryolarda teknoloji, bilim, dinler ve mitlerden faydalanılmaktadır. Son derece spekülatif bir olgu olduğu görülen gelecek kavramının müspet olduğu kadar (belki daha fazla) menfi kullanıma da uygun olduğu anlaşılıyor. Kitap bittiğinde, tüm bilinemezliğine rağmen ayrıcalıklı gruplar tarafından planlanan bir gelecek karşısında insanın geleceğine ne kadar hâkim olduğu sorusu öylece duruyor. Ürkütücü ve cevapsız.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
27 Eylül 2019 Cuma
24 Eylül 2019 Salı
İnsanlığın üzerine çöken tedirginliğin kaynakları
"İçtenlikle söylemek gerekirse, çağdaş dünyamızda bütünüyle mutlu denilebilecek kişi yoktur; tedirginlik gitgide artıyor" diye yazmış Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş'te. Kitabın yayınlandığı tarih (1933) düşünüldüğünde yeniden tedirginlik duymamak pek mümkün değil. Bir insan sadece yarım saat boyunca yediğinden içtiğine, izlediğinden gezdiğine varıncaya dek yaşamının içinde olan şeylerin gerçekle ne kadar alakalı olduğunu düşünse muhtemelen aklını kaçırır. Aslında hepimiz farklı ölçülerde aklını kaçırmış insanlarız. Bu da herhalde depresyon gibi, ruhumuzun en doğal tepkisi.
Evren Balta'yı bilhassa Birikim'deki yazıları sebebiyle sıkı takip eden okurlardan biriyim. Hem yazdığı konular lise yıllarından itibaren dikkatimi çeker hem de dilini yalın, meseleleri ele alışını kuvvetli bulurum. Tedirginlik Çağı (İletişim Yayınları, Eylül 2019); şiddet, aidiyet ve siyaset üst başlıklarıyla yaşadığımız zamanların nabzını tutan ama bunu yaparken geniş boyutlu düşünen, geniş boyutlu düşünmeyi teşvik eden bir kitap. Bu tip çalışmalar okuyucu tarafında fazla siyasete bulandığını düşünülerek çoğu zaman göz ardı edilir. Balta'nın makalelerinde ilk göze çarpan, sövgüyü ve övgüyü dert edinmeyişi, zaten yakalaması imkansız olan bu hızlı zamanlarda fotoğrafını çektiği anı irdeleyişi... Kitabın kapağı da (Jules Gauthier, “Halep”, 2017) bana bunu anlattı. Yıkıntılar içinde durmaya çalışan insan. Ama bu insan ne kadar hakikatle bir arada, ne kadar bir yerlere yaslanarak durabiliyor koca bir muamma. İşte Tedirginlik Çağı, bu dev muammanın kitabı.
Oldukça akıcı ve dolu bir önsözle açılıyor kitap. Hâlâ -yaşadığımız çağ gereği evet hâlâ- endişeli olmayanları sağdan soldan sıkıştırarak ve son zamanların Richard Sennett, Zygmunt Bauman, Pankaj Mishra gibi en muteber düşünürlerinden de yararlanarak şöyle bir sallıyor. Misal isteyenler için en uygun paragraf hangisi olur diye düşünürken, çok doğru bir seçimle kitabın arka kapağına konan şu cümleleri olduğu gibi alıyorum: "Yaşadığımız her tür talihsizliğin kendi başarısızlığımızdan kaynaklandığına inanan, yoksulluğumuzun ya da yoksunluğumuzun temel sebebinin ‘içindeki beni’ yeterince ortaya çıkarmamaktan kaynaklı olduğuna emin, en çok satan kitapların hep kişisel gelişim kitapları olduğu bir ‘kendi kendine yardım’ toplumu bu. ‘Kendine yardım etmeyene kimse yardım etmez’ söyleminin ‘kendine yardım etsen de sana yardım etmem’ söylemine dönüştüğü bir toplum. Böylesi bir toplumda bugün yüz yüze olduğumuz en önemli meselelerden birisi hem toplumsal hem de bireysel olarak belirsizlik ve güvencesizlikle baş etme kabiliyetimizdeki büyük krizdir."
Kitabın 'şiddet içeren' birinci kısmında evvela üçüncü dünya savaşı meselesini irdeliyor Balta. Ufukta görünecek olanı beklediğimiz için gelmiş olanı göremediğimizi vurguluyor. Çünkü yeni dünyada artık savaşlar da yeni. Hadiseler devletler arasında cereyan etmiyor yalnızca. Savaş teknolojilerinin değişmesiyle toplar ve surlar değil az ve öz 'profesyonel' askerlerden kurulan ordular ön planda. Diğer yandan devletlerin öyle veya böyle sebeplerle 'gözlerine kestirdiği' toprak parçalarında egemenlik iddiasında bulunabilmesi de savaşların sürecini değiştirdi. Birinci Körfez Savaşı (1991) sonrası ABD askerî doktrininin nasıl değiştiğini anlatan Pat Phelan dört unsura dikkat çekiyor: Artık savaşlara düşman toplumun tamamı dâhil ediliyor. Savaş eylemi adem-i merkezîleşiyor. Büyüklüğün yerini çeviklik alıyor. Düşmanı fiziksel olarak yok etmektense psikolojik üstünlük önem kazanıyor. "Bu yeni savaş artık ordular arasında bir savaş değildir, hatta halklar arasında da bir savaş değildir, bu yeni savaş halkın savaşıdır" diyor Phelan. Devamında küresel çağın başta IŞİD olmak üzere yeni şiddet aktörlerini ele alıyor. Burada üzerinde düşünülmesi gereken en önemli mesele, siyasetçilerin ve/veya yönetici grupların belirli bir hedef için gerçekleştirdikleri eylemin öngörülemeyen yan sonuçlar doğurması, tıpkı El Kaide gibi. Örgütleşme bahsinde IŞİD'in, Oliver Roy'un ifadesiyle hayatından vazgeçmiş, fakir, kaybedecek şeyi olmayan, aşağılanmış kimselerden oluşmaması, tam aksine bebeğini bırakan annelerden üniversite öğrencilerine kadar çok geniş bir profil arz etmesi de son derece önemli. "Çağdaş kürseler cihatçılar modernitenin bir ürünüdür. Toprak için değil, inanç için ölürler. Tıpkı Batı'daki post-endüstriyel toplumların elitleri gibi, onlar da küresel bir dünya düzeni çağrısında bulunlar" söylemi önemli. Günümüz örgütlerinin başlıca 'savaş' temaları merhamet, aidiyet, vahşet, mağduriyet ve ütopya üzerine kurulu. İlk kısmın son başlığında intihar saldırılarının neden olduğu irdeleniyor Balta tarafından. Tıpkı IŞİD'e katılanların profili gibi şaşırtıcı bir durum var bu konuda da. İntihar bombacıları sadece ağır ruhsal hastalıkları olanlardan ya da kandırılanlardan oluşmuyor. Rasyonel biçimde bombacı olmaya karar verenlerin esas meselesi bir anlam uğruna kendini feda etmek. Anlamlı bir şey yaptığını düşünmek, zannetmek. Yani bombacı ailesinin onurlanmasını düşünmüyor, içinde olduğu topluluk tarafından kabul görmeyi, unutulmaz olmayı hedefliyor.
Kitabın ikinci kısmı, çağa aidiyet penceresinden bakıyor. Vatandaşlık, hiçbir sosyal pratiği düşünülmeden 'satın alınabilir' bir şeye dönüşmesiyle birlikte tam özünden çürüyor. Böylece mevcut eşitsizlikler sadece ulusal boyutta değil uluslararası anlamda da büyüyor. Gözle görülür biçimde artan 'parayı veren düdüğü çalar' vatandaşlığı, halk tabanında içe kapanma ve yeniden millileşme olarak tepki buluyor... Çağımızın en büyük 'sorun'larından biri de büyük göç dalgaları. Bir tarafta yerinden edilenler diğer tarafta yerinden tedirgin olanlar var. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin (UNHCR) 2014 yılı raporunun başlığı "Dünya Savaşta", her şeyi anlatıyor. Sadece 2014 yılında tüm dünyada yerinden edilmiş insan sayısı İkinci Dünya Savaşı sonrası en yüksek boyutuna ulaşmış durumda. Bu konuda oldukça ciddi ifadelerde bulunmuş olan Zygmunt Bauman'ın yorumlarına başvuruyor Balta: "Mülteciler, gittikleri yerlerde kendilerini bir başka 'güvencesizliğin' içinde buluyorlar. Çoğu zaman hukuki statüden yoksun, temel insani ihtiyaçlara ulaşımın bile imkânsız olduğu koşullara adım atıyorlar. Barınacakları bir konutları, karınlarını doyuracak geçimlik kaynakları, çocuklarını okula gönderebilme ya da kayıtlı ve güvenceli işlerde çalışabilme imkânları olmadan. Yerinden edilenler hak sahibi insanlar olarak değil, ellerini daha iyi konumda olanlara açan 'vatandaşlık dilencileri' olarak görülüyorlar. Onlar için talep edebileceğimiz eşit haklar değil, en iyi durumda şefkat ve hoşgörü oluyor."
Popülist hareketlerin seyri, küresel çağda iktidar ve protesto, yükselen batı karşıtlığının nedenleri, vergi cennetleri, küresel sermayenin 'gizli' hareketleri ile sosyal medyanın siyaseti nasıl etkilediği, kitabın üçüncü kısmının meseleleri. Bir değer sıralaması yapmak uygun düşmez ama sosyal medyanın siyaseti nasıl etkilediği oldukça ciddi bir konu. Aslında sosyal medya, yalnız siyaseti değil evvela insanın ruh sağlığını nasıl etkiliyor bunu konuşmalıyız. Sadece konuşmakla da kalınmamalı. Zira sosyal medya kullanıcıları ama bilerek ama bilmeyerek elindeki ürünü pazarlamak isteyen şirketlerden oy talep eden partilere, baskı uygulamak isteyen hükümetlerden ne yaptığı 'bir türlü' belli olmayan uluslararası sivil toplum kuruluşlarına dek tüm 'aktör'lere hizmet ediyor. Böylece bu aktörlere milyar dolar dökseler erişemeyecekleri bir imkân sunuyor: hedef alınan kitle ile aradaki tüm mesafelerin ortadan kalkması... Sosyal medya, Balta'nın aktardığı gibi tartışmaları derinleştirmiyor, ortalık duygusunu pekiştirmiyor. Her açıdan ve her biçimde insanları birbirine kutuplaştırıyor. Çünkü Facebook'tan Twitter'a, Instagram'dan Youtube'a kadar tüm sosyal mecralar birbirini bilenlerin aynı çemberi oluşturmasına dayalı. Algoritmalar bu yönde işliyor. Herkes aynı fikirde olduklarıyla bir arada bulunuyor. Böylece öteki ile olan makas korkunç biçimde açılıyor. Diğer yandan Rusya'nın çok ciddi maaşlarla çalıştırdığı 'troll ordu'ları, Çin'in 'sosyal medya kredi puanı' uygulaması gibi distopik bir dünyayı gerçeğe dönüştüren mevzular da var. Evet bu mecralarda kapı bekçileri yok ve bu bir şekilde özgürlük kazandırıyor ama bu durum hakikatin yitimini de mümkün kılıyor Balta'nın dediği gibi. Michel Foucault'nun yazdığı, hani o kralın muhalifleri ibret olsun diye asıp meydanda gezdirmesi meselesi bugün sosyal medya linçleriyle ayan beyan yaşanıyor. Toplum polisliği revaçta, taciz ve taviz kol kola. İlkokulda "arkadaşını şikayet etme" terbiyesi edinmemişler günümüzün en çok kazananları. Bu ortamda sansür sadece meze. Evren Balta, "iktidar sahiplerinin sosyal medya davranılarını sınırlayıp izleyecek bağımsız kuruluşlara ihtiyacımız var" önerisinde bulunuyor.
Şiddet, aidiyet ve siyaset kısımlarını dünya genelinde irdeleyen Balta, kitabının dördüncü kısmına Tedirginlik Çağında Türkiye başlığını koymuş. Evvela 2002 yılında AKP'nin iktidar oluş hikâyesi üzerinden dış politikayı irdeliyor yazar. 2008 krizi, ABD-Irak ilişkileri, Suriye krizi ve 'yeni' Ortadoğu, Rusya ile ilişkiler, yani net bir dış politika okuması var. Siyasî ve iktisadî belirsizliklerin hem hüküm sürdüğü hem de serpilip geliştiği 'yeni' Türkiye elbette küresel tedirginlik çağından da nasibini alıyor. Tedirginlik, endişe ve kaygı her yandan bütün gücüyle Türkiye'de hareket hâlinde. Balta dış politikadan sonra "Darbe neden olur?" sorusunun peşinden gidiyor. "Türkiye 15 Temmuz'da tarihinin en büyük, en şiddetli ve en karanlık müdahalelerinden birini yaşadı." ifadesinden sonra sivil siyasetin ordu üzerinde topyekûn bir kontrol sağlamak yerine, kendi iktidarını objektif sivil denetim olarak tesis etmesi gerektiğini söylüyor. Kısacası profesyonelleşme beklentisi var yazarın. Sistemdeki "kazanan her şeyi alır, kaybeden her şeyi kaybeder" mekanizmasına derhal son verilmeli. Bu anlamda demokratik istikrar, reformlar ve kurumsal düzenlemeler yüksek öneme sahip. Bu kısmın son makalesi ise Türkiye'nin otoriter sisteminin kalıcı olup olmadığını sorguluyor. Yaşanılan 'tahripkâr siyasal sistem'de çakılı kalmanın nedeni olarak Türkiye'nin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair toplumsal uzlaşmanın kaybolmuş olduğunu hatırlatıyor. Bunun yanında 'etkin' bir muhalefetin olmayışı da uzlaşı zeminlerini ortadan kaldırıyor.
Sonuç yerine yazılan "21. Yüzyılda Kolektif Kimlik ve Eylem" makalesi Marshall Berman'ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor ve Yuval Noah Harari'nin kitapları ekseninde yapılan önemli tespitleri içeriyor. Dünyaya kapalı olmayan bir vatanseverliği öneriyor Evren Balta. Çünkü kapalılık bilgisizliği, bilgisizlik cehaleti, cehalet endişeyi getiriyor. Topraklarımıza geleli çok olan endişeyi yırtıp atmanın formülü belki de bu.
Tedirginlik Çağı; belirsizliklerin, güvensizliklerin, korkuların ve kaygıların hem dünya genelinde hem de ülkemizde yaşamı hangi boyutlarda etkilediğini açıklama gayretinde bir kitap, kuvvetli bir kitap.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Evren Balta'yı bilhassa Birikim'deki yazıları sebebiyle sıkı takip eden okurlardan biriyim. Hem yazdığı konular lise yıllarından itibaren dikkatimi çeker hem de dilini yalın, meseleleri ele alışını kuvvetli bulurum. Tedirginlik Çağı (İletişim Yayınları, Eylül 2019); şiddet, aidiyet ve siyaset üst başlıklarıyla yaşadığımız zamanların nabzını tutan ama bunu yaparken geniş boyutlu düşünen, geniş boyutlu düşünmeyi teşvik eden bir kitap. Bu tip çalışmalar okuyucu tarafında fazla siyasete bulandığını düşünülerek çoğu zaman göz ardı edilir. Balta'nın makalelerinde ilk göze çarpan, sövgüyü ve övgüyü dert edinmeyişi, zaten yakalaması imkansız olan bu hızlı zamanlarda fotoğrafını çektiği anı irdeleyişi... Kitabın kapağı da (Jules Gauthier, “Halep”, 2017) bana bunu anlattı. Yıkıntılar içinde durmaya çalışan insan. Ama bu insan ne kadar hakikatle bir arada, ne kadar bir yerlere yaslanarak durabiliyor koca bir muamma. İşte Tedirginlik Çağı, bu dev muammanın kitabı.
Oldukça akıcı ve dolu bir önsözle açılıyor kitap. Hâlâ -yaşadığımız çağ gereği evet hâlâ- endişeli olmayanları sağdan soldan sıkıştırarak ve son zamanların Richard Sennett, Zygmunt Bauman, Pankaj Mishra gibi en muteber düşünürlerinden de yararlanarak şöyle bir sallıyor. Misal isteyenler için en uygun paragraf hangisi olur diye düşünürken, çok doğru bir seçimle kitabın arka kapağına konan şu cümleleri olduğu gibi alıyorum: "Yaşadığımız her tür talihsizliğin kendi başarısızlığımızdan kaynaklandığına inanan, yoksulluğumuzun ya da yoksunluğumuzun temel sebebinin ‘içindeki beni’ yeterince ortaya çıkarmamaktan kaynaklı olduğuna emin, en çok satan kitapların hep kişisel gelişim kitapları olduğu bir ‘kendi kendine yardım’ toplumu bu. ‘Kendine yardım etmeyene kimse yardım etmez’ söyleminin ‘kendine yardım etsen de sana yardım etmem’ söylemine dönüştüğü bir toplum. Böylesi bir toplumda bugün yüz yüze olduğumuz en önemli meselelerden birisi hem toplumsal hem de bireysel olarak belirsizlik ve güvencesizlikle baş etme kabiliyetimizdeki büyük krizdir."
Kitabın 'şiddet içeren' birinci kısmında evvela üçüncü dünya savaşı meselesini irdeliyor Balta. Ufukta görünecek olanı beklediğimiz için gelmiş olanı göremediğimizi vurguluyor. Çünkü yeni dünyada artık savaşlar da yeni. Hadiseler devletler arasında cereyan etmiyor yalnızca. Savaş teknolojilerinin değişmesiyle toplar ve surlar değil az ve öz 'profesyonel' askerlerden kurulan ordular ön planda. Diğer yandan devletlerin öyle veya böyle sebeplerle 'gözlerine kestirdiği' toprak parçalarında egemenlik iddiasında bulunabilmesi de savaşların sürecini değiştirdi. Birinci Körfez Savaşı (1991) sonrası ABD askerî doktrininin nasıl değiştiğini anlatan Pat Phelan dört unsura dikkat çekiyor: Artık savaşlara düşman toplumun tamamı dâhil ediliyor. Savaş eylemi adem-i merkezîleşiyor. Büyüklüğün yerini çeviklik alıyor. Düşmanı fiziksel olarak yok etmektense psikolojik üstünlük önem kazanıyor. "Bu yeni savaş artık ordular arasında bir savaş değildir, hatta halklar arasında da bir savaş değildir, bu yeni savaş halkın savaşıdır" diyor Phelan. Devamında küresel çağın başta IŞİD olmak üzere yeni şiddet aktörlerini ele alıyor. Burada üzerinde düşünülmesi gereken en önemli mesele, siyasetçilerin ve/veya yönetici grupların belirli bir hedef için gerçekleştirdikleri eylemin öngörülemeyen yan sonuçlar doğurması, tıpkı El Kaide gibi. Örgütleşme bahsinde IŞİD'in, Oliver Roy'un ifadesiyle hayatından vazgeçmiş, fakir, kaybedecek şeyi olmayan, aşağılanmış kimselerden oluşmaması, tam aksine bebeğini bırakan annelerden üniversite öğrencilerine kadar çok geniş bir profil arz etmesi de son derece önemli. "Çağdaş kürseler cihatçılar modernitenin bir ürünüdür. Toprak için değil, inanç için ölürler. Tıpkı Batı'daki post-endüstriyel toplumların elitleri gibi, onlar da küresel bir dünya düzeni çağrısında bulunlar" söylemi önemli. Günümüz örgütlerinin başlıca 'savaş' temaları merhamet, aidiyet, vahşet, mağduriyet ve ütopya üzerine kurulu. İlk kısmın son başlığında intihar saldırılarının neden olduğu irdeleniyor Balta tarafından. Tıpkı IŞİD'e katılanların profili gibi şaşırtıcı bir durum var bu konuda da. İntihar bombacıları sadece ağır ruhsal hastalıkları olanlardan ya da kandırılanlardan oluşmuyor. Rasyonel biçimde bombacı olmaya karar verenlerin esas meselesi bir anlam uğruna kendini feda etmek. Anlamlı bir şey yaptığını düşünmek, zannetmek. Yani bombacı ailesinin onurlanmasını düşünmüyor, içinde olduğu topluluk tarafından kabul görmeyi, unutulmaz olmayı hedefliyor.
Kitabın ikinci kısmı, çağa aidiyet penceresinden bakıyor. Vatandaşlık, hiçbir sosyal pratiği düşünülmeden 'satın alınabilir' bir şeye dönüşmesiyle birlikte tam özünden çürüyor. Böylece mevcut eşitsizlikler sadece ulusal boyutta değil uluslararası anlamda da büyüyor. Gözle görülür biçimde artan 'parayı veren düdüğü çalar' vatandaşlığı, halk tabanında içe kapanma ve yeniden millileşme olarak tepki buluyor... Çağımızın en büyük 'sorun'larından biri de büyük göç dalgaları. Bir tarafta yerinden edilenler diğer tarafta yerinden tedirgin olanlar var. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin (UNHCR) 2014 yılı raporunun başlığı "Dünya Savaşta", her şeyi anlatıyor. Sadece 2014 yılında tüm dünyada yerinden edilmiş insan sayısı İkinci Dünya Savaşı sonrası en yüksek boyutuna ulaşmış durumda. Bu konuda oldukça ciddi ifadelerde bulunmuş olan Zygmunt Bauman'ın yorumlarına başvuruyor Balta: "Mülteciler, gittikleri yerlerde kendilerini bir başka 'güvencesizliğin' içinde buluyorlar. Çoğu zaman hukuki statüden yoksun, temel insani ihtiyaçlara ulaşımın bile imkânsız olduğu koşullara adım atıyorlar. Barınacakları bir konutları, karınlarını doyuracak geçimlik kaynakları, çocuklarını okula gönderebilme ya da kayıtlı ve güvenceli işlerde çalışabilme imkânları olmadan. Yerinden edilenler hak sahibi insanlar olarak değil, ellerini daha iyi konumda olanlara açan 'vatandaşlık dilencileri' olarak görülüyorlar. Onlar için talep edebileceğimiz eşit haklar değil, en iyi durumda şefkat ve hoşgörü oluyor."
Popülist hareketlerin seyri, küresel çağda iktidar ve protesto, yükselen batı karşıtlığının nedenleri, vergi cennetleri, küresel sermayenin 'gizli' hareketleri ile sosyal medyanın siyaseti nasıl etkilediği, kitabın üçüncü kısmının meseleleri. Bir değer sıralaması yapmak uygun düşmez ama sosyal medyanın siyaseti nasıl etkilediği oldukça ciddi bir konu. Aslında sosyal medya, yalnız siyaseti değil evvela insanın ruh sağlığını nasıl etkiliyor bunu konuşmalıyız. Sadece konuşmakla da kalınmamalı. Zira sosyal medya kullanıcıları ama bilerek ama bilmeyerek elindeki ürünü pazarlamak isteyen şirketlerden oy talep eden partilere, baskı uygulamak isteyen hükümetlerden ne yaptığı 'bir türlü' belli olmayan uluslararası sivil toplum kuruluşlarına dek tüm 'aktör'lere hizmet ediyor. Böylece bu aktörlere milyar dolar dökseler erişemeyecekleri bir imkân sunuyor: hedef alınan kitle ile aradaki tüm mesafelerin ortadan kalkması... Sosyal medya, Balta'nın aktardığı gibi tartışmaları derinleştirmiyor, ortalık duygusunu pekiştirmiyor. Her açıdan ve her biçimde insanları birbirine kutuplaştırıyor. Çünkü Facebook'tan Twitter'a, Instagram'dan Youtube'a kadar tüm sosyal mecralar birbirini bilenlerin aynı çemberi oluşturmasına dayalı. Algoritmalar bu yönde işliyor. Herkes aynı fikirde olduklarıyla bir arada bulunuyor. Böylece öteki ile olan makas korkunç biçimde açılıyor. Diğer yandan Rusya'nın çok ciddi maaşlarla çalıştırdığı 'troll ordu'ları, Çin'in 'sosyal medya kredi puanı' uygulaması gibi distopik bir dünyayı gerçeğe dönüştüren mevzular da var. Evet bu mecralarda kapı bekçileri yok ve bu bir şekilde özgürlük kazandırıyor ama bu durum hakikatin yitimini de mümkün kılıyor Balta'nın dediği gibi. Michel Foucault'nun yazdığı, hani o kralın muhalifleri ibret olsun diye asıp meydanda gezdirmesi meselesi bugün sosyal medya linçleriyle ayan beyan yaşanıyor. Toplum polisliği revaçta, taciz ve taviz kol kola. İlkokulda "arkadaşını şikayet etme" terbiyesi edinmemişler günümüzün en çok kazananları. Bu ortamda sansür sadece meze. Evren Balta, "iktidar sahiplerinin sosyal medya davranılarını sınırlayıp izleyecek bağımsız kuruluşlara ihtiyacımız var" önerisinde bulunuyor.
Şiddet, aidiyet ve siyaset kısımlarını dünya genelinde irdeleyen Balta, kitabının dördüncü kısmına Tedirginlik Çağında Türkiye başlığını koymuş. Evvela 2002 yılında AKP'nin iktidar oluş hikâyesi üzerinden dış politikayı irdeliyor yazar. 2008 krizi, ABD-Irak ilişkileri, Suriye krizi ve 'yeni' Ortadoğu, Rusya ile ilişkiler, yani net bir dış politika okuması var. Siyasî ve iktisadî belirsizliklerin hem hüküm sürdüğü hem de serpilip geliştiği 'yeni' Türkiye elbette küresel tedirginlik çağından da nasibini alıyor. Tedirginlik, endişe ve kaygı her yandan bütün gücüyle Türkiye'de hareket hâlinde. Balta dış politikadan sonra "Darbe neden olur?" sorusunun peşinden gidiyor. "Türkiye 15 Temmuz'da tarihinin en büyük, en şiddetli ve en karanlık müdahalelerinden birini yaşadı." ifadesinden sonra sivil siyasetin ordu üzerinde topyekûn bir kontrol sağlamak yerine, kendi iktidarını objektif sivil denetim olarak tesis etmesi gerektiğini söylüyor. Kısacası profesyonelleşme beklentisi var yazarın. Sistemdeki "kazanan her şeyi alır, kaybeden her şeyi kaybeder" mekanizmasına derhal son verilmeli. Bu anlamda demokratik istikrar, reformlar ve kurumsal düzenlemeler yüksek öneme sahip. Bu kısmın son makalesi ise Türkiye'nin otoriter sisteminin kalıcı olup olmadığını sorguluyor. Yaşanılan 'tahripkâr siyasal sistem'de çakılı kalmanın nedeni olarak Türkiye'nin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair toplumsal uzlaşmanın kaybolmuş olduğunu hatırlatıyor. Bunun yanında 'etkin' bir muhalefetin olmayışı da uzlaşı zeminlerini ortadan kaldırıyor.
Sonuç yerine yazılan "21. Yüzyılda Kolektif Kimlik ve Eylem" makalesi Marshall Berman'ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor ve Yuval Noah Harari'nin kitapları ekseninde yapılan önemli tespitleri içeriyor. Dünyaya kapalı olmayan bir vatanseverliği öneriyor Evren Balta. Çünkü kapalılık bilgisizliği, bilgisizlik cehaleti, cehalet endişeyi getiriyor. Topraklarımıza geleli çok olan endişeyi yırtıp atmanın formülü belki de bu.
Tedirginlik Çağı; belirsizliklerin, güvensizliklerin, korkuların ve kaygıların hem dünya genelinde hem de ülkemizde yaşamı hangi boyutlarda etkilediğini açıklama gayretinde bir kitap, kuvvetli bir kitap.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
23 Eylül 2019 Pazartesi
Türkiye’de misyonerlik faaliyetleri
Türkiye İçin Sırada Ne Var? Bir kitap için oldukça kışkırtıcı bir isim. Yalnız, kışkırtıcılığı bir yana; Tanzimat’tan beri güncelliğini hiç kaybetmeyen durumu özetlemesi açısından manidar. Öncesi olsa da özellikle Tanzimat’ın ilanıyla birlikte büyük bir ivme kazanan Osmanlı üzerindeki Batı etkisini iyi analiz etmek gerekiyor. Kitabın satır aralarındaki detaylardan bu etkinin izleri açıkça fark ediliyor. İmparatorluk toprakları içinde yaşayan Hıristiyanların haklarını koruma bahanesiyle Osmanlı devletine yapılan siyasi baskıların yanında toplumsal çalışmalarla nasıl bir dönüşümün planlandığı görülebiliyor.
Mahya Yayıncılık kalitesiyle kısa süre önce yayınlanan Türkiye İçin Sırada Ne Var?’ın konusu Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde maruz kaldığı misyonerlik faaliyetleri. Osman Nuriler’in çevirisini yaptığı kitap yüz altmış sekiz sayfadan oluşuyor. Çalışmanın içeriğini en kısa hâliyle ‘misyonerlik faaliyetlerine yönelik nelerin yapıldığı ve yapılması gerekenlerin neler olduğu’ şeklinde özetleyebiliriz. Kitabın yazarı aileden ‘radikal’ dindar olan ve teoloji eğitimi alan David Brewer Eddy, Amerika merkezli misyonerlik kuruluşlarından Yabancı Misyon Temsilcileri Teşkilatı’nda (American Board) genel sekreterlik yapmış bir akademisyendir. Amerika’da yayınlanma tarihi 1913.
Yazar, "Türkiye İçin Sırada Ne Var?"ı üç kısma ayırmış. İlk kısımda İslam’la ilgili yanlış ve Müslümanlarla ilgili yanlı biçimde aktarılan kısa bilgiler yar alıyor. İmparatorluk içindeki farklı milletlerin karakteristik özelliklerine değinilerek bu milletlerin Türklere karşı desteklenmesi gerektiğini belirtiliyor. Eddy, Doğulu toplumların karakteristik özellikleri ve inançlarının analizini yaptıktan sonra misyonerlik faaliyetlerine tarihsel bir bakış atarak hareket yöntemine geçiyor. İslam coğrafyasında etkili olabilmek için dikkat edilmesi ve yapılması gerekenleri sıralıyor. Bu aşamada misyonerliğin yapıldığı alanları görebiliyoruz. Başta eğitsel olmak üzere tıbbi, kültürel ve ekonomik misyonerliğin önemi vurgulanıyor. Sık sık önceki misyonerlerin çalışmalarına değinen yazar aşılan zorluklara ve gelinen noktaya dikkat çekiyor. Çalışmaların istenen başarıya ulaşması için daha çok inanç, istek ve çaba gerektiğini, özellikle gençlere ve kadınlara yönelik çalışmaların arttırılmasının zorunlu olduğunu belirtiyor. Misyonerlerin Anadolu’da açtığı eğitim kurumlarının çoğunun kız koleji olması teşkilatın stratejisini ele veriyor. O dönem misyonerlerin girişimiyle açılan okulların bir bölümünün günümüzde faal olduğunu görüyoruz. Buradan hareketle başarılı bir çalışma gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Üçüncü kısımda, kitapta anlatılanlardan hareketle misyonerlik faaliyetlerinde kullanılmak üzere bir program yer vermiş yazar. Özet olarak neyin nasıl yapılacağını anlatıyor.
Esere ayrıcalık kazandıran iki özelliği var. İlki, 1900’lerde Osmanlı coğrafyasında görev yapan misyonerlerin hazırladığı raporlardan hareketle oluşturulan bir kitap olması. Bu açıdan teoriden öte pratize edilen çalışmalar hakkında oldukça detaylı bilgiler yer alıyor. Hayatlarını misyonerliğe adamış çok sayıda kadın ve erkek misyonerin ismen yer aldığı metinde yapılan çalışmaların istatistiki kayıtlarının tutulmuş olması meseleye yaklaşımın ciddiyetini gösteriyor. İkinci özellik ise Müslümanlara yönelik misyonerlik faaliyetlerinin Amerikan toplumuna anlatan bir ‘rehber’ kitap olması. Bu yolla bir yandan faaliyetler hakkında bilgi verilirken bir yandan da yeni katılanlar ve müstakbel misyoner adayları için yol haritası belirleniyor. Sonuç itibariyle misyonerlik faaliyetlerinin kamuoyuna yönelik propagandası yapılarak teşkilata maddi-manevi destek sağlanması amaçlanıyor. Kitapta dikkat çeken en önemli şeylerden biri misyonerlerin iyi eğitimli ve son derece donanımlı oldukları. Eğitmen olarak alanlarına vakıf, birkaç dil bilen bu insanlar coğrafya hakkında geniş bilgiye sahiptir.
"Türkiye İçin Sırada Ne Var?" birkaç yıl önce okuduğum benzer bir çalışmayı hatırlattı. 1800’lerin başında Bağdat’a gönderilen bir Fransız subayın raporlarının kitaplaştırılmış hâli olan Vehhabilerin Ortaya Çıkışı adlı kitapta da "Türkiye İçin Sırada Ne Var?"daki oryantalist bakış açısının bir benzeri bulunuyor. Fransız subayın raporlarının 1900’lerde kitaplaştırıldığı göz önüne alınırsa Batılı devletlerin İslam coğrafyasındaki faaliyetlerini bu dönem yoğunlaştırdığı anlaşılıyor. Müellifin Osmanlı topraklarının misyonerlik faaliyetleri için Batılı devletler tarafından parsellendiğini söylemesi de bunu doğruluyor. Farklı bölgelerin farklı ülkelerden gelen misyonerlerin sorumluluğuna verildiğini belirtiyor. Askeri raporlar yerine misyoner raporlarından oluşturulması Türkiye İçin Sırada Ne Var?’ı öne çıkaran bir özellik. Militarist anlayış yerine uygulamaya sokulan kültürel faaliyetlerin toplumu değiştirmede çok daha etkin olduğu anlaşılıyor. Yalnız her iki eserin de ‘masa başı’ tabir edilen çalışmalar olması bir başka benzerlik olarak göze çarpıyor. Zira birbirine yakın tarihlerde biri Fransa diğeri Amerika’daki çalışma ofislerinde hazırlanmıştır. Ayrıca her iki metindeki Batı merkezli üslup tipik oryantalist bakış açısını ziyadesiyle yansıtıyor.
Oryantalizm demişken, oryantalist çalışmaların tarihsel geçmişini dikkate alarak okumak meseleyi anlamak açısından fayda sağlayacaktır. Her ne kadar akademik disipline sahip oryantalist çalışmalar on dokuzuncu yüzyılda başlamış olsa da ilk oryantalist çalışmaların on ikinci yüzyıla kadar gittiği biliniyor. Dolayısıyla Batı’da İslam ve Araplarla ilgili literatürün ilk bin yılın başlarında oluşmaya başladığı görülüyor. Bu literatür, oryantalizm kavramını 1970’li yıllarda dünyanın gündemine sokan Edward Said’in (1935-2003) dikkat çektiği gibi ‘Batı’nın Doğu’ya olan epistemolojik üstünlüğünün ontolojik üstünlüğe dönüştürülmesi’ şeklinde açığa çıkıyor. Ötekileştiren, subjektif tanımlayan, aşağılayan üstenci yaklaşım yazarın bahsettiği sevgi diliyle uyuşmuyor. Din oryantalist çalışmalarda önemli bir konuma sahip. Kitapta da bunun yansımasını görüyoruz.
Kitapta ilginç bulduğum detayların birkaçını yazmadan geçemeyeceğim. ‘Osmanlı’ tabiri yerine ‘Türk’ kavramının seçen yazar Osmanlı devletiyle ilgili konuları Türk’e nispetle aktarıyor. Genel anlamda Doğulu milletlerin karakteristik özelliklerini olumsuz olarak yansıtıyor fakat özellikle Kürtler hakkında çok daha ileri giderek nahoş şeyler söylüyor. Müslümanların genelini ise cahil ve vahşi olarak nitelendiriyor.
Yazarın üstenci üslubundan bölgenin Müslüman olmayan toplulukları da nasibini alıyor. Örneğin Doğu kiliselerinin reforma ihtiyacı vardır ve Amerikan misyoner teşkilatları bunu sağlayacak güçtedir. Kitaptaki en ilginç detaylardan biri misyonerlik faaliyetlerinin Doğulu Hıristiyanları da kapsaması gerektiği düşüncesi. Yazara göre Rumlar ve Ermeniler her ne kadar Hıristiyan da olsa dinin aslına vakıf değillerdir. Dolayısıyla onlar da faaliyetlerin kapsamı içinde olmalıdır. Diğer yandan Amerikalı Hıristiyanların misyonerlik faaliyetlerine gereken desteği vermediğini söyleyen yazar, Batı’da da bazı sorunların görülmeye başladığını sözlerine ekliyor. Mesela yeni nesil öncekiler kadar dine meyilli olmadığı gibi yardım ve bağış konularında isteksizdir. Ayrıca ateizmi ve ahlaksızlığın artmasına zemin hazırlayan üniversiteler konusunda da harekete geçilmelidir.
Yazarın çoğu yerde spekülatif ve aşağılayıcı bir üslup seçtiği görülüyor. Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’nun büyük bölümünü Ermenistan olarak nitelendiriyor. Balkan milletlerinde Bulgarları diğerlerinden ayırarak olumsuzlamasının nedeninin misyonerlik faaliyetlerine izin verilmeyişi olduğunu anlıyoruz. Misyoner kuruluşlara mesafe bırakan yöneticilere hakaret ederken faaliyetlere izin veren yöneticileri övüyor. Sık sık dini literatürden alıntılar yaparak misyonerlere ve yaptıkları işlere kutsiyet atfediyor. Hıristiyanlığın yüceliğinden ve inananlarına yüklediği misyondan bahsediyor. Yazara göre İslam ilerlemekten, refah sağlamaktan ve medeniyet oluşturmaktan uzaktır. Batı ise bunlara sahip olmasını Hıristiyan oluşuna ve Hıristiyanlığa bağlı kalışına borçludur. Zaten Hıristiyanlık şimdiye kadar gittiği her yere iyilik ve sevgi götürmüştür. Teolojik kehanetlere olan inancını belirten yazar, Tanrı’nın Krallığı’nın Tanrı’nın kendilerine verdiği ‘yeminli sözü’ olduğunu söylüyor. Hatta Yahudilerin kutsalı olagelen ‘Vadedilmiş Topraklar’ kehanetini de Hıristiyanlığa mal ediyor. Türkiye İçin Sırada Ne Var?, Evanjelist hareketin birkaç asır önceden bu coğrafyaya sızışı ve toplumları etkileyişini açığa çıkarıyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Mahya Yayıncılık kalitesiyle kısa süre önce yayınlanan Türkiye İçin Sırada Ne Var?’ın konusu Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde maruz kaldığı misyonerlik faaliyetleri. Osman Nuriler’in çevirisini yaptığı kitap yüz altmış sekiz sayfadan oluşuyor. Çalışmanın içeriğini en kısa hâliyle ‘misyonerlik faaliyetlerine yönelik nelerin yapıldığı ve yapılması gerekenlerin neler olduğu’ şeklinde özetleyebiliriz. Kitabın yazarı aileden ‘radikal’ dindar olan ve teoloji eğitimi alan David Brewer Eddy, Amerika merkezli misyonerlik kuruluşlarından Yabancı Misyon Temsilcileri Teşkilatı’nda (American Board) genel sekreterlik yapmış bir akademisyendir. Amerika’da yayınlanma tarihi 1913.
Yazar, "Türkiye İçin Sırada Ne Var?"ı üç kısma ayırmış. İlk kısımda İslam’la ilgili yanlış ve Müslümanlarla ilgili yanlı biçimde aktarılan kısa bilgiler yar alıyor. İmparatorluk içindeki farklı milletlerin karakteristik özelliklerine değinilerek bu milletlerin Türklere karşı desteklenmesi gerektiğini belirtiliyor. Eddy, Doğulu toplumların karakteristik özellikleri ve inançlarının analizini yaptıktan sonra misyonerlik faaliyetlerine tarihsel bir bakış atarak hareket yöntemine geçiyor. İslam coğrafyasında etkili olabilmek için dikkat edilmesi ve yapılması gerekenleri sıralıyor. Bu aşamada misyonerliğin yapıldığı alanları görebiliyoruz. Başta eğitsel olmak üzere tıbbi, kültürel ve ekonomik misyonerliğin önemi vurgulanıyor. Sık sık önceki misyonerlerin çalışmalarına değinen yazar aşılan zorluklara ve gelinen noktaya dikkat çekiyor. Çalışmaların istenen başarıya ulaşması için daha çok inanç, istek ve çaba gerektiğini, özellikle gençlere ve kadınlara yönelik çalışmaların arttırılmasının zorunlu olduğunu belirtiyor. Misyonerlerin Anadolu’da açtığı eğitim kurumlarının çoğunun kız koleji olması teşkilatın stratejisini ele veriyor. O dönem misyonerlerin girişimiyle açılan okulların bir bölümünün günümüzde faal olduğunu görüyoruz. Buradan hareketle başarılı bir çalışma gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Üçüncü kısımda, kitapta anlatılanlardan hareketle misyonerlik faaliyetlerinde kullanılmak üzere bir program yer vermiş yazar. Özet olarak neyin nasıl yapılacağını anlatıyor.
Esere ayrıcalık kazandıran iki özelliği var. İlki, 1900’lerde Osmanlı coğrafyasında görev yapan misyonerlerin hazırladığı raporlardan hareketle oluşturulan bir kitap olması. Bu açıdan teoriden öte pratize edilen çalışmalar hakkında oldukça detaylı bilgiler yer alıyor. Hayatlarını misyonerliğe adamış çok sayıda kadın ve erkek misyonerin ismen yer aldığı metinde yapılan çalışmaların istatistiki kayıtlarının tutulmuş olması meseleye yaklaşımın ciddiyetini gösteriyor. İkinci özellik ise Müslümanlara yönelik misyonerlik faaliyetlerinin Amerikan toplumuna anlatan bir ‘rehber’ kitap olması. Bu yolla bir yandan faaliyetler hakkında bilgi verilirken bir yandan da yeni katılanlar ve müstakbel misyoner adayları için yol haritası belirleniyor. Sonuç itibariyle misyonerlik faaliyetlerinin kamuoyuna yönelik propagandası yapılarak teşkilata maddi-manevi destek sağlanması amaçlanıyor. Kitapta dikkat çeken en önemli şeylerden biri misyonerlerin iyi eğitimli ve son derece donanımlı oldukları. Eğitmen olarak alanlarına vakıf, birkaç dil bilen bu insanlar coğrafya hakkında geniş bilgiye sahiptir.
"Türkiye İçin Sırada Ne Var?" birkaç yıl önce okuduğum benzer bir çalışmayı hatırlattı. 1800’lerin başında Bağdat’a gönderilen bir Fransız subayın raporlarının kitaplaştırılmış hâli olan Vehhabilerin Ortaya Çıkışı adlı kitapta da "Türkiye İçin Sırada Ne Var?"daki oryantalist bakış açısının bir benzeri bulunuyor. Fransız subayın raporlarının 1900’lerde kitaplaştırıldığı göz önüne alınırsa Batılı devletlerin İslam coğrafyasındaki faaliyetlerini bu dönem yoğunlaştırdığı anlaşılıyor. Müellifin Osmanlı topraklarının misyonerlik faaliyetleri için Batılı devletler tarafından parsellendiğini söylemesi de bunu doğruluyor. Farklı bölgelerin farklı ülkelerden gelen misyonerlerin sorumluluğuna verildiğini belirtiyor. Askeri raporlar yerine misyoner raporlarından oluşturulması Türkiye İçin Sırada Ne Var?’ı öne çıkaran bir özellik. Militarist anlayış yerine uygulamaya sokulan kültürel faaliyetlerin toplumu değiştirmede çok daha etkin olduğu anlaşılıyor. Yalnız her iki eserin de ‘masa başı’ tabir edilen çalışmalar olması bir başka benzerlik olarak göze çarpıyor. Zira birbirine yakın tarihlerde biri Fransa diğeri Amerika’daki çalışma ofislerinde hazırlanmıştır. Ayrıca her iki metindeki Batı merkezli üslup tipik oryantalist bakış açısını ziyadesiyle yansıtıyor.
Oryantalizm demişken, oryantalist çalışmaların tarihsel geçmişini dikkate alarak okumak meseleyi anlamak açısından fayda sağlayacaktır. Her ne kadar akademik disipline sahip oryantalist çalışmalar on dokuzuncu yüzyılda başlamış olsa da ilk oryantalist çalışmaların on ikinci yüzyıla kadar gittiği biliniyor. Dolayısıyla Batı’da İslam ve Araplarla ilgili literatürün ilk bin yılın başlarında oluşmaya başladığı görülüyor. Bu literatür, oryantalizm kavramını 1970’li yıllarda dünyanın gündemine sokan Edward Said’in (1935-2003) dikkat çektiği gibi ‘Batı’nın Doğu’ya olan epistemolojik üstünlüğünün ontolojik üstünlüğe dönüştürülmesi’ şeklinde açığa çıkıyor. Ötekileştiren, subjektif tanımlayan, aşağılayan üstenci yaklaşım yazarın bahsettiği sevgi diliyle uyuşmuyor. Din oryantalist çalışmalarda önemli bir konuma sahip. Kitapta da bunun yansımasını görüyoruz.
Kitapta ilginç bulduğum detayların birkaçını yazmadan geçemeyeceğim. ‘Osmanlı’ tabiri yerine ‘Türk’ kavramının seçen yazar Osmanlı devletiyle ilgili konuları Türk’e nispetle aktarıyor. Genel anlamda Doğulu milletlerin karakteristik özelliklerini olumsuz olarak yansıtıyor fakat özellikle Kürtler hakkında çok daha ileri giderek nahoş şeyler söylüyor. Müslümanların genelini ise cahil ve vahşi olarak nitelendiriyor.
Yazarın üstenci üslubundan bölgenin Müslüman olmayan toplulukları da nasibini alıyor. Örneğin Doğu kiliselerinin reforma ihtiyacı vardır ve Amerikan misyoner teşkilatları bunu sağlayacak güçtedir. Kitaptaki en ilginç detaylardan biri misyonerlik faaliyetlerinin Doğulu Hıristiyanları da kapsaması gerektiği düşüncesi. Yazara göre Rumlar ve Ermeniler her ne kadar Hıristiyan da olsa dinin aslına vakıf değillerdir. Dolayısıyla onlar da faaliyetlerin kapsamı içinde olmalıdır. Diğer yandan Amerikalı Hıristiyanların misyonerlik faaliyetlerine gereken desteği vermediğini söyleyen yazar, Batı’da da bazı sorunların görülmeye başladığını sözlerine ekliyor. Mesela yeni nesil öncekiler kadar dine meyilli olmadığı gibi yardım ve bağış konularında isteksizdir. Ayrıca ateizmi ve ahlaksızlığın artmasına zemin hazırlayan üniversiteler konusunda da harekete geçilmelidir.
Yazarın çoğu yerde spekülatif ve aşağılayıcı bir üslup seçtiği görülüyor. Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’nun büyük bölümünü Ermenistan olarak nitelendiriyor. Balkan milletlerinde Bulgarları diğerlerinden ayırarak olumsuzlamasının nedeninin misyonerlik faaliyetlerine izin verilmeyişi olduğunu anlıyoruz. Misyoner kuruluşlara mesafe bırakan yöneticilere hakaret ederken faaliyetlere izin veren yöneticileri övüyor. Sık sık dini literatürden alıntılar yaparak misyonerlere ve yaptıkları işlere kutsiyet atfediyor. Hıristiyanlığın yüceliğinden ve inananlarına yüklediği misyondan bahsediyor. Yazara göre İslam ilerlemekten, refah sağlamaktan ve medeniyet oluşturmaktan uzaktır. Batı ise bunlara sahip olmasını Hıristiyan oluşuna ve Hıristiyanlığa bağlı kalışına borçludur. Zaten Hıristiyanlık şimdiye kadar gittiği her yere iyilik ve sevgi götürmüştür. Teolojik kehanetlere olan inancını belirten yazar, Tanrı’nın Krallığı’nın Tanrı’nın kendilerine verdiği ‘yeminli sözü’ olduğunu söylüyor. Hatta Yahudilerin kutsalı olagelen ‘Vadedilmiş Topraklar’ kehanetini de Hıristiyanlığa mal ediyor. Türkiye İçin Sırada Ne Var?, Evanjelist hareketin birkaç asır önceden bu coğrafyaya sızışı ve toplumları etkileyişini açığa çıkarıyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
20 Eylül 2019 Cuma
Uzaktaki yakınlar: Jung ve Hesse
"Doğaya yakın olduğunuzda Tanrı'nın sesini dinleyebilirsiniz."
- Hermann Hesse
"İnsanın ne olduğunu anlamak için kişi Doğa'yı izlemeli ve 'beklenmedik olanın önemi'ni kabul ederek tek başına kalmalıdır."
- Carl Gustav Jung
Bahse konu edeceğim kitabın adını ilk defa, merhum Engin Geçtan hocanın Hayat adlı kitabında okumuştum. Böyle bir kitabın varlığı bile şaşırtmıştı keza Jung en ilgi duyduğum psikiyatrken Hermann Hesse en sevdiğim yazarlardan biriydi. İkisini yan yana, üstelik mektuplarla ve fotoğraflarla takip etmek pek güzel olurdu diye düşünürken kitabın Türkçe baskısını bulamamıştım.
Geçtan hoca kitaptan çok ilginç bir paragrafı konuk etmişti Hayat'ta. Jung'un Hindularla ilgili şu sözlerini iktibas etmişti: "Doğadaki diğer varlıklar gibi insan da kendini ifade etme arayışı içindedir ve 'Benlik' bu bütünlüğe ulaşmanın düşü konumundadır. Hindular bu konuyu öteden beri bilgece işlemişlerdir."
Sonra Hermann Hesse'nin romanlarında ne yapmaya çalıştığını yeniden düşünmüştüm. Bozkırkurdu aslında kendisi değil miydi? Narziss ve Goldmund yine Hesse'nin anlamaya çalıştığı, belki de kendinden iki parça, iki karakter gibi duran kimseler olamaz mı? Demian, romanın anlatıcı olan Sinclair'den ne kadar bağımsız bir varlıktı? Siddhartha'nın Bozkırkurdu'yla olan ilişkisi nasıl anlamlandırılabilirdi? Derken Şili'li bir diplomat ve yazar Miguel Serrano'nun "Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse: İki Dostun Hatıraları" kitabının Destek Yayınları tarafından neşredildiğini öğrenir öğrenmez gidip aldım ve öylesine bir sayfayı açtım. Şöyle diyordu Hesse: "Bazı insanlar hem Siddharta'yı hem de Bozkırkurdu'nu yazmış olabildiğimi anlayamazlar. Fakat onlar birbirini tamamlıyor; onlar, aralarında gidip geldiğimiz iki kutup..."
İşte aradığım tipte bir kitap. Sadece mektuplarla ilerlemeyen, düşünülmüş fikirlerin ve yazılmış metinlerin kökenine inen, Hesse ile Jung'u birbirine yakınlaştıran hassasiyetleri çok da didiklemeden ortaya döken, dilimize güzel çevrilmiş -Seza Özdemir'i tebrik etmeli- bir kitap. Bir tarafta Alman edebî romantizm geleneğinin Novalis, Hölderlin, Kleist ve Nietzsche'den sonraki büyük temsilcisi, Schopenhauer ve Goethe gibi Doğu düşüncesine çok sıcak iki efsanesinin sanki bir uzantısı olan, Mozart ve Bach notaları eşliğinde çalışan Hermann Hesse. Diğer tarafta ise egoyu bilinçaltından ayırma çabalarıyla, simgeler dünyasına hiç çekinmeden dalıp çıkmasıyla, arketip fikrinden mit ve efsaneleri yeniden yorumlama girişimleriyle psikoloji dünyasının bilgelerinden Carl Gustav Jung.
Hesse'nin yapıtlarıyla 1945'te tanışmış Serrano. İlk okuduğu eseri Demian olmuş. 1946'dan önce Almanya'nın dışında hiçbir yerde ünlü olmadığını söylüyor. Bir Meksikalı ressam, Boncuk Oyunu'nu okuduktan sonra oldukça etkilenmiş, bir resim yapmış ve bununla yetinmeyip Hesse'ye göndermiş. Serrano burada, böylesine hassas bir okurun kitap karşısındaki coşkusunun anlaşılabilir olduğunu şöyle açıklıyor: "Bugün bile bir kitabın ihtiyaçlarım için gerekli olduğunu düşünsem onu bulmak için dünyanın yarısını dolaşırım, bana özel bir şey sunmuş o birkaç yazara sonsuz hürmet ederim. Bu nedenle kitapların kendilerine verilmesini bekleyen, ne araştıran ne de hayranlık duyan, günümüzün ruhsuz gençliğini asla anlayamam. Ben bir kitap almak için yemek yemeden idare edebilirdim; kitapları ödünç almayı hiç sevmezdim, saatlerce onlarla yaşayabileyim diye onların tamamen benim olmalarını isterdim. İnsanların olduğu gibi, kitapların da kendilerine özgü kaderleri vardır. Onları bekleyen kişilere yönelip doğru anda onlara ulaşırlar. Yaşayan malzemeden yapılırlar ve yazarlarının ölümünden sonra da uzun süre karanlığa ışık tutmaya devam ederler."
Serrano'nun bu kitabıyla birlikte söz konusu duygularında ne kadar samimi olduğu anlaşılabilir. Zira okuduklarımızdan bir 'tanışıklık' olduğunu anlayabiliyoruz ama 'dostluk' çok daha derin, ciltlerle ifade edebilecek bir yazma girişimi olurdu muhtemelen. 1951'de İsviçre'ye doğru yola koyuluyor Serrano, amacı Hesse'ye ulaşmak. Evini buluyor, bahçenin girişine doğru yöneldiğinde kapının üstünde "Ziyaretçi giremez" yazısını görüyor. Devamında evin ön kapısında Çinçeden çeviri bir şiirle karşılaşıyor. Meng-Tse'ye (Mensiyüs, MÖ 371-289) ait bu şiir; ihtiyarlığa erişen ve üzerine düşenleri tamamlayan bir insanın artık huzurla yaşamayı hak ettiğini, kendiyle yüzleşmek için gerekli olan zamana kavuştuğunu, artık ziyaret edilmesine gerek olmadığını, yaşadığı evde sanki kimse yokmuş gibi davranılması gerektiğini anlatıyor. Böylece Hesse'nin sadece yaşamının sonunda değil bütününde münzevi olmayı, huzuru aramayı ve son nefese dek düşünmeyi bir şahsiyet meselesi hâline getirdiğini anlıyoruz. Serrano ona ulaştığında "Söyleyin, huzuru burada, dağlarda bulabildiniz mi?" diye soruyor. "Doğaya yakın olduğunuzda Tanrı'nın sesini dinleyebilirsiniz" diye cevaplıyor Hesse. Onun doğaya, doğanın getirdiği manevi armağanlara ne kadar meraklı olduğu Ağaçlar kitabında bir nebze anlaşılabilir. Zaman zaman konuşmaları derinleşiyor Hesse'nin. Sözcüklerin birer maske olduğuna, kişiliğin aşka imkan tanıdığına, doğanın güzelliğinin en önce Doğu'daki tapınaklarda ve anıtlarda anlaşılabileceğine, Hinduların az okuma sebebinin batıdan gelen düşüncelere ihtiyaç duymamaları ve zaten Doğu'nun yükseliş hâlinde olmasına dair anlatımlar... Peşinden Serrano, "Nasıl olur da buradayım? Nasıl oluyor da bu kadar uzaktan gelip kendimi bugün sizinle burada otururken bulma şansına eriştim?" diye soruyor. Hesse, bir dönem psikanaliz gördüğü Jung'tan etkilenerek aldığı kavramla açıklıyor bunu: "Hiçbir şey tesadüfen olamaz. Burada sadece doğru misafirler buluşur. Bu, Hermetik Çember'dir.". Kitabın Hesse'ye ayrılan bölümü bazı konuşmalar, mektuplaşmalar ve anılarla devam ediyor. Serrano'nun oğlu ve Hesse arasındaki ilişkiyle, Hesse'nin ölümünden sonra mezarında yaşadığı bir an oldukça etkileyici. Esasında bu iki hikâye de Hesse'nin Hermetik Çember ifadesini doğruluyor sanki...
1947'de Antarktika'ya doğru yola çıkıyor Serrano ve Jung'a olan yakınlaşması da bu seyahatte başlıyor. Jung'un The Ego and the Unconscious kitabı yanında ve esasında bu kitap yolculuğunun amacıyla çatışıyor. Parkasının cebine koyduğu bu kitapla beraber devasa buzdağlarının arasında "Dünyanın geri kalanından uzakta, neredeyse topyekûn bir yalnızlık içindeyken modern insanda Ego'yu Bilinçaltı'ndan ayıran öteki boşluğu kapatacak bir şey" aramaya başlıyor. Jung'un ölümüne iki sene kala, 28 Şubat 1959'da Jung'la ilk görüşmesini gerçekleştiriyor. Hindular üzerine uzunca bir konuşma, peşinden Hint düşüncesi ve yaşamı, insanın bilinçten ibaretmiş gibi düşünülmemesi gerektiği, doğallık ve doğa, Hindistan'ın arketipliği, yoga, omurganın temelindeki çakralar, benlik kavramı üzerine uzun uzun konuşmalar... İkinci görüşmesinin tarihi 5 Mayıs 1969. Bu kez Küsnach'ta, Jung'un evinde. Giriş kapısının üstünde Latince bir ifade: Vocatus adque non vocatus, Devs aderit. Çağrılsın ya çağrılmasın, Tanrı mevcuttur. Gelişen ve genişleyen yakınlıkları, Serrano'ya soru sorma anlamında cesaret kazandırıyor. Sohbetin bazı derinliklerinde Hesse'yi hatırlatan ifadelere rastlamak okuyucu için de heyecan verici. "Bana göre tek önemli şey Doğa'yı takip etmektir. Bir kaplan iyi bir kaplan olmalıdır, bir ağaç da iyi bir ağaç. Dolayısıyla insan da insan olmalı. Fakat insanın ne olduğunu anlamak için kişi Doğa'yı izlemeli..." ifadesi gibi. Hesse, yazarlığının yanında bir şair olarak da şiiri yücelten, çok önemseyen biriydi hiç şüphe yok ki. "Şair geçmişi çağrıştırmalı ve onu tekrar yaşamalı, fani olanı zapt etmeli. Bu onun işinin önemli bir yanıdır." sözlerini kaydetmiş Serrano. Jung da, Freud'un "Gittiğim her yerde, benden önce oraya gitmiş bir şair buldum" sözünü haklı çıkarırcasına şöyle demiş ona: "Kimse ne dediğimi anlamadı. Sadece şairler beni anlayabilecektir...". Jung'un mitlerle ve simgelerle ilgilenen ortak bir arkadaş aracılığıyla Hesse'yle tanıştığını öğreniyoruz sonraki sayfalarda. Söz konusu arkadaş belli ki Hesse'ye yakın bir isim. Bir süre Jung'la çalışmış fakat sonuna kadar ilerleyememiş. "Yol, çok zordur" diyor Jung.
Hesse'nin ve Jung'un kitaptaki mektupları, ifadeleri ve derinleşmeleri; edebiyatın ve psikolojinin yan yana ne çok yakıştığını gösteriyor. İnsanı büyüleyen, hayretini artıran, gönlünü coşturan iki nefis mesele. Ne insanın kendini ifade etme isteği ne de insan ruhunu keşfetme isteği biter. Bu yüzden edebiyat da psikoloji de birer mesele, belki de 'bir' mesele...
Serrano'nun arkadaşı Bochi Sen, Zürih'te birçok kez ziyaret ettiği Jung'dan bahsederken, onunla reenkarnasyonu tartıştıklarını ve Jung'un sıradaki hayatını seçme şansı olsaydı yine aynı hayatı seçmeyi tercih edeceğini söylemiş. "Bu, tıpkı Hesse gibi, hayatını tamı tamına bütün hisleriyle kavrayarak yaşamış olduğunu söylemenin bir yoluydu" diyor Serrano. İkisi arasındaki fark için Hesse'de Jung'a göre daha fazla huzur ve dinginlik bulduğunu söylüyor. Çünkü Jung son anına kadar araştırıyordu.
Okudum ve düşündüm: kaçımız senelerce üzerine ciddi okumalar yaptığımız bir yazarla yahut şairle böylesine dostluk kurabiliriz? Mesela ona uzun uzun mektup yazabilir miyiz? Beraber yürüyüş yapabilir miyiz? Var mı şimdilerde böylesine kibrini yenmiş birileri? Bilmiyorum. Bu kitap hiç değilse tüm bunları hissettiriyor, yaşatıyor.
Madem Hesse'den ve Jung'dan bahseden bir kitabı ele aldık, dün (19 Eylül 2019) vefat eden Kamuran Şipal'i de anmak gerek. Çünkü eğer bugün Hermann Hesse, Alfred Adler, Elias Canetti, Jung, Rilke ve daha nicesini sevdiysem, kütüphanemde onları özel raflara dizdiysem bu kıymetli mütercimin emekleriyledir. Mekanı cennet olsun.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Hermann Hesse
"İnsanın ne olduğunu anlamak için kişi Doğa'yı izlemeli ve 'beklenmedik olanın önemi'ni kabul ederek tek başına kalmalıdır."
- Carl Gustav Jung
Bahse konu edeceğim kitabın adını ilk defa, merhum Engin Geçtan hocanın Hayat adlı kitabında okumuştum. Böyle bir kitabın varlığı bile şaşırtmıştı keza Jung en ilgi duyduğum psikiyatrken Hermann Hesse en sevdiğim yazarlardan biriydi. İkisini yan yana, üstelik mektuplarla ve fotoğraflarla takip etmek pek güzel olurdu diye düşünürken kitabın Türkçe baskısını bulamamıştım.
Geçtan hoca kitaptan çok ilginç bir paragrafı konuk etmişti Hayat'ta. Jung'un Hindularla ilgili şu sözlerini iktibas etmişti: "Doğadaki diğer varlıklar gibi insan da kendini ifade etme arayışı içindedir ve 'Benlik' bu bütünlüğe ulaşmanın düşü konumundadır. Hindular bu konuyu öteden beri bilgece işlemişlerdir."
Sonra Hermann Hesse'nin romanlarında ne yapmaya çalıştığını yeniden düşünmüştüm. Bozkırkurdu aslında kendisi değil miydi? Narziss ve Goldmund yine Hesse'nin anlamaya çalıştığı, belki de kendinden iki parça, iki karakter gibi duran kimseler olamaz mı? Demian, romanın anlatıcı olan Sinclair'den ne kadar bağımsız bir varlıktı? Siddhartha'nın Bozkırkurdu'yla olan ilişkisi nasıl anlamlandırılabilirdi? Derken Şili'li bir diplomat ve yazar Miguel Serrano'nun "Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse: İki Dostun Hatıraları" kitabının Destek Yayınları tarafından neşredildiğini öğrenir öğrenmez gidip aldım ve öylesine bir sayfayı açtım. Şöyle diyordu Hesse: "Bazı insanlar hem Siddharta'yı hem de Bozkırkurdu'nu yazmış olabildiğimi anlayamazlar. Fakat onlar birbirini tamamlıyor; onlar, aralarında gidip geldiğimiz iki kutup..."
İşte aradığım tipte bir kitap. Sadece mektuplarla ilerlemeyen, düşünülmüş fikirlerin ve yazılmış metinlerin kökenine inen, Hesse ile Jung'u birbirine yakınlaştıran hassasiyetleri çok da didiklemeden ortaya döken, dilimize güzel çevrilmiş -Seza Özdemir'i tebrik etmeli- bir kitap. Bir tarafta Alman edebî romantizm geleneğinin Novalis, Hölderlin, Kleist ve Nietzsche'den sonraki büyük temsilcisi, Schopenhauer ve Goethe gibi Doğu düşüncesine çok sıcak iki efsanesinin sanki bir uzantısı olan, Mozart ve Bach notaları eşliğinde çalışan Hermann Hesse. Diğer tarafta ise egoyu bilinçaltından ayırma çabalarıyla, simgeler dünyasına hiç çekinmeden dalıp çıkmasıyla, arketip fikrinden mit ve efsaneleri yeniden yorumlama girişimleriyle psikoloji dünyasının bilgelerinden Carl Gustav Jung.
Hesse'nin yapıtlarıyla 1945'te tanışmış Serrano. İlk okuduğu eseri Demian olmuş. 1946'dan önce Almanya'nın dışında hiçbir yerde ünlü olmadığını söylüyor. Bir Meksikalı ressam, Boncuk Oyunu'nu okuduktan sonra oldukça etkilenmiş, bir resim yapmış ve bununla yetinmeyip Hesse'ye göndermiş. Serrano burada, böylesine hassas bir okurun kitap karşısındaki coşkusunun anlaşılabilir olduğunu şöyle açıklıyor: "Bugün bile bir kitabın ihtiyaçlarım için gerekli olduğunu düşünsem onu bulmak için dünyanın yarısını dolaşırım, bana özel bir şey sunmuş o birkaç yazara sonsuz hürmet ederim. Bu nedenle kitapların kendilerine verilmesini bekleyen, ne araştıran ne de hayranlık duyan, günümüzün ruhsuz gençliğini asla anlayamam. Ben bir kitap almak için yemek yemeden idare edebilirdim; kitapları ödünç almayı hiç sevmezdim, saatlerce onlarla yaşayabileyim diye onların tamamen benim olmalarını isterdim. İnsanların olduğu gibi, kitapların da kendilerine özgü kaderleri vardır. Onları bekleyen kişilere yönelip doğru anda onlara ulaşırlar. Yaşayan malzemeden yapılırlar ve yazarlarının ölümünden sonra da uzun süre karanlığa ışık tutmaya devam ederler."
Serrano'nun bu kitabıyla birlikte söz konusu duygularında ne kadar samimi olduğu anlaşılabilir. Zira okuduklarımızdan bir 'tanışıklık' olduğunu anlayabiliyoruz ama 'dostluk' çok daha derin, ciltlerle ifade edebilecek bir yazma girişimi olurdu muhtemelen. 1951'de İsviçre'ye doğru yola koyuluyor Serrano, amacı Hesse'ye ulaşmak. Evini buluyor, bahçenin girişine doğru yöneldiğinde kapının üstünde "Ziyaretçi giremez" yazısını görüyor. Devamında evin ön kapısında Çinçeden çeviri bir şiirle karşılaşıyor. Meng-Tse'ye (Mensiyüs, MÖ 371-289) ait bu şiir; ihtiyarlığa erişen ve üzerine düşenleri tamamlayan bir insanın artık huzurla yaşamayı hak ettiğini, kendiyle yüzleşmek için gerekli olan zamana kavuştuğunu, artık ziyaret edilmesine gerek olmadığını, yaşadığı evde sanki kimse yokmuş gibi davranılması gerektiğini anlatıyor. Böylece Hesse'nin sadece yaşamının sonunda değil bütününde münzevi olmayı, huzuru aramayı ve son nefese dek düşünmeyi bir şahsiyet meselesi hâline getirdiğini anlıyoruz. Serrano ona ulaştığında "Söyleyin, huzuru burada, dağlarda bulabildiniz mi?" diye soruyor. "Doğaya yakın olduğunuzda Tanrı'nın sesini dinleyebilirsiniz" diye cevaplıyor Hesse. Onun doğaya, doğanın getirdiği manevi armağanlara ne kadar meraklı olduğu Ağaçlar kitabında bir nebze anlaşılabilir. Zaman zaman konuşmaları derinleşiyor Hesse'nin. Sözcüklerin birer maske olduğuna, kişiliğin aşka imkan tanıdığına, doğanın güzelliğinin en önce Doğu'daki tapınaklarda ve anıtlarda anlaşılabileceğine, Hinduların az okuma sebebinin batıdan gelen düşüncelere ihtiyaç duymamaları ve zaten Doğu'nun yükseliş hâlinde olmasına dair anlatımlar... Peşinden Serrano, "Nasıl olur da buradayım? Nasıl oluyor da bu kadar uzaktan gelip kendimi bugün sizinle burada otururken bulma şansına eriştim?" diye soruyor. Hesse, bir dönem psikanaliz gördüğü Jung'tan etkilenerek aldığı kavramla açıklıyor bunu: "Hiçbir şey tesadüfen olamaz. Burada sadece doğru misafirler buluşur. Bu, Hermetik Çember'dir.". Kitabın Hesse'ye ayrılan bölümü bazı konuşmalar, mektuplaşmalar ve anılarla devam ediyor. Serrano'nun oğlu ve Hesse arasındaki ilişkiyle, Hesse'nin ölümünden sonra mezarında yaşadığı bir an oldukça etkileyici. Esasında bu iki hikâye de Hesse'nin Hermetik Çember ifadesini doğruluyor sanki...
1947'de Antarktika'ya doğru yola çıkıyor Serrano ve Jung'a olan yakınlaşması da bu seyahatte başlıyor. Jung'un The Ego and the Unconscious kitabı yanında ve esasında bu kitap yolculuğunun amacıyla çatışıyor. Parkasının cebine koyduğu bu kitapla beraber devasa buzdağlarının arasında "Dünyanın geri kalanından uzakta, neredeyse topyekûn bir yalnızlık içindeyken modern insanda Ego'yu Bilinçaltı'ndan ayıran öteki boşluğu kapatacak bir şey" aramaya başlıyor. Jung'un ölümüne iki sene kala, 28 Şubat 1959'da Jung'la ilk görüşmesini gerçekleştiriyor. Hindular üzerine uzunca bir konuşma, peşinden Hint düşüncesi ve yaşamı, insanın bilinçten ibaretmiş gibi düşünülmemesi gerektiği, doğallık ve doğa, Hindistan'ın arketipliği, yoga, omurganın temelindeki çakralar, benlik kavramı üzerine uzun uzun konuşmalar... İkinci görüşmesinin tarihi 5 Mayıs 1969. Bu kez Küsnach'ta, Jung'un evinde. Giriş kapısının üstünde Latince bir ifade: Vocatus adque non vocatus, Devs aderit. Çağrılsın ya çağrılmasın, Tanrı mevcuttur. Gelişen ve genişleyen yakınlıkları, Serrano'ya soru sorma anlamında cesaret kazandırıyor. Sohbetin bazı derinliklerinde Hesse'yi hatırlatan ifadelere rastlamak okuyucu için de heyecan verici. "Bana göre tek önemli şey Doğa'yı takip etmektir. Bir kaplan iyi bir kaplan olmalıdır, bir ağaç da iyi bir ağaç. Dolayısıyla insan da insan olmalı. Fakat insanın ne olduğunu anlamak için kişi Doğa'yı izlemeli..." ifadesi gibi. Hesse, yazarlığının yanında bir şair olarak da şiiri yücelten, çok önemseyen biriydi hiç şüphe yok ki. "Şair geçmişi çağrıştırmalı ve onu tekrar yaşamalı, fani olanı zapt etmeli. Bu onun işinin önemli bir yanıdır." sözlerini kaydetmiş Serrano. Jung da, Freud'un "Gittiğim her yerde, benden önce oraya gitmiş bir şair buldum" sözünü haklı çıkarırcasına şöyle demiş ona: "Kimse ne dediğimi anlamadı. Sadece şairler beni anlayabilecektir...". Jung'un mitlerle ve simgelerle ilgilenen ortak bir arkadaş aracılığıyla Hesse'yle tanıştığını öğreniyoruz sonraki sayfalarda. Söz konusu arkadaş belli ki Hesse'ye yakın bir isim. Bir süre Jung'la çalışmış fakat sonuna kadar ilerleyememiş. "Yol, çok zordur" diyor Jung.
Hesse'nin ve Jung'un kitaptaki mektupları, ifadeleri ve derinleşmeleri; edebiyatın ve psikolojinin yan yana ne çok yakıştığını gösteriyor. İnsanı büyüleyen, hayretini artıran, gönlünü coşturan iki nefis mesele. Ne insanın kendini ifade etme isteği ne de insan ruhunu keşfetme isteği biter. Bu yüzden edebiyat da psikoloji de birer mesele, belki de 'bir' mesele...
Serrano'nun arkadaşı Bochi Sen, Zürih'te birçok kez ziyaret ettiği Jung'dan bahsederken, onunla reenkarnasyonu tartıştıklarını ve Jung'un sıradaki hayatını seçme şansı olsaydı yine aynı hayatı seçmeyi tercih edeceğini söylemiş. "Bu, tıpkı Hesse gibi, hayatını tamı tamına bütün hisleriyle kavrayarak yaşamış olduğunu söylemenin bir yoluydu" diyor Serrano. İkisi arasındaki fark için Hesse'de Jung'a göre daha fazla huzur ve dinginlik bulduğunu söylüyor. Çünkü Jung son anına kadar araştırıyordu.
Okudum ve düşündüm: kaçımız senelerce üzerine ciddi okumalar yaptığımız bir yazarla yahut şairle böylesine dostluk kurabiliriz? Mesela ona uzun uzun mektup yazabilir miyiz? Beraber yürüyüş yapabilir miyiz? Var mı şimdilerde böylesine kibrini yenmiş birileri? Bilmiyorum. Bu kitap hiç değilse tüm bunları hissettiriyor, yaşatıyor.
Madem Hesse'den ve Jung'dan bahseden bir kitabı ele aldık, dün (19 Eylül 2019) vefat eden Kamuran Şipal'i de anmak gerek. Çünkü eğer bugün Hermann Hesse, Alfred Adler, Elias Canetti, Jung, Rilke ve daha nicesini sevdiysem, kütüphanemde onları özel raflara dizdiysem bu kıymetli mütercimin emekleriyledir. Mekanı cennet olsun.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
18 Eylül 2019 Çarşamba
Sıradan insanları şiirsel dille buluşturan hikâyeler
Sıradan insanların olağan hikâyelerini şiirsel dili ile harmanlayarak önümüze sunuyor Ercan Kaygas, Gölgesi Beyaz isimli kitabında. Dört bölüm ve her bölümde üçer hikâye olmak üzere toplam on iki hikâyeden oluşan kitapta doğrudan bir tema üzerine hikâye kitabı ya da hikâyeler arası ortak bir paydadan dolayı oluşan bölümlerden söz etmek ancak çok genel veya çok özel olarak bakıldığında görülebilir.
Hikâyelerinde evde kalmış bir kızdan bir hurdacıya bir işçiden anneye neredeyse herkesin kendi hayatında karşılaşabileceği kesitleri veya tipleri tıpkı her hikâye ve bölüm başında bulunan farklı şair ve yazarların mısraları gibi ahenkli ve şiirsel olarak ele almış.
Yazarın mısraları seçiminde tıpkı kendi hikâyelerinin adeta başka hikâyecilerden izler barındırması gibi farklı olması da dikkat çekici bir husus. Bir hikâyede Sait Faik okurken öbüründe Füruzan’dan izler görmek mümkün. Bu farklı hikâyeciler etkisi sadece tema, konu veya işleyiş bakımından da değil üstelik. Nerdeyse hepsinin bir kombininden ortaya çıkan özgün ama bir o kadar da örnek alınmış hikâyelerden dolayı böyle gözükmektedir.
Dil olarak yalın diyebileceğimiz ancak yalınlığından daha ağır bir şiirsellik ile öne çıkan hikâyeleri konu bakımından ortak bir temele oturmak için sadece sıradan insanların hikâyeleri diyerek genelleyemeyiz. Hikâyelerinde özellikle kadının yeri doğrudan ya da dolaylı olarak önemli bir yer tutmaktadır. Bazen bir anne kız ilişkisi üzerinden bazen ise çok sevdiği erkeği betimlerken kadın doğrudan gözükmektedir. Bunun yanında neredeyse her hikâyede anne figürü de çok önemli bir yer tutar. Ancak sadece kadın üzerinden konumlandırmak da pek mümkün değildir yazarın hikâyelerini.
İkinci bir bakış ile konu üzerinde düşünülünce ikili ilişkiler daha geniş bir yer tutuyor gibi fakat bunu da sadece kadın erkek ilişkisine indirgemek yine hikâyeleri oturmayacağı bir şekilde konumlandırmaktan başka bir şey olmayacaktır. İkili ilişkilerden kastımı ise daha açık bir hale getirecek olursam örneğin anne ile kız veya oğul ile aile gibi aslında kadın erkek ilişkisinden daha ön planda ve daha önemli olan bağlantılar daha üst bir başlık olmasını sağlar ikili ilişkilerin.
Daha öncede değindiğim bölümlerden ve hikâyelerden önce konulmuş dizeler konusunda ise yazar tıpkı hikâyelerin bölümlere ayrılmasındaki gibi dize seçimlerinde de tek tip bir yol izlememiş gibi. Ayrıca dizelerin bu kadar önemli olmasının sebebi yine bahsettiğim yoğun ve neredeyse romantik şekilde kullanılan şiirsel dilden dolayıdır. Romantik şiirsellik diyerek tanımlamak istediğim ise şiirsel dil ile okuyanı yoracak kadar yoğun bir biçimde aktarılmasıdır. Ancak yazar çoğu hikâyesinde dozunda ve üslubun doğal sınırlarını aşmadan vermiştir.
Tema, işleyiş ve konu bakımından farklı hikâyelerinde farklı yazarlardan iz barındırmaktan öte sanki o yazarlar gibi yazması alelade bir taklitçilikten çok tarzını farklı yazarlardan edinmiş gibi bir hali olduğunu göstermektedir yazarı bu kitabında. Tıpkı farklı elementlerden oluşturduğu hikâyelerini yine farklı yazarlardan ilhamla bir araya getirdiği kitabıyla okura bir derleme öykü kitabı sunuyor gibi.
Sonuç olarak Ercan Kaygas ilk öykü kitabını şiirsel dilin sınırlarını zorlayarak sadece dize alıntısı ile değil farklı hikâyecileri içten içe barındıran üslubu ve yine şiirselliğiyle sıradanlıktan konu ve içerik bakımından sıyrılmasıyla oluşturmuştur. Bununla beraber hikâyelerindeki karakter ve olaylarla da tek düze konuları, küçük insanların hayatından bulunup hikâyeleştirmiştir. Hatta onun da deyişi ile “dişini karıştıracak bir kürdanı olmayanların” bile hayatlarını hikâyesine konu edinmiştir.
Hamza Eren Sarıçam
Hikâyelerinde evde kalmış bir kızdan bir hurdacıya bir işçiden anneye neredeyse herkesin kendi hayatında karşılaşabileceği kesitleri veya tipleri tıpkı her hikâye ve bölüm başında bulunan farklı şair ve yazarların mısraları gibi ahenkli ve şiirsel olarak ele almış.
Yazarın mısraları seçiminde tıpkı kendi hikâyelerinin adeta başka hikâyecilerden izler barındırması gibi farklı olması da dikkat çekici bir husus. Bir hikâyede Sait Faik okurken öbüründe Füruzan’dan izler görmek mümkün. Bu farklı hikâyeciler etkisi sadece tema, konu veya işleyiş bakımından da değil üstelik. Nerdeyse hepsinin bir kombininden ortaya çıkan özgün ama bir o kadar da örnek alınmış hikâyelerden dolayı böyle gözükmektedir.
Dil olarak yalın diyebileceğimiz ancak yalınlığından daha ağır bir şiirsellik ile öne çıkan hikâyeleri konu bakımından ortak bir temele oturmak için sadece sıradan insanların hikâyeleri diyerek genelleyemeyiz. Hikâyelerinde özellikle kadının yeri doğrudan ya da dolaylı olarak önemli bir yer tutmaktadır. Bazen bir anne kız ilişkisi üzerinden bazen ise çok sevdiği erkeği betimlerken kadın doğrudan gözükmektedir. Bunun yanında neredeyse her hikâyede anne figürü de çok önemli bir yer tutar. Ancak sadece kadın üzerinden konumlandırmak da pek mümkün değildir yazarın hikâyelerini.
İkinci bir bakış ile konu üzerinde düşünülünce ikili ilişkiler daha geniş bir yer tutuyor gibi fakat bunu da sadece kadın erkek ilişkisine indirgemek yine hikâyeleri oturmayacağı bir şekilde konumlandırmaktan başka bir şey olmayacaktır. İkili ilişkilerden kastımı ise daha açık bir hale getirecek olursam örneğin anne ile kız veya oğul ile aile gibi aslında kadın erkek ilişkisinden daha ön planda ve daha önemli olan bağlantılar daha üst bir başlık olmasını sağlar ikili ilişkilerin.
Daha öncede değindiğim bölümlerden ve hikâyelerden önce konulmuş dizeler konusunda ise yazar tıpkı hikâyelerin bölümlere ayrılmasındaki gibi dize seçimlerinde de tek tip bir yol izlememiş gibi. Ayrıca dizelerin bu kadar önemli olmasının sebebi yine bahsettiğim yoğun ve neredeyse romantik şekilde kullanılan şiirsel dilden dolayıdır. Romantik şiirsellik diyerek tanımlamak istediğim ise şiirsel dil ile okuyanı yoracak kadar yoğun bir biçimde aktarılmasıdır. Ancak yazar çoğu hikâyesinde dozunda ve üslubun doğal sınırlarını aşmadan vermiştir.
Tema, işleyiş ve konu bakımından farklı hikâyelerinde farklı yazarlardan iz barındırmaktan öte sanki o yazarlar gibi yazması alelade bir taklitçilikten çok tarzını farklı yazarlardan edinmiş gibi bir hali olduğunu göstermektedir yazarı bu kitabında. Tıpkı farklı elementlerden oluşturduğu hikâyelerini yine farklı yazarlardan ilhamla bir araya getirdiği kitabıyla okura bir derleme öykü kitabı sunuyor gibi.
Sonuç olarak Ercan Kaygas ilk öykü kitabını şiirsel dilin sınırlarını zorlayarak sadece dize alıntısı ile değil farklı hikâyecileri içten içe barındıran üslubu ve yine şiirselliğiyle sıradanlıktan konu ve içerik bakımından sıyrılmasıyla oluşturmuştur. Bununla beraber hikâyelerindeki karakter ve olaylarla da tek düze konuları, küçük insanların hayatından bulunup hikâyeleştirmiştir. Hatta onun da deyişi ile “dişini karıştıracak bir kürdanı olmayanların” bile hayatlarını hikâyesine konu edinmiştir.
Hamza Eren Sarıçam
16 Eylül 2019 Pazartesi
Şiirle karakter çizmek
Edebi türler ve metinlerarasılık üzerine düşününce yollar hep şiire çıkıyor bende. Kemal Varol’un Âşıklar Bayramı isimli o nefis romanını okurken romanın en lezzetli kısımlarının şiire en çok yaklaştığı sayfalar olmasını buna delil olarak gösterebilirim. Hakeza nesir olmasına rağmen öykü türünün de romandan ziyade şiire yakın olduğunun neredeyse kabul gören bir fikir olması gibi. Yolların hep şiire çıktığı bu serüvende hem dilimizi terbiye etmek hem de edebi lezzete en kestirme yoldan gidebilmek için şiirimizi takip etmeyi tercih ediyorum. Şiirimizi takip etmenin en isabetli adresinin de dergiler olduğu apaçık. Bir edebiyatsever olarak dergilerin varlığından haberdar olduğumdaki sevincimi unutamam. Türk şiirinin nabzını tutmak için de evvela dergilere sonra o dergilerden filizlenen ilk kitaplara bakıyorum.
Fatih Muhammet Atasever de şiirlerine İtibar dergisinden aşina olduğumuz bir isim. Kitabı Türkçe Karakter, temmuz ayında Profil Kitap'tan çıktı. Atasever kitabına bu adı vermemiş olsaydı da biz onun bu yaptığının, şiir adına bir karakter ortaya koymak olduğunu söyleyip kenara çekilebilirdik.
Atasever’in şiirinin katmanlı bir yapısı var. Çağrışıma dayalı imgesel yoğunluklu bir şiir var karşımızda. Bu yanıyla kendini kolay ele vermeyen, okuyucudan dikkat ve çaba isteyen bir üslup. Self- Determination şiirinde şöyle diyor mesela şair:
"Öyle ki
ikna edilmemiş bir tek ölüm kalır
dayım zeytinlikte vurdu kendini
Misak-ı millîyi elbet bilir
Kuba motorla da ağılabilir göğe
anladık."
Bunun gibi imgesel anlatımın yoğun, mısra arası anlam geçişlerinin hızlı olduğu şiirler okuyucuyu şiirden koparabilir ama sabredilip bütünü görünce kendini ele veren bir şiir yapısından bahsediyorum. Bu riskli işi başarıyla kotarıyor bence Atasever.
Onlarca tanım arasından şiire dair en benimsediğim “içe ve derine doğru bir işçilik” olduğu varsayımı. Atasever de şiir yoluyla içe ve derine doğru bir yolculuğa çıkıp, ölümle hayatla ve sevgiyle bir hesaplaşmaya giriyor. Aynı zamanda bir anlamlandırma çabası bu.
"Göstermek gibi olmasın 23 oluyorum / yerde bulsan sayacaksın / kaç kez düştüğünü" diye belirtiyor 20 Aralık şiirinde Atasever.
"Uzun süren bir intihara ara vermişim gibi / bana veciz bir söz verin / yoksa öleceğim" diyor 144P şiirinde.
Yeri gelmişken söyleyelim. Başlıklar okuyucuyu şiire alıştırır ve kendi dünyasına davet eder. Bir nevi kapısıdır yani şiirin. Atasever fazla cesur davranıp okuyucuyu hesaba katmıyor diye düşünüyorum. Şair ve öykücülerle yapılan söyleşilerde dikkatimi çeken şeylerden biri de ilk kitaplarıyla ilgili sorulara okuyucuyu hesaba katmadıklarını itiraf etmeleriydi. Ama işin doğası biraz böyle galiba. Atasever’in bazı başlıkları şöyle. 144P, 20 Aralık, Found Footage, Self- Determination gibi. Dil konusuna değinecek olursak Atasever’in akıcı, rahat bir üslubu var. 92 doğumlu genç bir şaire göre oldukça iyi. Sözü uzatmadan tasarruflu kullanarak söylemeye çabalıyor derdini. Oturma İzni gibi lirik şiirlerinde dili daha da yumuşuyor örneğin.
"Oturma izni alamam diye kalbine
gündemine düşmüyor yüzüm, olsun
elini çabuk tutar suçu üstlenirim."
En dikkatimi çeken şiiri ise İlk Görüşte oldu. Şöyle diyor bir yerinde şiirin:
"Yemin ederim her bakışta
karşılıklı oturabileceğin bir kalbim var
bir tek o götürebilir seni İstanbul’a."
Harold Bloom bir şairin şiir yazarak dünyada kendine yer açmaya çalıştığını söylüyor. Fatih M. Atasever de şiiriyle yabancıladığı bu dünyada kendine yer açmaya ve kızgınlığını dışa vurmaya çalışıyor. Her şairin olduğu gibi Atasever’in de dünyayla arasında pürüzler var ve şiir yoluyla o pürüzlerle uğraşıyor. Bana kalırsa Türk şiirinde de kendine yer açmış bulunuyor.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
Fatih Muhammet Atasever de şiirlerine İtibar dergisinden aşina olduğumuz bir isim. Kitabı Türkçe Karakter, temmuz ayında Profil Kitap'tan çıktı. Atasever kitabına bu adı vermemiş olsaydı da biz onun bu yaptığının, şiir adına bir karakter ortaya koymak olduğunu söyleyip kenara çekilebilirdik.
Atasever’in şiirinin katmanlı bir yapısı var. Çağrışıma dayalı imgesel yoğunluklu bir şiir var karşımızda. Bu yanıyla kendini kolay ele vermeyen, okuyucudan dikkat ve çaba isteyen bir üslup. Self- Determination şiirinde şöyle diyor mesela şair:
"Öyle ki
ikna edilmemiş bir tek ölüm kalır
dayım zeytinlikte vurdu kendini
Misak-ı millîyi elbet bilir
Kuba motorla da ağılabilir göğe
anladık."
Bunun gibi imgesel anlatımın yoğun, mısra arası anlam geçişlerinin hızlı olduğu şiirler okuyucuyu şiirden koparabilir ama sabredilip bütünü görünce kendini ele veren bir şiir yapısından bahsediyorum. Bu riskli işi başarıyla kotarıyor bence Atasever.
Onlarca tanım arasından şiire dair en benimsediğim “içe ve derine doğru bir işçilik” olduğu varsayımı. Atasever de şiir yoluyla içe ve derine doğru bir yolculuğa çıkıp, ölümle hayatla ve sevgiyle bir hesaplaşmaya giriyor. Aynı zamanda bir anlamlandırma çabası bu.
"Göstermek gibi olmasın 23 oluyorum / yerde bulsan sayacaksın / kaç kez düştüğünü" diye belirtiyor 20 Aralık şiirinde Atasever.
"Uzun süren bir intihara ara vermişim gibi / bana veciz bir söz verin / yoksa öleceğim" diyor 144P şiirinde.
Yeri gelmişken söyleyelim. Başlıklar okuyucuyu şiire alıştırır ve kendi dünyasına davet eder. Bir nevi kapısıdır yani şiirin. Atasever fazla cesur davranıp okuyucuyu hesaba katmıyor diye düşünüyorum. Şair ve öykücülerle yapılan söyleşilerde dikkatimi çeken şeylerden biri de ilk kitaplarıyla ilgili sorulara okuyucuyu hesaba katmadıklarını itiraf etmeleriydi. Ama işin doğası biraz böyle galiba. Atasever’in bazı başlıkları şöyle. 144P, 20 Aralık, Found Footage, Self- Determination gibi. Dil konusuna değinecek olursak Atasever’in akıcı, rahat bir üslubu var. 92 doğumlu genç bir şaire göre oldukça iyi. Sözü uzatmadan tasarruflu kullanarak söylemeye çabalıyor derdini. Oturma İzni gibi lirik şiirlerinde dili daha da yumuşuyor örneğin.
"Oturma izni alamam diye kalbine
gündemine düşmüyor yüzüm, olsun
elini çabuk tutar suçu üstlenirim."
En dikkatimi çeken şiiri ise İlk Görüşte oldu. Şöyle diyor bir yerinde şiirin:
"Yemin ederim her bakışta
karşılıklı oturabileceğin bir kalbim var
bir tek o götürebilir seni İstanbul’a."
Harold Bloom bir şairin şiir yazarak dünyada kendine yer açmaya çalıştığını söylüyor. Fatih M. Atasever de şiiriyle yabancıladığı bu dünyada kendine yer açmaya ve kızgınlığını dışa vurmaya çalışıyor. Her şairin olduğu gibi Atasever’in de dünyayla arasında pürüzler var ve şiir yoluyla o pürüzlerle uğraşıyor. Bana kalırsa Türk şiirinde de kendine yer açmış bulunuyor.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
Analı babalı ama öksüz çocuklar
Göç olgusu, sosyolojik ve psikolojik temelde çalışmalara konu olmuş ve bundan sonra da hep olacaktır. Çünkü her göç, kendi içinde farklı anlamlar taşır. Sosyolojik olarak ortak bir temele oturtsak bile ruhsal olarak her insan tanesi kadar anlamı olan bir şeydir. Örneğin Balkanlardan gelenlerle Suriye’den gelenlerin durumuna ortak temelde göç desek de, baştan ayağa farklı anlamlar taşır. Elbette buna bir de yakın zamanda Almanya’ya göç eden vatandaşlar dâhil edilebilir. Temmuz Çocukları kitabının da temeli, zamanında ailesi Almanya’ya göç etmiş genç bir kadının, Aysu’nun hikâyesidir.
Aysu, Almanya’ya önce annesinin gitmesiyle babası ve kardeşleriyle beraber Türkiye’de kalır ancak daha sonra bütün aile annelerinin yanına taşınırlar. Fakat Aysu anne babası ve iki kardeşi gibi (Süheyla, Aziz) devamlı olarak Almanya’da yaşamaz ve Türkiye’ye döner. Aileden kopukluğu da burada başlar zaten:
“Her sınıfta, her okulda göçmen, Almancı çocuklar vardı demek. Garip çıbanlar… Yazları ailelerinin gelmesini bekleyen, geldiklerindeyse yaşamlarının akışı değişen, kesintiye uğrayan, bir aylığına analı-babalı olmanın ayrıcalığına kavuşan ama çoğunlukla bu anne-babayı nereye koyacağını bilmeyen yaz çocukları. En çok da Temmuz çocukları. Analı-babalı öksüz çocuklar.”
İki kısımdan oluşuyor kitap. İlki Paralel Hayatlar, diğeri ise Ölüm ve Cennet. Kitabın çok büyük kısmını ilk bölüm oluşturuyor. Bu ilk kısımda Aysu’nun, anne Şükriye Hanım’ın, abla Süheyla’nın, ablanın evlenmeden önceki aşkı Klaus’un, kardeş Aziz’in ve baba Sabri Bey’in dünyalarına konuk oluyor okur. Yazar, aynı zaman diliminde (bir yılbaşı akşamı) farklı mekânlarda bulunan karakterlerin hayatına kamera tutup onları üçüncü bir gözle gözetliyor da diyebiliriz. Fakat yine de en çok yer Aysu’ya ayrılmış. Hatta bazen Aysu’nun dilinden yazılmış kısa bölümler de okuyor okur. Bunları Aysu’nun tuttuğu notlar adı altında görüyoruz ki birçok düğüm de bu kısımlarda çözülüyor zaten.
Aysu bu romanın asıl kahramanı. Diğer olayları birbirine bağlayan güç. Merkez. Ancak her karakterin hikâyesi kendi içinde bir temele ve ‘burukluğa’ oturuyor. Örneğin en büyük kardeş Süheyla, çok küçükken babası tarafından istemediği biriyle zorla evlendirilmiş, psikolojik problemleri olan biri. Kitapta kamera ona çok az tutulsa da asıl kahramanlardan. Çünkü bütün aileyi etkileyen bir yaşantı ve özel durumu var. Şükriye, kendi içinde çelişkiler yaşayan, memleketine dönmek istemeyen bir anne. Geçmişe özlemi çok büyük. Diğer karakterlerden ziyade önce Aysu daha sonra da Süheyla ve Şükriye daha çok öne çıkıyor. Yazarın üstünde hiç durmadığı bir başka karakter de, ikinci kardeş Yaşar. Mersin’de yaşadığını öğreniyoruz sadece. Keşke onu da hikâyeye dâhil etseymiş yazar, böylece daha geniş dallara ayrılan, gölgesi daha büyük olan bir aile ağacı altında kümelenmiş yaşantılar okuyabilirdik. Bir aileyi temel alan romanların başarılarından biri de, her karakteri geniş ve tutarlı ele almasıdır çünkü. Fakat belki de, her ailede olabilecek suskun, silik birey rolünü Yaşar’a vermiş Menekşe Toprak.
Paralel Hayatlar bölümü herkesin yılbaşı akşamına ışık tutsa da bu bölümlerde karakterlerin sadece o akşam yaşadığı olayları değil aslında daha çok geçmişi gözlemliyoruz. Uzun yıllardır Ankara’da ailesinden uzak yaşayan Aysu’nun Almanya günlerini mesela. Ya da Şükriye Hanım’ın Almanya’ya ilk geldiği günleri. Bu teknikle yazar, sadece ânı değil de bütüncül bir geçmiş zaman hikâyesi çiziyor. Çünkü “ama bir kez daha, yaşamın sadece içinde bulunulan andan ibaret olmayıp, geçmişin, unutulmuş kokuların; bir zaman dert edinilmiş ya da çok önemsenmiş birinin, sevinçli bir ürperişin, uzaktan uzağa bir fark edilme ya da fark etmenin hal hamur oluşundan meydana geldiğini hatırlıyordu.”
Kitap sadece bir ailenin hikâyesini değil aynı zamanda göç eden insanların zorluklarını ve onlara dışarıdan bakanlar tarafından (Klaus) yapılan gözlemleri de içeriyor. Çok olmasa da küçük ama önemli sosyolojik çıkarımlar mevcut diyebiliriz.
Kitabın yalın bir dili ve sade bir üslûbu var. Çok rahat okumak mümkün. Üslûbu yer yer Orhan Pamuk’a yaklaşıyor dense yanlış bir şey söyleniyor olmaz.
Menekşe Toprak iyi bir yazar. Hikâyede bıraktığı bilinçli boşluklardan başka açık kalan bir kısım yok. Fakat önemli bir eleştirim de var. İkinci kısım olan Ölüm ve Cennet’in Cennet kısmı o kadar gereksiz olmuş ki. Yani yazar bütün o olumsuz yaşantılardan sonra ve söylersem ‘spoiler’ olacak olaylardan sonra tozpembe bir hayat çizmiş 13 sayfalık. Hiç ama hiç gerek yoktu. Bence kitap Ölüm kısmında bitmeliydi veya aynı çizgi üzerinde devam etmeliydi.
Temmuz Çocukları 2015 yılında İletişim Yayınları’nda neşredilmişti. İlk baskısını ise 2011 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan yapmıştı. Fakat bildiğim kadarıyla her iki yayınevinde de ilk baskıyı aşamadı. Hâlbuki genel anlamda baktığımızda gönül rahatlığıyla iyi bir yazar diyebiliriz Menekşe Toprak için. Diğer bütün kitaplarıyla birlikte bu kitabı da okunmalı.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Aysu, Almanya’ya önce annesinin gitmesiyle babası ve kardeşleriyle beraber Türkiye’de kalır ancak daha sonra bütün aile annelerinin yanına taşınırlar. Fakat Aysu anne babası ve iki kardeşi gibi (Süheyla, Aziz) devamlı olarak Almanya’da yaşamaz ve Türkiye’ye döner. Aileden kopukluğu da burada başlar zaten:
“Her sınıfta, her okulda göçmen, Almancı çocuklar vardı demek. Garip çıbanlar… Yazları ailelerinin gelmesini bekleyen, geldiklerindeyse yaşamlarının akışı değişen, kesintiye uğrayan, bir aylığına analı-babalı olmanın ayrıcalığına kavuşan ama çoğunlukla bu anne-babayı nereye koyacağını bilmeyen yaz çocukları. En çok da Temmuz çocukları. Analı-babalı öksüz çocuklar.”
İki kısımdan oluşuyor kitap. İlki Paralel Hayatlar, diğeri ise Ölüm ve Cennet. Kitabın çok büyük kısmını ilk bölüm oluşturuyor. Bu ilk kısımda Aysu’nun, anne Şükriye Hanım’ın, abla Süheyla’nın, ablanın evlenmeden önceki aşkı Klaus’un, kardeş Aziz’in ve baba Sabri Bey’in dünyalarına konuk oluyor okur. Yazar, aynı zaman diliminde (bir yılbaşı akşamı) farklı mekânlarda bulunan karakterlerin hayatına kamera tutup onları üçüncü bir gözle gözetliyor da diyebiliriz. Fakat yine de en çok yer Aysu’ya ayrılmış. Hatta bazen Aysu’nun dilinden yazılmış kısa bölümler de okuyor okur. Bunları Aysu’nun tuttuğu notlar adı altında görüyoruz ki birçok düğüm de bu kısımlarda çözülüyor zaten.
Aysu bu romanın asıl kahramanı. Diğer olayları birbirine bağlayan güç. Merkez. Ancak her karakterin hikâyesi kendi içinde bir temele ve ‘burukluğa’ oturuyor. Örneğin en büyük kardeş Süheyla, çok küçükken babası tarafından istemediği biriyle zorla evlendirilmiş, psikolojik problemleri olan biri. Kitapta kamera ona çok az tutulsa da asıl kahramanlardan. Çünkü bütün aileyi etkileyen bir yaşantı ve özel durumu var. Şükriye, kendi içinde çelişkiler yaşayan, memleketine dönmek istemeyen bir anne. Geçmişe özlemi çok büyük. Diğer karakterlerden ziyade önce Aysu daha sonra da Süheyla ve Şükriye daha çok öne çıkıyor. Yazarın üstünde hiç durmadığı bir başka karakter de, ikinci kardeş Yaşar. Mersin’de yaşadığını öğreniyoruz sadece. Keşke onu da hikâyeye dâhil etseymiş yazar, böylece daha geniş dallara ayrılan, gölgesi daha büyük olan bir aile ağacı altında kümelenmiş yaşantılar okuyabilirdik. Bir aileyi temel alan romanların başarılarından biri de, her karakteri geniş ve tutarlı ele almasıdır çünkü. Fakat belki de, her ailede olabilecek suskun, silik birey rolünü Yaşar’a vermiş Menekşe Toprak.
Paralel Hayatlar bölümü herkesin yılbaşı akşamına ışık tutsa da bu bölümlerde karakterlerin sadece o akşam yaşadığı olayları değil aslında daha çok geçmişi gözlemliyoruz. Uzun yıllardır Ankara’da ailesinden uzak yaşayan Aysu’nun Almanya günlerini mesela. Ya da Şükriye Hanım’ın Almanya’ya ilk geldiği günleri. Bu teknikle yazar, sadece ânı değil de bütüncül bir geçmiş zaman hikâyesi çiziyor. Çünkü “ama bir kez daha, yaşamın sadece içinde bulunulan andan ibaret olmayıp, geçmişin, unutulmuş kokuların; bir zaman dert edinilmiş ya da çok önemsenmiş birinin, sevinçli bir ürperişin, uzaktan uzağa bir fark edilme ya da fark etmenin hal hamur oluşundan meydana geldiğini hatırlıyordu.”
Kitap sadece bir ailenin hikâyesini değil aynı zamanda göç eden insanların zorluklarını ve onlara dışarıdan bakanlar tarafından (Klaus) yapılan gözlemleri de içeriyor. Çok olmasa da küçük ama önemli sosyolojik çıkarımlar mevcut diyebiliriz.
Kitabın yalın bir dili ve sade bir üslûbu var. Çok rahat okumak mümkün. Üslûbu yer yer Orhan Pamuk’a yaklaşıyor dense yanlış bir şey söyleniyor olmaz.
Menekşe Toprak iyi bir yazar. Hikâyede bıraktığı bilinçli boşluklardan başka açık kalan bir kısım yok. Fakat önemli bir eleştirim de var. İkinci kısım olan Ölüm ve Cennet’in Cennet kısmı o kadar gereksiz olmuş ki. Yani yazar bütün o olumsuz yaşantılardan sonra ve söylersem ‘spoiler’ olacak olaylardan sonra tozpembe bir hayat çizmiş 13 sayfalık. Hiç ama hiç gerek yoktu. Bence kitap Ölüm kısmında bitmeliydi veya aynı çizgi üzerinde devam etmeliydi.
Temmuz Çocukları 2015 yılında İletişim Yayınları’nda neşredilmişti. İlk baskısını ise 2011 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan yapmıştı. Fakat bildiğim kadarıyla her iki yayınevinde de ilk baskıyı aşamadı. Hâlbuki genel anlamda baktığımızda gönül rahatlığıyla iyi bir yazar diyebiliriz Menekşe Toprak için. Diğer bütün kitaplarıyla birlikte bu kitabı da okunmalı.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)